Skip to main content

Full text of "Beyaz Türklerin Büyük Sırrı"

See other formats


EFENDİ 

Beyaz Türklerin Büyük Sırrı 



Yazan: Soner Yalçın 
Asistan: Beste Önkol 

Yayın hakları: © Doğan Kitapçılık AŞ 
I. baskı /nisan 2004 

3 1 . baskı / haziran 2004 / ISBN 975-293-203-7 
Bu kitabın 31 . baskısı 2 000 adet yapılmıştır. 

Kitaba katkılarından dolayı HÜRRfrET gazetesine teşekkür ederiz. 

Kapak ve kitap tasarımı: DPN Design 
Baskı: Akan Matbaacılık / Yüzyıl Mahallesi 
Matbaacılar Sitesi 222/A Bağcılar - İSTANBUL 



Doğan Kitapçılık AŞ Hürriyet Medya Towers, 34544 Güneşli - İSTANBUL 
Tel. (212) 677 06 20 - 677 07 39 Faks (212) 677 07 49 
www.dogankitap.com.tr 



Efendi 

Beyaz Türklerin Büyük Sırrı 

Soner Yalçın 




DOĞAN 
KİTAP 



kimsem yok, çıkmaz ağlayanım bile 
keşke bir ülkem olsaydı, bir annem 
olsaydı keşke, desem de nafile 

Sefa Kaplan, Londra Şiirleri 



annem Cemile Yalçınım anısına. 



Evliyazade Ailesi 
Hacı Mehmed Efendi 



Gülsüm 
eşi: Giridîzade Nuri Efendi 



Makbule 
eşi: Tevfik Rüşdü Araş 



Naciye 
eşi: Yemişçizade İzzet 



Kemal 
Evliyazade 



Faire 
eşi: Mihrî Dülger 



Mesadet 
eşi: Baha Esad Tekand 



Zeyyat Dülger 
eşi: Perihan 



Leyla Leşi: Ziya Tepedelen Nilgün Füsun 
2. eşi: Fahir Çelikbas 



(1) Kenan Tepedelen (2) Esra Çelikbas 
eşi: Leyla 



Emel 
eşi: Fatin Rüşdü Zorlu 

Sevin 

1. eşi: Erden Yener 

2. eşi: Hilmi Özen 

(1) Fatin Arslan Yener 

1. eşi: Tcherina Niego 
2. eşi: Zeynep Sengelli 



Güzin Fatma Samim 

eşi: Hamdi Dülger Berin Yemişçibaşı 

eşi: Adnan Menderes 

Yüksel Mutlu Aydın 

eşi: İpek eşi: Münevver eşi: Ümran 

Adnan 
Işık Lale 



Nejad 
eşi: Mesude 




Beria 
eşi: Doktor Nazım 


Mustafa Mehmet 
Yılmaz Özdemir 




Sevinç 

1. eşi: Cemil Atalaj 

2. eşi: Fuat Bozina 


Leşi: Ayşe eşi: Elife 
Mebrure 
2. eşi: Edma Siret 
May Pennetti eşi: Kâzım Ay 




Tülin (1) Sedad( 
eşi: George eşi: Dili 
Kenan 


Servetmehmet 






Osman Refik (1) Aylin (2) 

eşi: Melih Ataca 
1. eşi: Margo 

2. eşi: Hanzade 

3. eşi: Ela Maro Enis Dalya 
4. eşi: Sibel 

Özleblebici 


Maynaard Lara 
James eşi: Nusret 

1. eşi: Lorry Aydmay 

2. eşi: Olcay 

Ceylin 
Hena(l) 


Neslişah (2) Mesude Emel (2) 







Refik Efendi 






eşi: Kapanîzade Hacer 






Bihin 


Sedat 


Ahmed 


eşi: Sadullah 


eşi: Medalet 


eşi: Sevim 


Birsel 


(Alev) 


Ata Refik 


Rasin 




1. eşi: Leyla 


eşi: Ayla Muşkara 




2. eşi: Esin 
Kerem (1) 


Refik Leyla 






eşi: Melek eşi: Bahadır 






Sungurlu Baykara 







Armağan Bahar Mehmet Yasemin 



Birinci bölüm 
9 haziran 1875, İzmir 



İzmir bir prensestir. 
Tembelce sallanan 
Düşüncelerim için seviyorum, 
Fillerin sırtında 
Oynayan bu çadırları... 

Victor Hugo 

İzmir Valisi Ahmed Rasim, Evliyazade Mehmed Efendiyi, Yeni- 
şehirlizade Hacı Ahmed Efendinin yerine belediye başkanlığına 
atadı. 

İzmir'in tanınmış tüccarlarından Evliyazade Mehmed Efendinin 
belediye başkanlığına getirilmesinde şaşutıcı bir yan yoktu. 

Ancak, sorun vardı! 

Vali, Evliyazade Mehmed Efendiye maaşının 2 000 kuruş ola- 
cağını söylemişti. Ama bu söz, İzmir Valiliği ile Osmanlı Maliye 
Nezaretinin arasını açtı. Osmanlı merkezî yönetimi, belediye baş- 
kanının dışarıdan atanıp, bir de ona maaş verilmesine karşıydı. 

Vali Ahmed Rasim Paşa, vilayette görevli bir memuru belediye 
başkanı olarak istihdam etmenin yanlış olduğunu düşünüyor, bu 
tür memur atamalarının belediyenin işlerini zorlaştıracağına ina- 
nıyordu. Bunu deneyimleriyle de görmüştü. Ona göre en iyisi, 
"erbabı memleketten ve ashabı servetten" bir kişinin bu görevi 
yapmasıydı. Ancak böyle birinin belediye başkanlığını "sosyal fa- 
aliyet" olarak yapması da ihtimal dışıydı. 2 000 kuruşluk maaş 
teşvik edici olabilirdi. 

Sonunda bürokratik yazışmalardan İzmir Valisi Ahmed Rasim 
Paşa galip çıktı. 

İzmir'de hanı, oteli olan ve son yıllarda giderek zenginleşen 
tüccar Evliyazade Mehmed Efendi, İzmir belediye başkanlığı kol- 
tuğuna oturdu. 

2 000 kuruşluk maaşın Evliyazade Mehmed Efendi için pek 
önemi yoktu. Öyle ki, vali, kumandan, belediye başkanı gibi 
mülkî erkâna kullanması için verilen, iki atlı kupa cinsi binek 
araba yerine, daha lüks olan kendi özel lando cinsi körüklü ara- 
basını tercih etmesi bunun en tipik göstergesiydi. Zaten alaca- 



12 



ğı maaşın büyük bir bölümünü belediye hizmetlerinde kullana- 
caktı... 



Belediye başkanlığı görevine başlayan Evliyazade Mehmed 
Efendinin işi hiç de kolay değildi. 

Öncelikle sorun, "belediye olgusunun" ne merkezî idare, ne de 
halk tarafından bilinmemesiydi. 

Belediye, Osmanlı kentleri için XIX. yüzyılın ikinci yarısında 
ortaya çıkmış yeni bir kurumdu. Başta İngilizler olmak üzere ya- 
bancı ticaret şirketlerinin baskılanyla kurulmuştu. Bu şirketlerin 
belediyeden beklediği, ticaret akışını kolaylaştıracak altyapı hiz- 
metlerini yap maşıydı. Örneğin 1867'de İzmir'de belediyenin ku- 
rulmasına, limanın büyütülmesi neden olmuştu! 

İzmir Belediyesi sekiz yıl önce kurulmuştu ama Başkan Evliya- 
zade Mehmed Efendinin henüz işleri organize edecek bürokratik 
kadrosu yoktu. Belediye olgusunun ortaya çıkmasına neden ola- 
rak gösterilen, yol ve kanalizasyon şebekesinin iyileştirilmesi yö- 
nünde tek bir gelişme sağlanamamıştı. Üstelik bütçesi son dere- 
ce yetersizdi. Evliyazade Mehmed Efendi bazı giderleri dostların- 
dan topladığı yardımlardan sağlıyordu. 
Kimdi bu yakın dostları ? 

Yemişçizadeler, Salepçizadeler, Kâtipzadeler, Musulluzadeler, 
Uşakîzadeler, Kapanîzadeler, Osmanîzadeler, Şerifzadeler, Cafe- 
rîzadeler, Kilimcizadeler, Tuzcuzadeler, Helvacızadeler, Giridîza- 
deler vb. gibi zengin Müslüman Türk aileler yaşıyordu İzmir'de. 

Fakat. 

Bu işte bir karışıklık vardı. 

Şöyle ki: Avusturya-Macaristan İmparatorluğu İzmir Başkon- 
solosu Dr. Kari von Scherzer, nisan 1873 tarihinde Viyana'ya gön- 
derdiği "gizli" mahreçli raporunda, "Türkler, İzmir vilayetinin tica- 
rî yaşamında gözükmemektedirler" diye yazıyordu: 



İzmir'in 155 000 nüfusu vardır. Bu sayının 75 000'i Rum, 45 000'i 
Türk, 15 000'i Yahudi, 10 000'i Katolik, 6 000'i Ermeni ve 4 000'i yaban- 
cıdır. Tüm bu adı geçen milletler, dil, din, meslek ve görenek bakımın- 
dan birbirinden çok farklıdır. 

Türkler kendi dillerinden başka dil konuşmamaktadır. Vilayetin tica- 
rî yaşamında gözükmemektedirler. Kırsal kesimde yaşayan Türkler ge- 
nellikle tarım ve hayvancılıkla uğraşmaktadır. Belli başlı zanaatlar şun- 
lardır: semercilik, kemercilik, kunduracılık, takunyacılık, terzilik, demir 
ve bakırcılık, sandıkçılık, mermercilik, çulhacılık, sepicilik, boyacılık. 



23. 



Yahudiler, son zamanlarda İzmir'e yerleşen zengin tüccarlardır ve 
de İzmirli eğitimsiz ve fanatik Yahudiler tarafından yarı dinsiz olarak 
görülmektedirler. Genellikle küçük ticaretle ve komisyonculukla uğ- 
raşmaktadırlar. Gerçekten dürüst ve gayretkeştirler. Ekmeklerini ka- 
zanmak için en ağır ve zor işleri hiç çekinmeden yapmaktadırlar. 

Frenkler genel olarak vilayette en rahat konuma sahiptirler. Her 
şeyden önce vergiden muaftırlar. Kendi konsolosluklarında yargılan- 
ma ayrıcalıkları vardır. Avrupalı ticaret şirketleriyle bağlantı kurma 
bakımından yerli birisine göre daha şanslıdırlar. Frenkler genellikle 
tüccardır ve vilayetin ticaretini ellerinde tutmaktadırlar... 

Benzer değerlendirmeleri İzmir'i gezen tüm seyyahlar da yap- 
mıştı. 

Peki Evliyazade Mehmed Efendinin yardım aldığı bu zengin 
aileler kimdi ? Üstelik bu ailelerde herkes birkaç yabancı dili ra- 
hatlıkla konuşabiliyor, yabancı tüccarlarla ortaklık yapıyordu! 

Gerek konsolos Dr. Kari von Scherzer'in ve gerekse İzmir'e ge- 
len seyyahların bunu bilmemesi olanaksızdı. O halde, "İzmir'de 
Türk-Müslüman tüccarların olmadığım" neye dayandırıyorlardı ? 

Yukarıda sadece küçük bir örneğini verdiğimiz İzmirli bu aile- 
ler Türk-Müslüman olarak görülmüyor muydu ? 

Kimdi bunlar? 

Bu kitabın yanıtını aradığı sorulardan biri de budur! 

Yamt, kitabın yazılmasına neden olan Evliyazade ailesinin ya- 
şamında gizlidir; bu nedenle, Evliyazade Mehmed Efendiyle ilgi- 
li bilgileri vermeyi sürdürelim... 



Nereden geldiler? 

Evliyazade ailesinin İzmir'e nereden ve ne zaman geldikleri ko- 
nusunda çelişkili bilgiler vardır. 

Görüştüğüm Evliyazade ailesinin bazı üyeleri, Konya'dan gel- 
diklerini söylerken, diğer grup Denizli- Buldan'dan göç ettiklerini 
iddia ediyor. 

O. Zeki Avralıoğlu'nun Buldan ve Yöresinin Tarihçesi adlı ge- 
niş çalışmasında, Evliyazade ailesine ait hiçbir bilgi yok. Avralı- 
oğlu, kitabında onca isme yer veriyor ama bunlar arasında hiç 
"Evliyazade" adı geçmiyor. 

Ancak, gazeteci Orhan Tahsin 1978'de Yeni Asır gazetesine hazır- 
ladığı "Büyük Menderes ve Küçük Menderesler" adlı yazı dizisinde, 
1932-1939 yılları arasında İzmir Belediye başkanlığı, 1942-1943 yılla- 



14 



15 



n arasında Ticaret bakanlığı ve 1946-1948 yıllan arasında Sağlık ba- 
kanlığı yapan, önce CHP sonra DP milletvekili olan Buldanlı Dr. 
Behçet Uz'un Evliyazade ailesinin akrabası olduğunu yazmaktadır. 

Ama akrabalık bağı konusunda açıklayıcı bilgi vermemektedir. 

Görüldüğü gibi Buldan konusunda karışıklık var. 

Söylenenlerin aksine, Konya il tarihinde de Evliyazadelere rast- 
lanmıyor. 

"Evliyazade" adı ve namı Osmanlı'da çok kullanılıyor. Maraş'ta, 
Manisa'da, Diyarbakır'da ve bazı yörelerde birçok aile bu namı 
kullandılar, kullanıyorlar. 

Örneğin, Osmanlı biyografi (teracimi ahval) geleneğinin son 
temsilcisi Mehmed Süreyya Bey (1845-1909) tarafından hazırla- 
nan, altı ciltlik Sicilli Osmanî adlı çalışmada, bazı Evliyazade 
isimlerine rastlamak mümkün. 

Fakat bu ciltlerdeki "Evliyazade'lerin İzmirli Evliyazadelerle 
akraba olmaları zor ihtimal. Çünkü onlar daha çok devlet bürok- 
rasisinde yer almış iken, İzmirli Evliyazadeler tüccar bir aile. 

Uzatmaya gerek yok. İzmirli Evliyazadelerin nereden geldikleri 
konusunda net bir bilgi bulunmuyor. Ne zaman geldikleri konu- 
sunda ise, Evliyazadelerin ortak bir görüşü var: "Beş yüz yıl önce!" 
Evliyazadeler, Konya veya Buldan'dan geldiklerini söylüyorlar 
ama en azından bu göçün beş yüz yıl önce gerçekleşmiş olması 
zor görünüyor. Çünkü o yıllarda nüfusu sadece 5 000 olan İzmir, 
bir ticaret şehri de değildi. Yani bırakın şehrin göç almasını, o yıl- 
larda kendi ihtiyacını bile karşılayamaz durumdaydı. Üstelik şe- 
hir sürekli olarak Venediklilerin saldırısına uğruyordu. 

İzmir'in ticarî merkezi haline gelmesi XVII. yüzyıldan itibaren, 
yani iki yüz yıl önce başladı. Göçler de o zaman gerçekleşti. 

Ama şehir beş yüz yıl önce göç almadı değil! Aldı, ama bunlar 
sadece, 1492'de İspanya'dan kovulan yahudilerdi!.. 

Sonuçta, Evliyazadelerin İzmir'e nereden, ne zaman geldikleri 
konusunda farklı bilgiler vardır. Hata yapmamak için, Evliyaza- 
delerin soyağacının başlangıcını İzmir Belediye Başkanı Evliya- 
zade Mehmed Efendi'den başlatacağım... 

Evliyazade Konağı 

Evliyazade Mehmed Efendiyi biraz daha yakından tanımaya 
başlayabiliriz... 

Çoğunlukla İzmirli zengin tüccarların yaşadığı Tilkilik Mahalle - 
si'nde oturuyordu. Tilkilik'in o dönemdeki adı Dönertaş'tı. Döner- 



1 



taş ise adını, 1814 yılında Osmanzade Seyid İsmail Rahmi Efendi 
tarafından yaptırılan Dönertaş Sebilinden almıştı. 

Yüz yetmiş beş haneden oluşan Tilkilikte, çoğunluk Yahudi nü- 
fusundaydı... 

Evliyazade Mehmed Efendinin, Tilkilikte büyük bir köşkü, 
köşkün de iki dönümlük bir bahçesi vardı.' 

Çatısında büyük kubbesinin olduğu bu köşk, Konak'ta Keme- 
raltı Caddesinin başlangıç bölümündeydi. Özellikle yoksul Müs- 
lümanlar, bu köşkü yakından tanırdı; çünkü her ramazan ayında 
köşkte, otuz gün boyunca iftar yemeği verilirdi. Evliyazade Meh- 
med Efendi, bu iftarlara yakın dostlarını da çağırırdı. İftarda na- 
maz kıldırmak için imam, müezzin de getirtilirdi. Bazen konağa, 
mukabele okuması için güzel sesli hafızlar davet edilirdi. Onlara 
da hayli yüksek miktarda "diş kirası" (bahşiş) verilirdi... 

Evliyazade Mehmed Efendinin, iftar yemeklerini gösteriş şek- 
line getirmesi, bazı çevrelerin eleştirisini almıyor da değildi!.. 

Tilkilikte bir dönemin ünlü isimleri de oturuyordu... 

Evliyazade Mehmed Efendinin mahalledeki komşularından bi- 
ri de, İzmir Belediyesi personelinden Hafız Hacı Şakir Efendiydi. 
Gümrük İdaresi'nde başkantarcı olarak görev yapan Hacı Şakir 
Efendi, bugün Türkiye'nin en büyük aile şirketlerinden Eczacıba- 
şı Holding'in kurucusu Süleyman Ferid Eczacıbaşı'nın babası, 
Nejat Eczacıbaşı'nın dedesiydi... 

Kitabın sonraki bölümlerinde göreceğiz, Evliyazadeler ile Ec- 
zacıbaşıların dostluğu uzun yıllar sürecekti... 

O yıllarda babası Mehmed Reşid Bey'in İzmir'de sorgu yargıcı 
yardımcısı olarak bulunması nedeniyle İsmet İnönü de Tilkilikte 
doğdu (24 eylül 1884). Doğduğu "San Sino" Mahallesi' nin adı daha 
sonra İsmet Paşa olarak değiştirildi. 2 

Evliyazade Mehmed Efendi bir süre sonra Tilkilikteki konak- 
tan ayrıldı. 

Artık devirle birlikte, İzmir'in mahallesi, mimarîsi, insanlarının 
kıyafeti de değişiyordu. 

Şömine ya da fayans sobayla ısınan; abajurla aydınlanan; ban- 
yosunda küvet bulunan; salonunda koltuğu, sehpası, yemek raa- 

1 . Bu bahçe Evliyazade ailesi tarafından Şifa Hastanesi'ne bağışlandı. Günümüzde hasta- 
nenin otoparkı olarak kullanılmaktadır. 

2. Tilkilik'teki mahalle adlarının çoğu değiştirildi; Hahambaşı, Güzelyalı; Efrati, Güneş; 
Cavez, Hatuniye; Beni israil, istiklal yapıldı. 



16 



sası, büyük aynası ve duvar saati olan; piyano sesinin yükseldiği, 
sahil kenarındaki balkonlu iki katlı evler modaydı. 

Osmanlı Devleti ile Osmanlı halkının yoksullaştığı, İzmirli bazı 
ailelerin ise giderek zengileştiği bir süreç yaşanıyordu. 

Tüm yeni zenginler gibi alafrangalaşan Evliyazade Mehmed 
Efendi de, eşi Naciye; oğlu Refik; kızları Makbule, Gülsüm ve 
Naciye; ayrıca çocukların dadılarını, halayıklarım, hizmetçileri- 
ni alarak, "Avrupalılaşan" Karşıyaka'nın Yalılar Mahallesine göç 
etti... 3 

Yeni mahallenin Londra, Paris, Viyana'daki semtlerden hiçbir 
farkı yoktu. Bakkallanndaki un, şeker, pirinç, tütün, yağ hepsi 
Avrupa'dan ithal edilmişti. Bakkal raflarında, Hollanda, isviçre, 
Fransız peynirleri, süt ürünleri, sebze, balık konserveleri vardı. 
İtalyan domates konserveleri o günlerde çok revaçtaydı. 
İzmir büyüyor, yeni yerleşim yerleri kuruluyordu. 
İzmir kabuk değiştiriyordu... 

Bornova yakınlarına İngiliz demiryolu şirketinin müdürleri ve 
İngiliz tüccarlan büyük bahçeler içine villalar yapıyor, Fransızlar 
İzmir tepelerinin arkasında Kemer Deresi vadisi içerisindeki kü- 
çük köyü satın alarak Avrupa'daki malikânelerin benzerlerini in- 
şa ediyordu. 

İzmir'in yerli tüccarları Karşıyaka, Göztepe ve Güzelyalı'daki 
dar sahil şeridine yerleşmeye başlamıştı. 

Peki ne olmuş, nasıl olmuştu da, Evliyazade Mehmed Efendi 
gibi bazı yerli tüccarlar hızla zenginleşirken Osmanlı Devleti zor- 
luklarla boğuşuyordu ? 

Evliyazade Mehmed Efendinin zenginleşmesine neden olan 
gelişmelere bir göz atalım... 

Büyük dönemeç 

Tarih, 16 ağustos 1838. 

Sadrazam Reşid Paşa, samimi dostu İngiliz elçisi Lord Strat- 
ford Canning'le Osmanh-İngiltere ticaret antlaşmasını imzaladı. 
Antlaşma aynı yıl Avrupa'nın öteki devletleriyle de yapıldı. 

Bu antlaşmayla Osmanlı Devleti, dış ticaretteki tekel düzenini, 
savaş dönemlerinde maliyeye gelir getirmesi için koyduğu ek ver- 
gileri ve darlığı çekilen hammaddelerin ihracatına izin vermeyen 
"devletçi ekonomiyi" rafa kaldırdı. 



3. Karşıyaka'daki Evliyazadelerin köşkünün yerinde bugün, Çağlayan Apartmanı ve 
onun hemen arkasında Binin I ve Binin 2 adlı apartmanlar yükselmektedir. 



17 



Gümrük vergilerini İngiltere'yle birlikte saptamayı kabul etti. 
İlk etapta ihracat-ithalat vergisini yüzde 3'ten yüzde l'e düşürdü! 
Antlaşmayla, Osmanlı Devleti ucuz ithal mallar cenneti yapıldı. 
Üretmediğini tüketen bir toplum haline geldi. İthal rekabetine da- 
yanamayan on binlerce yerli küçük işletme iflas etti. En verimli 
alanlar yabancı sermayenin eline geçti. 

Ve bir yıl sonra, -o hep göklere çıkarılan- Tanzimat Ferma- 
nı'yla, Avrupa'nın çıkan için kurulan bu açık pazar düzeninin ge- 
rekli kıldığı idarî, malî vb. reformlar hayata geçirildi. Böylece Av- 
rupa devletlerinin Osmanlı'da yaslanmak istediği Rumlar ve Er- 
meniler imtiyazlı hale getirildi. Kaybeden iki unsur vardı: Müslü- 
manlar ve Yahudiler! 

Tüm bunlara bakıp, diyeceksiniz ki: "Kardeşim koca Osmanlı 
Devleti böyle bir oyuna nasıl gelir, böyle serbest piyasa olur mu?" 
Doğru. Ancak gerçeği söylemek gerekirse, bu Osmanlı'nın çok se- 
ve rek-isteyerek yaptığı bir antlaşma değildi. Napolyon'la yaptığı sa- 
vaş sonucunda Fransa'yı yenen ve 1820'lerde sanayi devrimini ta- 
mamlayan İngiltere dünya pazarlarında rakipsiz duruma gelmişti. 

Dünyanın en büyük gücü haline gelen İngiltere'den korkan Av- 
rupa ülkeleri korumacı önlemlerle İngiliz mamullerinin kendi pa- 
zarlanna girmesini engelliyorlardı. Bu durumda İngiliz ticaret ve 
sanayi sermayesi Avrupa dışındaki ülkelere yöneldi. 1820'den 
1840'a kadar olan dönemde İngiltere, Latin Amerika'dan Çin'e ka- 
dar pek çok ülkede mümkünse yerel iktidarlarla anlaşarak, ge- 
rektiğinde ise silah gücü kullanmaktan çekinmeyerek pek çok 
serbest ticaret antlaşması imzaladı. Osmanlı, pazannı ardına ka- 
dar İngilizlere açmaya mecbur kalmıştı. 

İngiltere, gerek ucuz hammadde kaynaklanna ulaşmak, gerek- 
se ürünlerim Osmanlı'nın her köşesindeki alıcıya ulaştırmak için, 
işe öncelikle demiryollan ve liman yapımından başladı. Biliyordu 
ki, altyapısı olmayan Osmanlı'nın, dünya ekonomisine entegras- 
yonu zordu! 

Demiryollan ve limanlann arkasından, bankalar, maden işlet- 
meciliği, su, gaz ve elektrik şirketleri vb. geldi. 

Bu durumun Osmanlı ekonomisine yansıması uzun sürmedi. 
1814 yılında bir İngiliz sterlini 23 Osmanlı kuruşuna eşit değer- 
deyken, 1839'da bir sterlin 104 kuruş ediyordu! 

Osmanlı'nın bütçe açıklan büyümeye başlamıştı. 

Bir sonraki adım da ne oldu dersiniz ? 

Avrupa devletleri, malî sonmlanna çözüm arayan Osmanlı'ya 
"Hemen dış borçlanmaya gitmelisiniz" diye baskı yapmaya başla- 



ıs 



di. Bunun bir başka nedeni daha vardı. O yıllarda Avrupa serma- 
yesi yapısal değişiklik içindeydi. Ufak şirketlerin yerini dev tröst- 
ler almaktaydı. Malî sermaye büyük bir güç haline gelmişti. Bu 
dönüşüm Avrupa dışı ülkelere sermaye akımını hızlandırmıştı. 
Avrupa elindeki bol miktardaki parayı verip, yerine onun iki katı- 
nı alacağı ülkeler arıyordu. 

Ve Osmanlı, Avrupa para piyasalarına tahvil satarak borçlan- 
maya başladı. 

Londra, Paris, Viyana ve Frankfurt borsaları bayram ediyordu. 
Nasıl etmesin ? 

Zenginleşmeye başlayan Avrupa orta sınıfı, tasarrufları için 
kendi ülkelerindeki yüzde 3-4 gibi düşük faiz gelirleri yerine, yüz- 
de 11-20 oranında yüksek faiz gelirleri getiren İstanbul borsasına 
yöneliyordu. 

Alınan borç paralar Dolmabahçe, Çırağan, Beylerbeyi, Yıldız 
gibi sarayların yapımına, dekoruna; Boğaziçi'ndeki yalılara veya 
Haliç'te çürümeye terk edilecek donanmaya gidiyordu. 

Koskaca Osmanlı maliyesi, kuşkusuz "dört saray yapıldı" diye 
iflas noktasına gelmedi. Saraylar, yalılar aslında yeni yaşam biçi- 
minin simgeleriydi! 

Ekonomideki yapısal dönüşüm kültürel değişime de neden ol- 
muştu. Osmanlı bürokrasisinin günlük yaşamı değişmeye başla- 
dı. Avrupalı gibi giyinmek, konuşmak ve yaşamak, yani alafranga- 
laşmak "moda" oldu; araba (fayton) sevdası başladı. Yeni Osman- 
lılar, evlerini, arabalarını satıp, gösteriş için araba alıyordu. 

Osmanlı bürokrasisi daha fazla tüketebilmek için, daha fazla 
kirleniyordu; yani rüşvetsiz iş yapılmıyordu. 

Bitmedi. 1838 ticaret ve 1839 Tanzimat antlaşmalarına imza 
koyan Sadrazam Reşid Paşa, yeni tip devlet adamlığının da kapı- 
sını açtı. Eskiden nüfuzlu paşaların himayesine girerek koltuk- 
makam kapılırken, Reşid Paşa yabancı devletlere dayanarak ka- 
riyer yapma dönemini başlattı. Sadrazamlar ve paşalar, "İngiliz- 
ci", "Fransızcı", "Rusçu" gibi isimlerle anılır oldu. 



Borsada oynayan aydınlar 



1860'lardan itibaren Galata'daki Komisyon Hanı ve Havyar 
Hanı'nda gayri resmî borsa kuran Baltacı, Zografos, Boğos, Jorj 
Zarifi gibi bankerler, 19 kasım 1871'de yürürlüğe giren "Dersa- 
adet Tahvilat Borsası Nizamnamesi'yle resmî piyasayı da ele ge- 
çirdiler. 



19 



Kolay para kazanma hırsına kapılan Midhat Paşa ve Namık 
Kemal'e kadar bazı aydınlarda da borsada oynadılar ve doğal 
olarak hep kaybettiler. Osmanlı aydını, spekülasyoncuların, 
büyük bankaların ve Avrupa devletlerinin elinde şaşkına dönü- 
vermişti... 

Bu rüzgârdan en çok etkilenen kentlerin başında İzmir geli- 
yordu. İzmir XIX. yüzyılın ikinci yansında dünyanın sayılı "ser- 
best bölge limanlarından" biri olma yolunda hızla gelişme gös- 
terdi. Özellikle Amerika'daki iç savaş pamuk ihracatında patla- 
maya yol açmıştı. Üzüm, incir ve tütün ihracatında büyük artış 
vardı. 

"İhracat patlamasını" rakamlarla örnekleyeyim: 

1839'da İzmir limanından 91 gemi 15 000 ton yükle İngiltere'ye 
giderken; 1845'te gemi sayısı 196'ya, taşıdıkları yük ise 35 000 to- 
na ulaştı. 

İzmir'de on yedi ülkenin konsolosluğunun bulunması bile tek 
başına bu kentin, Osmanlı ticaretindeki önemini göstermeye yeter. 

Yabancı ticarethaneler ile bankalar tarafından yönlendirilen ve 
çoğunluğu yerli olan tüccarlar, gerek Avrupa sanayi mamulleri- 
nin kırsal alanlara girişinin kolaylaştırılması, gerekse ihracat 
mallarının üreticiden alınması için aracılık yapıyorlardı. 

Evliyazade Mehmed Efendi işte bu yerli simsarlardan biriydi. 

"Sebilürreşaftı, yani "komprador"! 

Evliyazade Mehmed Efendinin "iş ortağı" J.J. Frederic Giraud 
adlı bir Levanten'di! 



Koç ailesinin akrabası Giraudlar 



Evliyazade Mehmed Efendinin "iş ortağı" J.J. Frederic Gira- 
ud'nun dedesinin babası Jean Baptiste Giraud, 4 ağustos 1742'de 
Fransa'da Nice yakınlarındaki Antibes'de doğdu. 

İddialara göre, 1780 yılında Fransız îhtilali'nden kaçarak İzmir'e 
geldi. 

XVIII. yüzyılın ikinci yansından sonra, Fransa'nın içinde bu- 
lunduğu ekonomik ve toplumsal koşullar, ülkede büyük malî bu- 
nalımların doğmasına neden oldu. Halk yığınlan yoksulluk çeker- 
ken, başta ticaret burjuvazisi olmak üzere tüccarlara yeni büyük 
vergiler getirildi. 

Giraud, İzmir'e gelip yerleşince hemen şirket kurması onun ne 
Kiliseyle ne de aristokrat sınıfıyla bir ilgisi olmadığını gösteriyor. 
Çünkü onlar ticaretle ilgili değillerdi. 



20 



21 



Sonuçta, büyük ihtimalle Fransa'nın o dönemdeki iktisadî ve 
toplumsal yapısındaki kargaşalık yüzünden İzmir'e gelmişti. 

"J.B. Giraud and Co." adında bir firma kuran J.B. Giraud, kısa 
sürede İzmir'in itibarı en yüksek tüccarlarından biri oldu. 

Üç çocuğu vardı: Magdaleine Blanche Victorie, Alexandre Je- 
an Baptiste ve Frederic. 

Frederic sessiz ve ağırbaşlı biriydi. Fazla kabiliyetli sayılmaz- 
dı. İzmir'de büyük bir oteli olan Gion ailesinin kızı Maria'yla ev- 
lendi. İki çocukları oldu: Jean Baptiste ve Helene Elisabeth. 

Evliyazade Mehmed Efendinin "iş ortağı" J.J. Frederic, Jean 
Baptiste Giraud'un oğluydu. Annesi soylu bir Fransız aileye men- 
suptu: Kont Jacques Hochepied'nin kızı Anne Marie de Hochepied. 

Giraudlarda soylu isim çoktu: İzmir'e ilk gelen büyükbaba Je- 
an Baptiste Giraud'nun eşi Helene Tricon, Venedik Konsolosu Lo- 
uis Cortazzi'nin kızıydı. 

Evliyazade Mehmed Efendinin iş ortağı J.J. Frederic'in kuzeni 
Helene, Rusya Konsolosu Jaba'yla evlenmişti! 

J.J. Frederic'in halası Helene Elisabeth de, Kont Jacques Hoc- 
hepied'nin oğlu Kont Edmond'la evlenmişti. 

Mini parantez: Hochepied ailesi daha sonra Hollanda'ya gö- 
çüp, Hollanda vatandaşı oldular. Niye Fransa değil de Hollanda 
vatandaşı olmuşlardı ? İzmir'deki "Hollandalılar" ayrı bir kitap 
konusudur. Örneğin Hollanda'nın İzmir'deki ilk konsolosu Nico- 
lini Orlando, Hollandalı değil, İzmirli Yahudi bir Levanten'di. 

Neyse, Giraudların akrabalık ilişkileri bu kitabın konusu değil. 

Son bir bilgi ekleyip konuyu kapatalım: Vehbi Koç'un torunu 
Mustafa Koç, Giraudların kızı Caroline'le evlidir. 4 

Gelelim Evliyazadeler ile Giraudların iş ortaklığına... 

Evliyazade Mehmed Efendi, İzmir çevresinden topladığı çekir- 
deksiz ve razakı üzümleri ve Aydm'daki yerli üreticiden aldığı in- 
cirleri Giraudlara satardı. Giraudlar bunları dönemin son sistem 
makinelerinde elden geçirip, özel kutu ve torbalara koyarak Av- 
rupa ve Amerika'ya ihraç ederlerdi. 

Giraud ailesi ayrıca pamuk işiyle de ilgiliydi. 
Bunun nedeni akraba oldukları İzmir'in bir diğer Levanten ai- 
lesi Whictalllerdi... 



4. Mustafa Koç'un annesi Çiğdem Hanım da Izmirli'dir. Çiğdem Hanım, sanayici ve ar- 
matör Avni-Suat Meserretçioğlu çiftinin iki kızından biridir. Diğer kızları Güldem Ha- 
nım, Ipragaz'ın sahibi Yücel Kurttepeli'yle evlidir. Çiğdem Hanım'ın dayısı da ünlü arma- 
tör Kemal Sadıkoğlu'dur. Kemal Bey'in kızlarının eşleri hayli ünlü isimlerdir: Varlık Ha- 
nım, AlpYalman'la; Berna Hanım, Feyyaz Tokar'la; Rabia Hanım, Çapamarka'nın sahibi 
Vecdi CaDa'vta: Esin Hanım knffa7PtnriYıln 



\VTıittall ailesi 

Charlton Whittall, Breed and Co. firmasının elemanı olarak İz- 
mir'e, 1809 yılında on sekiz yaşındayken geldi. 

100 pound maaşı vardı! Ancak ticarete çok yatkındı. 

İki yıl sonra kendi şirketi "C. Whittall and Co.'yu kurdu. 

Beş yıl sonra, büyükbaba Jean Baptiste Giraud'un kızı Magda- 
leine Blanche Victorie Giraud'yla evlendi. 

Fransız Protestanlar, yerleştikleri Bornova'yı Fransız köyü 
yapmışlardı. 

Fransızca konuşulan Bornova, Whittall ailesi yerleştikten son- 
ra İngiliz semtine dönüştü. Whittalller zamanla Bornova'yı büyü- 
tüp genişlettiler. 

Özellikle yabancılara gayrimenkul edinme hakkını veren 
1856'daki İslahat Fermanı'ndan sonra Whittalller tarafından pek 
çok ev ve 1857 yılında bir de aile kilisesi yaptırıldı. 

Whittall ailesinin Osmanlı ekonomisindeki önemini anlamak 
için bir örnek yeterli olacaktır: Osmanlı Sultanı Abdülaziz 1863'te 
İzmir'e geldiğinde Whittalllerin malikânesinde ağırlandı. 

Peki İzmir'e ayda 100 pound kazanmak için gelen Charlton 
Whittall nasıl zengin olmuştu ? 

Charlton Whittall, 1811'de ilk şirketi "C. Whittall and Co.'yu ku- 
rup kısa zamanda kendini İzmir piyasasına kabul ettirdi ve 1 3 şu- 
bat 1812'de, İzmir'deki İngiliz tüccarların katılmak için çok uğraş 
verdikleri, "Levant Co." üyeliğine kabul edildi. 

Nedir bu "LevantCo."? 

İzmir'deki İngiliz tüccarların kurduğu bir şirketin adıydı "Le- 
vant Co.". 

Bu anonim şirket kurulmadan önce, İzmir'den İngiltere'ye 
gidecek tüm mallan Venedik gemileri taşıyordu. Ancak, 1793'te 
Fransa İngiltere'ye savaş açınca Akdeniz'deki korsanlık hare- 
ketleri çok artmıştı. Dönemin korsanlan Venedik gemilerini ar- 
ka arkaya batırınca, Venedikli tüccarlar İngiliz mallarını taşı- 
mamaya karar verdi. Bunun üzerine İzmir'deki İngiliz tüccarlar 
'Levant Co." şirketini kurdular. Üye sayısı bir ara sekiz yüzü 
buldu. Yirmi dört gemiden oluşan bir ticarî filoları vardı. İz- 
mir'in İngiltere konsolosunu onlar atıyor, konsolosun maaşını 
onlar veriyordu! 

Akdeniz'de güvenlik sağlanınca "Levant Co." 1825 yılında fes- 
hedildi. Onun yerini İngiliz şirketleri aldı. 

Bunların en büyüğü "C. Whittall and Co." şirketiydi! 



23 



izmir'in ticaret yaşamıyla ilgili olarak A. Şehabettin Ege şu bil- 
gileri veriyor: 



izmir'de zengin ithalat ve ihracat işleri başlıca üç yabancı firmanın 
elinde toplanmıştı. Kapitülasyonlardan geniş biçimde yararlanan bu 
firmalardan biri İngiliz VVhittall şirketiydi. İkincisi Fransız Giraudlar 
ve üçüncüsü italyan Aliotti'ydi. Ege'nin ana maddeleri olan üzüm, in- 
cir, palamut, meyankökü, meyanbalı bu firmaların elinde toplanmış- 
tı. {Demokrat İzmir gazetesi, 25 mart 1976) 

İzmirli Levantenler arasında italya'dan, Fransa'dan, İngiltere'den 
gelmiş Yahudi Levantenler de vardı. Francolar, Russolar gibi... 

Şimdi tüm bu bilgilere son bir ekleme yapalım... 
Ne demiştik, Evliyazade Mehmed Efendi, J.J. Frederic Gira- 
ud'yla "iş ortaklığı" yapıyordu. 

Bilgiyi genişletelim: J. J. Frederic Giraud nerede çalışıyordu ? 
"C. Muttali and Co." şirketinde. 

Yani, büyük halasının kocasının şirketinde! 
Yani, Evliyazade Mehmed Efendi hem Giraudlann hem de 
Whittalllerin "iş ortağı "ydı! 

J.J. Frederic Giraud, "dünürleri" Whittalllerin şirketinde, kuru- 
yemiş ihracatı ve demir ithalatından sorumluydu. 

Evliyazade Mehmed Efendinin zenginliğinin kaynağı buydu. 
Yazdığımız gibi, Evliyazade Mehmed Efendi bir "komprador'du. 

Levanten desteği 

izmir Belediye başkanlığına neden Evliyazade Mehmed Efendi 
atanmıştı ? 

izmir Belediyesi de, tıpkı istanbul Belediyesi gibi yabancı tüc- 
carların istekleri sonucu düzenlenmişti. 

Belediyeler "yeni piyasa düzenine" uyum sağlama araçları ola- 
rak, zorunluluk sonucu kurulmuştu. Daha doğru bir deyişle: ya- 
bancı tüccarların dayatmasıyla... 

Evliyazade Mehmed Efendinin göreve getirilmesinde başta Gi- 
raud-Whittall ailesi olmak üzere yabancı tüccarların katkısının 
olmaması imkânsızdır. 

Ayrıca İzmir'deki konsolosların etkisini de unutmamak gere- 
kir. Tanzimat'ın önemli isimlerinden Sadrazam Ali Paşa, 1850- 
1884 yıllan arasında Osmanlı'nın Londra büyükelçiliğini yapan 



gostaki Musurus Paşaya gönderdiği mektupta bakın ne diyor: 
"Görevini yaparken, konsolosların hoşuna gitmemek bedbahtlı- 
ğında bulunan bir vali mahvolmuş demektir." 

Bu tür olayların Osmanlı tarihinde örnekleri vardı: 1853 yılın- 
da Avusturya konsolosu, aralarında geçen bir sürtüşme nedeniy- 
le İzmir Valisi Ali Paşayı azlettirmişti. 

izmir'de konsoloslarla kimler yakın ilişki içindeydi ? Levanten 
aileler! Giraud, Whittall gibi Levanten ailelerle dostluk ve iş or- 
taklığı bulunan Evliyazade Mehmed Efendi belediye başkanı ol- 
masın da kim olsun!.. 

Avrupa'nın sermaye grupları, Osmanlı topraklarında, kompra- 
dor tüccardan sonra komprador bürokrasi inşa ediyordu!.. 

Ancak. . . 

Arkasına aldığı büyük destekle belediye başkanlığına oturan 
Evliyazade Mehmed Efendi altı ay sonra görevinden ayrıldı! 

Neden? 

O dönemde izmir, valilerin sık değiştiği bir kentti. Sadece 1875 
yılında üç vali değişmişti: Ahmed Rasim Paşa, Ahmed Esad Paşa 
ve Mehmed Hurşid Paşa!.. 

Sadece İzmir'de değil, o dönemde valilerin senesi dolmadan 
değiştirilmesi Babıâli'de de sıkça görülen bir keyfiyetti. Sık sık 
atama yapmak başta Saray olmak üzere sadrazamın, nazırların, 
yüksek memurların hediye, rüşvet alması için fırsattı. 

Evliyazade Mehmed Efendinin göreve başladığı günlerde, Ah- 
med Rasim Paşa valilikten alınmış, yerine Mehmed Hurşid Paşa 
getirilmişti. Yeni Vali Mehmed Hurşid Paşa "olumsuz davranışla- 
rını" gerekçe göstererek Evliyazade Mehmed Efendiyi 22 ocak 
1876 tarihinde görevinden aldı. Yerine İzmir Emtia Gümrüğü Mü- 
dürü Salih Efendiyi atadı. 

"Olumsuz davranışların ne olduğunu bilmiyoruz. 

Rüşvet olabilir mi? Adam kayırma? Hırsızlık? iltimas? Vb. vb. 

Bilmiyoruz. Ama bu ihtimalleri akıl süzgecinden geçirince, hiç- 
birinin gerçekçi olmayacağı sonucunu çıkarabiliriz. 

Levantenlerle "iş ortaklığı" yapan, kentin zengin tüccarlan ara- 
sında gösterilen Evliyazade Mehmed Efendinin, bu tür kirli işle- 
re girmesi olanaksız gözüküyor. Bir diğer bilgi bu öngörülerimizi 
doğruluyor. Evliyazade Mehmed Efendi belediye başkanlığı göre- 
vinden alınacaktı ancak Vilayet İdare Meclisi üyeliği sürecekti. 

Sonuçta "olumsuz davranış'm ne olduğunu bilmiyoruz. 

Görevden alınmasında başka bir neden olmalı, ama ne?.. 



24 



O günlerde Osmanlı Devleti, tarihinin en önemli iktisadî karar- 
larından birini hayata geçirdi. 



Osmanlı'nın kararı Evliyazadeleri etkiliyor 



Rus yanlısı olduğu için "Nedimof diye anılan Sadrazam Mah- 
mud Nedim Paşa'nm 6 ekim 1875 tarihinde yaptığı bir açıklama 
Avrupa'yı ayağa kaldırdı. "Tenzili faiz kararı'yla Osmanlı hükü- 
meti, beş yıl süreyle faiz borçlarının ancak yansını ödeyeceğini, 
ödeyemeyeceği faizlere karşılık ise yüzde 5 faizli tahviller verece- 
ğini açıkladı. 

Öyle ya, artık bıçak kemiğe dayanmıştı ve Osmanlı Devleti bı- 
rakın borçlarını, borçların faizlerini bile ödeyemeyecek haldeydi. 
Sadece bir örnek işin vahametini göstermeye yetecektir: 
1875 bütçe geliri 25 milyon liraydı, o yıl ödenecek iç ve dış 
borç taksidi ise 30 milyon lira!.. 

Borçlan ödememe tavn, Avrupalı tüccarlann, "Osmanlı bizi 
dolandırdı" feryadını basmasına neden oldu. 

Feryat işe yaramadı. Osmanlı yüzde 5'lik faizleri de ödeyeme- 
di ve mart 1876'da borç ve faiz ödemelerinin tamamen durdurul- 
duğunu açıkladı. Bu kararla Osmanlı Devleti, ekonomik ve aske- 
rî iflastan sonra malî iflasım da dünyaya duyurmuş oldu. 

Aslında bu, 1838 Baltalimam Ticaret Antlaşmasının, 1839 Tan- 
zimat ve 1856 İslahat fermanlarının iflasıydı... 

Peki bu malî iflas ile Evliyazade Mehmed Efendinin görevden 
alınması arasında bir ilişki olabilir mi ? 

Olabilir! 

"Olabilir" diyorum, çünkü Osmanlı'nın borçlannı ödememe 
kararının yansımaları çok sert oldu... 

Malî iflastan iki ay sonra, 2 mayıs 1876'da Bulgarlar, üç ay son- 
ra ise haziran 1876'da Sırplar isyan etti. 

İstanbul'da da hareketlilik vardı: 10 mayıs 1876'da medrese öğ- 
rencileri hükümet aleyhine gösteri yaptılar. Veliaht Murad'ın sarra- 
fı Hınstaki'den aldığı paralan Midhat Paşa vasıtasıyla öğrencilere 
dağıttırdığı iddiası başkent İstanbul'da kulaktan kulağa fısıldandı. 

Bir gün sonra, borçlan ödememe karanm açıklayan Rus yanlı- 
sı Sadrazam Mahmud Nedim Paşa azledildi. 

Ancak "iç isyan" durmadı. 

30 mayıs sabahı saat 03.00'te Sultan Abdülaziz'in oturduğu 
Dolmabahçe Sarayı, Askerî Mektepler Komutanı Süleyman Paşa 
komutasındaki birlikler ve Harbiye öğrencileri tarafından kuşa- 



25 



tıldi- Donanma da Dolmabahçe'yi denizden sardı. 

(Ara not: Sultan Abdülaziz'in tahttan indirilmesi, Harbiyelile- 
fin siyasal eylem amacıyla okullanndan çıktıkları ilk olaydır. 
Rejimler, sistemler değişse de, bu topraklarda Harbiyelilerin si- 
yasal talepler içeren çıkışlan son olmayacaktı. Gün gelecek, yi- 
ne mayıs ayında, Evliyazade ailesinin iki damadının idamına gi- 
den süreç, Harp Okulu öğrencilerinin bir siyasal gösterisiyle iv- 
me kazanacaktı...) 

Sonuçta. Sultan Abdülaziz askerî darbeyle tahttan indirildi. 
V. Murad padişah koltuğuna oturdu. 

Dört gün sonra... 

Devrik sultan Abdülaziz makasla kol damarlanm keserek inti- 
har etti... 

Doksan üç gün sonra... 

Ata ters binmek, durup dururken kendini havuza atmak gibi 
garip davranışlar içinde olan V. Murad'ın akıl hastası olduğu artık 
gizlenemez bir hal alınca tahttan indirildi. 

Yerine otuz üç yıl padişahlık koltuğunda oturacak, otuz üç ya- 
şındaki II. Abdülhamid, 31 ağustos 1876'da tahta oturtuldu. 

Cinayet romanları seven padişah 

II. Abdülhamid öteki Osmanlı sultanlarına pek az benzeyen bir 
padişahtı. Uzun boylu, uzun burunlu, kambur, kızıl sakallı, içedö- 
nük, ancak ilgi çekici bir tipti. Padişah olma ihtimali uzak görün- 
düğü için Abdülhamid'ih şehzadelik günleri rahat geçmişti. Sa- 
ray'da "Azizciler" ve "Muradcılar" arasında çekişme vardı. Abdü- 
laziz, kendisinden sonra koltuğa ağabeyi Veliaht Murad'ın değil, 
oğlu Yusuf İzzeddin'in oturmasını istiyordu. Bu iktidar çekişmesi 
Abdülhamid'in yalnızlığına katkıda bulunmuştu; kimse onun bir 
gün padişah olacağına inanmıyordu. 

Ama yine de tüm Şark saraylarını saran, şüpheler, korkular, 
bilgisizlik 5 ve devamlı ürküntü, onun da ruh sağlığını bozmuştu. 

Ve bu vehimler her geçen yıl artarak büyüyecekti... 

Şehzadeliği döneminde amcası Sultan Abdülaziz'le birlikte 
Fransa ve İngiltere'yi gezdi. Bu gezilerde en az ilgi gören hanedan 
mensubu oldu. Evet, Avrupalılar da bir gün onun tahta oturacağı- 
nı hesap etmiyordu! 

Şehzade Abdülhamid de etmiyordu. Bu nedenle geceleri Tarab- 



5. II. Abdülhamid, Sultan Abdülaziz'in Paris'te ziyaret ettiği III. Napolyon'u Napolyon 



26 



27 



ya'daki malikânesinde Belçikalı tuhafiyeci kız Flora Cordier'yle 
birlikte geçirmekte, 6 gündüzleri de büyük bir şirketin umum mü- 
dürü olan İngiliz komşusu Mr. Thomson'la dostluk etmekteydi. 

Gençliğinden beri borsa oyunlarına meraklıydı. Rum bankacı 
Zarifi ve Ermeni borsa simsarı Assani'yle sıkı dosttu. Onların 
dostluğu sayesinde borsada hayli para kazandı. Yani, II. Abdülha- 
mid sadece sultan ve halife değil, aynı zamanda milyoner bir işa- 
damıydı. Osmanlı'nın en zengin padişahıydı! 

Üstelik sade, mazbut ve çalışkandı. Zeki olduğu söylenirdi. 

Polisiye ve cinayet romanlarına bayılırdı. Bunları tercüme 
eden özel memurları vardı. Tercüme işini bir ara ünlü gazeteci ya- 
zar Hüseyin Cahid (Yalçın) yapacaktı. 

Dostu İngiliz Mr. Thomson aracılığıyla sadece ticareti öğren- 
memiş, İngiltere Büyükelçisi Sir Henry Eliot'la ilişki kurup, ikti- 
dara gelmek için sefaretin desteğini almayı da bilmişti. Saffet Pa- 
şa'nın Kâğıthane'deki çiftliğinde gizlice buluştuğu, Midhat Pa- 
şayla "saltanat pazarlığına" girişip, "meşrutiyet ilan" edeceği sö- 
züyle tahta oturmuştu. 

İngiltere'ye yakın siyaset izleyen Midhat Paşa o dönemin en et- 
kili isimlerinden biriydi. 7 Gerek Sultan Abdülaziz, gerekse Sultan 
V. Murad'ın koltuğundan olmasında önemli rol oynamıştı. 

II. Abdülhamid, Midhat Paşanın gücünü biliyordu. Midhat Paşa 
ise II. Abdülhamid'i kontrol edilecek bir padişah olarak görüyordu. 

Sonuçta 23 aralık 1876'da meşrutiyet ilan edildi... 

Artık Osmanlı Devleti anayasayla yönetilecekti... 

Saray'ın "kontrolü" bir kez daha İngilizlerin eline mi geçmişti ? 

Görüntü öyleydi ama II. Abdülhamid'in "icraatları" farklı ola- 
caktı... 

O yıllarda, Osmanlı toprakları üzerinde iki büyük güç, İngilte- 
re ve Rusya "bilek güreşi" yapıyordu. 

1870'te Almanya'ya yenilen Fransa, Osmanlı üzerindeki nüfu- 
zunu hayli kaybetmişti. 

Osmanlı-Rus gerginliği Paris Antlaşmasıyla aşılmıştı. Fakat Rus- 



6. Yavuz Sultan Selim'den beri Saray'a Türk kadınları sokulmazdı. Padişah ve şehzade- 
ler, çoğu Slav olmak üzere yabancı kan taşıyan devşirme kadınlardan dünyaya gelmişler- 
di. Ancak zamanla bu "ganimet" ve istila yollan kapanınca sarayın kapıları bu sefer de 
Çerkez ve Gürcü cariyelere açıldı. 

7. "Midhat Paşa Rusçuklu Hacı Hafız Mehmed Eşref Efendi'nin oğlu olarak bilinmekte- 
dir. On yaşında Kuranı Kerim'i ezberlediği söylenen Midhat Paşa'nın Yahudi bir aileden 
geldiği iddia edilmektedir. 1889 yılında yayımlanmış olan Edvaro Drumont'un La France 
Juwe adlı kitabının birinci cildinin 1 13, sayfasında Yahudilikten geldiği ileri sürülmekte- 
dir. Bu kitapta Midhat Paşa'nın annesinin Macaristanlı bir hanım olduğu yazılmaktadır." 
(Hikmet Tanyu, Tarih Boyunca Yahudilerve Türkler, el, s, 259) 



va bu durumdan memnun değildi. Çünkü bu antlaşmada var olan 
Karadeniz'in tarafsızlığı ilkesi Rusya'nın çıkarlarına ters düşüyor- 
du. Ayrıca Balkanlarda "Müslüman zulmü altında inleyen Ortodoks 
Hristiyanlara hürriyet vermek" amacıyla Osmanlı'ya savaş açtı. 

Sofya ve Edirne'yi işgal eden Ruslar, on bir ay içinde Ayastefa- 
nos'a (Yeşilköy) indiler. İstanbul, fethinden 425 yıl sonra, ilk kez 
böylesine yakın bir tehditle burun buruna geldi. 

Rusya savaşım gerekçe gösteren II. Abdülhamid, 13 aralık 
1877'de Sadrazam Midhat Paşayı Yıldız Sarayına çağırttı ve Mec- 
lisi Mebusan'ı süresiz tatil ettiğini bildirdi. 

Midhat Paşa'nın sadrazamlığı kırk sekiz gün sürmüştü... 

II. Abdülhamid, her fırsatta "babası gibi sevdiğini" söylediği 
Midhat Paşayı İzzeddin adındaki vapura bindirerek İtalya'ya sür- 
güne gönderdi. Bu arada halkın Midhat Paşa'nm sürgüne gönde- 
rilmesini protesto edebileceğini düşünerek vapuru biraz bekletti. 
Fakat Osmanlı halkından hiçbir tepki gelmedi. 

Bu toprakların tarihinde sık görülecek bir toplumsal hareket- 
sizlik, o günlerde de yaşanacak, millet sadrazamının sürgüne gi- 
dişini sessizce izleyecekti... 

Midhat Paşa'nın sürgüne gitmesinden iki ay sonra II. Abdülha- 
mid, meşrutiyeti kaldırdığını, Meclis'i kapattığını açıkladı. Sonra 
İngilizlerin desteğini alarak Rusya'yla masaya oturdu. 

İngilizlerin desteği yine karşılıksız değildi. İngilizlere, Kıbrıs ve 
Mısır rüşvet olarak verildi. 

II. Abdülhamid sadece İngilizlere toprak vererek kurtulamadı. 

Bulgaristan fiilen, Romanya, Sırbistan, Karadağ tam bağımsız 
oldular. Bosna-Hersek ve Yenipazar sancağı Avusturya işgaline bı- 
rakıldı. Diğer yandan Rusya Kars, Ardahan, Batum ve Besarab- 
ya'yı; İran Kotur'u; Yunanistan Tesalya'yı; Fransa ise Tunus'u aldı. 
İngiltere ayrıca, Sudan ve Kuveyt üzerinde fiilî egemenlik kurdu. 

Durun, bitmedi... 

Siz borcunuzu ödemeyeceğinizi söyleyeceksiniz ve Avrupalı si- 
zi rahat bırakacak, öyle mi ? 

Bu topraklarda sıkça göreceğimiz bir uygulama hayata geçirildi. 

"Düveli muazzama", 1878 Berlin Kongresinde aldığı kararla 
Osmanlı maliyesini milletlerarası bir malî komisyonun denetle- 
mesine karar verdi. Bu komisyon, Osmanlı Devletinin bütçesini 
yapacak, harcamalarını denetleyecekti! 

Komisyonun adı, Düyunı Umumiye (Genel Borçlar) İdaresiydi. 

20 aralık 1881'de yürürlüğe konulan bu sistem, dünya tarihin- 
de bir ilki gerçekleştirecekti: yabancılar, alacaklı oldukları ülke- 



28 



nin başkentinde bir şirket kurarak, devlet adına bir kısım vergi ve 
gelirleri tahsil edecekti! 

İdaresinde, İngiliz, Fransız, Alman, Avusturya-Macaristan, İtal- 
yan ve Osmanlı alacaklarının temsilcileri bulunan Duyum Umu- 
miye, Osmanlı'nın sanki ikinci bir maliyesiydi. 

Zamanla "birinci maliyesi" de olacaktı! 1911'de Osmanlı mali- 
yesinde 5 472 memur çalışırken, Duyum Umumiye'de 8 931 me- 
mur çalışacaktı! 

Başta tütün olmak üzere kaçakçılığı önlemek için silahlı jan- 
darma gücü bile kuracaktı... 

Osmanlı, tarihinin en buhranlı dönemine koşar adım gidiyordu... 

Avrupa ise patlamaya hazır bir bomba haline geliyordu... 

Avrupa'da ortaya çıkan ulusçuluk rüzgârı, özellikle Balkanları 
etkiliyordu. Kilise, monarşi ve aristokrasi; liberalizm, demokrasi 
ve sosyalizmin karşısında hızla geriliyordu. 

İnsanlar eşitlik, özgürlük istiyordu. 

Avrupa yeniden biçimleniyordu... 

Güç dengeleri altüst olmuştu: İngiltere, Fransa, Avusturya-Ma- 
caristan ve Rusya karşısına, uluslaşma süreçlerini tamamlamış 
Almanya ve İtalya çıkmıştı. Amerika Birleşik Devletleri çok uzak- 
ta olmasına rağmen, Avrupa'ya doğru yola çıkmıştı. 

Hepsi yeni pazarlar, kaynaklar peşindeydi... 



"Hacı" Mehmed Efendi 



O kanşık günlerde Evliyazade Mehmed Efendi İzmirli bazı tüc- 
car arkadaşlarıyla birlikte Mekke'ye gitti, "hacı" oldu. 

Giderken limanda nasıl ilahîlerle uğurlandı ise dönüşlerinde de 
aynı törenle karşılandılar. Her gidenin yaptığı gibi dostlarına da- 
ğıtmak üzere, tespih, poşu, akik yüzük, allı pullu minicik torbalar- 
da Kabe toprağı, Zemzem suyu, hurma ve hasır yelpazeler getirdi. 

Artık İzmir'de, "Evliyazade Hacı Mehmed Efendi" olarak anılı- 
yordu. 

Ancak burada bir parantez açmak gerekiyor. O yıllarda İzmir 
valiliğinde bulunan Hacı Naşid Paşa, Hükümet Konağında ilk bü- 
yük baloyu veren vali olarak tarihe geçmiştir. Yani İzmir'de "ha- 
cı" olmak balo vermeye engel değildi! 

İzmir'de "hacı" olmanın başka anlamlan vardı. 

İzmir'de bazı aileler için hacca gitmek, İslam'ın şartı değil, ka- 
mufle olabilmenin en iyi yöntemiydi! 

Hacı olan Evliyazade Mehmed Efendi' nin ne kendisinin ne de ai- 



29 



leşinin günlük yaşamı bir değişikliğe uğradı. Evliyazade Hacı Meh- 
med Efendinin yaşamı ve çocuklarının eğitimi bir Batılı gibiydi. 

"Batı" yaşam tarzını benimseyen Evliyazade Mehmed Efen- 
dinin bu nedenle, "balocu" Vali Hacı Naşid Paşa nezdinde itibarı 
hayli yüksekti. 
Ve. 

Tarih, 5 nisan 1892. 

Evliyazade Mehmed Efendinin ikinci kez belediye başkanlığı- 
na gelmesi, bu kez atamayla değil seçimle oldu! 
Ancak belediye seçimi hayli hareketli geçti. 
İzmir'e yine bir eski sadrazam vali olarak atandı. 
Abdurrahman Nureddin Paşa, 1891 kasımında İzmir'e vali ola- 
rak gelip, Belediye Başkanı Helvacızade Emin Bey'le çatışınca, 
Belediye Meclisinin yeni bir seçimle yenilenmesini istedi. 

Dürüstlüğüyle tanınan Vali Abdurrahman Nureddin Paşa, bele- 
diyenin eski heyetinden tek bir kişinin yemden seçilmesini iste- 
mediğini belirtmekten geri durmadı. 

Seçimin güvenli geçmesi, hile yapılmaması ve en önemlisi eski 
üyelerin tekrar seçilmemesi için, Vilayet İdare Meclisi üyesi gü- 
vendiği iki kişiye seçim kontrol görevi verdi. Bu iki isimden biri, 
Evliyazade Hacı Mehmed Efendi, diğeri ise Sefer Efendiydi! 

Nisan ayı başında seçimler bitti. Seçim sonucunda, Uşakîzade 
Sadık Efendi, Evliyazade Hacı Mehmed Efendi, Yemişçizade Sab- 
ri Efendi, Dellalbaşızade Ragıb Efendi, Halimağazade Halid Efen- 
di, Kâğıtçı Şerif Ali Efendi, Balyoszade Matyos Efendi, Kostaki 
Efendi ve Akkaş Yorgi Efendi belediye heyetini oluşturdu. 

Uşakîzade Sadık Efendi ile Balyoszade Matyos Efendi eski 
meclis üyeleriydi ve Vali Abdurrahman Nureddin Paşa'nm karşı 
çıkmasına rağmen yeniden seçilmişlerdi. Üstelik Uşakîzade Sa- 
dık Efendi en yüksek oyu almıştı. 

Abdurrahman Nureddin Paşa'nm belediye başkanlığından aldı- 
ğı Helvacızade Emin Efendi ile Uşakîzade Sadık Efendi 8 akrabay- 
dı- Aynı ailenin çocuklarıydılar. Helvacızade Hacı Ali Efendi 
Uşak'tan İzmir'e gelince "Uşakîzade" namını kullanmaya başla- 
mıştı. Hacı Ali Efendiyi takip ederek İzmir'e gelen ailenin diğer 
kolu ise "Helvacızade" namını kullanmayı sürdürmüşlerdi. 

Uşakîzadeler ile Evliyazadeler birbirlerine çok yakındılar. Öy- 
le ki, İzmir'in bu iki büyük ailesi birkaç yıl önce, yaşanılan bo- 
yunca unutamadıkları o acılı olay başlanna gelmeseydi dünür bi- 
le olacaklardı. 
8. Kemal'in esi Latife Hanım'ır. dedesidir. 



30 



Uşakîzade Hacı Ali Efendinin oğlu, Evliyazade Hacı Mehmed 
Efendinin kızı Gülsüm'le evlenecekti. 

Hazırlıkları günler öncesinden başlayan düğünü izmirliler me- 
rakla bekliyordu. 

Ancak düğüne bir gün kala... 

Damat Uşakîzade Yusuf Efendi intihar etti!.. 

Sadece Uşakîzadeler değil, kentin yakışıklı gençlerinden Yu- 
suf un bu ani ölümü herkesi sarstı. 

Bu olay Uşakîzadeler ile Evliyazade leri birbirlerine daha da ya- 
kınlaş tirdi. 

Bu nedenle Belediye Meclis üyeleği seçimlerinde birbirlerine 
destek olmuşlardı. 

Evliyazade Hacı Mehmed Efendi, Uşakîzade Sadık Efendinin 
belediye başkanı olmasını çok istiyordu. 

Ancak valinin, en çok oyu alan Uşakîzade Sadık Efendiyi be- 
lediye başkanlığına atayıp atamayacağı kentte konuşulup tartışı- 
lırken, meydana gelen bir olay, yerlisi ve yabancısıyla tüm İzmir'i 
şoke etti. 

Ve ne yazık ki bu tatsız olay da yine UşaMzadelerin basma geldi... 
Uşakîzade Süleyman Tevfık, Paris'te öğrenim görmüştü. İzmir'e dö- 
nünce vatan ve hürriyet üstüne yazdığı şiirler yüzünden II. Abdülha- 
mid'in istibdat rejiminin hışmına uğramış, Bağdat'a sürgün edilmiş- 
ti. Beş yıl süren sürgünün ardından İzmir'e dönmüş ve gönlünü bir 
genç kıza kaptırmıştı. Ancak genç kız aşkına karşılık vermiyordu. 

Ve bir gün, Elhamra Gazinosu'nda sevgilisinin karşısına geçip, 
tabancayı şakağına dayayarak intihar etti. 

İki kardeşin, önce Yusuf, ardından Süleyman Tevfık'in intihan 
Uşakîzade ailesinde büyük ruhsal yıkıma yol açtı. 9 

İkinci kardeşininin de şoke ölümüne dayanamayan Uşakîzade 
Sadık Efendi, Belediye Meclisi üyeliğinden ayrıldı. Acısını unuta- 
bilmek için oğlu Muammere bıraktığı halı alım satımı ve nakliye- 
cilik işinin başına tekrar döndü. 

Latife, Halid Ziya (Uşaklıgil) gibi torunlarıyla teselli buldu. 

İkinci kez belediye başkanı 

Vali Abdurrahman Paşa, Uşakizade Sadık Efendi'den sonra en 
çok oyu alan Evliyazade Hacı Mehmed Efendiyi belediye baş- 
kanlığına atadı. 



9. Uşakîzadeler yıllar sonra aynı acıyla bir kez daha karşılaşacaklardı, iki amcası da inti- 

nr>Auın>ln LJ.I:J "7:.._ • •-• T 



31 



Uşakîzade Sadık Efendinin istifasından sonra Vali Abdurrah- 
lan Paşa'nın tepkisini almamak için Balyoszade Matyos Efendi 
de istifa etti. Böylece Belediye Meclisi yeni üyelerden oluştu. 

Belediyede gerçekleştirilen bu yenilenme sadece başkanlık ve 
meclis üyeleriyle sınırlı kalmadı. Bir önceki dönemde işe alınan 
belediye kadrosunun yüzde 70'i tasfiye edildi. 

ikinci kez göreve gelen Evliyazade Mehmed Efendi, Vilayetle 
tekrar iyi ilişkiler başlattı. İyi ilişkilerden kasıt, Evliyazade Hacı 
Mehmed Efendinin valinin sözünden çıkmamasıydı. 

Bu çerçevede Evliyazade Hacı Mehmed Efendinin belediye 
başkanlığı dönemi, belediyenin, tekrar Vilayetin bir şubesi hali- 
ne gelme süreci olarak değerlendiriliyordu. 

Ancak şanslıydı. Göreve geldiği ilk günlerde, Vilayet binasında 
"sığıntı" gibi duran belediyeyi, yeni binasına taşıttı. 

Yeni belediye binası yeni kadroları da beraberinde getirdi. 

Kadrosu içinde, 5 kişiden oluşan Muhasebe Kalemi; 5 kişiden 
oluşan Tahrirat Kalemi; 7 kişiden oluşan Tanzifat Muhasebe Ka- 
lemi; 160 kişiden oluşan Memurini Tanzifıye; 10 kişiden oluşan 
Ketebe ve Memurini Saire; 8 kişiden oluşan Memurini Tıbbiye ve 
Fenniye ile 57'si çavuş olmak üzere 74 kişiden oluşan Memurini 
İcraiye vardı... 

Bürokrasinin yükünü azaltmak için, "belediye reisliği muavin- 
liği" kadrosunu ihdas etti. 

Asayiş önlemlerini artırdı; hamalların taşıdıkları mallan çal- 
malannı önlemek, serserilerin düzen altına alınmasını sağlamak 
için, belediye kolluk gücünü kuvvetlendirdi. 

Örneğin düğünlerde silah atılmasını yasakladı... 

Dünürleri Giridîzadeler 10 

Bu uygulamayı ilk olarak kızı Evliyazade Gülsüm'ün düğünün- 
de başlattı. Davetlilerin silah atmasına izin vermedi! 

Nişanlısı Yusufun intihanyla bunalıma giren Gülsüm, kısa bir 
sure sonra Giridîzade Hacı Süleyman Ağanın torunu Nuri Efen- 
diyle evlendirildi. 

İsimlerinden de anlaşıldığı gibi Giridîzadeler, Giritliydi. 

Giridîzade Hacı Süleyman Ağa, tıpkı dünürleri Evliyazadeler 
&oı izmir'in zengin komisyonculanndan biriydi. Aynca "Serbev- 
vabinî dergâhı"nın kurucusuydu. Tuzcuzadelerin kızı Hatice Ha- 
nımla evliydi. 



Evhyazadelerin soyağacı için "Ek"e bakabilirsiniz. 



32 



Tuzcuzadeler, İzmir'de ihraç mallarının depolardan limanlara 
nakil işlerini yürüten bir aileydi. ' 

Tuzcuzadeler, Helvacızadeler ve Uşakîzadelerle de dünürdü. 

Bu evlilikle Helvacızadeler, Uşakîzadeler, Tuzcuzadeler, Giridî- 
zadeler ve Evliyazadeler akraba oldular... 

Giridîzade Hacı Süleyman Ağa ile Hatice Hanım'ın evliliğinden 
üç çocuğu vardı: Reşid, Tahir ve Halil. 

Bu üç kardeşten Halil Efendinin beş çocuğundan en büyüğü 
Nuri, Gülsüm'le evlendi. 12 

Gülsüm Hanım- Nuri Efendi çiftinin bir yıl sonra Kemal adını 
verdikleri bir oğullan oldu. Daha sonra bir de kızları doğdu: Faire. 

Evliyazade Hacı Mehmed Efendi kızını evlendirdikten sonra 
tekrar belediye işlerine döndü. 

Tıpkı daha önceki belediye başkanlığı döneminde olduğu gibi 
bazı işleri "sevap" için yaptı; bu nedenle bu giderlerin parasını ce- 
binden ödedi. Örneğin, kendi adına Hisarönü'ndeki camiin şadır- 
vanını yaptırdı. 

Evliyazade Hacı Mehmed Efendi, dönemin İngiltere Başkonso- 
losu Frederic Holmwood C.B. ve Viskonsül E.C. Blech; Fransa 
Başkonsolosu M. Rougon ve Hollanda Konsolosu Hendrik Spak- 
ler'le çok samimiydi. 

Vali Abdurrahman Nureddin Paşa, mayıs 1893'te İzmir'den 
Edirne'ye atandı. Onun yerine, II. Abdülhamid'in Nafıa (1879) ve 
Adliye (1884) nazırlıklarını yapıp daha sonra kızağa çekilen Ha- 
san Fehmi Paşa getirildi. 

Yeni vali ile Evliyazade Hacı Mehmed Efendi arasında hiçbir 
problem yaşanmadı. Ama acı bir olay Evliyazade Mehmed Efen- 
di'nin belediye başkanlığını bırakmasına neden oldu... 

Evliyazade Mustafa'nın ölümü 

Belediye Başkanı Evliyazade Mehmed Efendi o yıllarda İzmir'i 
kasıp kavuran salgın hastalıkları yok etmek için var gücüyle ça- 



1 1. Evliyazadelerin dünürleri Tuzcuzadeler, 1950'li yıllarda, yani Evliyazadelerin dama- 
dı Başbakan Adnan Menderes döneminde, Türkiye'nin NATO'ya girmesiyle kurulan üs- 
ler ve tesislere taşımacılık yaparak "Tuzcuoğlu Taşımacılık Şirketi"ni büyüttüler. Bugün 
Türkiye'nin en büyük taşımacılık şirketlerinden biri oldular. 

12. Evliyazade Gülsüm'ün eşi Giridîzade Nuri Etendi'nin kardeşi Hacı Reşid Efendi'nin 
torunları Ertuğrul Akça, I 962'de Yeni Türkiye Partisi, 1965 ve 1969 seçimlerinde ise 
AP'den milletvekili olarak TBMM'ye girdi. Ertuğrul Akça'nın ağabeyi A. Orhan Akça ise 

1964-1973 yılları arasında AP senatörlüğü yaptı. 



33 



ı stı Bulaşıcı hastalıkların kentte yarattığı tahribatın önüne geç- 
mek için, sağlık komisyonu kurdurdu. 

Şehir temizliğinin sürekli denetim altına alınması için, jandar- 
ma kumandanı, sıhhiye müfettişi ve belediye zabıtalarının müşte- 
rek çalışmasını sağladı. Bütçesinin yetersiz olmasına rağmen be- 
lediye doktorlarının sayısını artırdı. 

Ama ne yaptıysa İzmir'in o yıllarda en büyük sorunu olan tifo- 
nun önüne geçemedi. 1831'den beri İskenderiye, İstanbul gibi li- 
manlardan, hatta Fransa'dan gelen tifo salgını her geçen gün ar- 
tarak sürüyor, şehirde neredeyse her evden bir cenaze çıkıyordu. 

Tifo hastalığı nedeniyle ölen İzmirlilerin içinde biri vardı ki, 
Evliyazade Mehmed Efendi'nin belediye başkanlığından ayrılma- 
sına neden oldu. Henüz buluğ çağına yeni giren Evliyazade Mus- 
tafa yakalandığı amansız hastalıktan kurtulamayarak vefat etti. 

Genç Mustafa, Evliyazade Hacı Mehmed Efendi'nin kardeşi 
Evliyazade Ahmed Efendi'nin oğluydu. 

Demirhan'da tüccarlık yapan Evliyazade Ahmed Efendi'nin eşi 
Zehra'dan bir de Yümmiye adlı kızı vardı. 

Mustafa'nın ölümü, Evliyazade Mehmed Efendiyi derinden 
sarstı. Üstelik hem yaşlı hem de hastaydı. 

Vali değişikliğinden yararlanarak istifasını verdi. Yeni vali, İn- 
gilizci olarak bilinen Kıbrıslı Kâmil Paşa'nm kalması için yaptığı 
ısrarlara rağmen Evliyazade Hacı Mehmed Efendi belediye baş- 
kanlığını bıraktı. 



Çakırcalı'yı Levantenler koruyor! 

1895 yılının kasım ayında İzmir valiliğine bir kez daha eski bir 
sadrazam atandı: Kıbrıslı Kâmil Paşa! 

ingiliz çevrelerine yakınlığıyla tanınan Kıbrıslı Kâmil Paşa İz- 
mir e gelir gelmez başta Whittalller ve Forbesler olmak üzere İn- 
giliz Levanten aileleriyle çok yakın ilişki içine girdi. Bu yakın mü- 
nasebetler o kadar arttı ki, kentte, "Şehre korku salan Çakırcalı 
Mehmed Efenin eylemlerine bilerek göz yumuyor. Amacı asayişi 
sabote edip, İngiltere'nin bölgeye müdahalesini temin etmek. Mü- 
dahale arkasından ise İzmir'in muhtariyet kazanmasıyla birlikte 
<endisi de bağımsız vali olacak" dedikoduları yayılmaya başladı. 

Kamil Paşa'nm İngilizlerle yakın ilişkisi İzmir'de başını belaya 

soktu. Gerek bu ilişkisi gerekse Çakırcalı Mehmed Efe 'yi korudu- 

8 U Şeklindeki jurnaller Yıldız Sarayına ulaşınca, II. Abdülhamid 

amil Paşa'dan kurtulmaya karar verdi. Saray'daki dostları saye- 



34 



sinde, azledileceğim öğrenen Kıbrıslı Kâmil Paşa soluğu İzmir İn- 
giltere Konsolosluğunda aldı. 

Korktuğu, Midhat Paşa'nın başına gelenlerin benzerini yaşaya- 
cak olmasıydı. Beklediği son gerçekleşmedi. İngiliz hükümetinin 
girişimleriyle sürgün yerine, doğum yeri Kıbrıs'ta mecburî ikamet 
etmesine izin verildi." 

O dönemde İzmir'in başında sadece tifo gibi salgın hastalıklar 
belası yoktu. Şehrin etrafını sarmış çeteler de İzmir halkını canın- 
dan bezdirmişti. 

Bugün olduğu gibi dün de çeteler sırtını belli güçlere dayamış- 
lardı. Örneğin İzmirli Whittall ailesi Çakırcah Mehmed Efenin en 
büyük destekçisiydi! 

Whittalller Çakırcalı'ya silah ve cephane yardımında bulunu- 
yordu. Bu kuşkusuz karşılıklı bir çıkar ilişkisiydi. 

Lojistik desteğin karşılığında Çakırcah Mehmed Efe, Levan - 
tenleri Rum çetelerinden koruyordu! 

1887'de Rum Kaptan Foti Çetesi, Bornova'da Whittalller ile 
Wilkinsonların dört çocuğunu dağa kaldırmış; 800 lira fidye iste- 
miş; Whittalller zaptiyelerden habersiz parayı götürüp çocuklan 
sağ salim teslim almışlardı. Bu olaydan sonra Levantenler güven- 
lik önlemlerini kendileri almaya başlamışlardı. 

Gün gelecek namı büyük Çakırcah Mehmed Efe, Osmanlı Dev- 
leti tarafından bağışlanması için, Whittall ailesini aracı sokacak 
ve affedilip "düze inmesini" sağlayacaktı. 

İzmir'deki bu "derin ilişkileri" bilmeden valilik, belediye başkan- 
lığı görevini yürütmek zordu. Kıbrıslı Kâmil Paşa, Levantenlerle, 
yabancı tüccarlarla ve dipolomatlarla hayli sıcak ilişkisi olan Evli- 
yazade Hacı Mehmed Efendinin görevi bırakmasını bu nedenle hiç 
istememişti. Ancak Evliyazade Hacı Mehmed Efendi kararlıydı. 14 



13. Gerçek midir bilinmez, Kıbrıslı Kâmil Paşa izmir valiliği sırasında sık sık memleketi 
Kıbrıs'a gidiyordu, izmir'de o tarihlerde yaptığı nüktelerle izmir'in gönlünde taht kuran 
Şair Eşrefin hayranları arasında Vali Kâmil Paşa da vardı, izmir Valisi Kâmil Paşa, Eşrefi 
seviyor ve koruyordu. 

Bir gün, Kâmil Paşa, Kıbrıs'a giderken, Eşreften ne hediye istediğini soruyor. Eşref, "Kıb- 
rıs'ın eşekleri meşhurdur, bir eşek getirirseniz makbule geçer paşam" diyor. 
Bir ay sonra Kâmil Paşa, Kıbrıs'tan dönüyor. Valiyi rıhtımda karşılayanlar arasında Eşref 
de vardır. Kâmil Paşa vapurdan iner ve karşısında Eşrefi görünce, elini dizine vurarak 
"Tüh! Sen benden eşek istemiştin. Unuttum. Şimdi, seni görünce aklıma geldi" deyince 
Eşref altta kalacak değil ya, hemen cevabını verir: "Ziyanı yok paşam ! Siz geldiniz ya!" 

14. Evliyazade Hacı Mehmed Efendi'nin torununun oğlu Aydın Menderes, Kıbrıslı Kâ- 
mil Paşa ile Evliyazade Hacı Mehmed Efendi'nin çok yakın arkadaş ve dost olduklarını 
söylüyor. Bu iki devlet adamının dostluğunu, Evliyazadelerin yaşayan kuşağının neredey- 
se tamamı teyit ediyor. Ailelerine ait bu anıyı hepsinin bilmesi, yıllar boyunca bu ilişki- 
nin hep konuşulduğu anlamına geliyor. 



35 



Evliyazade Hacı Mehmed Efendi'den boşalan İzmir Belediye 
başkanlığına Hacı Mehmed Eşref Paşa getirildi. 

Evliyazade Hacı Mehmed Efendi, yeğeni Mustafa'nın genç ya- 
ında vefatı, yaşlanması ve son aylarda bir türlü kurtulamadığı 
hastalığı nedeniyle ölüm korkusuna kapılmıştı. Evden çıkmıyor- 
du. İşlerini oğlu Refik'e devretmişti... 

Evliyazade Refik Efendi 

Evin tek erkek çocuğu Refik, dadılarla, halayıklarla, hizmetçi- 
lerle büyüdüğü için hayli şımarıktı. 

Refik, babası gibi ticaretle uğraşmayı hiç sevmiyordu. Ancak 
işsiz görünmek istemediği için, İzmir Valiliğinin karşısında bulu- 
nan, babasına ait, "20 odası, 41 karyolası" olan Evliyazade Ote- 
lini yönetiyordu. 

Özellikle yabancı konukların kaldığı otelin oda fiyatları döne- 
me göre hayli yüksekti: 50,75 ve 100 kuruş! 

Bir diğer geliri de Evliyazade Hanı'ndaM dükkânların kiralarıydı. 



Evliyazade Refik, işyerlerine pek uğramıyordu. 

O yılların moda aksesuarı olan ve bu nedenle elinden hiç bırak- 
madığı gümüş saplı bastonuyla arabasına binip İzmirlilerin "Ma- 
rina" dedikleri limana giderdi hemen her gün... 

Marina ve çevresinde Avrupa standartlarında kafe ve restoran- 
lar vardı. En çok tercih edilen yer "Viyanalı Bay Kraemer'in Res- 
taurantı" ve "Cafe Loukas"tı. 

Kordon'da bulunan "Sporting Club" kentin en ünlü kulübüydü. 
Zevkle döşenmiş tertemiz salonu, bin bir çiçekle süslü bahçesi ve 
terası hemen her gün dolardı. Kulübün ön tarafında nhtım kena- 
rında küçük şirin bir orkestra müzik yapardı. 

Ayrıca çeşitli temsillerin yapıldığı küçük tiyatro salonu vardı. 

Kulübe kadınlar da gelebiliyordu. 

Rumlar, Türklerin kulübe üye olmaması için ellerinden geleni 
yapıyordu. 

Buna rağmen, Osmanîzade Ziya, Uşakîzade Muammer, Sükke- 
rîzade Tevfik gibi Evliyazade Refik de kulübün ender Türk üyele- 
nndendi. 

Evliyazade Refik çapkındı. 

Levanten kızlarla arkadaşlık etmekten hoşlanıyordu. 

Zaman değişiyordu. 

Müslüman kızlarının Marina'da gezinmeleri ve alışverişe git- 



36 



37 



meleri İzmir'de hiç yadırganmıyordu. Kızlar genellikle sokağa 
çarşafsız çıkıyorlardı. Dar olmayan elbise giyip üzerlerine bele 
kadar inen bir örtü atıyor, yüzlerini ince ama koyu bir başka ör- 
tüyle kapatıyorlardı. 

Evliyazadelerin kızları, kadınları modayı yakından takip edi- 
yordu. Zaten kara çarşafa hiç girmemişlerdi! 

Kentte piyano merakı çok yaygındı. Evliyazade Refik Efendi 
piyano dinlemeyi çok seviyordu; müziğe tutku derecesinde bağ- 
lıydı. 

Özellikle İzmir'e gelen İtalyan Opera Kumpanyasını ve Fransız 
Operet Topluluğunu kaçırmamaya gayret ederdi. Bohemya Ka- 
dın Kumpanyası gibi düşük nitelikli eğlencelere dönüp bakmazdı 
bile... 

Evliyazade Refik Efendi alaturka müzikten de hoşlanırdı. An- 
cak sadece arkadaşlarıyla yaptığı pikniklerde dinlemek şartıyla. 

Özellikle yaz akşamlan körfezde yaptıkları kayık gezintilerin- 
den çok keyif alırdı. On-on beş arkadaş bir olur, içlerinde saz ça- 
lanlarla, güzel seslilerle, ya yiyecek içecek doldurdukları kayık- 
larla denizde ya da bir bahçede sabaha kadar yerler içerler, çalar 
söylerlerdi. 

Raşid'in yüksek perdeden sesi, Aziz'in davudi kalın dolgun se- 
si, Halid Eyüb'ün gazelleri sabaha kadar susmazdı. 

Arap Abdi ve Şahbaz Ali'nin esprileri ortalığı kınp geçirirdi. 

Uşakîzade Halid Ziya (Uşaklıgil), Abdülhak Hamid (Tarhan), 
Muallim Naci ve Recaizade Mahmud Ekrem vb. şairlerden şiirler 
okurdu. 

İzmir'in tanınmış ailelerinin çocukları bazı geceler İngiliz İske- 
lesi'nin az ilerisindeki Madam Julia'nm lüks genelevine konuk 
olurlardı. Adı genelevdi ama ev herkese açık olmazdı; burada sa- 
dece kentin paralı zenginlerine hizmet verilirdi. Bu evde yer bu- 
lamayanlar, İkinci Kordon'da postane karşısındaki Cafe Costi'ye 
çıkan sokak başında bulunan Maison Doree ya da Madam Eme 'yi 
ziyaret ederlerdi. Rumların işlettiği üçüncü sınıf genelevlere pek 
uğramazlardı. 

Smyrna Races Club 

Refik'in, babası Evliyazade Hacı Mehmed Efendiyle ortak yön- 
leri hemen hemen hiç yoktu. 

Örneğin, Evliyazade Refik'in başlıca tutkusu atlardı. 



g u onun neredeyse tek "işiydi". 

Ata çok iyi binerdi. Bu konuda iddiaya girmekten çekinmezdi. 

gir gün yine bir arkadaşıyla iddiaya girdi. Çizmeleri ile eyeri- 
• n a rasına beş altın koyulacaktı. Bu altınları düşürmeden, bir 
volta tms, iki volta da galop yaparsa altınları alacaktı. 

Sonuçta iddiayı kazandı ve altınları aldı. 

At yarışları İzmir sosyetesinin yan yana geldiği bir eğlenceydi. 

İzmir'in en önemli koşusu Sultan Koşusu'ydu. 

Padişahlar adına at yarışması yapılmasını yıllar önce Sultan 
Abdülaziz istemişti. 

Sultan Abdülaziz İzmir'e geldiğinde zengin ve meşhur bir Le- 
vanten aile olan Vitollerin Bornova'daki evinde misafir kaldığı bir 
gece at yarışlarından bahis açıldı. Spora ve özellikle güreşe düş- 
künlüğüyle bilinen Sultan Abdülaziz kendisi için bir koşu düzen- 
lenmesini istemişti. Bunun için Hazinei Hassa'dan 300 altın tahsi- 
sat ayrılmasını emretmişti. 

Evliyazade Refik, İngiltere Başkonsolosu Mr. Patterson, İngiliz 
tüccar Forbes ile Yahudi Levantenler Alyoti ve Rees gibi at sever- 
lerle "Smyma Races Club" adında bir yarış kulübü kurdu. 

Kurucular arasında eşinin akrabası Kapanîzade Reşad Efendi 
de vardı. 

Evliyazade Refik, İzmir'in ünlü ailelerinden Kapanîzadelerin 
kızı Hacer'le evliydi. 

İzmir'in en tanınmış ailelerinden Kapanîzadeler kimdi ? Bu so- 
runun yanıtı, Evliyazadeler hakkında da bilgi sahibi olmamıza ya- 
rayabilir. 

Ancak bu sorunun yanıtını öğrenmek için XVII. yüzyıla kadar 
uzanmamız gerekiyor... 

Sabetay Sevi 

İzmirlilerin "Kara Menteş" dedikleri Haham Mordahay Sevinin 
ailesi, kentteki Yahudilerin büyük çoğunluğu gibi, 1492 tarihinde 
İspanya'dan kovulmuştu. 

. XV yüzyılın son yılları ve XVI. yüzyılın ilk yıllarından itibaren 
kpanya (1492), Sicilya ile Güney İtalya (1493), Portekiz (1497) ve 
?er Avrupa ülkelerinden kovulmuş çok sayıda Yahudi Osmanlı 
Devletine sığmdı. 

>evı ailesi önce Mora'ya sonra İzmir'e yerleşti. 
Kara Menteş'm oğlu, Sabetay Sevi, 7 temmuz 1626 tarihinde 
zmir'in Agora semtinde doğdu. 



38 



39 



Her Yahudi çocuk gibi o da eğitimine önce kutsal kitap Tevrat'ı 
öğrenerek başladı. Tevrat'ın özel yorumu sonucu ortaya çıkan gi- 
zemli "kabala" öğretisine merak sardı. 

Haham olarak yetiştirilen Sabetay Sevi, otuz dokuzuncu yaşı- 
nın eşiğinde yoğun bir mistisizme saplandı. Yahudi toplumunu 
kurtaracak tanrısal ilahî güce sahip Mesih (kurtarıcı) olduğunu 
söylemeye başladı. 

Agora'daki Portugal ve Galante sinagoglarında ilk vaazlarına 
başladı.' 3 

Ve 31 mayıs 1665 tarihinde "Mesih" olduğunu ilan etti. Yahudi 
inancına göre Mesih, kendilerine, bugünkü israil topraklarında 
bağımsız bir devlet kuracak ve dünyanın dört bir yanma dağılmış 
olan Yahudileri bir araya toplayacaktı. 

Mesih olduğunu iddia eden Sabetay Sevi, sinagoglarda ateşli 
konuşmalar yapmaya başladı. Taraftarlarının sayısı her gün arttı. 
Bu heyecanlı konuşmalar, Avrupa'dan Yemene, Kuzey Afrika'dan 
Anadolu'ya kadar geniş bir coğrafyada yaşayan insanlar arasında 
dalgalanmalar yarattı. Bu akım, Hıristiyanlan da, Müslümanları 
da etkiledi. 

Avrupa'daki Milleneryan Hıristiyanlan da 1666 yılında İsa Me- 
sih'in ikinci kez dünyaya gelişini bekliyorlardı. Bu kehanete göre 
İsa'dan önce Yahudilik içinden bir Mesih çıkması, bu Mesih'in bü- 
tün Yahudileri Hıristiyanlığa döndürmesi ve "Kutsal Topraklar'ı 
işgal eden "Türk" imparatorunun sonunun gelmesi gerekiyordu. 
Sabetay Sevinin ortaya çıkışı bazı Hıristiyanlara göre bu kehane- 
tin habercisiydi! 

Gelişmelerden rahatsız olan Osmanlı yönetimi Sabetay Seviyi 
tutukladı ve yargıladı. Sultan İV. Mehmed, çok uzun süren yargı- 
lamayı perde arkasından takip etti. Yargılama sonunda Sabetay 
Sevinin önüne iki seçenek kondu: iddialarından vazgeçmezse 
öldürülecek ya da Müslümanlığı kabul ederse hayatı bağışlana- 
caktı. 



Yahudi dönmesi bir şeyhülislam! 

Burada bir parantez açmak gerekiyor: Sabetay Sevi'nin saray- 1 
da sorgulanışı sırasında orada bulunanlardan biri de sultanın dok- 
torlarından Hayatîzade Mustafa Fevzi Efendiydi. 



IS. Sinagoglar da dahil olmak üzere tarihî eserlere yeniden hayat vermek için TÜSİAD 
Başkanı Tuncay Özilhan ile izmir Büyüksehir Belediye Başkanı Ahmet Pristina Agora'da 

büyük Bîr restorasyon çalişması sürdürmektedirler. 



Hayatîzade aslında, gerçek adı Moses ben Raffael Abrabanel 
lan, Yahudilikten Müslümanlığa dönmüş biriydi. 
Gershom Scholem Hayatîzade için Sabetay Sevi adlı kitabında, 

Sultan'm kız kardeşiyle evliydi ve 1670'te Erzurum vahşiydi. 1665'e 
kadar Temeşvar (Macaristan) valiliği yapmıştı. (2001, s. 338) 

diye yazıyor. 

Hayatîzade Mustafa Fevzi Efendinin torunu Mehmed Emin 
Efendi, Osmanlı'da şeyhülislamlık yapan, -bilinen- ilk Yahudi 
dönmesidir! Oğullarından biri müderris olmuş, torunu Hayatîza- 
de Mehmed Emin de dedesinin izinden gitmiş, hekimbaşı, kazas- 
ker, kadı ve müderris olduktan sonra şeyhülislamlığa kadar yük- 
selmiştir. Yani bir Yahudi dönmesi Osmanlı'nın şeyhülislamlığını 
yapmıştı. 

Dönelim tekrar Edirne Sarayındaki sorgulamaya... 

Hayatîzade Mustafa Fevzi Efendi, Edirne Sarayındaki sorguda 
Sabetay Sevi'nin tercümanlığını yaptı. 

Sonuçta Sabetay Sevi kendisine önerilen iki seçenekten birini 
kabul etti. 

"Bu can bu bedende olduğu sürece Müslüman'ım" dedi ve 
"Mehmed Aziz Efendi" adını aldı. 

Kansı Sara ise "Fatma Hanım" adını seçti! 

Taraftarlarının bazıları bu hareketi ihanet olarak görüp, Sabe- 
tayist olmaktan vazgeçti. Hatta kimileri, "yeni durum"a karşı çı- 
kıp intihar etti. Çoğunluk ise Müslümanlığı kabul etti. Kabul 
edenler kendilerine "maaminler" (inananlar) diyorlardı. 

Sabetay Sevi ve yandaşlanna, dinlerinden döndükleri için, "av- 
deti" (dönme) denilmeye başlandı. 

Sabetayistler, islamiyet'i kabul ettiklerini söylemelerine, görii- 
L uşte Müslüman gibi hareket etmelerine rağmen, gerçekte Muse- 
vîliğe inanmaktaydılar. 

En belirgin özellikleri güçlü saklanma yeteneği olup, (...) gerçek 
Müslümanlara karşı kendilerini iyi korumasını bilirler. Gerçek Müslü- 
manların hayatını yaşamak, özel yaşamlarında onlarla beraber ol- 
m ak, onların doğru ve hatalı taraflarım iyi taklit etmek, görünüşte 
uslümanlığm amaçlarına iyi hizmet etmek, ancak buna karşılık ken- 



40 



di iç dünyalarında Müslüman vatandaşlardan binlerce fersah ötede 
olmak. Ne vicdan esnekliği! Ne irade gücü!" (M. Danon, Tarih ve 
Toplum, aralık 1997) 

Her birinin, hem Türkçe hem de İbranîce adı vardı. Türkçe ad- 
lar toplumsal yaşamda, İbranîce adlar ise aile ve "cemaat içinde" 
kullanılıyordu.' 6 

Sabetayistlerin büyük çoğunluğu İspanyol göçmem, yani "Sefa- 
rad"dı. Bu nedenle anadilleri Îbranîce-İspanyolca karışımı Ladi- 
no'ydu. Çoğu Türkçe'yi ve Rumca'yı da iyi derecede konuşuyordu. 

Sabetaycılık sadece İzmir, Selanik gibi Osmanlı kentlerinde de- 
ğil, Orta ve Kuzey Avrupa kentlerinde de yayılmıştı. 

Sabetay Sevi 1675 tarihinde öldü. 

Ve gerçek gizem bundan sonra kök saldı. Çünkü Mesih'e ina- 
nan büyük bir kesim Sabetay Sevinin gövdesel olarak Müslü- 
manlığa döndüğünü, ancak ruhsal olarak göğe uçarak yeniden 
dünyaya döneceğine inandılar. 

Sabetay'm 1666'da din değiştirmesini izleyen on yıl boyunca yakla- 
şık 200 aile de Meşinlerinin izinden giderek Müslüman olmuştu, bu 
ailelerinin çoğu Edirne, Selanik, İstanbul, İzmir ve Bursa'daydı. Ana- 
dolu'da ve Balkanlar' da da din değiştiren bazı aileler vardı. 

1683 yılında Selanik'teki Yahudiler arasında kitlesel din değiştir- 
meler görüldü ve kısa sürede yaklaşık 300 aile Müslüman oldu. 

Bilinen en eski kaynak olan Danimarkalı gezgin Karsten Nibe- 
uhr'un 1784 tarihli eserinde, burada (Selanik'te) 600 dönme aile bu- 
lunduğu belirtiliyor. (John Freely, Kayıp Mesih, s. 254-255 ve 258) 

Gershom Scholem, Sabetay Sevi adlı çalışmasında nüfusun 60 
000 olduğunu yazar. (s. 326) 



16. www.geocities.com'da Sabetayist isimlerin kökenine ilişkin yapılan araştırmada bu 
kitapta karşımıza çıkacak bazı isimlere rastlamak mümkün: Beria, Berrin, Güzin, Nejat, 
Kemal, Ethem, ibrahim Ethem, Baha, Fatin, Sevin, Siret, Yasemin, Leyla, Nâzım, Kerem, 
Vedia, Yahya, Mehmet, Mehmet Ali, Sibel, Bahar, Feriha, Suzan, Melike, Esra, ipek, Ni- 
yazi, Talat, Tahir, Ata, Alp, Ender, Can, Kenan, Nuri, Cavit, izzet vb. Türkiye'de öze- 
ladbilim (onomastik) konusunda yapılan çalışmalar genellikle küçümsenerek izlenir. Oy- 
sa Yahudi kültüründe isimlerin önemi büyüktür. Kabalaya göre her harfin bir sıra nu- 
marası, temsil ettiği bir gücü bulunmaktadır. Yani, harflerin kendi aralarında gizemli bir 
ilişkisi ve bunun mistik bir açıklaması vardır. Bu nedenle gerek Yahudiler ve gerekse 
Sabetayistler sanılanın aksine isim koyma konusunda son derece özenlidirler. Bir nok- 
tanın daha altını çizmek isterim: arama sitesi www. google. com'a "Sabetayist- Evliyaza- 
de" diye yazıp, arama yaparsanız, karşınıza, Evliyazade isminini Sabetayist ailelerin kul- 
landığı bilgisi çıkar! Ama Türkiye'de Evliyazade soyadını kullanan her aileyi Sabetayist 
sanmak yanıltıcı olur. 



İnananlar Sabetay Sevinin ölümüne inanmamışlardı; o (Maşi- 
„ olmemişti, sadece beden değiştirmişti ve yeniden dünyaya 

gelecekti. 

Sabetay Sevi öldükten sonra Sabetaycılığın merkezi durumuna 
gelen kent Selanik'ti. 

Sabetay Sevi'nin son eşi Ayşe, Selanikliydi. 

Ayşe kardeşi Yakov Kerido'nun (Abdullah Yakub) ölen eşinin 
ruhunu taşıdığını öne sürdü. Sabetay Sevi (Maşiah) ile cemaat 
arasındaki bağlantıyı ancak Yakov Kerido'nun sürdüreceğini söy- 
ledi. Böylece Kerido'ya inanan taraftarlar oluşmaya başladı. 

Yakov Kerido, yani Müslüman adıyla Abdullah Yakub, İslam'ın 
emirlerini eksiksiz yerine getirmeye dayalı bir esas kurdu. Kendi- 
lerini "mümin" olarak gören bu grup üyeleri namazını, orucunu, 
zekâtını ihmal etmiyordu. 

Çokeşlilik ve boşanma konusunda Müslümanlardan farklıydı- 
lar. Sabetayistler birden fazla eşe karşıydılar. 

Evlilik, sünnet, seyahat, işe başlama, hatta ameliyat konusun- 
da bile liderlerine danışıyorlardı. Din, giysiler, örf ve âdetler hu- 
susunda mevcut olan düzene ayak uydurmakta hiç güçlük çekmi- 
yorlardı. 

Hatta, Abdullah Yakub cemaat mensuplarına örnek olmak için, 
yanma "müritlerinden" Mustafa Efendiyi alarak Kabe'ye hacı ol- 
maya gitti. Ancak Mekke'ye giderken deve üzerinden düşerek öl- 
dü. "Hacı" olup dönen Mustafa Efendi "tarikatın" başına geçti. 

Hacı Mustafa Efendi kendisine iki halef seçti: Mehmed Ağa ve 
İzak Ağa. Bunların unvanları "Zişan'dı! 

Yakov Kerido'nun sağlığında başlayan grup içindeki tartışma- 
lar bitmedi, daha da alevlendi. Muhalif grubun başını Mustafa Çe- 
lebi çekiyordu. Mustafa Çelebi, sadık adamlarından Abdurrah- 
man Efendinin Sabetay Sevi'nin ölümünden dokuz ay sonra do- 
ğan oğlu Baruchiah Russo Maşiah'ın ruhunu taşıdığını ileri sürdü. 

Yani Sabetay Sevi'nin ruhunu Yakov Kerido değil, Baruchiah 
R usso taşıyordu. 

Sabetayistler ikiye bölündü. Baruchiah Russo, yani Müslüman 
yla Osman Babaya inananlar gruptan ayrıldı ve bunlara Kara- 
ka § (Karakaşîler) dendi. 

Kalanlara, Yakov Kerido'nun Müslüman adı Abdullah Ya- 
Kub'dan dolayı "Yakubîler" denildi. 

Zamanla Karakaş grubu da parçalandı, 

takasların bir süre sonra, kırk yaşma gelen Osman Babayı 



42 



Mesih ilan etmesi grup içinde tartışmalara yol açtı. İbrahim 
Ağa, Osman Babanın Mesih değil Mesih temsilcisi olabileceğini 
söyledi. 

Tartışmalar sürerken, Osman Babanın ölümü grupta ayrılığı ke- 
sinleştirdi. Çünkü ibrahim Ağa, "Mesih ölmez, bedeni çürümez" 
görüşünü ileri sürerek, mezarın açılmasını istedi. Mezar açılmadı 
ve İbrahim Ağa başkanlığındaki grup Karakaşlardan koptu. 

Çoğunluğu İzmirli olan ve başını İbrahim Ağa'nm çektiği gruba 
"Kapancı" (Kapanîler) 17 denildi. 

"Yakubîler", "Karakaş" ve "Kapancı" adlı bu üç Sabetayist gru- 
bun toplumsal ve ekonomik konumlan birbirlerinden farklıydı. 

Yakubîleri, Selanik'teki üst sınıf Osmanlı memurlan oluşturu- 
yordu. 

En kalabalık grup olan Kapancılar, çoğunlukla İzmir'de oturu- 
yorlardı; üst ve orta sınıfı oluşturan tüccarlardı. 

Muhafazakâr olmalarıyla bilinen Karakaşlar ise, zanaatkar, es- 
naf ve işçilerden oluşuyordu. Örneğin berberler, kasaplar, kundu- 
racılar ve hamallar bu gruba dahildi. Öyle ki, ilk dönemlerde Se- 
lanik'teki berberlerin tamamı Karakaş'tı. 

Bu üç ayn grup, ayn yerlerde ibadet ediyorlar, ayn mezarlık- 
larda toprağa veriliyorlardı. Birbirlerinden kız alıp vermiyorlardı. 

Osmanlı döneminde böyleydi, peki örneğin yarım yüzyıl önce 
nasıldı? 

Bu nedenle araya girip bir not yazacağım: 

Türkiye'nin en ünlü Sabetayist ailesi İpekçiler, Karakaş'tı. Bu 
grubun tutuculuğuna bir örnek vermek istiyorum. Gazeteci Abdi 
İpekçi Büyükada'da tanıştığı Esin Dölen adlı genç kızla nişanlan- 
dı. Ancak bu birlikteliği Abdi İpekçi'nin babası ve ağabeyi hiç tas- 
vip etmedi. Sonunda nişan bozuldu. Yazılanlara bakılırsa İpekçi- 
ler, Dölen ailesinin yaşam tarzlannı çok farklı bulduklan için ni- 
şanı bozmuşlardı. 

Ben size gerçeği yazayım: Esin Dölen, ünlü tütün tüccan Kâtip- 
zade Mehmet Dölen'in kızıydı. 

Kâtipzadeler, Kapancı grubuna dahildi. 

Esin Dölen'in annesi Nermin Hanım, İzmir Belediyesi eski baş- 
kanlarından Osman Kibar'm amcaoğlu Sanm Kibarın kızıydı. Ki- 
bar ailesi Karakaş'tı... 

Kapancı Mehmed Efendi ile Karakaş Nermin Hanım'm evlen- 
mesi, o yıllarda bu iki grup arasında hayli fırtınalar yarattı. Kara- 
kaşîler, Yakubîlere değil ama aynldıklan Kapanîlere aradan yıllar 

17. "Kaparrî" ibranîce'de "izmirim" elemektir. (Yalçın Küçük, Tekeliyet, 2003, s. 243) 



43 



esine ğ hâlâ hınç doluydular. 

rağmen 3 J 

Baskılar olsa da, Nermin Hanım'ın güçlü kişiliği bu evlilik 
ündeki tüm engelleri kaldırdı. Ama Karakaşlar bu evliliği hiç 

nnavlamadı. 

Başta baba Süleyman Cevdet İpekçi ve büyük ağabey Mehmet 

î ekçi, bu evliliğine karşı çıktılar. Abdi ipekçinin, annesi Karaka- 

î* bile olsa, Kapanı bir adamın kızıyla evlenmesine razı olmamış- 

Hayat tarzlannın farklı olduğunun söylenmesi sadece bir kılıf- 
tı Çünkü Abdi İpekçi, Esin Dölen'den sonra kimle evlendi dersi- 
niz- Nermin Hanım'ın kardeşi Ali Kibar'm damadı Emir Dilberin 
kız kardeşi Sibel Dilberle... Dilberler Karakaşîler arasında en 
muhafazakâr aileydi. 

Abdi İpekçiyle nisam bozan Esin Hanım da "Altınyüdız" mar- 
kasını Türkiye'ye kazandıran Kerim Kerimol'la evlendi. 18 

İpekçi, Dilber, Kibar, Şamlı, Aker, Cezzar, Başkurt, Gencer, 
Atam, Ülger, Biren, Oğan, Atatür, Gerçel, Mısırlı gibi Karakaşî ai- 
leler cenazelerini genellikle, Sabetayistlerin mezarlığı olarak bili- 
nen Üsküdar'daki Bülbülderesi Mezarlığına defnediyorlar. Bül- 
bülderesi Mezarhğı'ndaki mezarların hemen tamamı Karakaşî'dir! 
Örneğin yukanda adları geçen Ayla (Kibar)-Emir Dilber çifti bu 
mezarlığa defnedilmiştir. 

Bülbülderesi Mezarlığının girişindeki caminin adı Feyziyeha- 
tun Camii'dir. 

Bugüne kadar yazılan kitap ve makalelerde, Feyziye Mekteple- 
ri için "Sabetayistlerin okulu" diye yazılmaktadır. Bu okulu 1873'te 
Selanik'te kuran Şemsi Efendi (ki mezan Bülbülderesi Mezarlı- 
ğı'ndadır), okulun ilk müdürü Cavid Bey, 1900 yılında tüm malla- 
rını okula bağışlayan Mısırlı ailesi ve okulun Türkiye'deki on kişi- 
lik kurucu listesinin tümü Karakaşî'dir. 

Ölülerini hâlâ Bülbülderesi Mezarlığına defnetmelerinin ve 
Feyziye Mekteplerinin yüz otuz yıldır dimdik ayakta durmasının 
bir tek sebebi vardır: Karakaşîler, Yakubîler ve Kapanîler gibi asi- 
mile olmamıştır! 

Ama şunun altını da çizmek zorundayım: Feyziye Mekteple - 
ri'nin Karakaşîlerin olması, okulda Türk, İngiliz, Fransız, Müslü- 
man, Yahudi, Hıristiyan, Sabetayist (Kapanî, Yakubî) yani hemen 



£ild |<"" ,n ">"-"i'p'"' Mehmet Dölen evliliği bu iki grup arasındaki ilk evlilik de- 
j e . fzıı.rııos, 5" M ailesinin kızı Ayşe Şamh'nın (ünlü tiyatrocu Engin Cezzar'ın 
lige ! pancl §' ub undan Ahmet Kapancı'yla evlenmesi de iki grup arasında gergin- 
ler »? m '5"_ A ma |;j Una benzer "gerici tepkilere" rağmen, günümüzde bu tür evlilik- 
'" sık sık rastlanmalar,".. 



44 



45 



her ırk, din ve dilden, her gruptan öğrencinin ders görmesine en- 
gel değildir. 



Biz yine Evliyazadelerin hikâyesine dönelim... 

Evliyazadelerin dünürü Kapanîzadeler, bu üç Sabetayist grup- 
tan Kapanîlere mensuptu! 

Sabetay Sevi, Musa Peygamber'in "On Emir'inden ilham ala- 
rak on sekiz emir yayınladı. Bunlardan on yedinci emir "müritle- 
rinin" Müslüman biriyle evlenmelerine getirilen kesin yasaktı: 
"On yedinci budur ki, onlarla (Müslümanlarla) nikâh akdedilme - 
mesi lazımdır." 

Toplumsal yaşamda İslam dininin gereklerini yerine getirecek- 
ler, ancak kesinlikle gerçek Müslümanlarla evlenmeyeceklerdi! 
Aksi takdirde cehennemlik olacakları uyarısı vardı. 

Kızları Hatice'yi, Evliyazade Refik'le evlendiren İzmirli Kapanî- 
zadeler "asimile" olup, Sabetay Sevinin emrini dinlememiş olabi- 
lirler mi ? 

Ya da... 

Evliyazadeler Sabetayist miydi ? 

İki ailenin birbirinden kız alıp vermesi ve "özeladbilim" (ono- 
mastik) güçlü bir olgu! Ama bunlar yeterli midir? 

Çünkü zamanla Sabetayistler arasında Osmanh-Türk toplumu 
içinde asimile olup Mesih inancından kopan aileler vardı. 

Sabetay Sevi konusunda Türkiye'de ilk araştırmayı yapan isim- 
lerden İbrahim Alaettin Gövsa, Sabetay Sevi adlı kitabında bir 
noktaya dikkat çekiyor: 

1884 senesine doğru Goncai Edep isimli bir mecmua çıkaran genç 
Sabetayistler, güya Sabetay ananesinin artık unutulması lazım geldiği 
ve izdivaç yoluyla Türk camiasına karışmamanın pek gülünç olduğu 
şeklinde propagandalar yapmaya başlamışlardır. (2000, s. 81)" 

İbrahim Alaettin Gövsa'nın verdiği bilgi eksikti. Sabetay Sevi 
ve Sabetaycıların Gelenekleri adlı kitabın yazarı Prof. Abraham 
Galante "eksik bilgiyi" tamamlıyor: 

Sabetay Sevi, gençler tarafından yayımlanan Goncai Edep adlı 
dergide, "XVII. yüzyılın şarlatanı"olarak tanımlandı. Bu durum karşı- 



19. Goncai Edep dergisini çıkaran isimlerden Fazlı Necib Sabetayist bir ailenin oğluy- 
du. Asır ve Yeni Asır gazetelerinin kurucusu ve başyazarı Fazlı Necib, Sabah gazetesi- 
nin sahibi Dinç Bilgin'in babası Şevket Bilgin'in öz amcasıdır. Bilgin ailesi Yakubî Sabe- 
tayist'ti. 



erubun başkanı gençlere ait olan bazı hakları sınırlamak zo- 
, ka ıdı. Yabancı bir dilin eğitimi, istanbul yüksekokullarına git- 
tıp eğitimi, hukuk ve eczacılık gibi eğitim faaliyetleri onlara ya- 
ldandı. Daha sonra bu yasak kalktı ama bu gençlerin Avrupa'da eği- 
tim görmeleri yasaklandı. (2000, s. 87) 

Görünen o ki, XTX. yüzyılın sonlarına doğru Sabetayistler ara- 
mda Mesih konusunda farklı düşünceler ortaya çıkmıştı. 

Bazı Sabetayist gençler Sabetay Sevinin "şarlatan" olduğunu 
düşünüyordu. Ama aile büyükleri tarafından da hemen cezalandı- 
rılıyordu. Bunlar ne zaman oluyordu; Evliyazade Refik ile Kapa- 
nîzade Hacer'in evlendiği dönemde! Yani henüz aile büyükleri- 
nin, "Sabetayist-Müslüman" evliliğine pek sıcak bakmayacağı bir 

dönemde!.. 

Ayrıca Evliyazadeler ile Kapanîzadeler arasında bu ilk evlilik 
olmayacaktı... 

Birkaç yıl ileriye gidelim... 

Bir cenaze, bir düğün 

O gün, Karşıyaka'daki evde konuklar vardı. Uşakîzade Muam- 
mer Bey'in eşi Adviye kucağındaki bebeği Latifeyle, akrabaları 
Evliyazadelere misafirliğe gelmişti. 

(Ara not: o gün o evde bulunan, Evliyazadelerin küçük kızı 
Beria ve Uşakîzadelerin minik bebekleri Latife, gün gelecek, iki 
Selanikliyle evleneceklerdi. Ve gün gelecek, Selanikli damat- 
lardan biri, diğer Selanikli damadın idam fermanını imzalaya- 
caktı...) 

Bu trajik olayı kitabın ileri bölümlerine bırakıp o gün Karşıya- 
ka'daki konakta yaşanan bir başka acı olaya dönelim... 

Evliyazade Hacı Mehmed Efendi, misafirliğin gerçekleştiği o 
gun, sürekli oturduğu koltuğundan kalkamadı. 

Ölmüştü. 

Geleneklerine göre cenazesi hemen o gün kaldırıldı. 

Cenazesi bir devlet törenini andırıyordu; Vali Kıbrıslı Kâmil Pa- 
Şadan Belediye Başkam Eşref Paşaya kadar şehrin tüm bürok- 
adrosu, Rum, Ermeni ve Levanten işadamları, kentin tanın- 
A sımaları ve İzmir Belediyesi çalışanları cenazedeydi. 

acı olduğu için, tabutun üst ön ucunda, ipekten sarımtırak 

üı nakışlarla işlenmiş bir abanı vardı... 

JVıyaza de Konağı, en büyük direğini kaybetmişti. Bu büyük 



46 



47 



temel taşı çökünce bütün yapı kısa zaman büyük bir sarsıntı ge- 
çirecekti... 

Yıl 1897. 

Babasının ölümünün ardından, önce Naciye evlenerek konak- 
tan ayrıldı. 

Naciye evlendiğinde on dört yaşındaydı. Kocası uzaktan akra- 
baları Yemişçizadelerin oğlu İzzet'ti. 

Naciye kocasının evine giderken yanında ablası Makbule'yi de 
götürdü. 

Yemişçizade İzzet Efendi'nin yaşı Naciye'ye göre epey büyük- 
tü. O halde neden on dört yaşındaki Naciye yerine, yirmi bir ya- 
şındaki Makbule 'yle evlenmemişti ? Bilinmiyor! 

Yemişçizadeler, Evliyazade Mehmed Efendi gibi simsarlık ya- 
pıyordu. Kilizman'da (Güzelbahçe) geniş arazileri vardı. Kuru 
üzüm ticaretiyle meşguldüler. 

Ali Paşa Caddesi üzerindeki "Yemişçizade Hanı" onlarındı. 

İzzet Efendi ticaretle ilgilenmeyi sevmiyordu. O işi yeğenlerine 
bırakmıştı. 

Üç Yemişçizade yeğenden, Sabri ve ismail Hakkı hiç evlenme- 
diler. Mehmed Nuri, Kapanîzade Tahif Bey'in kızıyla evlendi. 

Yemişçizadeler de, Kapanî Sabetayistlerden kız almışlardı. Ye- 
mişçizadeler Sabetayist miydi ? 

Yanıtı daha zor bir soru: 

Yemişçizadelerin dünürü Kapanîzade Tahir Bey'in bir diğer kızı, 
UşaMzade Muammer Bey'in oğlu (Mustafa Kemal'in eşi Latifenin 
ağabeyi) Ömer'le evlenecekti. Uşakîzadeler Sabetayist miydi? 

Bu bir sır! 

Ama şunu biliyoruz ki, izmir'in köklü aileleri Yemişçizadeler, Ka- 
panîzadeler, Uşakîzadeler, Giridîzadeler, Tuzcuzadeler, Helvacıza- 
deler ve Evliyazadeler akrabaydı. Birbirlerine kız alıp vermişlerdi! 

Geçelim... 

Yemişçizadelerin arazilerinin bulunduğu Kilizman'a o yıllarda 
çoğunlukla Rum nüfus yerleşikti. Bu nedenle Yemişçizade İzzet 
Efendi Rumca'yı anadili gibi konuşuyordu. 

"Mektebi kalemi birinci mümeyyizi'ydi. Ayrıca rüştiyeye de gö- 1 
nüllü olarak Arapça ve Farsça dersler veriyordu. 

Fransızca da bilirdi. Eşi Naciye ve baldızı Makbule'ye Fransız- 1 
ca öğretti. 

Evliyazade Konağından küçük yaşta evlenerek ayrılan Naciye 



ı Makbule'nin öğretmeni hep Yemişçizade İzzet Efendi ol- 
et Efendi, Naciye'nin sadece eşi değil, babası, ağabeyi kar- 

Hesi her şeyi olmuştu. 

. yazık ki bu mutlu evlilik, zaman gelecek, Manisa Emrazı 
re ve Asabiye Hastanesinde (Akıl Hastanesi) son bulacaktı... 
Henüz trajik sonuç uzaktaydı. Yemişçizade İzzet Efendi Avru- 
aalı bir görünüme sahipti. Eşi ve baldızının da öyle olmasını isti- 
,rdu. İki kız kardeş, Naciye ve Makbule, İzzet Efendi'nin teşvi- 
kiyle dans öğretmeni Yahudi Cezane Efendi'den ders aldılar. Ce- 
zane Efendi elinde kemanı bir yandan çalar, bir yandan dans 
ederdi. O zamanlar kare danslar denilen, kadril ve lansiye ile dö- 
nen danslar dedikleri polka, mazurka stokiş, vals modaydı. 

Cezane Efendi'nin İzmir'in Yahudi çevresinde hayli öğrencisi 
vardı. Bu gençlerin katıldığı özel dans geceleri tertip ederdi. 

Bu gecelere başlarındaki fesi çıkarıp, frak giyen Müslümanlar 
da katılırdı. Yemişçizade İzzet, Evliyazade Refik, Uşakîzade Halid 
Ziya (Uşaklıgil) bu isimlerden bazılarıydı. 

Bir diğer Yahudi öğretmen Alman Widelmann'dı. 
Ama o dans-müzik hocası değildi. Zengin Müslüman ailelerinin 
çocuklarına evde matematik, kimya öğretirdi. 

Naciye Hanım, İzzet Efendi'den bir hayli etkilendi. Fransızca'yı 
öğrenerek kendini geliştirdi. 

Bir süre sonra Naciye, alafrangalaşan İzmirli Osmanlı kadım 
profiline de pek benzememeye başlamıştı. 

Ünlü edebiyatçılarla mektuplaşmaktaydı. Dönemin edebiyatçı- 
larıyla oturup sohbetten zevk alıyordu. 

Ailece İzmir'deki edebiyat dünyasına yakındılar. Öyle ki o yıl- 
a şiir yazmak için çaba sarf eden Uşakîzade Halid Ziyayı, 
izyazı yazmaya teşvik eden kişi İzzet Efendi olmuştu. 
Naciye Hanım'ın kalemi güçlüydü. Tevfık Fikret, Hüseyin Ca- 
Yalçın), Selanikli Cavid, Namık Kemal'in oğlu Ali Ekrem 
•ayır), Muallim Naci, adını Midhat Paşa'nm verdiği Ahmed 
it Efendi, Recaizade Mahmud Ekrem, Celal Sahir (Erozan), 
, M ' ( 0z ansoy) gibi yazar ve şairlerin bulunduğu Serveti Fû- 
ttun a makaleler yazmaya başladık 

Julhamid'in istibdat günlerinde, rejim için bu kadar ten- 
lerin bir yayın organında buluşması ve buna izin veril- 
rtıcı gelebilir. Ancak mevcut isimler Serveti Fünun'da 



c d ihsan ""' " bl " rnlerln zenginliği" anlamındaki dergi 1891 yılında Ah- 

yönetiminde kuruldu. Aynı zamanda bira fabrikası sahibi de olan 

Itecı Hakkı Devrim'in esi olan rpvirmpn fiiikprpn npvrim'in HPHP- 



48 



yazarken "tehlikeli" değillerdi. Öyle ki, en muhalif isim Tevfık 
Fikret, II. Abdülhamid'in tahta çıkışının yıldönümü nedeniyle 
Mirsad dergisinin açtığı yarışmada, "Sitayişi Hazreti Padişahı" şi- 
iriyle birinci olmuştu. Keza, yine II. Abdülhamid'in doğum günü 
nedeniyle, "Tebriki Veladetihi ve Arzı Şükran" adlı şiiriyle padişa- 
ha şükranlarını sunan, geleneğin etkisi altında bir şairdi. 

Henüz Hüseyin Cahid (Yalçın), ölene kadar çalışma odalarını 
süsleyecek, Fransa'da İmparator Napolyon'un saltanatının yıkı- 
lıp, Üçüncü Cumhuriyetin kuruluşunu tasvir eden Gambetta'nın 
resmini asmamıştı... 

Evliyazade Naciye Hanım'ın yazılan bu nedenle "tehlike arz et- 
miyordu" ! Edebiyatı çok seviyordu. Gül Sokağındaki Alliance 
Française, Librairie Française et Anglaise ile Frenk Caddesinde- 
ki Alfred Abajoli adlı kitabevlerinden kitap, gazete ve dergi al- 
mak, bunları okumak en büyük zevkiydi. 

Naciye Hanım, gün gelecek bu kültürel birikimini, torunu Yük- 
sel Menderes'in edebiyat derslerine yardımcı olabilmek için de 
kullanacaktı!.. 

Yardımseverdi. O yıllarda verem İzmir'de yaygındı. Naciye Ha- 
nım veremle mücadele veren örgütlerde görev yaptı. 

Batıya en açık İzmir bile sağlıktan eğitime kadar yığınla sorun- 
la baş edemezken, Osmanlı Devleti "kurtlar sofrası'ndaydı. 

Mehmed Akiften Almanlara övgü 



Osmanlı'nın "milleti sadıka" dediği Ermeniler, Rusya'nın mey- 
danlarında düzenlenen ve perde arkasında 1887'de kurulan Hın- 
çak ve 1890'da kurulan Taşnaksutyun adlı Ermeni ihtilal örgütle- 
rinin bulunduğu ayaklanmalara katılıyordu. 

Osmanlı'nın doğu topraklan neredeyse hemen her gün bir 
ayaklanmaya sahne oluyordu artık. Sadece bir yıl içinde, 1895 yı- 
lında Ermeniler, Sivas, Trabzon, Kayseri, Erzincan, Bitlis, Bay- 
burt, Urfa, Diyarbakır, Maraş, Malatya, Yozgat, Halep gibi yerler- 
de toplam yirmi altı isyan çıkardılar. 

Ayaklanan Ermenilerin amacı belliydi: kanlı bir isyan... Os- 
manlı Devletinin müdahalesi... "Katliam var" diye Avrapa kamu- 
oyunun ayağa kaldırılması... Önce Avrupalı büyük devletlerin 
müdahalesiyle özerklik... Ardından bağımsızlık... 

Ermeni isyanlan İzmir'e uzaktı. Zaten İzmir'deki Ermeniler de 
ikiye bölünmüştü. Genellikle Ortodoks Hıristiyanlara (Ruslara ve 
Yunanlılara) kendilerini yakın hisseden Gregoryen Enneniler, 



49 



Katolik Kilisesine bağlı Ermenilerden nefret ediyorlardı, 
goryen Ermeniler İzmir'de sayıca azdılar, bu nedenle sesle - 
• fazla çıkarmıyorlardı; ama içten içe kentin hemen burnunun 
ndaki bir provokasyonu gönülden destekliyorlardı. 
Osmanlı "milliyetçilik rüzgânyla" baş edemiyordu. Girit'teki 
jumlar da başkaldırmış, Yunanistan'la birleşmek istiyorlardı. 

Osmanlı ayaklanmayı bastırmak için uğraşırken, Yunanistan, 
ada Rumlarının istekleri yerine getirilmediği takdirde Girit'e mü- 
dahale edeceğini açıkladı. 

Gerginlik sonuçta Türk- Yunan Savaşı'nm başlamasına neden 
oldu. Bu arada başta Rumlar olmak üzere İzmir de yanı başında- 
ki savaştan etkilendi. 

Osmanlı yönetimi, İzmir'de Yunanistan pasaportu taşıyan 
Rumlann yirmi gün içinde ülkeyi terk etmelerini istedi. Rumlann 
İzmir'den çıkanlmalan İngiliz tüccarlann, simsarlarını kaybetme- 
leri demekti. En iyi çare şehirdeki Yunan pasaportu taşıyan Rum- 
lann İngiliz vatandaşlığına alınmasıydı. Kısacık bir sürede, İngiliz 
Konsolosluğu 2 626 İzmirli Rum'a İngiliz pasaportu verdi. 
İzmir'deki Rum tüccarlann imdadına İngilizler yetişmişti. 
Osmanlı Ordusu Yunanlara karşı Girit'te zafer kazanacaktı ki, 
bu kez Yunanlılann yardımına sadece İngiltere değil, Fransa ve 
Rusya da yetişti. Batılı devletler, Girit'e tam bir özerklik verilme- 
si için II. Abdülhamid'e baskı yaptılar. Buna karşılık adanın hiç- 
bir zaman Yunanistan'a bağlanmayacağına dair güvence verdiler. 
İngiltere, Fransa ve Rusya, verdikleri güvenceyi hayata geçirmek 
için, askerlerini Girit'e gönderdiler. 

İngiltere, Fransa ve Rusya'nın Girit'teki tavn şaşırtıcı değildi. 
Bu üç büyük devlet, 1878'deki Berlin Antlaşmasının ardından 
sta adam" Osmanlı'nın toprak bütünlüğünü garanti etme poli- 
ikasından vazgeçerek, bu ülkeyi bir an önce parçalama sürecini 
başlatmışlardı. 

u politikanın farkına varan II. Abdülhamid, XIX. yüzyılın son 
reğmde dünya siyasetine ağırlığını koymaya başlayan Alman- 
lara yaklaştı. 

fetejisi belliydi: büyük devletler arasındaki rekabetten ya- 
rak Osmanlı'nın toprak bütünlüğünü korumak! 

Almanya'nın siyasal, ekonomik ve askerî gücüne; yeni 
e aç Almanya ise başta petrol olmak üzere Osman- 
'ı kaynaklanna ve büyük pazanna muhtaçtı. 

bölgede rakipsiz bir güç olan İngiltere'nin ekono- 
gırmesi Almanlann işini kolaylaştırmıştı. 



50 



51 



Almanların "Drang Nach Osten (Doğuya Doğru Genişleme)" 
politikası adını verdikleri yayılmacı siyasetlerinin ingilizlerden 
farkı vardı: Almanlar bu planlarını Müslüman kimliğiyle, "İslam 
dostluğu" ve "İslamiyet'i kurtarma" adına yapıyordu!.. 

Ne tuhaf değil mi, II. Abdülhamid'in Panislamizm politikası as- 
lında, Osmanlı'yı sömürgeleştirmek isteyen Almanya'nın Doğu 
staretejisine ne kadar benziyordu! 

Eh, Almanlar bu politikayla sadece II. Abdülhamid'i "kandır- 
mamışlardı". 

Şair Mehmed Akif dahil, bazı Osmanlı münevverleri Alman- 
ya'yı Doğu halklarının kurtarıcısı olarak görüyordu: 



Değil mi bir anasın sen, değil mi Alman'sm 
halde fîkr ile vicdana sahip insansın; 
Bilir misin ki senin Şarka meyleden nazarın 
Birinci defa doğan fecridir zavallıların. 21 



Almanların Doğuya doğru genişlemesine ingiltere'nin bütün 
gücüyle karşı çıkacağı açıktı. İngilizler başta petrol olmak üzere 
yeraltı zenginliklerinin, hele hele Mısır'ın ve Hindistan'ın avucu- 
nun içinden çıkmasını hiç istemiyordu. 

Ancak "atı alan Üsküdar'ı geçmişti". Bağdat demiryolu ve ar- 
dından Hicaz demiryolu ihalesini Almanlar aldı. Bunlar Almanya- 
Osmanlı ittifakını perçinledi. Bunu diğerleri izledi. Projeleri uzun 
uzun yazmaya gerek yok. Sadece bir örnek vermek, son dönem- 
deki Alman yatırımlarının büyüklüğünü göstermek açısından ye- 
terli olacaktır: 

1880 yılında Almanların Osmanlı'daki yatırımları 40 milyon 
marktı. Bu miktar 1913 yılında 600 milyon marka yükselecekti. 

Osmanlı ordusunu da artık Alman subaylar eğitmeye başlamıştı- 

Gündelik hayatta da "Alman rüzgârı" esiyordu... 

İzmir'de o günlerde herkes, Alman İmparatoru II. Wilhelm gibi 
bıyıklarının uçlannı yukarı buran Kantarağasızade Ömer Sala- 
heddin Bey'in bu yeni tipini konuşuyordu. Hem elmas yüzük ta- 
kıp, hem de yüzüklü parmağından eldivenine delik açtırdığı için 
kentin, "görgüsüz" diye gizli gizli alay ettiği, Kapanîzadelerin da- 
madı Osmanzade Rüşdü Bey'in dedikodusunu bile geride bırak- 
mıştı, bu Alman bıyığı modası. 

Zamanla bu Alman bıyığı, başta subaylar olmak üzere Osman- 
21 . "Emperyalizm Karsısında Mehmet Akif, Cevdet KtıHrpr Yhn »» ı< 



klerinin çoğunu etkileyecekti. Bu modanın Evliyazade Re- 
^ de etkilememesi olanaksızdı. 

o günlerde Evliyazade Refik'i sevince boğan gelişme bam- 

başkaydı- 

JJ Abdülhamid'den Evliyazadelere ödül 

1869 İzmir doğumlu Charlton James Giraud. 

S72 izmir doğumlu Harold Frederic Giraud. 

1880 izmir doğumlu Edmond Haydn Giraud. 

Giraud ailesinin bu üç ferdi de Evliyazade Refik'in yakın dos- 
tuydu. 

Evliyazade ailesi ile Giraud ailesinin ticarî ilişkileri, Evliyazade 
Hacı Mehmed Efendi vefat ettikten sonra da devam etti. Ama Ev- 
liyazade Refik'in Giraud ailesiyle ilişkisi salt ticarî değildi. 

Ortak tutkuları at sporu ve at yarışlarıydı! 

At sporu o yıllar için aristokratların sporuydu. 

Yaz aylarının sıcağından etkilenilmemesi için yarışlar ilkbahar 
döneminde düzenlenirdi, izmir'in tanınmış simaları festival hava- 
sında geçen yarışlara büyük önem verirlerdi. 

Yarış günü konuklar sabahın erken saatlerinde, en şık kıyafet- 
leriyle yarış alanma gelirlerdi. Özellikle Levanten kadınların şık 
şapkaları günlerce konuşulurdu. 

Evliyazade Refik'in iki başarısı izmirlilere, Levanten kadınla- 
rın şıklığım unutturdu. 

Birinci başarı: 

Giraud ailesinin üç ferdiyle birlikte Torbalı'nın Tepeköy mev- 
inde bir yanş sahası kurduğu için, II. Abdülhamid tarafından 
bir nişanla ödüllendirildi. 

nirliler nişanı kendileri almış gibi sevindiler, 
ikinci basan: 

mr'deki at yanşlanna katılanlar hep yabancılardı. Özellikle de 

Üstelik sadece at sahipleri değü seyis, antrenör, jokeyler 

z ve Rum'du. Türkler ise yalnızca seyirciydi. Yarışlar Pas- 

Jayramı'na denk getirilirdi. Yedi koşu üzerinden yapılan ya- 

' s ' m 'Uete mensup at sahibinin atı kazanırsa, ülkesinin 

ref direğine çekilir, bando o ülkenin marşını çalardı. 

Türklerin hiçbir başansı yoktu. Ne yanş kazanmış at 

A ° e de jokey vardı. 



sa- 



e Refik Efendi, İzmir Kızılçullu'daki yanşlan her za- 
en "n, Yunanlıların ve Mısırlıların kazanmalanna üzü- 



52 



53 



lüyordu. Levantenlerin alaycı şakalarına canı sıkılıyordu. 

Ve bir gün bu talihi tersine çevirdi. 

Kendi bindiği "Yerli" adlı Arap atıyla yanşa girdi. İngiliz, Fran- 
sız, Yunan, Alman ve Mısırlı jokeyleri geçerek üst üste üç yanş 
kazandı. Evliyazade Refik'in bu başansı sadece İzmir'i değil çev- 
re şehirleri de sevince boğdu. 

Sadece at yanşlannda değil, Evliyazade Refik Efendinin İzmir 
sosyal hayatında da çok ağırlıklı bir yeri vardı. 

İzmir'in simgesi haline gelmiş Konak Meydanındaki saat kule- 
sini, bu kente gitmiş hemen herkes görmüştür. 

İşte bu saatin yapımında Evliyazade Refik'in katkısı vardı. 

1900 yılı, aynı zamanda, Sultan II. Abdülhamid'in tahta çıkışı- 
nın yirmi beşinci yılıydı... 

Bu nedenle o yıl "millî bayram" ilan edildi. 

Tüm imparatorlukta, en ücra köşelere vanncaya kadar büyük 
kutlamalar organize edilmekte ve günün anısına kalıcı eserler vü- 
cuda getirebilmek için herkes çaba sarf ediyordu. Her kent, her 
kasaba, her köy, II. Abdülhamid'in gözüne girmek için zorlu bir 
yanşa başlamıştı. 

İzmir'in ileri gelenleri, bu yarışı birincilikle bitirmek istiyorlardı. 

Konak Meydanına bir saat kulesi inşa etme karan aldılar. 

Saat kulesinin yapımı için hazırlıklara girişildi. İlk iş olarak, bir 
yardım kampanyası düzenlendi. 

Tüccarlardan en çok para yardımını üç isim yaptı: Evliyazade 
Refik Efendi, Yemişçizade Tahir Efendi, Caferîzade Şamlı Said 
Efendi. Üçü de 20'şer Osmanlı lirası bağışlamıştı. 

En büyük bağışı, tekrar II. Abdülhamid'in "gözüne girmek" 
için, Vali Kıbnslı Kâmil Paşa yaptı: 50 Osmanlı lirası. 

Matyos Efendi, İstefan Efendi, Arabyan Karabet Efendi, Sarra- 
fım Efendi, Simon Simonaki Efendi gibi İzmir'in tanınmış tüccar- 
lan da parasal yardımı esirgemediler. 

Yardımlann büyüklüğünü anlatabilmek için size bir örnek ve- 
reyim: o dönemde bir mağazada çalışan başkâtibin aylık ücreti 
250-300 kumştu. 

Saat kulesi 1 eylül 1901 günü törenle açıldı. 

Saat kulesinin anlamı büyüktü. Saat kulesi modernleşmenin 
göstergesiydi. Ezanı zaman ölçümünü kullanan Müslüman halk, 
artık bilimsel zaman ölçümüne yöneliyordu. 

Saat kulesinin kendisi için anlamı büyük olan bir kişi daha var- 
dı: Evliyazade Refik. 

Çocukluğundan beri saat koleksiyonu yapıyordu. Refik'in bu ho- 



J s ini bilen arkadaş çevresi ona hediye olarak hep saat getirirdi. 
Onlarca saati vardı ve hemen her gün farklı bir cep saatini, yelek ili- 
ğine veya bir cepten diğerine altın ya da gümüş kordonla takardı. 

Modernliğin sembolü olan saat kuleleri kısa zamanda birçok 
Anadolu kentinin de sembolü haline gelecekti. 

Ancak zaman Osmanlı Devleti aleyhine çalışıyordu... 

Yüz yıl boyunca Osmanlı'nın "Batılı" olma uğraşısı, "Batının 
uydusu" olmaya dönüşüvermişti. 

Osmanlı'nın pazan, piyasası, borsası, devletinin kasası, ordu- 
su, kısaca ekonomik, siyasal ve kültürel hayatı yabancılann hege- 
monyasına geçivermişti. 

Koskoca imparatorluk artık "hasta adam"dı! 

Ve Osmanlı "en uzun yüzyıF'ına yorgun giriyordu... 

Evliyazade Refik Efendi, XX. yüzyıla beş çocuk babası olarak 
girdi. 

Nejad ve Beria'ya kardeş olarak, arka arkaya Binin, Ahmed ve 
Sedad gelmişti... Ablası Gülsüm'ün Kemal ve Faire; kız kardeşi 
Naciye'nin Güzin, Samim ve Fatma Berin adında çocuklan vardı. 
Evliyazadeler büyüyordu... 

Kim bu Yakub Ağa? 

Evliyazade Refik Efendi, İzmir'in münevverleriyle sohbet et- 
meyi çok severdi. Eniştesi Yemişçizade İzzet Efendiyle birlikte 
bazı günler, İzmir'de ilk Türk günlük gazete Hizmeti çıkaran Tev- 
fık Nevzad'a ziyarete giderlerdi. 

Aynı zamanda avukatlık da yapan Tevfık Nevzad'ı II. Abdülha- 
mid'in o istibdat günlerinde ziyaret etmek cesaret isterdi. 

Tevfik Nevzad İzmir'in "hürriyet" sembolüydü. 

İzmir Maarif Müdürü Emrullah Efendiyle Paris'e kaçmış; II. Ab- 
dülhamid'in affıyla tekrar İzmir'e dönmüş, ancak II. Abdülhamid'in 
hafiyelerinden yakasını kurtaramayıp Tokadîzade Şekib, Mevlevi 
Şeyhi Nuri, Doktor Edhem ve Abdülhalim Memduh'la Bitlis'e sür- 
güne gönderilmiş, Fransa hükümetinin "Le Palm d'Academique" 
nişanım vemıesi üzerine yine affedilmiş, İzmir'de bu kez Ahenk 
gazetesini çıkarmış; Şair Eşref, Hafız İsmail'le birlikte yine sürgü- 
ne gönderilmiş; üç yıl kaldığı Adana hapishanesinde serbest kal- 
masına üç ay kala Vali Bahrî Paşa'nm Yıldız Sarayı'ndan aldığı 
emirle hapishane bekçileri tarafından oda kapısına asılarak öldü- 
rülmüştü!.. 



54 



55 



Ve II. Abdülhamid döneminde bazı aydınların başına gelen Tev- 
fık Nevzad'ın da başına gelmişti: intihar ettiği açıklaması yapık 
çaktı! 22 

Evliyazade Refik Efendi, arkadaşı Nevzad Tevfık'in intihar et- 
tiğine hiçbir gün inanmadı. 

O yıllarda gazetecilik yapmak cesaret istiyordu. Hükümdar, is- 
yan, yıldız, hürriyet, sosyalizm, anarşi, hukuk, din, kadın, harem 
cami, kilise, sinagog, cennet, cehennem, hilal, ıslahat, vatan, mil- 
let, dinamit, meşrutiyet, cumhuriyet, Midhat Paşa, Namık Kemal, 
Makedonya vb'den bahsetmek yasaktı. 

Yağmurdan, güzel havalardan, sokak köpeklerinden, tayinler- 
den, yabancı devletlerin birbiriyle münasebetlerinden behsetmek 
serbestti. Gazetelerin baş sayfalarında hep tayin haberleri olur- 
du. Sonraki sayfalarda Amerika-Japonya ilişkileri, İtalya hükü- 
metinin Viyana'da sefarethane yapmak için bina alması, iki başlı 
bir köpeğin doğuşu gibi haberler yer alırdı. 

Yine de her nüsha basılmadan önce sansür kurulundan geçer- 
di. Onay alınmadan gazete basılması yasaktı. 

Eğer gazetede yasak unsur taşıyan bir konu varsa, gazete san- 
sür kurulundan yayımlanması için onay almış olsa da bu sizin ce- 
za almanıza engel değildi! 

Örneğin, Alman bıyıklanyla meşhur Kantarağasızade Ömer Sa- 
laheddin'in "Feminizm" adlı yazısı Ahenk gazetesinin birkaç gün 
kapatılmasına neden olmuştu... 



ıC ak bu minik ricayı hemen yerine getirdi. 

Aradan birkaç ay geçti... 

üyazade Refik Efendi, yolunun üzerinde olduğu için "Tütun- 
.. aku b Ağa'yı ziyaret etmek istedi. 

Dûkk âna baktı, kimse yoktu. Ama kapısı açıktı. İçeri girdi. Raf- 
u-da ve çuvallardaki tütünler rasgele yerleştirilmişti. Seslendi, 
yanıt veren olmadı. 

Jst kata çıktı. Şoke oldu. Odada bir yatak, bir masa ve bir san- 
dalye vardı. Şaşırtıcı olan bunlar değildi; masanın üzerindeki Fran- 
sa kitaplardı asü şaşırtıcı olan... Üstelik bunlar siyasî içeriktey- 
di Bir de sadece doktorların anlayabileceği tıp kitapları vardı. 

Peki ya masanın üzerindeki çatal bıçak takımının anlamı ney- 
di- "Tütüncü Yakub Ağa" yemeklerini Avrupalılar gibi çatal bıçak 
kullanarak mı yiyordu ? 

Evliyazade Refik Efendi korktu. Kimdi bu "Tütüncü Yakub 
Ağa"? 

Gün gelecek "Tütüncü Yakub Ağa" Osmanlı İmparatorluğunun 
kaderine hükmeden beş isimden biri olacaktı... 

Ve gün gelecek "Tütüncü Yakub Ağa" Evliyazade Refik Efen- 
dinin damadı olacaktı... 



Evet, Avrupa'dan esmeye başlayan rüzgâr kısa zamanda Bal- 
kanlar'ı sarsmıştı. Hürriyet, özgürlük, kardeşlik ve eşitlik istekle- 
rinin Osmanlı aydınını etkilememesi söz konusu olamazdı. 

Önce Askerî Tıbbiye'de başlayan örgütlenmeler giderek Os- 
manlı'nın her yanına sıçrayacaktı. 

Ve bir gün Evliyazade Refik Efendinin kapısı çalındı. 

Gelen, ///zme? gazetesinin yazıişleri müdürü, yüzbaşı rütbesin - 
deyken ordudan emekli olmuş Hüseyin Lütfı'ydi. 

Bir ricası vardı. "Yakub Ağa" adlı Selanikli bir tanıdığı, İzmir'de 
tütüncü dükkânı açmak için, îkiçeşmelik'teki Evliyazade lerin bir 
dükkânını kiralamak istiyordu. 

Aynı zamanda "Hadikai Maarif okulunun yöneticisi de ola 11 
Hüseyin Lütfi'nin bu küçük rica için konağa kadar gelmesi Evli' 
yazade Refik Efendiyi şaşırtmıştı. 



22. Tevfik Nevzad'ın kardeşi Dr. Refik Nevzad Osmanlı'nın ilksosyalistlerindendir. 0»j 
manii Sosyalist Fırkası'nın Paris şubesini kurmuştur. 



57 



İkinci bölüm 
1872, Selanik 



Adı Nâzım' di... 

Nâzım, Hacı Abdullah Efendi ile Ayşe Hanım'm oğlu olarak 
1872 yılında Selanik'te doğdu. 

Nafıa, Rasiha, Şevkiye ve Fazıl Mehmed adında dört kardeşi 
vardı. 

Babası tüccardı. Selanik'in merkez çarşısındaki birçok dükkâ- 
nın da sahibiydi. Asık suratlı, sert bir babaydı. 

Selanik'e nereden ve ne zaman geldikleri konusunda hiçbir bil- 
gi yoktu. Beş yüz yıl önce geldiklerini tahmin etmek yanıltıcı ol- 
maz. Abdullah Efendinin nasıl zenginleştiği de bilinmiyordu. 

Bilinen Sabetayist olduğuydu! 1 

Osmanlı toplumu üzerine yaptığı çalışmalarla tanınan yazar 
Meropi Anastassiadou, Selanik adlı kitabında, Abdullah Efendiyi 
yakından tanımamıza yarayacak bir ayrıntı veriyor: 

Abdullah oğullarının çoğunun "efendi" sıfatını taşıma hakkının ol- 
ması da ilginçtir. Bunun anlamı azat edilenlerin ve din değiştirenlerin 
bundan böyle az çok itibarlı meslekler edinme imkânı bulmasıdır. 
XTX. yüzyıl sonu Selanik'inde "efendilerin" Tanzimat döneminden da- 
ha çok olduğunu belirtmeliyiz. (1998, s. 228-229) 

Selanik ve İzmir'de "efendi" sıfatını kullananların büyük ço- 

I. Yalçın Küçük (Tekelistan, 2002, s. 444), İlgaz Zorlu (Selanikliler ve Şişli Terakki Yolsuz- j 
luğu, 2000, s. 7), N. Rıfat Bali (Musa'nın Evlatları, Cumhuriyet' in Yurttaşları, 2001 , s. 445), j 
Gani Gönüllü (www.geocities.com) vewww.angelfire.com, Hrant Dink(20 ekim 2000. 
Agos), Mehmet Şevket Eygi (25 şubat 2003, Millî Gazete) vb. makale, kitap ve sitelerde 
Doktor Nâzım'ın Sabetayist olduğu yazılmaktadır. Ancak Yahya Kemal Beyatlı (Siyasit* 1 
Edebî Portreler, 1986, s. 113) Doktor Nâzım'ın babasının Selanik Türklerinden olduğu- • 
nu belirtmektedir. 



un Sabetayist olduğunu Selanik doğumlu yazar Münev- 

h da Dersacıdet adlı kitabında şöyle belirtiyor: 
verAy⪠

Annem ve teyzem Selanik'i çok iyi bildikleri gibi, dönmeleri ve 

> âdetlerini de pek iyi bilirlerdi. Selanik'te hiçbir dönmeye 

" denmez, "efendi" denirmiş. İstanbul'a gelince haliyle bu âdet ve 

xe tarihe karışıyor, hepsi "bey" ve "hanımefendi" demeye ve Türk- 

le evlenmeye başlıyorlar ki, Selanik'te iken bu kabil değil, imkân- 

Türkler ne dönme kız alırlar ne de kızlarını dönmeye verirlermiş. 

Valide merhume, "Allah aşkına şu İstanbullulara bak, bizim 'efendi' 

dediğimiz bütün dönmeleri İstanbullular 'bey,' 'beyefendi' yaptılar" 

derdi. (2002, s. 178-179) 

Yazar Ayaşlı'nın yazdıklarını bir örnekle güçlendirelim: Sela- 
nik'in Yakubî Sabetayist belediye başkam Hamdi Efendi, Sultan 
II. Abdülhamid'in izniyle "bey" unvanına yükseltildi. 

"Efendi" konusuna yeteri kadar değineceğiz, şimdi Nâzım'ın 
doğduğu ve "efendiler'in çok olduğu o yıllardaki Selanik'e kısaca 
bir göz atalım... 

Selanik: bir Yahudi kenti 

Kimi yazarlara göre Selanik, bir Yahudi ve Sabetayist kentiydi. 
Balkanların Kudüs'ü olarak biliniyordu. 

Nüfusun çoğunluğu dört yüzyıldan beri İspanyolca- İbranîce 
nşımı Ladino dilini konuşan Yahudilerdi. Ama nüfus tamamıy- 
la Yahudilerden oluşmuyordu. 

'O'te Selanik'in nüfusu 90 000'di. Bunların 50 000'i Yahudi, 
'O'i Müslüman ve Sabetayist, 18 000'i Rum'du, 
anik aynı zamanda Sabetayistlerin en kalabalık olduğu şe- 
• Sayılan hiç de küçümsenecek bir nüfus değildi. 
\ önce de yazdığım gibi Sabetayistler üç kola ayrılmışlardı, 
nîler tıpkı İzmir'de olduğu gibi Selanik'te de, tuhafiyeci, 
raavatçı ve tıpkı İzmir'de olduğu gibi kompradordu. Fakat 
öğretmen, doktor, mühendis ve veterinerler de vardı. 
Su] ve eğitimsiz kesimi Selanik'te de Karakaşîler oluşturu- 
Fakkabıcı, berber, tellal, kasap vb. meslekleri yapıyorlardı, 
-ayı ivi bilme leriyle ün yapmış Yakubîler ise, çoğun- 



m r i 



e Karakaşîler, kentin kuzeydoğusunda yer alan, Ka- 
'rtamescit. Eski Cami. İkiserefelı. Mesud Hasan. Ha- 



58 



59 



midiye 2 gibi mahallelerinde; Yakubîler ise Türklerin yakınında 
kentin kuzeybatısındaki Astarcı ve Yakub Paşa mahallelerinde 
yaşıyordu. 

Selanik Osmanlı'nın Batıya açık kapısıydı. 

Akdeniz'in önemli liman kentlerinden Selanik, özellikle rıhtımı 
sayesinde 1870'lerden sonra değişmeye başladı. 

Önce yabancı tüccarlar (Levantenler) geldi. Arkasından yerli 
kompradorlar türedi. Ve sonuçta Selanik'te bir ticaret burjuvazi- 
si doğdu. 

Yani, İzmir'de ne olduysa Selanik'te de o oldu. 

Hızla gelişen ticaret, kentin kültürel hayatını da etkiledi. 

Sokaklar artık geniş ve düzdü; aynca çoğu taş döşeliydi. Bir- 
çok çıkmaz sokak kalktı, yerine anayollar açıldı. Artık, şehrin li- 
manı ve buharlı gemilerin yanaşabileceği iskeleleri vardı. 

Banka, hastane, okul, büro olarak kullanılan bina, fabrika sa- 
yısı giderek arttı. 

Oteller, restoranlar, tiyatrolar, birahaneler, kafeler, yani mo- 
dernliğin sembolleri kentte varlığını göstermeye başlamıştı: Al- 
hambra, Olimpos, Cristal, Colombo, Royal... 

Paris modasını takip eden lüks ithal mallarla dolu mağazalar 
vardı: Orosdi-Back, Tiring ve Stein en tanınmışlarıydı. 

Başta Levantenler olmak üzere Selanik yüksek sosyetesinin 
gittiği spor kulüpleri vardı: Sporting Club, Salonica Lawn Tennis 
and Croquet Club, Union Sportive bunların en ünlüsüydü. Frenk 
mahallesinin tam ortasmda bulunan bir kafe fiyaka yapmak iste- 
yenlerin en gözde mekânıydı: Colombo. 

Patronu İtalyan'dı: Angiolino Colombo. 3 

Evet, İzmir'de ne varsa Selanik'te de o vardı... 

Abdullah Efendi öldürüldü 

Nâzım daha minik bir bebekken babasını kaybetti. 

Tüccar Hacı Abdullah Efendi kimliği bilinmeyen kişi ya da kı- 

2. Hamidiye'de Sabetayistlerin yaptırdığıYeni Cami bugün Selanik'te hâlâ ayaktadır ve 
Arkeoloji Müzesi olarak kullanılmaktadır. Arkeoloji Müzesi Sokağı 30 numarada bulu- 
nan Yeni Cami'nin ikinci katında kadınlara ayrılmış küçük bölümde renkli vitraylarda 
yapılmış "altı köşeli yıldız" vardır. Ayrıca mermer tırabzanlar da "altı köşeli yıldızlarla 
süslenmiştir. Cami bugün minaresi yıkılmış, içindeki halıları ve minberi kaldırılmış hali/' 
le rahatlıkla camiden çok bir italyan sinagogu zannedilebilir. (Tarih ve Toplum dergi* • 
aralık 1997, "Selanik Dönmelerinin Camisi", yazan Marc David Baer) 

3. Münevver Ayaşlı Rumeli ve Muhteşem istanbul adlı kitabında, birahanelerde dans ede 
Viyanalı ve Macar kızların, geldikleri Selanik'te iyi evlilikler yaptığından bahsedip bu <" 

silerden birinin dp rivarrn nnımn rr,^ n *,r İT* 



ce öldürüldü. Çevresiyle iyi geçinemeyen, çok haşin, sert ki- 
• sinirli ve kaba bir insan olan Hacı Abdullah Efendinin ne- 
ı öldürüldüğü hiçbir zaman anlaşılamadı. 

Abdullah Efendi iyi mal mülk bıraktığı için Nâzım'ın ailesi yok- 
sulluk çekmedi. 

Yaklaşık yüz yıl sonra Abdullah Efendinin torunu Sevinç Hanım, 
Selanik'in merkez çarşısındaki birçok dükkânı çok iyi fiyatlara sa- 
-ak Yunan hükümeti o kadar paranın yurtdışına çıkarılmasını iş- 
emediği için, paralarını parça parça, yıllara bölerek çıkaracaktı... 

Neyse, onlara geleceğiz, biz Sevinç Hanım'm babası Nâzım'ın 
hikâyesine dönelim... 

Nâzım önce mahalle mektebine gitti. 
Ardından rüştiyeye... 

Şanslıydı. Okula gittiği dönemde artık Selanik'te cemaatlerin 
finanse ettiği modern eğitim veren okullar faaliyetteydi. 

Bunların en ünlüsü, 1873'te Vali Midhat Paşa zamanında, Şem- 
si Efendi (Şimon Zvi) tarafından açılan Fevziye Mektebiydi. Yok- 
sul bir ailenin çocuğu olan rüştiye mezunu Şemsi Efendi öğret- 
men olmak ve mahalle mektebinde uygulanan ezbercilik siste- 
minden koparak yeni öğretim yöntemleri uygulamak amacıyla bu 
okulu açmıştı. 

Şemsi Efendi Sabetayist'ti. 

Buradan hareketle, Fevziye Mektebinde salt Sabetayist ya da 
Yahudi çocuklarının öğrenim gördüğünü söylemek hata olur. Mo- 
dernleşme taraftarı bazı Müslüman aileler de çocuklarını Fevziye 
Mektebine gönderdiler. 

Selanik'te Sabetayistler gibi, Yahudilerin eğitim ağı da oldukça 

nişti. Yaklaşık on beş okulları ve kırka yakın özel kurumlan 

i- Eğitime önem vermelerinin kuşkusuz bir nedeni bulunu- 

Osmanlı Yahudileri son iki yüzyıldır Rum ve Ermeniler 

nda ticaret ve siyaset alanında gerilemişlerdi. Bunun hem 

ve içekaparukhk gibi toplumsal, hem de -başta İngilizler 

üzere yabancı sermayenin "dindaşlan'yla işbirliği yapma- 

c arî nedenleri vardı. 

"ılı Yahudileri, Avrupalı dindaşlarının çabalarıyla "kabuk- 
ınr >ak istiyorlardı. Eğitim bunun ilk koşuluydu. 

Yahudi avukat Adolphe Cremieux tarafından Fransa 
1 kurulan Alliance İsraelite Universelle'in (Evrensel Muse- 
Osmanh topraklarında hızla yayılması tesadüf değildi... 
sebecilik, ne öğretmenlik ne de başka bir meslek; Na- 
lı 1 vardı: doktor olmak istiyordu! 



1 g ] b i t ic , 



60 



61 



XIX. yüzyılın son çeyreğinde Selanik'te yetmişe yakın doktor 
ve elli kadar eczacı vardı. Doktorlar ve eczacılar büyük ölçüde 
Rum'du. Toplam yetmiş dört doktor arasında altı Sabetayist bu- 
lunuyordu. 

zaman doktorluk, cerrahlık ecnebilere ve Hıristiyanlara müf\ 
hasır bir meslekti. Kimse Türk ve Müslüman doktorlara, cerrahlara 
rağbet göstermezdi; hele mektepteki hocalarımızın yüzde doksanı 
ya ecnebi yahut Rum, Ermeni ve Yahudilerden mürekkepti. Velha- 
sıl doktor denilince daima akla uzun silindir şapka taşıyan ve çatal 
sakal salıvermiş (Yahudi) kimseler gelirdi. (Cemil Topuzlu, İstib- 
dat- Meşrutiyet-Cumhuriy et Devirlerinde 80 Yülık Hatıralarım 
1982, s. 17) 

Nâzım, şehir merkezine indiklerinde, Vardar Caddesinin iki ta- 
rafına yerleşmiş doktor muayenehanelerine imrenerek bakardı. 
Şehir belleğinde iz bırakan Dr. Moiz Mizrahi, Dr. Marinos Kutuva- 
lis, Dr. Jean Prassacachi'ye hayrandı. 

Jak Paşa, İskender Paşa ve Doktor Rıfat Efendi, Selanik'in meşhur 
ve çok iyi doktorları idiler. Jak ve İskender paşalar Yahudi, Doktor Rı- 
fat Selanik dönmesiydi. Bunun için kendisine "bey" denmez "efendi" 
denirdi. (Münevver Ayaşlı, Rumeli ve Muhteşem istanbul, 2003, s. 57 

Askerî Tıbbiye 

Yü 1887. 

On beş yaşındaki Nâzım, doktor olmak için ilk adımı attı. Mek- 
tebi Tıbbiyei Şahaneye öğrenci hazırlayan İstanbul Askerî Tıbbi- 
ye İdadîsi'nin zorlu sınavını kazanarak okula kaydını yaptırdı. Ar- 
tık üniformalı, yatılı bir öğrenciydi. 

İstanbul Kuleli Kışlası'ndaki okulda, ülkenin her yanından sı- 
navı kazanarak gelmiş farklı dil ve dinden öğrenciler vardı. 

Arkadaşları arasındaki adı "Selanikli NâzınTdı. 

Okulda yaşam koşullan çok kötüydü. Yemekleri yemekte hay-; 
li zorlandı. Olumsuz koşullar öğrenciler arasında veremin sıklık- 
la yaşanmasına neden oluyordu. İsınma sobalarla, aydınlatma as- 
ma lambalarla sağlanıyordu. 

Koğuşlar altmış yetmiş kişilikti. Ve her yağmur yağdığında Ç a ' 
tıdan akan su, doğrudan onun yatağına geliyordu. 

Sınıflarda iki yüzden fazla öğrenci vardı. Önceden Fransız*» 



Hprsler artık Osmanlıca'ydı. Ayrıca Almanca ve Fransızca 
yapılan cıe 

j prs leri vardı. 

da öğrendiği Fransızca ve Almanca Nâzım m yaşamının 

ilerisinde çok işine yaracaktı... 

zım üç yıl süren öğrenim döneminde askerlik ve tıbba yö- 
nelik eğitim aldı. 

Bitirme sınavından sonra altı yıllık Mektebi Tıbbiyei Şahaneye 
girdi.- • 

lektebi Tıbbiyei Şahane, İstanbul Sarayburnu'ndaki Demirka- 
pı'daydı. Topkapı Sarayının içinde yer alan ve Demirkapı'dan gi- 
rildikten sonra uzunca bir yürüyüşten sonra ulaşılan kışlada öğ- 
renim görecekti. 

Okulda, Şakir Paşa, Mazhar Paşa, Zoiros Paşa, Civan Ananyan, 
Hayreddin Paşa ve Marko Paşa gibi ünlü hocalar vardı. 

Hocalar ünlüydü; şartlar ise çok kötüydü; okul havasız, bakım- 
sız, pislik içindeydi. 

Eğitim araçları eski, yetersizdi. Hastalara okul içindeki büyük 
hamamın göbektaşmda ameliyat yapılıyordu. Kullanılan cerrah- 
lık aletleri yıkanmıyor, sadece bezle silinip tekrar kullanılıyordu! 
Pasteur'ün Paris'te mikrobu keşfettiği bilgisi henüz İstanbul'a 
ulaşmamıştı!.. 

Nâzım bu okulun ilk üç yılında sıradan bir öğrenciydi. Hiçbir 
gün okuldan kaçmamış, Sirkece'deki kıraathanelerde zaman öl- 
dürmemişti. 

Ancak 1893'te hayatı değişti... 

O da bazı arkadaşları gibi gizli gizli Şinasi, Ziya Paşa ve Namık 

mal'in eserlerini okumaya başladı. Vatan, hürriyet kavramla- 
rıyla tanışıp, heyecanlandı. 

umakla başlayan süreç, mutfak, hamam ve odun yığmlan- 
unduğu kuytu köşelerdeki sohbetler, tıp öğrencisi Nâzım'ı 
"legal bir örgüte kadar götürdü. 
İttihadı Osmanî 

• ı Tıbbiyei Şahane öğrencisi, Ohrili İbrahim Temo (İbra- 

Efendi), Arapkirli Abdullah Cevdet, Diyarbakırlı İs- 

ıu> k a f k a s gQç men j Mehmed Reşid, Bakülü Hüseyinzade 

öğrencileri, 21 mayıs 1889'de "İttihadı Osmanî" adını 

» 81211 blrCemiyetı i . 

u kurmuşlardı. 

A an genç ihtilalcilerinin "Carbonari" (Kömürcüler) 

kıtından etkilenerek kurulmuştu: bir yaz ailesinin 



62 



yarana Romanya Ohri'ye giderken İtalya'ya uğrayan ibrahim T 
mo, bir arkadaşı aracılığıyla Napoli'deki bir mason locasını ziv 
ret ettiği sırada Carbonari hakkında bilgi almıştı. Ohrili ibrahim 
Temo'nun, italya'da mason locasında gördükleri, bir dönem Os- 
manlı'nın kaderine hükmedecek bir gizli teşkilatın da yöntem • 
olacaktı... 

Örgütün merkezi bir başkan ve dört üyeden oluşuyordu. 
Hücre örgütlenmesi esas alınmıştı. Her üye yalnızca üç kişiyi 
tanıyacaktı. 

Her üyenin hem hücre, hem de hücreyi oluşturan numarası 
vardı. Mesela Ohrili ibrahim Temo'nun numarası "1/1 "di. Paydaki 
numara hücreyi, paydadaki ise üye numarasını gösteriyordu. Ya- 
ni Temo, 1 numaralı hücrenin 1 numaralı üyesiydi. 

Tıp öğrencisi Nâzım'ın, okuldaki ağabeylerinin kurduğu "İtti- 
hadı Osmam'nin varlığını öğrenmesiyle bu cemiyete üye olması 
bir oldu. Cemiyetin neredeyse tüm gizli çalışmalarına katıldı; ağ- 
zı laf yapıyordu, bu nedenle propagandaları öğrenciler üzerinde 
etkili oluyordu. Cemiyetin en faal üyesiydi. 

Buluğ çağını sessiz yaşayan Nâzım, gençliğine adım attığı o 
günlerde "ateşten bir fişek olmuştu" sanki... 

Dönem, II. Abdülhamid'in istibdat dönemiydi. Başta Nâzım ol- 
mak üzere askerî öğrenciler, yakalandıkları an, işkencelere ma- 
ruz kalıp, sürgüne gönderileceklerini biliyorlardı. 

Kuşkusuz korkuyorlardı. Ama hangi toprak parçasının kaybe- 
dileceğini ümitsizlik içinde beklemek istemiyorlardı. Osmanlı'nın 
makûs talihini değiştireceklerine inanıyorlardı. 

Kurtuluş reçeteleri hazırdı: II. Abdülhamid'e zorla, Kanuni Esa- 
sî'yi (Anayasayı) ilan ettirecekler ve böylece tüm sorunları biti- 
receklerdi... 

Bu toprağın aydınının yanılgısıydı bu; güzel günlere geçileceği- 
ni hep Anayasa'dan ve Anayasa değişikliklerinden beklemek!. - 

idealist öğrencilerin romantik düşünceleriyle başlayan örgüt- 
lenme süreci giderek büyüdü, okul dışına taştı. 

Adliye memuru Ali Rüşdi, Saadet gazetesi başmuharriri izmir- 
li Ali Şefik, şair İsmail Safa, Veteriner Mektebi öğrencisi Ziya (Gö- 
kalp) gibi isimler örgüte üye olmaya başladılar. 

Yıldız Sarayı da baskıyı artırmıştı. Bazı öğrenciler bildiri dağı- 
tırken yakalanıp hapse düşmüş, sürgünle tanışmışlardı. 

"ittihadı Osmanî" Avrupa'da daha rahat çalışma olanağı bul- 
mak, gazete kitap broşür çıkarmak için, yetenekli üyelerini 
dışına göndermeye başladı. 



giden ya da kaçan öğrencilerden biri de Selanikli 

n c'p kaçma niyetini ilk, Selanik'ten çocukluk arkada- 
\iâzım rai 

îndhat Şükrü'ye (Bleda) açtı 

Şükrü de Avrupa'ya gitmek istediğini, ama ailesini ikna 
arlanacağını söyledi. Babası Selanik'in tanınmış tüccar- 
dan Şükrü Efendiydi. 

un arkadaşına yolu da gösterdi: "Tahsil meselesini bahane 
et - Çünkü Nâzım öyle yapmıştı. 

i arkadaş Avrupa'da buluşmak üzere, kucaklaşıp ayrıldılar, 
âzım, Paris'e yalnız gitmedi. Genç yaşında Cenevre'de vefat 
edecek olan okul arkadaşı Arap Ahmed de (Ahmed Verdanî) ona 
eşlik etti. 

Yirmi bir yaşındaki Nâzım'ın on bir yıl sürecek Paris hayatı baş- 
ladı... 
Paris günleri 

Nâzım'ın Paris'e gönderilme nedenlerinden biri de, entelektüel 

birikimi olan otuz altı yaşındaki Ahmed Rızayı örgüte kazanmaktı. 

Ahmed Rıza, Paris'te Auguste Comte'un kurduğu "Pozitivizm 

metafiziği reddeden, akılcılığı ve bilimin üstünlüğünü kabul eden 

ınlayış) Cemiyeti'ne üyeydi. Fransız pozitivistlerin başı olan Pi- 

iire Laffitte'in Paris'teki derslerine devam ediyordu. Bu sayede 

mış bilim adamları ve politikacılarla iyi ilişkiler içindeydi. 

anlı Devletinin kaderine hükmedecek sayılı isimlerinden 

biri olacak Ahmed Rıza kimdi ? 

57'de İstanbul Vaniköy'de doğdu. Babası, Kırım Savaşında 

iliz askerlerle, İngilizce konuştuğu için, "İngiliz Ali" olarak bi- 

raat ve Darphane Nazın Ali Rıza Bey'di. Aynı zamanda Bi- 

utiyet'te Ayan Meclisi (Senato) üyeliği yaptı. Ancak Os- 

ınlannın yazgısını o da paylaştı; sürgün gittiği Konya Il- 
gın da vefat etti. 

Rza, Avusturyalı annesi sayesinde genç yaşta Batı kül- 
ilgilenmeye başladı. 
^arayLisesi'ni bitirdi. 

fezareti Tercüme Odasında kâtiplik yaptı. Tarım öğ- 
ns Grignon Tanm Okuluna gönderildi. 
°lümü üzerine yurda döndü. îş aramaya başladı. 
t maaşla Bursa Mülkî İdadîsi'nde kimya öğretmeni 
*»• Sonra Bursa İl Maarif müdürü oldu. 



64 



65 



Ancak II. Abdülhamid'in sıkı rejiminden bunalmıştı. 

1889 yılında Fransız İhtilalinin 100. kuruluş yıldönümünde arı 
lacak olan Eiffel Kulesini görme bahanesiyle, Maarif Nazın lyiü 
nif Paşa'dan izin alıp Paris'e gitti. 

Ahmed Rıza'nm Paris'te muhalif bir hareket örgütleyeceğin- 
düşünen II. Abdülhamid onu geri döndürebilmek için çok caba 
harcadı. Ama Ahmed Rıza dönmedi. 

Ahmed Rıza, kendine has özellikleri olan, kişilikli biriydi... 

İçedönüktü, çok konuşmaktan, tartışmaktan çekinirdi. 

Ahmed Rıza Paris'ten, İstanbul'daki kız kardeşi Selma'ya (Os- 
manlı'nın ilk kadın gazetecisi) sürekli mektup gönderiyordu. Bu 
mektuplar Ahmed Rızanın ve Paris'teki Jön Türklerin o günler- 
deki siyasal düşüncelerini yansıtması bakımından ilginçtir: 

... O çocukluklardan vazgeç, namaz kılacağım diye ayaklarım üşüt- 
me, namazına, orucuna itirazen ara sıra yazdığım şeyler biliyorum ki 
gücüne gidiyor, seni hiddetlendiriyor. (...) Ah Fahriyeciğim seni, anla- 
mayarak okuduğun Kurandan, dünyadan ve ne olduğunu bilmeyerek 
inandığın cennetten, hâsılı itikadında ne kadar mukaddes şey varsa 
hepsinden ziyade severim... 



Yine kız kardeşi Selma'ya Paris'ten gönderdiği 27 aralık 
tarihli mektubunda şunları yazmıştı: 



pnusseau'nun anıtları vardı. 

kat Nâzım, ne bu mezarlığı ne de Louvre Müzesi, Eiffel Ku- 
• "otre Dame Kilisesi gibi tarihî yerleri gezdi. 
Nâzım'm sanata, tarihe, okumaya ilgisi yoktu. 
Teorik dünyası sığdı. Balzac, Flaubert, Hugo, Zola hayranı ro- 
jntik bir isyankâr olduğu da söylenemezdi. 
) Fransız İhtilalinin efsanevî isimleri Danton, Robespierre, Ma- 
Saint-Just gibi, idealleri uğruna gözünü budaktan sakınmayan, 
ürlük ve eşitlik için canlarını bile vermekten çekinmeyen Jaco- 
inlere özeniyordu. Entelektüel birikimi olduğu söylenemezdi. 

Paris'te yirmi yıl önce hayata geçirilen, yeni bir devlet biçimi olan 
komünü bile incelememişti. 1871 Paris Komününün sosyoekono- 
mik nedenleri konusunda arkadaşlarıyla tartışmamışlardı bile! 

Yetmiş üç gün sürmesine rağmen, dünyayı etkileyen Paris Ko- 
münü, Selanikli Nâzım ve arkadaşlarının hiç ilgisini çekmemişti! 
Birçok arkadaşı gibi onun da tek bir "siyasal görüşü" vardı: 
batmakta olan Osmanlı Devletini kurtarmanın tek yolu Kanuni 
Esasî'yi ilan etmek! 

II. Abdülhamid tarafından rafa kaldırılan Kanuni Esasî'den mu- 
cizeler bekliyorlardı! Üstelik çoğu arkadaşı gibi kendisi de bir 
kez bile Kanuni Esasî'yi okumadığı halde! 

Tek isteği, II. Abdülhamid'i buna mecbur etmekti. 
Bunun yolunun Avrupa'dan geçtiğine inanıyordu. 



... Ben kadın olsaydım dinsizliği ihtiyar eder ve İslam olmasını iste- 
mezdim. Üzerime üç karı ve istediği kadar odalıklar almasına cevaz 
veren, kocama cennette huriler hazırlayan, başımı yüzümü dolap bey- 
giri gibi örttürdükten maada beni her eğlenceden men eden kocan 
boşamamak, döver ise sesimi çıkarmamak gibi daima erkeklere hayır- 
lı, kadınlara muzır kanunlar vazeden bir din benden uzak olsun dem 
Tuhaf ! Bu da bir nevi sinir hastalığı olmalı, dine dair bahis açıldı 
kendimi zapta muktedir olamıyorum. (M. Şükrü Hanioğlu, Osmaffl 
ittihat ve Terakki Cemiyeti Jön Türkler [1889-1902], 1986, s. 48) 

Nâzım Sorbonne öğrencisi 

Selanikli Nâzım, Ahmed Rızayla tanışmadan önce Sorbonne 1 
versitesi Tıp Fakültesine kaydoldu. Paris'in Pantheon semtü 10 
Ortolan adındaki kasvetli sokakta bir küçük lojmanda oda tuttu. 

Pantheon, Paris'te ünlü bir semtti; ünü bir mezarlıktan kayi» 
lanıyordu. XV. Louis tarafından yapılan mezarlıkta, Voltan 



İttihat ve Terakki Cemiyeti 

Jâam'ın sert bir karakteri vardı. Tıpkı babası Abdullah Efendi 

•tışmalarda hemen sesini yükseltmesiyle ünlüydü. Ahmed 

yazdığı tanışma mektubunda da bu karakterinin izi vardı: 

niyet teşkil ettik, siz de isterseniz geliniz, birlikte çakşırız." 

ndini beğenmiş teklife" Ahmed Rıza'nm yanıtı sert oldu. 

asını anladı, ancak zamanla Ahmed Rızanın kalbini ka- 

A m bildj. 

Nâzım ile Ahmed Rıza dost oldular. Ahmed Rıza ona 
fendi" diye hitap ediyordu. Nâzıma yaşamı boyun - 
uned Rıza "efendi" sıfatıyla hitap edecekti... 4 



4 - Celal Bayar Ben d 
1 Be /e her ned E * 

hmed Rıza'nmN- 3 " 1 "' 
n "y yazması daha'l 

" Na *'m EfencT H ç ' 



"tabının birinci cildinde "Ahmed Rıza Bey, Dr. Nâ- 

NaZ.m E, = nd, demecedir., d, y = yazmaktad|| . ^g^ g 

.et=nd,„ d,y B ı,,tap etmesinden çok, Celal Bayar'ın bu 

,N m , ,A h m e d Rlza „ a n , I a r I „ n , yg^ğ, |<Jtabinda da, Nâ" 



"bey" al ', ye Yetmektedir. Ahmed Rıza, Dr. Bahaeddin Şakir gibi 
"'tap ederken, Nâzım'a neden "efendi" demekteydi ? 



66 



67 



Tıp öğrencisi Nâzım ile Ahmed Rıza kısa zamanda anlaştılar 
Daha doğrusu "Nâzım Efendi" Ahmed Rıza'mn etkisi altına gi r jj 

Önce Paris'te örgüt kurdular: Osmanlı Terakki ve İttihat Ceırıi. 
yeti. 5 

Cemiyetin isim babası Ahmed Rızaydı. 

Auguste Comte pozitivizminin ana ilkesi, "intizam" (düzen) vp 
"terakkfydi (ilerleme). Ahmed Rıza, Auguste Comte pozitivizmi 
ile Namık Kemal'in ütopik "Osmanlı milliyetçiliğini" birleştirmişti 

Fransız ihtilalinin ünlü sloganı "liberte, egalite, fraternite", ya- 
ni "hürriyet, müsavat (eşitlik), uhuvvet (kardeşlik)" diye çevrile- 
rek, cemiyetin sloganı olarak kullanılmaya başlandı... 

Cemiyetin başkanı Ahmed Rızaydı. 

Tüccar bir babanın oğlu olan Nâzıma, cemiyetin hesap işleri 
sorumluluğu düşmüştü. 

İdare heyetinde o yıllarda yazdığı Sergüzeşt ve Küçük Şeyler 
adlı eserleriyle Osmanlı topraklarında hayli ün kazanmış yazar 
Samipaşazade Sezai de vardı. 

Sıra cemiyetin yayın organını çıkarmaya gelmişti. 

İstanbul'daki merkezî örgüt gazetenin adının İttihadı İslam ol- 
masını istiyordu. Ahmed Rıza ise gazetenin sadece Müslümanlann 
değil, Yahudi, Rum, Ermeni yani tüm Osmanlı'nın çıkarlarını göze- 
teceğinden, adının İttihat ve Terakki olmasında ısrar ediyordu. ] 

Nâzım orta yol buldu; gazetenin adı Meşveret ( Mechveret) oldu. 

Artık örgüt yayın organına da kavuşmuştu. 

Ahmed Rıza'mn yazarlardan da bir isteği vardı. Makalelerde 
kimse II. Abdülhamid'e kötü söz sarf etmeyecekti! 

Ahmed Rıza'mn bu yaklaşımı bile hareketin, Fransız îhtilali'nin 
etkisinde olduğunun tipik bir göstergesiydi. 1789 ihtilalinde, 
Fransız devrimcilerin de hedefi, Kral XM. Louis'den çok, hırsız, 
beceriksiz devlet adamlarıydı! 

Hürriyet için Avrupa'ya ilk çıkan Jön Türklerin durumu da fark- 
lı değildi. Ziya Paşa, İngiltere'de kaleme aldığı "Rüya" adlı makale- 
sinde, Genç Osmanlılar hareketinin haleti nahiyesini gözler önün< 
seriyordu. Ziya Paşaya göre en iyi yöntem, Sultan Abdülaziz'i sara 
ym bir köşesinde, tek basma yakalayabilmekti. Bu şansa bir * 
ulaşabilse, ona, o zamana kadar etrafındaki hiç kimsenin dile get 
mediği ya da özellikle telaffuz etmediği tüm gerçekleri anlatacaK 
! Ve Sultan Abdülaziz de böylece gerçekleri öğrenmiş olacaktı- 



5. Osmanlı Terakki ve ittihat Cemiyeti daha sonra adını ittihat ve Terakki Cefflj 
olarak değiştirecektir. Karışıklık olmaması için ben bundan sonra hep ittihat ve T< 
ki Cemiyeti adını kullanacağım. 



antik Jön Türklere göre, kötü günlerin yaşanmasında, ne 
ne de padişahların bir kabahati vardı. Kabahat padişahın 
A ndekiçıkarcüardaycü! 

O artık Doktor Nâzım 

Meşveret, 1 aralık 1895'te yayın hayatına başladı. Ayda iki de- 
lört sayfa Türkçe, iki sayfa Fransızca olmak üzere toplam al- 
tı sayfa çıkıyordu. 

azete kadrosu içinde Albert Fua gibi Selanikli Yahudi, Aristi- 
di Paşa gibi Rum, Halil Ganem gibi Lübnanlı Marunî'nin (sonra 
Fransız vatandaşı olmuştur) bulunması gazetenin "İslamist" değil 
"Osmanist" bir yayın politikası takip edeceğinin göstergesiydi. 

Meşveret, İstanbul, İzmir ve Selanik gibi şehirlere gizlice sokul- 
maya başlandı. 

Auguste Comte'un "Ordre et progres" (Düzen ve ilerleme) ifa- 
desi gazetenin birinci sayfasını süslüyordu. Ancak bu sloganın İs- 
tanbul'da muhalifler tarafından "tanrıtanımazlık" (ateizm) taraf- 
tarlarınca kullandığını yaymaları üzerine, gazete bu sloganı bir 
süreliğine kaldırmak zorunda kaldı. 

Nâzım'in o günlerde tek sorunu paraydı. Meşveretin sürekli çı- 
kabilmesi için sermaye gerekiyordu, ama cemiyetin bunu sağla- 
yacak olanağı yoktu. Gazetenin sermayesi abonelerin ara sıra 
Miderdiği 5 ile 30 frank arası yardımdı. Oysa masraflar ayda 300- 
350 frangı buluyordu. 

ıin ayaklan üzerinde durmasının tek nedeni özel des- 

iydi. Stockholm elçisi Şerif Paşa (ayda 100 frank), Mısırlı 

(Paris'e geldikçe 1 000-1 500 frank), Mısırlı Prenses 

J (yalnızca bir yıl 500 frank), Mısırlı Mehmed Ali Pa- 

Ji Prenses Enise Hanım (2 000 frank) ve Prenses Emine 

GdöfayamahSUS 20o frankv 
«e > 

ıkarmayı başaran Nâzım, aynı yıl Sorbonne Tıp Fakül- 
İjnekolog doktor olarak mezun oldu. 

amkli Nâzım" olarak değil, "Doktor Nâzım" biline - 

m > bir yajndpaPftrisjfiaçâa^şüa^e gğMlâfMl yapı _ 

eşveret gazetesini hem çıkarıyor, hem de a^ç- 

kullan- sl Y or du. Yazılarında, "Paris Sandukkân Na Zim " 

ile Yıldız Sarayının kanlı bıçaklı olacakları 
eğiciydi. II. Abdülhamid o tarihe kadar, örgüt 



68 



çalışmalarına katılanlara "yaramaz çocuk" muamelesi yapıyor, ha- 
fif cezalar veriyordu. 

Ancak, 1896 yılının ağustos ayında bu görüşünü değiştirecek 
bir istihbarat aldı. Merkezi Paris'te bulunan örgüt, Merkez Komu- 
tanı Kâzım Paşa komutasında Babıâli'yi basıp, kendini tahttan in- 
dirmek için faaliyete geçmişti. 

II. Abdülhamid, darbe teşebbüsünde bulunan yetmiş sekiz ki- 
şiyi sürgüne gönderdi; arkasından hareketin Avrupa'daki merke- 
zini Paris Sefareti aracılığıyla susturmaya çalıştı. Fransız hükü- 
meti İstanbul'un baskılarına dayanamadı. 

Clemenceau, Rochefort, Delbos gibi Fransız aydınların karşı 
çıkmalarına rağmen, Fransız hükümeti, cemiyeti ve Meşvereti ka- 
pattı. Ama gazetenin Fransızca olan iki sayfası yayımlanabilecekti. 

Doktor Nâzım ve arkadaşları cemiyeti ve gazeteyi Belçika'ya 
taşıdılar. 

II. Abdülhamid Belçika hükümetine baskı yaparak İttihatçıları 
oradan da attırdı. 

İki taraf da yunuyordu. 

Cemiyet, merkezini 1897'de İsviçre'nin Cenevre şehrine taşıdı. 

Doktor Nâzım burada kendisinden hemen sonra yurtdışına ka- 
çan Selanikli arkadaşı Midhat Şükrü'yle (Bleda) buluştu. Hemen 
kollan sıvadılar. 

II. Abdülhamid'in istibdat yönetiminden kaçan insanların en 
kalabalık olduğu yerlerden biri de Cenevre'ydi. 

Burada Dr. Abdullah Cevdet, Edhem Ruhi (Balkan), Tıbbiyeli 
Mustafa Ragıb, Esad, Nuri Ahmed, Tunalı Hilmi, Seraceddin, Dr. 
Hasan Arif, Lütfı, Dr. Âkil Muhtar (Özden), Reşid Bey ve çıkardı- 
ğı gazetenin adıyla tanınan, yurtdışına kaçması olay yaratan Mi- 
zancı Murad'ı bir araya getirip, cemiyetin Cenevre şubesini kur- 
dular. Kısa sürede Osmanlı adlı gazeteyi çıkarmayı başardılar. 

Doktor Nâzım'ın bu örgütçü kişiliği, hareket içinde kısa za- 
manda adının ünlenmesine neden olacaktı. 

Aynı yıl Dr. İshak Sükûtî, Tunalı Hilmi Kahire 'ye gidip orada bir 
şube açtılar. Onlar da Şûrayı Ümmet adlı dergiyi çıkardılar. 

Bu yayınları gizlice yurda sokanlar arasında, annesi Mısırlı ol- 
duğu için Kahire 'ye sık sık gidip gelen on altı yaşındaki Yakub 
Kadri de (Karaosmanoğlu) vardı. 

Cemiyetin Londra ve Napoli'de de şubeleri bulunuyordu. 

Doktor Nâzım, tekrar Paris'e döndü, Ahmed Rızayla birlikte 
Fransızca Meşvereti çıkarmayı ve çalışmalarını illegal sürdürme- 
ye devam ettiler. 



69 



Elveda başkaldırı 

İT Abdülhamid zor kullanarak hareketi durduramayacağını an- 
layınca, bir başka çareye başvurdu. Birlikte büyüdüğü "sütkarde- 
i" Serhafiye Ahmed Celaleddin Paşayı, 10 temmuz 1897 tarihin- 
de Paris'e gönderdi. 

Bu arada İstanbul'da, İttihatçıların yurda dönmeleri halinde af- 
fedileceğine dair genelge çıkarıldı. Genelgede cazip teklifler vardı: 
ücretsiz pasaport sağlanacak, isteyenler öğrenimlerine devam ede- 
bilecek, Avrupa'da okuyan öğrencilere 150 frank maaş verilecek, 
Osmanlı topraklarında istedikleri yerde oturabileceklerdi. 

Osmanlı Sarayı, İttihatçıları "satın almak" istiyordu. 

Serhafiye Ahmed Celaleddin Paşa, Paris'te on üç gün kaldı. 
Doktor Nâzım ve arkadaşlarını iknaya çalıştı. 

Ahmed Rıza ve Doktor Nâzım İstanbul'a dönmediler. 

Ama serhafiye, Mizancı Murad'ı ikna etmeyi başardı. 

Osmanlı'nın o dönemdeki en ünlü aydını Mizancı Murad'ın jur- 
nalcileri atlatıp Avrupa'ya kaçması başta Yıldız Sarayı olmak üze- 
re toplumun her kesimini nasıl şoke ettiyse, İstanbul'a dönüşü de 
aynı etkide oldu. 

Haberi öğrenen İttihatçılar inanamadılar. 

Bazı İttihatçılar memur olmayı, muhalefet yapmaya tercih et- 
mişlerdi. Ne zindanlar ne Afrika'nın Fizan çöllerindeki sürgünlük 
hayatı genç idealistleri bu döneklik kadar yaralamadı. 

Çoğu bu harekete Fransız İhtilalinden etkilenip katılmıştı; 
Fransız İhtilalini Mizancı Murad Bey'in Tarihi Umumî adlı kita- 
bında okumuşlardı. 

Özellikle Mektebi Mülkiye'den öğrencileri bu dönüş kararına 
inanamadılar. "İhtilaT'e o inandırmıştı onları... 

Ama o inandıkları aydın-öğretmen bugün farklı konuşuyordu: 

Celaleddin Paşayla yaptığımız temaslar bana şu kanaati verdi ki, 
aleyhinde neşriyat yapmakla padişahı Kanuni Esasî'yi ilana zorlamak 
imkânsızdır. Biz Saray'a karşı mülayim bir tavır takmıp İstanbul'a 
dönmeye razı olursak Abdülhamid kendiliğinden milletin arzusuna 
uyacaktır. Bu konuda kesin teminat aldım. 



Dönüş sebebini açıklarken, İttihatçı -gelecekte Türk tıp dünya- 
sının ünlü isimlerinden olacak, adı caddelere verilecek- Dr. Âkil 
Muhtar (Özden), Mizancı Murad'ı boğma teşebbüsünde bulundu, 
topraklarda yaşanan aydın umutsuzluğunun, karamsarlığı- 



70 



ran ne ilk, ne de son örneğiydi, Mizancı Murad'ın dönme kararı... 6 

Mizancı Murad'ın "davayı" bırakma kararının altında salt yuka- 
rıda anlattığı neden yoktu. Kanuni Esası ilan edildikten sonra ku- 
rulacak "yeni düzen" konusunda, Mizancı Murad ile Ahmed Rıza 
arasında, hem liderin kim olacağının yarattığı kişisel soğukluk 
(Ahmed Rıza, Mizancı Murad'ın kendisine "oğlum" diye hitap et- 
mesine çok kızıyordu) hem de ideolojik farklılık vardı... 

Mizancı Murad, İslamiyet'i toplumsal bir bağ olarak yararlı gö- 
rüyordu. Osmanlı için İslam bir nevi birleştirici bir "çimento" iş- 
levi yapabilirdi. 

Ahmed Rıza ise pozitivizm konusunda taviz vermez, çok karar- 
lı, çetin bir kişilikti. Meşveret'te pozitivist esintili makaleler ya- 
yımlanması, dinî ve örfî değerlerin sorgulanması, başta Mizancı 
Murad olmak üzere bazı "îslamist" aydınları rahatsız ediyordu. 

Cemiyet aslmda bir "cephe örgütü" hüviyetindeydi. Her fikir- 
den insan vardı. Yayın organlarında farklı içerikte makaleler ya- 
yımlanıyordu. Hem Batıcı ve Batı düşmanı, hem Osmanlıcı hem 
Türkçü, hem İslamcı hem pozitivist, hem millî hem kozmopolit 
bir çizgiyi savunabiliyorlardı. 

Amaca ulaşmak için her ideoloji her fikir mubahtı, savunulabi- 
lirdi! 

II. Abdülhamid'in bazı ıslahatlar yapacağını, af çıkaracağını be- 
yan etmesi Avrupa' daki örgütü çözülme sürecine soktu. 

Sadece Mizancı Murad dönmedi; Süleyman Nazif, Selanikli 
Rahmi, Binbaşı Ahmed, Dr. Hasan, Haşim dönenler arasındaydı. 

Bir de dönmeyip Osmanlı'nın yurtdışı elçiliklerinde görev alanlar 
vardı: İshak Sükûtî (Roma Sefaretinde kâtip) , Dr. Abdullah Cevdet 
(Viyana Sefareti doktoru), Tunalı Hilmi (Madrid Sefaretinde kâtip), 
Çürüksulu Ahmed (Belgrad ataşemiliteri) , Ali Kemal (Brüksel Sefa- 
reti'nde kâtip), Rauf Ahmed Bey (Atina Sefaretinde kâtip) vb. 

Sonuçta Osmanlı'da ne ıslahatlar yapıldı, ne de doğru dürüst af 
çıktı. II. Abdülhamid Osmanlı aydınının büyük bir bölümünü kan- 
dırmıştı. Üstelik kısa bir süre sonra Fizan, Rodos ve Bağdat'a tek- 
rar sürgün kafileleri yola çıkacaktı. 

Mücadelede inat eden Ahmed Rıza ile Doktor Nâzım bu tutum- 
larıyla büyük saygınlık kazandılar. 

Doktor Nâzım o günlerde Paris'e yeni gelmiş bir meslektaşıyla 
dost oldu: Dr. Bahaeddin Şakir. 



6. Mizancı Murad'ın babası hayli ünlü biriydi: "Rus Çarlığı'na karşı açtığı gerilla savaşıy- 
la ün yapan ve Ruslar tarafından öldürülen, büyük Rus yazarı Tolstoy'un ünlü Hacı Mu- 
rad adlı eserinin kahramanı olan Kafkasyalı Hacı Murad'ın oğludur." (Ali Çankaya 



71 



Dr. Bahaeddin Şakir- Yahya Kemal 



1877 doğumlu Dr. Bahaeddin Şakir, sarışın, mavi gözlü, orta 
boylu, gürbüz, iyi giyinen, iyi yemeğe, iyi eğlenceye, kumar oyna- 
maya, çapkınlık yapmaya ilgi duyan bir kişiydi. 

Ne geldiyse başına çapkınlık yüzünden gelmişti... 

İstanbul'da Tüfekçibaşı Tahir Bey'in zevcesine âşık olur. Aşkı 
karşılıksız değildir. Bunu duyan tüfekçi Arnavutlar, Bahaeddin 
Şakir'i Çamlıca'da yakalayıp sopalarla döverler, yetmezmiş gibi 
Yıldız Sarayına da jurnal ederler. 

Erzincan'a sürülür, oradan kendi olanaklarıyla Mısır'a gider, 
oradan da Paris'e kaçar. 

Doktor Nâzım, Bahaeddin Şakir'e Paris'e ilk geldiğinde Serha- 
fıye Ahmed Celaleddin Paşa'nın "casusu" gözüyle bakmış, hatta 
Bahaeddin Şakir'le görüşenlere çok kızmıştı. 

Bahaeddin Şakir Askerî Tıbbiye'de öğrenciyken Ahmed Cela- 
leddin Paşanın takdirini kazanmış ve onun çevresine girme ola- 
nağı bulmuştu. 

Ancak, Avrupa'ya gidip İttihatçıları iknaya çalışan "sütkardeş" 
Ahmed Celaleddin Paşa, İstanbul'a döndükten bir süre sonra II. Ab- 
dülhamid'in kuşkuculuğundan sıkılıp, Mısır'a kaçtı ve orada İttihat- 
çılara katıldı! 

Bu kaçış Bahaeddin Şakir üzerindeki, "II. Abdülhamid'in casu- 
su olabileceği" kuşkularını gidermiş oldu. 

Ve bu olaydan sonra Doktor Nâzım, Bahaeddin Şakir'le dost oldu. 

Bu dostluk Bahaeddin Şakir'i çok değiştirecek, sıkı bir komita- 
cı olmasına yol açacaktı. 

Osmanlı'nın "Özel Harp Dairesi" Teşkilatı Mahsusa'nın beş ki- 
şilik merkez komitesine kadar Doktor Nâzım'la birlikte yüksele- 
cek olan Bahaeddin Şakir, Berlin'de bir Ermeni militanın kurşu- 
nuyla can verene kadar komitacılığını sürdürecekti... 

Doktor Nâzım'ın Paris'te dost olduğu isimlerden biri de şair 
Yahya Kemal'di (Beyatlı). Hemşeri sayılırlardı. Yahya Kemal'in 
dedesi Yunus Efendi, Bursa, İstanbul'dan sonra Selanik'e yerleş- 
mişti. Yahya Kemal'in babası adliye icra memuru İbrahim Naci 
oey, Selanik'te doğmuştu. Vranyalı eşi Nakiye Hanım ölünce Se- 
lanikli Mihrimah Hanımla evlenmişti. Aile bir ara Üsküp'e gitmiş, 
sonra tekrar Selanik'e dönmüştü. Zaten Yahya Kemal'in ilköğre- 
mm hayatı Üsküp ile Selanik arasında geçmişti. 

Uzatmayayım, Doktor Nâzım ile Yahya Kemal hemşeri sayılır- 
dı- Dünya görüşleri pek uyuşmasa da birbirleriyle sohbetten ke- 



72 



73 



yif alıyorlardı. 

Yahya Kemal, Siyasî ve Edebî Portreler adlı kitabında Doktor 
Nâzım'la ilgili olarak ilginç bir detay veriyor: 



Ben Sciences Politiques Mektebinde okuyordum. Türkçülüğü his 
ve kabul etmiştim. Fikrimi Nâzıma açmıştım. Bu yeni fikir karşısın- 
da Nâzım birdenbire ayaklandı. Osmanlılıktan ayrılmanın, koca ülke- 
leri bırakarak, Türk bir devlet olmanın sarahatle ihanet olacağını ba- 
ğıra bağıra söyledi. "Türk" kelimesini o zaman hiç sevmiyordu. İkimiz 
de Rumelili olduğumuz için bilhassa Rumeli'ye göre Türkçülüğü müt- 
hiş muzır görüyordu. (1986, s. 116) 

Diğer Osmanlı tebaasına bakışı farklı mıydı? Cemiyeti, Mı- 
sır'da kurmak için izin almaya gelen Mehmed Ali Halim Paşa'nm 
görüşme teklifini reddetmesi için Ahmed Rızaya şöyle diyordu: 

Bizim fırka için yapılacak kongreye iştirak edecek kaç kişi bulunabi- 
lir ? Hüsniniyetle davete icabet edecek üç beş kişi ile külah kapmak ba- 
hanesiyle toplanılacak dört buçuk Arap, Ermeni, Rum, Arnavutlardan 
memleketimize ne faide beklemeliyiz. (M. Şükrü Hanioğlu, Osmanlı İt- 
tihat ve Terakki Cemiyeti Jön Türkler [1889-1902], 1986, s. 329) 



Doktor Nâzım zamanla "Türkçülük"le ilgili görüşünü değiştire- 
cekti. 

Bugün İstanbul Belediye Kütüphesi'nde İttihat ve Terakki Ce- 
miyeti'nin 1906 ve 1907 yıllarına ait "Muhaberatın Kopya Defte - 
rfnde, Doktor Nâzım'm şu yazısı onun ne kadar değiştiğini gös- 
termektedir: 

Dünyanın en zeki ve en mesut milleti Türklerdir. Geçmiş hatırlandı- 
ğı zaman bunu görmek mümkündür. Fakat idarecilerin beceriksizliği 
yüzünden millet zulüm ve fakirlik içinde bırakılmıştır. Türk milleti diğer 
milletlerden hür ve mesut yaşamaya daha çok layıktır. (9 ağustos 1906) 

O tarihlerde herkesin kafası karışıktı... 

XX. yüzyıl başında Paris'te İttihatçılar arasında yapılan ideolo- 
jik tartışmalar, yüz yıl içinde bu topraklarda kurulan tüm siyasal 
hareketleri etkileyecekti... 

Bu tarih aynı zamanda, Fransa, İngiltere ve Almanya olmak 
üzere, Batılı devletlerin İttihatçıları kullanmaya dönük eğilimleri 




ile ittihatçıların stratejik ve taktik himaye arayışının örtüşmesin- 
den doğan, karmaşık ilişkilerin hız kazandığı bir tarihti. 

Bu "karmaşık ilişkiler ağını" yazmadan önce, İttihatçı hareketin 
1902'de neden ve nasıl bir bölünme yaşadığını anlamamız gerek- 
mektedir. Bunun için, çok değil birkaç yıl geriye gitmek gerekiyor. 

Damat Mahmud Paşa 

Mahmud Celaleddin Paşa, Sultan Abdülmecid'in kızı, II. Abdül- 
hamid'in kız kardeşi Seniha Sultanla evlenince "damadı şehriya- 
rî" unvanını aldı. Yirmi dört yaşında hem vezir hem de Adliye na- 
zın oldu. 

Fakat gün geldi "enişte" padişah ile "damat" nazır arasına bir 
ihale meselesi girdi. Damat Mahmud Celaleddin Paşa, Bağdat de- 
miryolu ihalesinin İngilizlere verilmesi için kulis yapıp, İngilizlere 
"ihale kesinlikle sizindir" diye söz vermişti. Ama "eniştesinin" stra- 
tejisinden haberi yoktu. II. Abdülhamid ihaleyi Almanlara verdi. 

Bu duruma çok bozulan damat, iki oğlu Sabaheddin ve Lütful- 
lah'ı yanına alarak Saray'ı terk etti. Gidip, Paris'teki İttihatçılara 
katıldı. 

İhalenin İngilizlere verilmesini sağlayamayan Damat Mahmud 
Paşaya kaçışında en büyük yardımı İngilizler yaptı. İngiliz şirketi 
Maymon sahte pasaportlan sağladı. Bu pasaportlara imzayı ise is- 
tihbaratçı kimliğiyle bilinen İngiliz diplomat Lord Salisbury attı! 

II. Abdülhamid, eniştesi Mahmud Paşayı yurda döndürebil- 
mek için araya birçok aracı koydu. Damat "Nuh" diyor "peygam- 
ber" demiyordu. Bir ara, Damat Mahmud Paşa tam İstanbul'a 
dönme karan vermişti ama, gerek İngilizler gerekse oğullan Da- 
mat Mahmud Paşaya tepki gösterip bu karanndan vazgeçirdiler. 

Biliyorlardı ki, Mahmud Paşa'nm İstanbul'dan çok Paris'te bu- 
lunması daha önemliydi. Avrupa devletleri Paris'teki muhalefetin 
kendi kontrollerinde olması için güç mücadelesine girmişlerdi. 

Bu dönüş konusunun mesele yapıldığı o günlerde, Avrupa'ya 
çıktıklannda kendilerine "prens" unvanı veren (aslında "sultanza- 
de" olması gerekir) Damat Mahmud Paşa'nm oğullan Sabaheddin 
ve Lütfullah, İttihat ve Terakki Cemiyeti üyelerine kongre çağnsı 
yaptılar. 

'Osmanlı muhalefetinin ilk kongresi" olarak bilinen toplantı 4-9 
Şubat 1902 tarihleri arasında Paris'te yapıldı. 

İçlerinde Doktor Nâzım'ın da bulunduğu, gerek yurtiçinden ge- 
rekse yurtdışından elliye yakın delege, Fransız milletvekili M. Le- 



74 



fevre Pountalis'in evinde toplandı. 7 

Beş gün boyunca kongre, hayli hararetli tartışmalara tanıklık 
etti. Özellikle Prens Sabaheddin'in genel kurul divan başkanlığı- 
na verdiği önergeler delegeleri birbirine düşürdü. 

Prens Sabaheddin'in karşısında Ahmed Rıza ve Doktor Nâ- 
zım'ın başını çektiği grup vardı. Hangi konuda anlaşamıyorlardı? 

Bu soruya yanıt vermek için, Damat Mahmud Paşanın sosyo- 
lojiye ve politikaya meraklı oğlu Prens Sabaheddin'in idelojik yö- 
nünü birkaç cümleyle anlatmamız gerekiyor: 

Prens Sabaheddin Avrupa'da Le Play okuluna gitti 8 ve okulda 
Edmond Demolins'den çok etkilendi. 

Demolins'e göre iki tip toplum vardı: 

Communautaire (kamucu) toplumlarda kişiler hür teşebbüsten 
yoksundurlar, her şeyi toplumdan, devletten beklerler. 

Particulariste (bireyci) toplumlarda ise kişiler, kendilerine gü- 
venirler, aileden, toplumdan ve devletten beklentileri yoktur. Bu 
kişilerden oluşan toplumlar yaşam kavgasında çok başarılıdır. İn- 
giltere gibi Anglosaksonlar bunun tipik örneğidir. 

Demolins'e göre, Anglosaksonlar kamu yönetiminde ademi - 
merkeziyetçi, kişisel düzeyde ise şahsî teşübbüsçüdür. 

Anglosakson toplumlarını yüceleştiren Prens Sabaheddin, 
üstadı Edmond Demolins'in söylediklerini ve yazdıklarını Os- 
manlı'ya uygulamak istemekteydi. Yani ona göre, II. Abdülha- 
mid'i yıkmak, meşrutiyeti ilan etmek sorunları çözmeyecekti. 
Sistemi değiştirmek gerekmekteydi, öncelikle ademime rkeziye- 
te geçilmeli, ayrıca şahsî teşebbüsün önü açılmalıydı. 

Gelelim tartışmalara: 

Ahmed Rıza-Doktor Nâzım ekibi "federatif sistemin Osman- 
lı'nın bölünme sürecini hızlandıracağını düşünüyordu. 

Bir diğer tartışma noktası "şahsî teşebbüsçülük"tü. Ahmed Rı- 
za, o yıllarda İtalya, Almanya gibi ülkelerde hayli revaçta olan 
"devletçi" (ulusalcı) ekonomiden yanaydı. 

Sonuçta 1902 kongresinde iki görüş uzlaşamadı ve "İttihatçı- 
lar" bölündü. 

Bu arada bazı araştırmacılar, Prens Sabaheddin'in, meşrutiye- 
tin kurulması için yabancı devletlerin veya bir yabancı devletin 
(ki bu İngiltere'ydi) müdahalesinin şart olduğunu ileri sürmesi- 



7. Bu delegelerden biri de Türkiye sosyalist hareketinin öncülerinden Selanikli doktor 
Şefik Hüsnü'ydü (Deymer). 

8. Prens Sabaheddin göremeyecekti ama, aydınlanma karşıtı, geleneksel toplumu, mo- 
dernliöin erkiİDrino karsı knrıımîik irin rAvı'imlor fföt-nr. C-AA 



75 



nin, ayrılık kararında etkin olduğunu ileri sürüyorlar. 

Bazı araştırmacılar ise, yabancı devletlerden yardım isteme ve 
onun müdahalesini talep etme konusunda iki grup arasında fark 
olmayacağını söylüyor. 

İkinci görüş daha sağlıklı gözüküyor. Çünkü Ahmed Rıza-Dok- 
tor Nâzım grubunun yabancı devlet müdahalesini reddetme gibi 
bir tavır içinde olmadıkları apaçık ortada değil midir? Gerek örgüt- 
lenme, gerekse gazete çıkarma gibi konularda hep yabancı devlet 
yardımı alan bu grubun, yabancı devletlerin Kanuni Esasî'nin ilanı 
için yapacakları yardıma "hayır" demeleri akılcı görünmüyor! 

Ama... Yardım istenen yabancı devlet konusunda farklılıklar 
olabilir; İngiltere mi, Fransa mı, yoksa Almanya mı?.. 

Kongredeki bir başka ayrışma nedeni de, kongrenin yapılması 
için Prens Sabaheddin'in İngiltere'nin "örtülü ödeneğinden" para 
almasıydı. Ahmed Rıza, Doktor Nâzım, Yusuf Akçura, 9 Ferid 
(Tek) Bey gibi üyeler, Prens Sabaheddin-îngiltere ilişkisinin bu 
derece yakın olmasından rahatsız olmuşlardı. 

Sonunda İttihatçılar parçalandı. 

Federatif Osmanlı'yı amaçlayan Prens Sabaheddin'in başını 
çektiği grup, "Teşebbüsi Şahsî ve Ademimerkeziyet Cemiyeti" di- 
ye bilinen örgütü kurdu. Genel başkan Prens Sabaheddin, kuru- 
cu ve üyeler ise, Ahmed Fazlı (genel sekreter), İsmail Kemal, Dr. 
Nihad Reşad (Belge r), Dr. Rifat, Miralay Zeki, Dr. Sabri, Hüseyin 
(Tosun), Milaslı asker Murad, şair Hüseyin (Siret) beylerdi. 10 

Ahmed Rıza ile Doktor Nâzım önderliğindeki grup ise, "Os- 
manlı Terakki ve İttihat Cemiyetf ni devam ettirdiler. 

1902 yılında Paris'te bir evde yapılan tartışmalar, uzun yıllar 
Türkiye siyasetine damgasını vuracaktı. 

Bu kongre aynı zamanda kişisel ilişkilerin bir siyasal hareketi 
nasıl kopma noktasına getirdiğinin en güzel örneğidir. Ahmed Rı- 
za ile Prens Sabaheddin arasındaki farklılık salt ideolojik değildi. 
Ahmed Rıza ve Prens Sabaheddin arasında liderlik kavgası vardı. 

Zaten bu kongre, Ahmed Rıza ile Prens Sabaheddin'in yan ya- 
na geldiği ilk ve son kongre oldu. 



" • Yusuf Akçura bir süre sonra, ittihat ve Terakki Cemiyeti'ne üye yazılmaya gittiğin- 
e Osmanlılığa ve Kuran'a inanmadığını söyleyip, yemin etmeyi reddederek örgütle yol- 
larını ayırdı. 

iğer bir not: Kafkasya ve Türkiye'de ün kazanan "Türkçü" Gaspıralı (Gasprinskiy) is- 
mail Bey, Yusuf Akçura'nın eniştesidir! 

• Prens Sabaheddin hareketine daha sonra katılan isimlerden biri de Rahşan Ecevit'in 



76 



Hakkında idam kararı veriliyor 



O tarihlerde Yıldız Sarayının yayınladığı bir tebliğ, Paris'e "bom- 
ba gibi" düştü! 

İstanbul'daki arkadaşları tebliği mektupla Doktor Nâzıma bil- 
dirdiler. 

Doktor Nâzım mektubu açıp okudu, gülümsedi; cebine koyup 
Ahmed Rızanın evinin yolunu tuttu. Ahmed Rıza mektubu oku- 
yunca sinirlendi, "Kafasız Saray, iki baş almakla bu işi halledece- 
ğini sanıyor, bunlar bu kafayla yıkılmayı çoktan hak ediyor" dedi. 

Yıldız Sarayı, Ahmed Rıza ve Doktor Nâzım'ı gıyaplarında yar- 
gılayıp, idama mahkûm etmişti. 

Bu karar Doktor Nâzım hakkında verilen ilk idam kararıydı. 

Ancak son olmayacaktı... 

II. Abdülhamid bu idam kararlarıyla ittihatçıları yıldırmayı 
planlıyordu. 

Ancak karar ters etki yaptı. 

ittihatçılar gazete çıkarıp, bunları gizlice yurda sokup propa- 
ganda yapmakla meşrutiyeti tekrar ilan ettiremeyeceklerini anla- 
mışlardı. Askerî kuvvetlerin de harekete katılması gerekiyordu. 

Bunun için en stratejik yer Selanik'ti. 

İmparatorluğun önemli askerî gücü 3. Ordu'nun merkezi Sela- 
nik'teydi. 

Üstelik II. Abdülhamid İstanbul'daki 1. Ordu'ya kendisine da- 
ha sadık, kapıkulu zihniyetindeki "alaylı" subayları, Selanik'e ise 
Harp Okulu çıkışlı "mektepli" subayları gönderiyordu. Bu neden- 
le Selanik'teki subayların hemen hepsi Harbiye çıkışlıydı ve mev- 
cut düzenden hoşnut değillerdi. 

Paris'teki İttihatçıların Selanik'e gitme isteklerinin altında bir 
başka neden daha vardı: II. Abdülhamid istibdadını yıkmak için 
Osmanlı kentlerinde farklı isimlerle cemiyetler kurulmaya baş- 
lanmıştı. Cemiyetlerin amaçları aynıydı, ancak örgütlerin birbir- 
leriyle ilişkisi yok denecek kadar azdı. Artık hem iç, hem de dış 
faaliyetleri düzenleyerek merkezî bir sisteme bağlamak gereki- 
yordu. 

Bu cemiyetlerin en güçlüsü ve en stratejik öneme haiz yeri Se- 
lanik'ti. 

Paris, Selanik'le ilişki kurmak için bir İttihatçıyı bu kente gön- 
dermeye karar verdi. Ama sorun vardı; bu tehlikeli görevi kim üst- 
lenecekti? 

Doktor Nâzım gönüllü oldu. 



77 



İttihatçılar Doktor Nazım'ın Selanik'e gitmesine karşı çıktılar. 
Çünkü gıyabında idam kararı vardı; yakalandığı an asılacaktı. Üs- 
telik Doktor Nâzım Selanikliydi ve çok rahat tanınabilirdi. 

Doktor Nâzım gitmekte ısrar etti. 

Arkadaşı Midhat Şükrü'ye (Bleda) mektup yazdı. 

Mektubu yazarken biraz tereddütlüydü, çünkü Midhat Şükrü, 
Paris sefiri Münir Paşa'dan affını isteyip, yurda geri dönenler ara- 
sındaydı. 

Şimdi Selanik'te yeni kurduklan "Osmanlı Hürriyet Cemiyeti" 
üyesiydi ama yine de temkinli davranıp davranmamak konusun- 
da ikilemde kaldı. Sonunda çocukluk arkadaşının kendini ele ve- 
remeyeceğini düşünüp mektubu yazdı. 

Yanıt beklediği gibi oldu. Arkadaşı kendini şaşırtmamıştı. 

Paris'teki İttihatçılar gibi Selanik teşkilatı da Doktor Nâzım ko- 
nusunda ihtiyatlıydı. Tanınabilir ve cemiyetin yok olmasına ne- 
den olabilirdi. 

Tartışmalar sonunda karar yine de olumlu çıktı. 

Tek sorun kalmıştı. Hakkında idam kararı bulunan Doktor Nâ- 
zım hangi gizli yollarla Selanik'e getirilecekti? 

Plan yapıldı. 

Selanik o dönemde Bulgar, Sırp ve Rum komitacılarının bulun- 
duğu bir merkezdi. 

İttihatçılar ile bazı Rum komitacıların ilişkisi iyiydi. Bazı komi- 
tacılar da Kanuni Esasî yürürlüğe girdiği takdirde hürriyetlerine 
kavuşacaklarını düşünüyorlardı. Yani bu konuda İttihatçılar ile 
bazı komitacılar arasında ittifak vardı. 

Doktor Nazım'ın yakalanmadan gelmesi için bazı Rum komita- 
cılarla bir araya gelindi, ortak planlar yapıldı. 

Doktor Nâzım, Yunanistan yolu ve Rum komitacıların yardı- 
mıyla Selanik sınırına kadar getirilecekti. 

Doktor Nâzıma şifreli bir mektup yazıldı ve plan ayrıntılarıyla 
anlatıldı. Mektup eline geçer geçmez Doktor Nâzım yola çıktı. 
Marsilya'dan gemiye binip Yunanistan'ın Pire limanında indi. Onu 
Rum komitacılar karşıladı. Ancak aksilikler yüzünden iki ay Ati- 
na'da kaldı. Hatta doktor olduğu ortaya çıkınca, Osmanlı zabitle - 
riyle çıkan çatışmalarda yaralanan bazı Rum komitacıları tedavi 
etti. Doktor Nâzım Atina'da çok sıkılmaya başlamıştı ki, imdadı- 
na okul arkadaşı Serezli Dr. Marko Teodoridis yetişti... 

Doktor Nâzım gencecik bir öğrenciyken çıktığı Selanik'e sahte 
bir kimlikle geri döndü. Tipini de değiştirmişti. Yüz hatlarını ör- 
ten takma sakalı, san saçlannı görünmez kılan sangı, sırtındaki 



78 



işliği ve cüppesi, ayağındaki çarığı, elindeki tespihiyle Parisli 
Doktor Nazım, bir Türk köylüsüne dönüşüvermişti. 

Adı da değişmişti: "Hoca Mehmed Efendi!" 

Doktor Nâzım'ı yeni haliyle yakın arkadaşı Midhat Şükrü bile 
tanıyamadı. 

Doktor Nâzım kendini tanıtınca şaşkınlığını gizleyemedi. 

Midhat Şükrü, arkadaşını Frenk Mahallesinde bir İtalyan'dan 
kiraladığı pansiyona götürdü. Bu "hücre evinde" Selanik'teki ör- 
güt arkadaşlarıyla ilgili ilk bilgileri verdi... 

Talat Efendi 

Hareketin başında posta memuru Mehmed Talat Efendi vardı. 

Edirne Postanesinde çalışırken, yakın dostu İsmail Efendinin 
çıkardığı Şûrayı Ümmet gazetesini okuyarak harekete katılmıştı. 

1896 yılında Edirne'de, ihtilalci bir hareket kurma hazırlığı 
içinde olduğu jurnaliyle tutuklanmış, iki yıl Edirne hapishanesin- 
de yatmıştı. Cezası ardından Selanik'e sürgün edilmişti. 

Selanik'te annesi Hürmüz Hanım ve kız kardeşiyle birlikte ya- 
şıyordu. 

Babası o dokuz yaşmdayken ölmüştü. 

Babası Ahmed Vâsıf Efendi kadılık, müstantiklik (sorgu yar- 
gıçlığı) yapmıştı. 

Bekârdı. Kendisine Fransızca öğreten Edirne'deki Yahudi kızı 
unutamamıştı. Mehmed Talat bu kızla Edirne'deki Alliance İsra- 
elite Üniverselle (Evrensel Musevî Birliği) okulunda tanışmıştı. 
Mehmed Talat bu okulda Türkçe öğretmenliği yapıyordu ve sev- 
gilisi okul müdürü Mösye Lupa'nın kızıydı. 

Talat, aynı zamanda daha önce iki yıl bu okulda yani Alliance 
İsraelite Universelle'de öğrenim görmüştü. (Kâzım Karabekir, İt- 
tihat ve Terakki Cemiyeti [1896-1909], 1993, s. 166) 

Yahudi çocuklanna "Türkçe" öğretmenliği yapan Talat kuşku- 
suz, Ladino'yu (Yahudi İspanyolcası) biliyordu. Zaten bildiğini de 
en yakın arkadaşı Midhat Şükrü anılarında teyit ediyor. 

Cemal Kutay, Talat Paşanın Gurbet Hatıraları adlı üç ciltlik 
eserinde ilginç bir noktaya temas ediyor: Talat Paşa anlatıyor: 



Alliance İsraelite'de her ay İstanbul'dan gelen ve daha sonra ilim 
şöhreti dünyaya yayılan Avram Galante isimli Musevî profesör mek- 
tebin muallimlerini toplar, konferanslar verirdi. Mevzular, kendi ırk- 
larının temel meseleleriydi. Ben, hem ilk sınıflara Türkçe dersi oku- 



79 



tur hem yüksek sınıfların Fransızca derslerine talebe olarak devam 
ederdim. Arkası arkasına mevzuu, bizim Kudüs mutasarrıflığımız 
hudutları içinde kalmış, üç bin senelik Yahudi devleti üzerineydi. 
(1983, c. 1, s. 138) 

Osmanlı ve Türkiye Yahudileri hakkında yaptığı değerli çalış- 
malarıyla tanıdığımız araştırmacı yazar N. Rıfat Bali, Musa'nın 
Evlatları, Cumhuriyet'in Yurttaşları adlı kitabında, Talat Pa- 
şa hakkında, bugüne kadar duymadığım, okumadığım bir bilgi 
veriyor: 

Bu cemiyetin (İTC) önde gelen idarecileri ve kurucuları arasında 
Yahudiler ile Cavid Bey, Talat Bey gibi dönmeler de yer alıyordu. 
(2001, s. 54) 

Selanikli Cavid biliniyordu ama Talat Paşanın "Sabetayist" ol- 
duğu ilk kez bu kadar açık yazılıyordu. 

Mehmed Talat aynı zamanda Bektaşî'ydi... 

Ve masondu... 

O dönemde Selanik'te biri İtalyan Büyük Locasına bağlı "Ma- 
cedonia Risorta" (Dirilen Makedonya), diğeri Fransız Büyük Lo- 
cası'na bağlı "LAvenir de l'Orient" adlı iki loca vardı. 

Talat, "Macedonia Risorta" Locasında "uyanmıştı". Daha son- 
ra Selanik'te Fransız büyük maşrığına bağlı "Veritas Locası" kuru- 
lacak, orada da yer alacaktı. 

Mehmed Talat, sürgüne geldiği Selanik'te hiçbir iş yapmıyor- 
du; tek yaptığı her sabah karakola gidip "ispatı vücut" için imza 
atmaktı. Sonra posta idaresinde çalışmaya başladı. 

O esnada posta idaresi başkâtibi Rifat Bey vefat etti. "Talat Efen- 
di" başkâtipliğe tayin edildi, "Talat Bey" oldu. (Mustafa Turan, Bir 
Generalin 31 Mart Anıları, 2003, s. 46) 

Bu arada ihtilalci bir örgüt olan "Osmanlı Hürriyet Cemiyetf ni 
kurmaktan da geri durmadı. 



Gizli ihtilal örgütünün ilk isimleri 

Edirneli Mehmed Talat ve Selanikli Midhat Şükrü'den başka 
b u gizli ihtilalci örgütte kimler vardı... 

Yüzbaşı İsmail Canbıılad, Yüzbaşı Ömer Naci, askerî rüştiye 



80 



müdürü ve Melamî tarikatının önde gelen isimlerinden Bursalı 
Mehmed Tahir Efendi," askerî rüştiyede Fransızca öğretmeni 
Yüzbaşı Naki (Yücekök) Bey, 12 Yüzbaşı Edib Servet (Tor), i 3 
Hakkı Baha Bey, Yüzbaşı Kâzım Namî (Duru) 14 Feyziye Mektep- 
leri Müdürü Selanikli Cavid, 15 Selanik'in tüccarlıklanyla ünlü İs- 
fendiyar ailesinden Rahmi harekete katılan ilk isimlerdendi. 

Selanikli Rahmi, cemiyetin programını da ilk kaleme alan ki- 
şiydi. "Döner" başkanlık sistemi onun önerişiydi. Bu programda 
cemiyetin ilk adı "Hilal"di. 

Doktor Nâzım, hemşerisi Rahminin adını duyunca belli etme- 
di ama çok bozuldu. 

Selanikli Rahmi, Yunan Savaşı (1897) sırasında İL Abdülha- 
mid'e suikast düzenleme iddiasıyla yakalanıp İstanbul'da Divanı 
Harp'te yargılanmış, şerbet bırakılınca yurtdışına kaçmıştı. 

Paris'te üç yıl kalan Selanikli Rahmi, II. Abdülhamid'in affına 
sığınıp yurda dönenler arasındaydı. 

Doktor Nâzım dönenler arasında en çok Mizancı Murad ve 
hemşehrisi Rahmi'ye ağız dolusu küfretmişti. 

Onlara hep "satılmışlar" gözüyle bakıyordu. 

Ve şimdi Selanik'te Rahmi'yle birlikte çalışacaktı. 

Gerçi Rahminin, kendisinin Selanik'e gelmesi için elinden ge- 
leni yaptığını öğrenince kızgınlığı yatışmıştı ama, yine de kendini 
ona yakın hissetmiyordu. 

İşin bir ilginç yanı da, Selanikli Rahmi'nin Yıldız Sarayı'nm 
güvenini kazanmış olmasıydı. Yıldız Sarayı'na Rumlar aleyhin- 
de sürekli jurnal yazıyordu ! Zamanla cemiyet, bu jurnalleri 
kendi çıkarı için kullanıp, II. Abdülhamid'i aldatmak yoluna gi- 
decekti... 



1 1. Bursalı Mehmed Tahir Efendi'nin torunu Ahmet Haluk Şaman 1950-1960 yılları ara- 
sında DP milletvekilliği, Devlet bakanlığı, Çalışma bakanlığı, Turizm ve Tanıtma bakan- 
lığı yaptı. 27 Mayıs 1960 askerî müdahalesinden sonra tutuklanıp Yassıada'da yargılan- 
dı. On yıl hapis cezası aldı. Yapı Kredi Bankası genel müdürüyken milletvekili olan Ha- 
luk Şaman, Celal Bayar'a yakınlığıyla tanınıyordu. 

12. Naki Yücekök üçüncü-beşinci dönemler arasında CHP milletvekilliği yaptı. 

13. Ikinci-sekizinci dönemler arasında CHP milletvekilliği yaptı. Kardeşi, yazar Ahmed 
Nedim Servet Tör'ün oğlu Vedat Nedim Tör Türkiye Komünist Partisi Merkez Komi- 
tesi üyesiydi. Bursalı Tahir Efendi'nin torunu Haluk Şaman'ın Yapı Kredi Bankası genel 
müdürlüğü yaptığı dönemde Vedat Nedim Tör de aynı bankanın Kültür ve Sanat mü- 
şaviriydi, istanbul Galatasaray'daki Yapı Kredi Bankası binasının içinde Vedat Nedim 
Tör'ün adını taşıyan bir sergi salonu vardır. 

14. Beşinci ve altıncı dönem CHP miletvekilliği yaptı. Hatıralarını üç ayrı kitapta topla- 
yan Kâzım NamîDuru, Ziya Gökalp'in biyografisini de kaleme almıştır. 

İG Caviri Rpv'in nölı ı TıirL-rp iivprinp v371Hıöı L-ir"nrrl" rcınıntin flcmîn Cisr YsIrın'Hır 



Midhat Şükrü, "hücre evinde" Doktor Nâzıma bilgi vermeyi 
sürdürdü: 

Selanik'teki ihtilalciler, dikkat çekmemek için Beşçmar Kahve - 
hanesi'nin bahçesinde, Yonyo'nun birahanesinde ya da mason lo- 
calarında buluşuyorlardı. Örgüt yapısını ve yaygınlaşma strateji- 
lerini hep bu mekânlarda konuşmuşlardı. 

Ve günü gelince Midhat Şükrü'nün evinde Osmanlı Hürriyet 
Cemiyetini kurmuşlardı. 

1 numaralı üye Tahir, 2 numaralı Naki, 3 numaralı Talat, 4 nu- 
maralı kendisiydi. 

Heyeti âliyeye İsmail Canbulad, Selanikli Rahmi ve Edirneli 
Talat seçilmişti. 

Örgütün hesap işleriyle kendisi ilgileniyordu. 

Cemiyet tıpkı İttihadı Osmanî gibi hücrelerden oluşuyordu. 
Hücreye dahil kişilerin dışında hiç kimse birbirini tanımıyordu. 

Üye kaydı farklıydı. Kuruculardan biri, üye yapmak istediği ki- 
şi hakkındaki bilgileri merkeze verip kararı bekliyordu. Merkez 
bilgileri inceliyor ve olumlu karar alırsa yemin töreninin yeri ve 
saatini belirliyordu. Yemin töreninde adaya bir kişi kılavuzluk 
ediyor, tespit edilen yere yaklaşılınca adayın gözlerim bezle ka- 
patıyor, gideceği yeri bilmemesi için adayı biraz dolaştırıyordu. 
Eve gelindiğinde, kapıya iki kez vuruluyor, "Hilal" parolasını du- 
yan görevli kapıyı açıyordu. 

Adayın gözü hâlâ kapalı durumdayken, cemiyete girmekte ka- 
rarlı olup olmadığı soruluyordu. "Evet" cevabının ardından tören 
başlıyordu. 

Aday masanın karşısında bulunan iskemleye oturtuluyordu. 
Sağ elini Kuranı Kerim' in üzerine, sol elini de tabancanın üzerine 
koyup yemin ettiriliyordu. 

Yemin töreninin adından adayın gözü açılıyordu. Ama yine de 
karşısındakini görmesi zordu. Çünkü masanın diğer tarafında, 
kırmızı pelerinli, yalnızca gözleri görünen siyah maskeli üç ada- 
mı görüyordu. 

Yemin töreninden ve gözleri açıldıktan sonra aday cemiyete üye 
kabul edilmiş oluyordu. Cemiyete girmek zahmetli, çıkmak ise zor- 
du. Çıkmak isteyenler ve kurallara uymayanların sonu ölümdü... 

örgüt üyeleri birbirlerine "kardeş" diye hitap ediyorlardı !.. 

Midhat Şükrü, Selanik'in merkez olduğunu, Yüzbaşı Enver, 
Yüzbaşı Resneli Niyazi, Yüzbaşı Kâzım (Karabekir), Binbaşı Sü- 
leyman Askerî, Binbaşı Sadık ve Binbaşı Hüseyin tarafından Ma- 
"astır'da şubeleri olduğunu açıkladı. 



82 



Arap çöllerinde, Makedonya dağlannda aç susuz isyan bastı- 
ran; aylarca maaş alamayan; Saray'da kulluk edenlerin çocukları 
padişah tarafından bir günde binbaşı, yarbay hatta paşa yapılır- 
ken, terfileri yıllar alan; öğrenimleri boyunca II. Abdülhamid'in 
vesveseleri yüzünden silahlı eğitim yapamadıkları için, tayin ol- 
dukları bölgelerdeki isyanları bastırırken oluk oluk kan kaybe- 
den Harbiydi idealist genç subaylar, vatanı kurtarmak için akın 
akın İttihatçılara katılıyorlardı. 

Keza bölgede esen "milliyetçilik rüzgârının" bu subaylan etki- 
lememesi imkânsızdı. 

Selanik'teki örgütün askerî gücünün olması Doktor Nâzım'ı 
çok sevindirdi. 

Ama öğrendiği bir bilgi onu şaşırttı. 

Cemiyetin ayrıca bir de, "kutsal amaç uğruna" hayatlarını feda 
etmeye hazır gönüllülerden oluşan "Fedailer Grubu" vardı. 

Doktor Nâzım arkadaşı Midhat Şükrü'yü dinledikçe anladı ki, 
Selanik ile Paris'in amaçları aynıydı, ama bu amaca ulaşmak için 
gittikleri yol farklıydı. 

Doktor Nâzım, "pozitivist" Ahmed Rıza'nm etkisiyle ihtilalcili- 
ği reddediyor, ilerlemenin ancak düzen içinde gerçekleşebilece- 
ğine inanıyordu. Yani ihtilalci fikirlere hep mesafeliydi. Ama Se- 
lanik'teküer başta Talat olmak üzere silahlıydı. Örgüte askerî 
kavramlar hâkimdi. 

Selanik, Makedonya'daki Yunan, Bulgar, Sırp komitacılardan 
etkilenmişti; ihtilal hazırlığı içindeydi. 

Doktor Nâzım Selanik'teki örgüt hakkında brifing aldıktan 
sonra "ihtilal merkezinin" kadrolanyla tanıştı. 

Özellikle Talat'a özel bir yakınlık duydu. 

Selanikli Rahminin yüzünde dönüşün pişmanlığını gördüğü 
için konuyu hiç açmadı. Elini uzatıp tokalaştı. 



Yahudiler, Sabetayistler ve masonlar 



Selanik'teki örgütün temelini Sabetayistler ve Yahudiler oluş- 
turuyordu. Özellikle Balkanlarda yayılan milliyetçi hava karşı- 
sında Osmanlı Devletini bir güvence olarak gören Selanik Yahu- 
dileri ve Sabetayistler harekete hem fikri hem de maddî destek 
veriyorlardı... 

Bir de masonlar vardı. 

İttihatçı kadrolar mı masondu, yoksa masonlar mı İttihatçıydı 
hâlâ tartışılan bir konudur! 



83 



Masonluk, Osmanlı'ya İngiltere'den gelmişti. 

İngiltere Büyük Locasının ilk üstadı âzamlarından Lord Mon- 
gu n690-1749) İngiliz masonluğunun kuruluşunda büyük rol 
oynamıştı. Lord Montagu, 1716-1718 yıllan arasında İngiltere'nin 
İstanbul büyükelçisiydi. 

Eh, gelmişken İstanbul münevverlerini de masonlukla tanıştı- 

nverdi!.. 

Osmanlı'daki ilk localarda yabancılar ağırlıktaydı. 

İlk bilenen mason, Tophane nazırlığı, Paris büyükelçiliği görev- 
lerinde bulunan Sadrazam Yirmisekiz Çelebizade Mehmed Said 
Paşaydı. 

Türkiye'de masonlar konusunda en iyi araştırmalardan birini 
gazeteci-yazar İlhami Soysal yapmıştır. Dünyada ve Türkiye'de 
Masonlar ve Masonluk adlı çalışmasında, Yirmisekiz Çelebizade 
Mehmed Said Paşa'mn babasının devşirme olduğunu yazıyor. 
(1978, s. 169) 

Osmanlı'ya ilk matbaayı getiren (1727) "Macar dönmesi" İbra- 
him Müteferrika ve Osmanlı'da ilk Mühendishanei Berrîi Hüma- 
yun'u kuran "Fransız dönmesi" Humbaracı Ahmed Paşa da (Kont 
Bonneval) ilk masonlardandı. 

Soru: iki "dönme" İbrahim Müteferrika ile Humbaracı Ahmed 
Paşa'nm mezarlarının Galata Mevlevîhanesi'nde olması ile ilk ku- 
rulan locanın Galata'da olması arasında bir ilişki var mıdır? Çe- 
kinmeden soralım: yani Mevleviler ile masonlar (veya "dönme- 
ler") nasıl bir ilişki içindeydi? Bu kitapta bu soruyla sık sık kar- 
şılaşacağız... 

Fazla ayrıntıya girmeden bir ilişkiyi daha yazıp "ilk masonlar" 
bölümünü kapatayım: Osmanlı'ya ilk matbaayı kimin getirdiğini 
biliyoruz: mason İbrahim Müteferrika. Peki hangi sadrazam dö- 
neminde getirildiğini biliyor musunuz: ilk mason Yirmisekiz Çele- 
bizade Mehmed Said Paşanın sadrazamlığında! 

Aristoteles mantığı": o halde ilk matbaayı Osmanlı'ya getirenler 
bu işi Galata'daM mason locasında görüşüp karara bağlamışlardı! 

Din düşmanlığı yaptığı, devlet içinde devlet kurmaya çalıştığı 
iddialarıyla, başta Papa XII. Clemens olmak üzere, Fransa hükü- 
meti ve Hollanda hükümeti masonlara savaş açıp, locaları kapa- 
nca; 1748'de Osmanlı da daha "emekleme dönemindeki" mason- 
d u yasakladı. 

Ancak masonluk, III. Selim (1789-1807) döneminde yeniden orta- 

Çiktı; 1839'dan sonra ise yaygınlaştı. Çoğu yazar bu büyümenin 
edenini Kırım Savaşına bağlasa da, bizce asıl neden 1838 Ticaret 



84 



Antlaşmasından sonra hızla Osmanlı'ya gelen yabancı tüccarlardır! 

Her ne kadar mason localarında, din, dil, ırk ayrımı yapılmadı- 
ğı ve masonların idealist olduğu söylense de, İngiltere ile Fransa 
arasındaki rekabet mason localarını etkiledi. İngilizler ve Fran- 
sızlar dünya üzerinde ayrı ayn localar örgütlediler. Bunlara za- 
manla İtalyan, Alman, Yunan, Ermeni ve son olarak Müslüman- 
Türk locası eklenecekti... 

Gerek Sabetayistler, gerekse Yeniçeri Ocağı'nm kaldırılmasın- 
dan (1826) sonra sürekli horlanan, etkinliklerini gizli olarak sür- 
düren Bektaşîler, masonluğa sıcak baktılar. İdeolojik yakınlık 
buldular: masonların liberal, irtica karşıtı ve antikonformist (var 
olan düzene karşıt) olmaları onları localara çekti. 

Üstelik mason törenleriyle bu iki grubun dinsel ritüelleri ara- 
sında fazlaca benzerlikler vardı. 

Ama en çekici yanı gizliliğin esas olmasıydı. 

Bu bilgiler ışığında dönelim Selanik'e... 

Sabetayistlerin nüfus olarak en yoğun bulunduğu Selanik'te 
masonluğun hızla gelişmesi kaçınılmazdı. 

Masonluğun sektiler (laik) karakteri, "din, mezhep, ırk, dil farkı 
gözetmeksizin insanların kardeşliği için çalışmak" şeklinde gösteri- 
len amaçları, Osmanlı toplumunda "farklı yapıya sahip dönmeler 
için de, "yeni kimlik" düzeninde "kabul ve itibar bulmaları" için sarı- 
lacak bir dal olmuş, bu sebepten dönmeler mason localarında toplan- 
mıştır. (Süleyman Kocabaş, Jön Türkler Nerede Yanıldı, 2003, s. 37) 

Sabetayistlerin mason localarına girmelerinde hiç de şaşılacak 
bir durum yoktu. Aslına baktığınızda, masonluk giderek etkisini yi- 
tiren dinsel kurumların "alternatifi" olarak doğmamış mıydı ? 

Bu "yeni din", artık "laik okullarda" yetişen ve Mesih inancını 
reddeden yeni kuşak Sabetayistlerin manevî boşluğunun gideril- 
mesine yardımcı olmaktaydı. 

Selanik'teki İttihatçıları masonlarla tanıştıran kişi, İtalyan hi- 
mayesi altındaki "Macedonia Risorta" Locasının üstadı âzami, 
Yahudi avukat Emmanuel Karasu'ydu. 16 

Emmanuel Karasu zaten İtalyan vatandaşıydı! Selanik'teki İtti- 
hatçılara, mason locasında toplanma önerisini getiren isim de oydu. 

Talat, Midhat Şükrü, Rahmi, İsmail Canbulad ve Cemal (Paşa) 
bu locaya bağlıydı. 



16. Emmanuel Karasu, Şişli Terakki Lisesi ve İ.Ü. Edebiyat Fakültesi mezunu, 1962- 



85 



Bir diğer İtalyan "Labor et Lux" (Emel ve İşık) Locasının da İt- 
tihatçılara büyük yardımları olmuştu. 

Ama İtalyan mason localarına kayıtlı olmayan İttihatçılar da 
vardı. Feyziye Mektepleri Müdürü Cavid, İspanya maşrığına bağ- 
lı "Constitution" Locasının üstadıydı. 

Soru: üç gruba ayrılan Sabetayistlerin her biri bir başka locaya 
mı bağlıydı? 

Diğerleri konusunda spekülasyon vardır, ama Selanikli Cavid'in 
Karakaşî olduğu bilinen gerçektir. Bir olgunun daha altını çizmek 
istiyorum: Selanik'teki ilk örgütlenme çalışmalarında Cavid yok- 
tur. Çok sonraları katılmıştır. Buradan şu sonucu çıkarabilir miyiz: 
Karakaşîler, Yakubî ve çok fazla sayıda Kapanî'nin içinde bulundu- 
ğu İttihatçılara katılıp katılmama konusunda zorlanmışlardır! 

Talat 3, Midhat Şükrü 4 numaralı üye iken, Selanikli Karakaşî- 
lerin önderlerinden Cavid 154'üncü üyedir! 

Yakubîler, Kapanîler ve Karakaşîler; üç gruba ayrılmış Sabeta- 
yistler, tarihlerinde ilk kez bir "çatı altında", İttihat ve Terakki Ce- 
miyeti'nde bir araya geldiler! 

Peki Doktor Nâzım mason muydu ? 

Dr. Rıza Tevfık, Jön Türkler ve 1908 İhtilali kitabının yazarı 
E. Edmondson Ramsaur'a gönderdiği 16 mayıs 1941 tarihli mek- 
tubunda, "Ahmed Rıza ve Doktor Selanikli Nâzım'ın hiçbir zaman 
mason olmadıklarını kesin olarak söyleyebiliriz" diye yazmakta- 
dır. (1972, s. 127) 

Gazeteci İlhami Soysal geniş kapsamlı kitabında, Doktor Nâ- 
zım'ın adını İttihatçı masonlar listesinde göstermektedir. (Dün- 
yada ve Türkiye'de Masonlar ve Masonluk, 1978, s. 380) 

Celal Bayar ise Ben de Yazdım adlı kitabında tanık olduğu bir 
olayı aktarıyor: 

Bir gün Doktor Nâzım Bey'le bu konuda konuşurken kendisine be- 
nim, mason olmaklığım için karşılaştığım ısrarlı teklifleri kabul etme- 
diğimi anlattım. "Sen ne dersin ?" manasında yüzüne baktım. Cevap 
verdi: "Parti içinde memlekete hizmet etmek, sizi tatmin etmiyor mu? 
Ben görüyorum ki ediyor. O halde mason olmaya ne lüzum vardır" de- 
di- (1966, s. 429)17 



kür K ea ' a » ar « azmı >'°" ıma kendisine kimin masonluk teklif ettiğini Necip Fazıl Kısa- 
- e anlatıyor: "Gençliğimde ve ittihat ve Terakkiye intisabım sıralarında Halide Edib 
fj K'™" bab * sı Ed,b Bey (""S 1 "" dönmelerden [N.F.K.]) bana mason olmayı teklif et- 
Gö er T slne<D ''§''neyim ve tetkik edeyim' cevabını verdim." (N. F. Kısakürek, Benim 
7lm , e Menderes, 1970, s. 25 I -252) "işte Celal Bayar, bundan sonra gidip Doktor Nâ- 
'"" a soruyor ve mason olmuyor!" 



86 



Doktor Nâzım masondu veya değildi ama ittihatçıların gizli 
toplantıları için mason localarına gitmekteydi. Ama bir gün loca- 
da değil ama locaya giderken yolda hiç beklemediği bir olay gel- 
di başına... 

Dr. Toledo Efendi 

Selanik'te "Hoca Mehmed Efendi" adıyla dolaşan Doktor Nâ- 
zım bir gün yolda çocukluk arkadaşı Yahudi doktor Toledo'yla 
karşılaştı. 18 

Dr. Toledo Efendi çok iyi bildiği bu yüzü tüm değişikliklere 
rağmen tanıdı. Kıyafetlerinin değişikliğinin nedenini anlamadan 
ve onu ne denli zor durumda bırakacağını düşünmeden kollarını 
açarak, "Nâzım" diye seslendi. 

Doktor Nâzım soğukkanlılığını korudu, hiçbir şey olmamış, 
kendisine seslenilmemiş gibi köşeden döndü ve gözden kayboldu. 

Olanlara hiçbir anlam veremeyen Dr. Toledo, Doktor Nâzım'ı 
gördüğünden emindi. 

Gittiği Refik Hıfzı Efendinin evinde, ona Nâzım'ı gördüğünü 
söyledi ve tuhaf kıyafetini anlattı. 

Refik Hıfzı Efendi çok şaşırdı. Doktor Nâzım hakkında idam 
kararı verildiğini biliyordu ama kente gelişinden habersizdi. He- 
men yeğeni Rahmi'nin yanına gitti. Rahmi ise sakin bir tavırla, 
dayısına, Doktor Nâzım'ın Paris'te olduğunu söyledi. 

Dayısı ikna olmuştu ama Rahmi hemen soluk soluğa, Midhat 
Şükrü ve Talat'ın yanına gitti. Olayı anlattı. Talat çok sinirlendi. 
Hemen Dr. Toledo'nun evine gitti. Doktor Nâzım'ı görüp görme- 
diğini sordu. Dr. Toledo, Doktor Nâzım'ı Beyaz Kule civannda 
gördüğünü, hoca kıyafeti giymiş olduğunu, şemsiye yardımıyla 
da yüzünü kapattığını ayrıntılarıyla anlattı. 

Talat bu sözler üzerine belindeki tabancasını çıkararak Doktor 
Toledo 'ya çevirdi. Öfkeli bir ses tonuyla, Doktor Nâzım'ı gördü- 
ğünü unutmasının kendi sağlığı açısından iyi olacağını söyledi. 

Dr. Toledo mesajı almıştı... 

Doktor Nâzım'dan şüphelenen sadece Dr. Toledo değildi. 
Midhat Şükrü, Doktor Nâzım'ın çamaşırlarını yıkaması için 
evine getiriyordu. 



18. Toledo, 1492'den önce Yahudilerin yoğun olarak bulunduğu ispanya'daki yerleşim 
yerlerinden biriydi. Toledo'dan göç eden Yahudiler yıllar geçse de "Toledo"yu unutma- 
dılar. Kimi soyadı olarak seçti. Türkiye'de on yıl boyunca israil'in kültür ataşeliğini ya- 



87 



Eşi Hatice (Bleda) kenarlarına harf işlenmiş pahalı mendiller- 

şüphelendi. Kıyafeti tam bir köylü olan "Hoca Mehmed Efen- 

i" nasıl oluyor da böyle mendiller kullanıyordu? 

Eşi Hatice'yi ikna etmek Midhat Şükrü'ye düştü. Uydurduğu 

küçük bir hikâyeyle, "Hoca Mehmed Efendi'ye mendilleri zengin 

dostunun hediye ettiğini söyledi. Hatice Hanımefendi, inandı 

mı bilinmez, ama Doktor Nâzım Paris'ten aldığı o mendilleri bir 

daha hiç kullanmadı. 



Birleşme: 27 eylül 1907 



O günlerde asıl sorun parçalı bir görünüm arz eden İttihatçıla- 
rı bir ad altında birleştirmekti. 

Selanik'tekiler kurdukları "Osmanlı Hürriyet Cemiyeti" adını 
değiştirmeye pek taraftar değillerdi. Aslında bu birleşmeye Pa- 
ris'teki Ahmed Rıza da razı değildi. Yazdığımız gibi bunun nedeni, 
Selanik örgütünün ihtilalci olmasıydı; kendisi silahlı mücadeleye 
soğuk bakıyordu. Ama birleşmeye boyun eğmek zorunda kaldı. 

Selanik'te bir hafta süren tartışmalar yaşandı; Doktor Nâzım 
karışıklığı önlemek için yurtiçindeki ve yurtdışındaki örgütlerin 
aynı isimle, aynı çatı altında olması gerektiğine Selanik'teki kad- 
roları ikna etti. 

27 eylül 1907 günü Paris ile Selanik örgütleri birleşti. 

Paris'te haricî, Selanik'te dahilî olmak üzere cemiyetin iki mer- 
kezi olacaktı. Amaçlan, ırk, din, dil, cins aynmı yapmadan mille- 
ti, içinde bulunduğu zulüm ve esaretten kurtarmaktı. 

Paris ve Selanik örgütlerine Osmanlı'nın diğer hürriyetçi kad- 
roları da katıldı. Bunlardan biri de Yüzbaşı Mustafa Kemal'in kur- 
duğu "Vatan ve Hürriyet Cemiyetfydi. 



Mustafa Kemal 

11 ocak 1905 tarihinde Harp Akademisini kurmay yüzbaşı ola- 
rak bitiren Mustafa Kemal, 19 ihtilalci düşüncelerini korkusuzca 



stafa Kemal'in özgürlükçü düşünceyle tanışmasında Namık Kemal'in apayrı birye- 

"n* " ana stır Askerî idadîsi'ndeki matematik öğretmeni Yüzbaşı Mustafa Efendi'nin, 

ğm""" adın Mustafa. Benim de öyle. Bu böyle olmayacak, arada bir fark bulunma- 

mdan' on "" nln adın 'Mustafa Kemal' olsun" dediğini hepimiz biliriz. Ancak benim 

ayı iğim nokta, Yüzbaşı Mustafa, öğrenci Mustafa'ya "Kemal" adını, öğrencisinin yaşın- 

olgun göstermesi nedeniyle verdiği iddialarıdır. O dönemde tüm Osmanlı aydınlarını 

n Namık Kemal'den dolayı bu adın verilmesi akla daha yakındır. Başta Selanik ve 

astır olmak üzere Makedonya hürriyet fikirlerinin o yıllarda doğduğu yerlerdi. Peki 



sağda solda söyleyince soluğu İstanbul'un ünlü gözaltı yeri Beki- 
rağa Bölüğünde almıştı. 

Günlerce süren sorgulamasının ardından şansı yardım etmiş, 
sadece sürgün cezasına çarptırılmıştı. Sürgün yeri Şam'dı. 

Ama sürgün onu yıldırmadı; gittiği Şam'da 5. Ordu'ya bağlı Sü- 
vari Alayında, başta tıbbiyeli Mustafa (Cantekin) olmak üzere di- 
ğer sürgünlerle birlikte, "Vatan ve Hürriyet Cemiyeti'ni kurdu. 

Cemiyetin lideri kendisiydi. 

İhtilalin merkezinin Selanik olduğunu öğrenen Mustafa Kemal 
gizli yollardan doğduğu şehre gitmeye karar verdi. Zaten okul ar- 
kadaşı Ali Fethi de (Okyar) Selanik'e gelmesini isteyen mektup- 
lar yazıyordu. 

Kaçak gittiği Selanik'te, Ömer Naci, Mustafa Necib, Hüsrev Sa- 
mi (Gerede), Salih (Bozok), Nuri (Conker), Ali Fethi (Okyar) ve 
Rumeli gazetesinin başyazarı Yunus Nadi (Abalıoğlu) beyler gibi 
arkadaşlarıyla buluştu. 

Mustafa Kemal bu arkadaşlarıyla yaptığı gizli toplantılarda 
kendi örgütü "Vatan ve Hürriyet Cemiyeti"nden bahsetti. 20 

Yıldız Sarayının mimlediği Yüzbaşı Mustafa Kemal'in gizli yol- 
lardan Selanik'e gelmesinden bazı arkadaşları rahatsız oldu. Bili- 
yorlardı ki, öğrenildiği an arkadaşlarının durumu hiç de iç açıcı 
olmayacaktı. 

Mustafa Kemal geldiği yollardan Şam'a döndü. 

Ama aklı ihtilal ateşinin yandığı Selanik'teydi. 

Çok geçmedi. Arkadaşları sayesinde 13 ekim 1907'de tayinini 
doğduğu bu kente çıkarttı; 3. Ordu'ya atandı. 

Tayini çıkaranların bir düşüncesi daha vardı: 

İttihatçılar, Mustafa Kemal'in "Vatan ve Hürriyet Cemiye - 
ti"nden haberdardılar. Çok başlılığa son vermek amacıyla, Musta- 
fa Kemal'in kafasına ihtilal düşüncesini daha Harbiye'deyken so- 
kan okul arkadaşı Ömer Naci'yi, Mustafa Kemal'le görüşmesi için 
görevlendirdiler. 

Mustafa Kemal çekincelerine rağmen ihtilal örgütünün bir ça- 
tı altında olmasını kabul edip, İttihatçılara katıldı. 



20. Göbek adının "Osman" olduğunu söyleyen gazeteci Cengiz Çandar anlatıyor: "De- 
dem, yedi kuşak Selanikli olan Hakkı Sayar — evdeki adı Mehmed'dir- ittihat ve Terakki 
kursuyla Budapeşte'de şimendifer mühendisliği okur. Mehmed Hakkı, Mustafa Kemal'i 
Selanik'ten tanımaktadır. Selanik'te tekkede toplanırlar, dedem de onlara çay-kahve ser- 
visi yapardı." (A. Cemal Kalyoncu, Derin Gazeteciler, 2002, s. 17) 
ittihatçıların gizli toplantılarına Osmanlı kimliğine haiz her dil, din ve milletten Selanik- 
li'nin katıldığını yine Cengiz Çandar'ın sözlerinden anlayabiliriz: "Ben kendimi esasen Ru- 
melili sayarım. Anne tarafım Selanikli, muhtemelen dönme. (...) Dedem bana Sabetay Se- 



89 



Tıpkı Paris'teki kadrolarda olduğu gibi Selanik'teki İttihatçıla- 
rı da belirli bir dünya görüşü yoktu. Hareketin tek isteği monar- 
şi rejimini yıkıp meşrutiyeti ilan etmekti. 

İttihatçıların ideolojik yönünü göstermesi açısından önemlidir: 

O tarihte İttihatçılara katılan bir isim daha vardı: 

Türkiye'nin ileri yıllarda "Saidi Nursî" olarak tanıyacağı Saidi 

Kürdî! 

Manyasîzade Refik Efendi aracılığıyla ittihatçılarla tanışmıştı. 

Kıyafeti hayli ilginçti ve herkesin dikkatini çekiyordu; kaplan 
postuna benzeyen bir kürkü, başında Buhara kalpağı, göğsünden 
beline doğru inen gümüş savatlı kemerde süslü bir Diyarbakır ka- 
ması vardı. 

Görüşlerinden önce kıyafetiyle Selanik'te kısa zamanda tanın- 
dı. Sıkı İttihatçı olan Saidi Nursî, o büyük gün geldiğinde, yani 
hürriyetin ilanında Selanik'in "Hürriyet Meydanı'nda din adamı 
olarak ilk konuşmayı yapan kişi olacaktı. 

İttihatçı kadrolara baktığımızda, hareketin fikir ve ideoloji mü- 
cadelesi yapmadığını görmekteyiz. 



Dünyada neler oluyor 

Osmanlı aydını düşünsel kısırlık içinde yaşarken, hemen yanı 
başındaki Rusya'da, çarlığa karşı mücadele veren aydınlar, cum- 
huriyet, demokrasi, sosyalizm gibi kavramları tartışıp, bunları ha- 
yata geçirme mücadelesi veriyorlardı. 

1905 İhtilali kanlı bastırılmıştı, ama Rusya'da yeni bir siyasal 
sistemin doğuşunun habercisiydi bu hareket... 

Ancak İttihatçılar dünya dengelerini değiştirecek bu olaya da 
kayıtsızdı. 

Onlar bir emirle, Kanuni Esası ilan edildiği an Osmanlı'nın öz- 
gürleşeceğine, toprak kaybetmeyeceğine ve zenginleşeceğine 
inanıyorlardı... 

Hemen yanı başındaki İran kendi "Kanuni Esasf sini ilan edip 
meşrutiyeti hayata geçirmişti. Ama sorunları bitmemiş, artmıştı, 
iran'da iç savaş sürüyordu. 

İttihatçılar, ne Rusya ne de İran örneğini analiz edecek biriki- 

P sahip değillerdi. Gözlerini kulaklarını dünyaya kapatmışlardı 
sanki... 

Ne yazık ki Osmanlı yönetimi de, sorunlarını çözecek birikime 

nıp değildi. Dönemin padişahı II. Abdülhamid zorba bir rejim- 

P«veli muazzama arasındaki rekabetten yararlanıp Osmanlı'yı 



90 



ayakta tutmaya çalışıyordu. 

Soruna ilişkin çözüm yollarını tıkamıştı. 

Makedonya'da, Bulgar, Sırp, Yunan, Arnavut, Ulah isyanları dur- 
muyor, çatışmaların ardı arkası kesilmiyordu. Yıldız Sarayı'nın so- 
runa tek çözümü, ayaklanan dinsel, milliyetçi, sosyalist hareketle- 
rin birbirine karşı düşmanlıklarını artırmaktan ibaretti. 

Batının hesabı ise başkaydı: Paris ve Berlin antlaşmalarıyla Os- 
manlı'nın içişlerine karışma yetkisi alan "düveli muazzama" nın 
jandarmaları, güvenliği sağlamak şöyle dursun, olayları sadece 
seyrediyorlardı. 

Sokakta, dağda çatışmaları izleyen, şehir merkezlerinde patla- 
yan bombaları seyreden Avrupa ülkelerinin, Makedonya'ya "mü- 
dahalesi" an meselesiydi. 

Oynanan oyun hep aynıydı; önce isyan, ardından "insan hakla- 
rı ihlallerine" dayanarak içişlerine müdahale, sonra asker gön- 
derme, arkasından idarî yapıda değişiklik ("bir Müslüman bir Hı- 
ristiyan vali" gibi) ve en sonunda da özeriklik ve nihayetinde de 
bağımsızlık... 

"Düveli muazzama" stratejisini Makedonya'da hayata geçiri- 
yordu. II. Abdülhamid için zor günler yaklaşmaktaydı. 

"Hoca Mehmed Efendi" müstear adlı Doktor Nâzım da zor an- 
lar yaşamıyor değildi... 

Bir gün hastalandı. Kendine enjeksiyon yaparken iğne vücu- 
dunda kırıldı. Bir doktor çağırdılar. Gelen doktor tüm uğraşlanna 
rağmen iğnenin ucunu bir türlü bulamadı. Doktor Nâzım'ın canı 
yanıyordu. "Bir de doktor olacak" diye içinden söylenmeye başla- 
dı. Gittikçe sinirleniyordu ve daha fazla dayanamadı; doktora iğ- 
nenin ucunu, neşteri önce paralel sonra dik bir şekilde tarayarak 
bulabileceğini söyledi. Bu sözler doktora çok makul geldi. Söyle- 
neni harfiyen yaptı ve iğne çıktı. Doktor şaşkındı. Doktor Nâzıma, 
yani Hoca Mehmed Efendiye bunu nereden öğrendiğini sordu. 

Doktor Nâzım, hemen sesini değiştirdi; boğuk ve kekeme ko- 
nuşarak buna benzer bir olayı İstanbul'da gördüğünü ve orada 
öğrendiğini anlattı. 

"Hoca Mehmed Efendi" Selanik'te giderek ilgi çekmeye başla- 
mıştı. Doktor Nâzım'ın gerçek kimliğinin ortaya çıkacağı endişe- 
si, cemiyeti huzursuz etti. 

Bu arada ihtilal stratejileri yapılıyordu. 

II. Abdülhamid'i Kanuni Esasî'ye mecbur etmenin yolu dağa 
çıkmaktan geçiyordu. Rumeli'de hürriyet isyanı çıkınca, Yıldız 
Sarayının bölgeye göndereceği en yakın askerî gücün İzmir ko- 



91 



duşu olacağı biliniyordu. O halde izmir'deki askerleri ihtilale 
katmanın bir yolu bulunmalıydı! 

Selanikli Rahmi bir fikir ortaya attı. İçlerinden uygun biri İz- 
ür'e gidip propaganda yaparak askerleri cemiyete kazandırabi- 
lirdi. Ama Rahminin ekleyeceği başka bir sözü yoktu; yani gide- 
cek İttihatçı, askerlerin içine nasıl sızacaktı ve yakalanmadan na- 
sıl propaganda yapacaktı? 

Bu belirsizliğin arasında Midhat Şükrü söz aldı. İzmir'e giden, 
bir tütüncü dükkânı açıp etrafı kontrol edebilirdi. Bu arada tütün 
almak için dükkâna gelen askerlerle tek tek görüşerek onları et- 
kileyebilirdi. 

Peki, gizlice İzmir'e gidip yaşamını tütüncü olarak sürdürecek, 
iyi propaganda yapacak İttihatçı kim olabilirdi ? 

Aslında kimin gideceği belliydi; en iyi kıyafet değişimini yapan, 
çevreye uyum sağlayan ve yıllarca propaganda çalışmalarında 
başarılı olan, aralarında tek kişi vardı: Doktor Nâzım!.. 

Selanik'ten Pake Kumpanyası'mn gemisine binen yolcular ara- 
sında, elinde heybesi ve Türk köylüsü kıyafetiyle Doktor Nâzım 
da vardı. 

Yeni adı, "Tütüncü Yakub Ağa!"ydı. 



Tütüncü Yakub Ağa 

Doktor Nâzım bir kez daha yeni bir kimliğe bürünmüştü... 

Cemiyetin en önemli komitacısı Doktor Nâzım İzmir'e hiçbir 
engelle karşılaşmadan ulaştı. Ama İzmir'de daha ilk gün bir aksi- 
likle karşılaştı. 

İzmir'e gelir gelmez ilk işi, cemiyet üyelerinden Tahir Efendiyi 
aramak oldu. Bunun için önce onun evine gitti. Kapıyı açan Tahir 
Efendiye, Osmanlı Terakki ve İttihat Cemiyeti mensubu olduğu- 
nu söyleyip, Paris'ten Selanik'e geçtiğini, orada kaldıktan sonra 
bu defa da İzmir'e geldiğim söyledi. Tahir Efendi şaşırdı. Herke- 
sin kimliğini kolayca açıklayamadığı bu günlerde nasıl olur da, İt- 
tihatçı biri kendini bu kadar rahat bir şekilde tanıtırdı. Bu işte bir 
karışıklık olabileceğini düşündü ve tedirgin oldu. Uygun bir dille 
hiçbir cemiyete üye olmadığını, kendisini tanımadığı gibi daha 
önce de hiç görmediğini" söyledi. Yaşlılığı nedeniyle bir yanlış an- 
lama olduğunu ifade etti ve ona Jandarma Zabiti Eşref Bey'e git- 

esi tavsiyesinde bulundu. Gerçekten de Eşref Bey İzmir'i çok iyi 

yordu ve ona yardımcı olabilecek kişilerin başında geliyordu. 

Doktor Nâzım Eşrefi Paris'ten tanıyordu. Tahir Efendiye tav- 



92 



siyesi için teşekkür edip hemen Eşrefin yanma gitti. Sonrası ko- 
lay oldu. 

Önce İkiçeşmelik'te teşkilatçı arkadaşları aracılığıyla bir dük- 
kân kiraladı. Bu tütüncü dükkânıydı ama ön camın vitrinine fes 
kalıpları koydu. İsteyene fes de yapabilecekti. 

Ardından örgüt çalışmalar için kolları sıvadı. Öncelikle asker- 
lerle temas kurmasını sağlayacak birkaç isim bulmalıydı. 

Bunlardan birini tesadüf eseri buldu... 

Milaslı Halil (Menteşe) 21 üyesi olduğu Sporting Kulüp'e doğru 
giderken, arkasından seslenildiğini duydu. Döndü ve gördüğüne 
inanamadı. 

Karşısında, saçı başı birbirine karışmış, köylü kıyafeti içinde 
Paris'ten tanıdığı yakın arkadaşı Doktor Nâzım duruyordu! 

Kıyafetine bir anlam veremedi, ama yine de sarılmak için ham- 
le yapmıştı ki, Doktor Nâzım, kucaklaşmaya izin vermedi; kulağı- 
na sessizce, "Tebdili kıyafet içindeyim, bana gizlice buluşacağı- 
mız bir adres ver" dedi. 

Halil şaşkınlığını üzerinden atamamıştı, başıyla Sporting Ku- 
lüp'ü gösterdi; fısıltıyla, "Arka tarafında ufak bir kapı var" dedi. Er- 
tesi gün saat üçte buluşab ileceklerini, geldiğinde, kapıcıya adını 
vermesinin kâfi olacağını söyledi. 

Ayrılırken Doktor Nâzım, bazı talimatlar vermeyi ihmal etmedi: 

Bir: yolda bana selam verme. 

İki: üzerinde bana ait evrak bulundurma. 

Ertesi gün bir araya geldiler. 

Sporting Kulüp'ün özel odalarının birinde konuşmaya başladılar. 

Doktor Nâzım dava arkadaşına İzmir'e geliş nedenini anlattı. 

Halil durumu anlamıştı. 

Sohbet sırasında İzmir'de İttihatçılardan önce ademimerkezi- 
yetçilerin örgütlendiğini öğrenmek Doktor Nâzım'ı çok şaşırttı. 
Ticaret kenti İzmir "ferdiyetçiliği" benimsemişti. 

Görüşmenin sonunda Doktor Nâzım, Halil'den bir ricada bu- 
lundu. Kendisine yardımcı olması için hürriyetperver bekâr iki 
genç bulmasını istedi. 

İki genç bulundu: erkânıharpten Salaheddin ile Bursalı Kayma- 
kam Tahir! 

Selanik'teki İttihatçılar Doktor Nâzım'dan sonra Yüzbaşı İsma- 
il Canbulad'ı da İzmir'e göndermişlerdi. İkili bazen bir araya ge- 
lip durum değerlendirmesi yapıyorlardı. 



21 . Bazı kitap ve makalelerde yazıldığı gibi, AP ve DYP milletvekili, çeşitli bakanlık görev- 
lerinde bulunmuş Nahir Mpnrpsp. Milaslı Halil Mpnrpcp'nin nSlu rlpgil curlprp aL-rîıhatırlır 



93 



Doktor Nâzım'ın İzmir günleri oldukça yoğun geçiyordu. 

"Tütüncü Yakub Ağa" olarak tanınmanın avantajlarını sonuna 
kadar kullandı. Elinde bir o yana bir bu yana salladığı tespitliyle 
askerlerin arasına rahatça giriyordu. Mutlaka her akşam yanma 
r zabit alıyor, onlarla saatlerce uzun uzun konuşuyordu. 

Doktor Nâzım iyi bir propagandistti. Konuşması sıcak, sami- 
miydi. Tek kusuru peltekti, ama o da konuşmalarına ayrı bir ha- 
va katıyordu. 

Çeşitli köylü kıyafetlerine de bürünerek gittiği askerî kıraatha- 
nelerde yakaladığı fırsatları hiç kaçırmazdı. Zamanı iyi kollar ve 
cemiyete gireceğine inandığı zabitlere, "Salı günü ben tekkede- 
yim seni de beklerim" derdi. 

İttihatçıların mason localarından sonra kullandıkları mekân- 
lardan biri de Bektaşî tekkeleri ve mevlevîhanelerdi! 

Cemiyete giriş yeminleri Aksaraylı Ziya Efendinin evinde olu- 
yordu. Yemin törenlerinde sadece erkekler yer almıyordu. Kadın- 
ları da bu törenlerde görmek mümkündü. Doktor Nâzım, o döne- 
min şartlarına göre gayet zor olmasına karşın, kadınların yer al- 
dığı toplantılarda konuşmalar yapıyordu. 

Doktor Nâzım İzmir'de ummadığı kadar ilgi görmüştü. İnsanlar 
cemiyete katılmaya neredeyse koşarak geliyordu. Selanik, Dok- 
tor Nâzım'ın gönderdiği raporları keyifle okuyordu. 

Hadikai Maarif Hususî Ticaret Okulu toplantıların yapıldığı 
yerlerden biriydi. Doktor Nâzım İzmir'e ilk geldiği günlerde cemi- 
yete üye yaptığı Hüseyin Lütfı bu okulun müdürüydü. Tütüncü 
dükkânını da ona kendisi bulmuştu. 

Ve bir sabah... 

Doktor Nâzım, kahvaltı yapmak için Asmalımescit Caddesinin 
başındaki fırından boyoz almaya gitmişti. Tütüncü dükkânına dö- 
nerken, içeriden dükkân sahibi Evliyazade Refik Efendinin çıktı- 
ğım gördü. 

Şaşırdı, İzmir'in en tanınmış zenginlerinden birinin bu köhne 
tütüncü dükkânında ne işi olabilirdi. Kira almaya gelecek kadar 
<endini küçük düşürmezdi herhalde. Zaten kira ödeme zamanı 
da değildi. 

halde... 

Doktor Nâzım, tedirgin oldu: "Sakın gerçek kimliğini öğrenip, 
ihbar edecek olmasın?" 

Telaşlandı... 



Üçüncü bölüm 
1908, İzmir 



Evliyazade Refik Efendi, dörtnala giden iki yağız atın çektiği 
kupasının içinde tedirgin oturuyordu. 

İzmir'in köhne sayılabilecek bir yerinde tütüncülük yapan bir 
adamın Fransızca gazete, kitap okumasına, masasının üzerinde 
çatal bıçak takımı bulundurmasına anlam veremiyordu. 

Yüzünü bile görmediği bu kiracısı kimdi ? 

Bu durumu kimseye de anlatamazdı. îşin içinde rezil olmak da 
vardı; Yıldız Sarayının şimşeklerini üzerine çekmek de! 

Aklına kardeşi Naciye'nin kocası, eniştesi Yemişçizade İzzet 
Efendi geldi. 

Yemişçizade İzzet Efendinin o günlerde ruhsal problemleri var- 
dı. Gerçek dünyadan koptuğu anlar oluyordu. 

Refik Efendi yine de en çok ona güveniyordu. Çünkü atacağı 
yanlış bir adımla soluğu sürgün yeri Fizan'da alabilirdi. 

Arabacısı Salih Ağaya, "Tez vakit Sporting Kulüp'e gidelim" 
dedi. 

Yemişçizade İzzet Efendiyi, dünürleri Kapanîzade Tahir Efen- 
di ve sarraf Abraham Artidi'yle kahve içerken buldu. Selam ver- 
di, ama oturmayacağını, eniştesiyle özel bir konu hakkında görü- 
şeceğini söyledi. 

İzzet Efendi, kayınçosunun telaşına şaşırıp, kahvesini bitirme- 
den kalktı. "Ben de yeni elbise için terzi Finale Kardeşlere (Jean 
ve Paul) sipariş verecektim" deyip kalktı. 

Kulüpte diğer masalarda oturanlan başlarıyla selamlayıp alela- 
cele çıktılar. 

Evliyazade Refik, eniştesiyle birlikte arabaya biner binmez, bir 
çırpıda tütüncü dükkânında gördüklerini anlattı. 

Yemişçizade İzzet, cemiyet üyesi değildi. Ama monarşi düşma- 



95 



, bir an önce Kanuni Esasinin yeniden ilan edilmesini isti- 
H i Ruh sağlığının bozulmasında istibdat yönetiminin de etki- 
si olduğu söyleniyordu. 

Doktor Nâzım'la tanışmamıştı, ama olan bitenden haberi vardı. 

Selanik gibi İzmir de, II. Abdülhamid'in o sıkı rejiminden fazla 
etkilenmemişti. Yıldız Sarayı bu iki şehri İstanbul kadar bunalt- 
mıyordu. Bu nedenle siyaset İzmir'de daha özgür konuşulabili- 
vordu. Hele hele Sporting Kulüp üyeleri neredeyse hiç sakınmak- 
sızm II. Abdülhamid aleyhine konuşmaktan geri durmazlardı. 

Evliyazade Refik'in siyasetle pek ilgisi yoktu. Bu nedenle geliş- 
melerden habersizdi. 

Enişte İzzet, Tütüncü Yakub Ağa'nm gerçek kimliğini ve neler 
yaptığını bir çırpıda kayınçosu Evliyazade Refik'e anlattı. 

Refik, dinledikçe daha da tedirgin oldu. Hakkında idam karan 
verilmiş, cemiyetin en tehlikeli adamı, sahte bir kimlikle dükkâ- 
nında kiracı olarak oturuyordu. 

Eniştesi, Refik'i rahatlattı. Süleyman Ferid (Eczacıbaşı) Efen- 
di'den Uşakîzade Muammere kadar herkes İttihatçılara maddî ve 
manevî destek veriyordu. 

Eşkıyayla baş edemediği iddiasıyla görevinden azledilen Kıb- 
rıslı Kâmil Paşanın yerine gelen Vali İbrahim Faik (İris) Paşa bi- 
le cemiyete ılımlı bakıyordu. Bu nedenle İzmir'deki cemiyet üye- 
leri jurnallerden yakasını kurtarabiliyordu. 

Yemişçizade İzzet Efendi, "Yine de en iyisi birkaç gün sonra 
Doktor Nâzım'ı birlikte ziyaret edelim, ondan sonra karannızı ve- 
rirsiniz" dedi. 

Evliyazade Refik, aslında dükkânın hemen boşaltılmasını iste- 
yecekti ama eniştesinin telaşsız ve sakin konuşması tedirginliği- 
mi biraz olsun gidermişti. Teklifi kabul etti. Öyle ya, gizlice İzmir'e 
girerek koskoca Osmanlı Devletini kandırmış birinin kendisini 
de aldatmış olmasından doğal ne olabilirdi!.. 

Eniştesi İzzet'i terzi Finale Kardeşlerin dükkânının bulunduğu 

F renk Caddesine bıraktı. 

Arabacı Salih Ağa'ya kendisini Evliyazade Oteline götürmesi- 
ni söyledi... 



Çakırcah Mehmed Efe 



?er yanda Doktor Nâzım, "ne olur ne olmaz" diye düşünüp, 
<kânı kapatarak Aydına gitmeye karar verdi. Evliyazade Refik 



96 



cemiyete üye değildi, daha tanışmamışlardı bile. Bir süre ortalık- 
ta gözükmemenin iyi olacağını düşündü. 

Gidişi merak uyandırmasın diye sağa sola haber bıraktı. Dük- 
kân için mal alacak, civar köylerde tanıdıklarını görüp hasret gi- 
derecekti. Dönüşü uzun sürebilirdi. 

Dükkânı kilitledi, esnaf komşularına veda edip yola çıktı. 

Doktor Nâzım tütüncülük, fesçilik, yeri gelince hocalık ve de 
falcılık yapıyordu. İlişki kurmak, halkın ilgisini çekmek için her 
yolu deniyordu. 

Aydın ve yöresinde kıyafetini değil ama adını değiştirdi: 

"Tütüncü Yakub Ağa", "Hoca Yakub Efendi" oldu! 

Aydın'da ilk uğrak yeri Hacıilyas köyüydü. 

Arkasından Kaya köyüne geçti. 

Doktor Nâzım'ın bu köyleri seçmesinin bir nedeni vardı. Adı 
daha yaşarken bir efsane haline gelmiş Çakırcah Mehmed Efeyle 
görüşmek istiyordu. Amacı Rumeli'de isyan patladığında, Ege 
dağlarından isyana destek sağlamaktı. 

Çakırcah Mehmed Efe, İngiliz Whittall ailesi sayesinde, dağdan 
düze inmiş ve Kaya köyüne yerleşmişti. 

Osmanlı Devletinin hukukundan umudunu kesenler, eşkıyala- 
ra haraç vermekten bıkanlar, komşularıyla sorunlarını çözeme- 
yenler soluğu Çakırcah Mehmed Efenin yanında alıyordu. 

Bu nedenle Kaya köyündeki evi hiç boş kalmıyordu. 

O gün gelen misafirler arasında Hoca Yakub Efendi de vardı. 
Ne adını ne de kendini o çevrede görmemiş efenin kızanları, adı- 
nın "Hoca Yakub Efendi" olduğunu söyleyen kişiden şüphelen- 
mişler, ama Tanrı misafiri olduğu için seslerini çıkarmamışlardı; 
ancak tetikteydiler... 

Çakırcah Mehmed Efe, Doktor Nâzım'ı da diğer konuklarıyla 
birlikte kabul etti. 

Önce büyük bir yer sofrasında yemek yendi. 

Doktor Nâzım herkes gibi yemeğini yedi, sohbetlere katıldı, 
hiç yabancılık çekmedi. 

Çakırcah misafirleriyle tek tek konuştu. Sıra Doktor Nâzıma 
gelmişti. Kim olduğunu, nereden geldiğini ve ne istediğini sordu. 

Doktor Nâzım özel olarak görüşmek istediğini söyledi. 

Efeler daha da tedirgin oldular. Çakırcah da şaşırdı ama belli 
etmedi. Zaten diğer misafirleriyle sohbetini bitirmişti, herkesin 
odayı boşaltmasını istedi. 

Odada baş başa kalınca Doktor Nâzım söze kendini tanıtarak 
başladı. Tabiî gerçek adını vermedi. Cemiyetten söz etti. Kanuni 



97 



" ilan edilmeden Osmanlı coğrafyasında ne isyanların bitece- 
• ne de yoksulluğun sona ereceğini uzun uzun örnekler vere- 
lattı. gözün sonunda kendisini cemiyete üye yapmak iste- 
diklerini söyledi. 

f akırcah Mehmed Efe, ittihatçıların adını duymuştu, ama ken- 
dini affeden, düze inmesini sağlayan II. Abdülhamid'e karşı bir 
iare ket içine girmesinin imkânsız olduğunu söyledi. Ona göre, 
II Abdülhamid milletin aleyhine bir hareket içinde olamazdı. 

Doktor Nâzım sert kayaya çarpmıştı. Çakırcalı'yı kendi safları- 
na çekemeyeceğini anlayınca, ondan bir söz istedi: birbirlerini 
hiç görmediklerini, tanışıp konuşmadıklarını, yani sohbetlerinin 
bir sır olarak kalmasını rica etti. Bu durum Çakırcah Mehmed 
Efenin de işine gelirdi; aksi halde bir İttihatçıyla görüşme yap- 
masının duyulması tekrar dağa çıkmasına neden olabilirdi. Zaten 
"koruyucu meleği" Kıbrıslı Kâmil Paşa İzmir valiliğinden azledil- 
mişti. Her an bir saldırıyla karşılaşacağını bekliyordu. 

Doktor Nâzım, Çakırcalı'yla görüşmesinin ardından Ödemiş gi- 
bi yerlerde İttihatçılarla toplantılar yaptıktan sonra İzmir'e döndü. 

Ayağını dükkândan içeri atmasıyla birlikte iki subayla karşılaştı... 

Korktuğu basma gelmedi, subaylardan birini Selanik'teki cemi- 
yetten tanıyordu: Prizrenli Yüzbaşı Süleyman Askerî! 

Kucaklaştılar. Süleyman Askerî Bey, yanındaki subay arkadaşı- 
nı tanıştırdı: 

Yüzbaşı Mustafa İsmet (İnönü)! 



İsmet (İnönü) Bey 



Kurmay Yüzbaşı Mustafa İsmet yirmi üç yaşındaydı. Edirne'de- 
ki orduda görevliydi. 

Bir gün İstanbul Pangaltı'daki Erkânıharp Mektebinde okur- 
<en konuşmalarından çok etkilendiği bir üst sınıf öğrencisi Yüz- 
başı Fethi'den (Okyar) bir mektup aldı. 

Mektup Selanik'ten geliyordu. Getiren kişi ise Yüzbaşı Refet'ti 
sele). Mektupta, "Bu mektubu getirene bana inandığın kadar 
m , onun tertipleyeceği bir şekilde gizli cemiyetime dahil olma- 
nı istiyorum" deniyordu. 

»met çok düşünüp geç karar veren bir kişilikti. Ama bu kez 
çtere ddüt etmedi, İttihatçılara katıldı. 

prkâmharp Mektebini birincilikle bitirdiği için II. Abdülhamid 
afından "maarif madalyasıyla şereflendirilen Yüzbaşı İsmet, 
"Şi iktidarını yıkmak için gizli bir örgüte girmişti. 



Yüzbaşı İsmet, Edirne'deki ordudan terhis edilen asker kafile- 
sinin İzmir'e şevkiyle görevlendirilmişti. İzmir'e geldiğinde kendi- 
sini Süleyman Askerî karşıladı. 

İki okul arkadaşı önce anılardan bahsedip sonra sohbeti ihtilal 
hazırlıklarına getirdiler. Süleyman Askerî, arkadaşını İzmir'de 
sahte bir kimlikle bulunan ihtilalin en önemli isimlerinden biriy- 
le tanıştıracağını söylediğinde, Mustafa İsmet heyecanlandı. 

Doktor Nâzım karşısındaki kısa boylu, zayıf, narin görünümlü 
genç zabite yakınlık gösterdi. Fransızca öğrenmeye çalıştığını öğ- 
renince, ona birkaç cümle Fransızca söz sarf etti. Aldığı yanıt 
üzerine, "Bu işi bitirmişsiniz siz" dedi. 

Sonra Edirne ve Selanik'teki çalışmalar hakkında bilgi aldı, 
kendisi de İzmir'deki faaliyetlerini anlattı. 

Biri doktor, ikisi subay üç kişi İzmir'de bir tütüncü dükkânının 
ikinci katında ihtilal hazırlıklarını gözden geçirirken, Evliyazade 
Refik Efendi, Karşıyaka'daki konağında eniştesi Yemişçizade İz- 
zet'i ziyaret ediyordu. Konu döndü dolaştı, Doktor Nâzım'a geldi. 

Evliyazade Refik, "Şu bizim meşhur tütüncüyü yarın bir ziyaret 
edelim mi?" diye sordu. Eniştesi, "İyi olur, tanışmanda fayda var" 
dedi. 



Evliyazade Refik İttihatçı oluyor 

Doktor Nâzım sabah sabah İzmir'in tanınmış iki şahsiyetini 
dükkânında görünce tedirgin oldu. Kısa bir sohbetin ardından 
tüm endişesi ortadan kalktı. 

Evliyazade Refik, birkaç kez daha ziyarete gitti. Doktor Nâ- 
zım'dan etkilenmişti. Bırakın tütüncü dükkânından kira almayı, 
artık İttihatçılara maddî yardımda bulunmaya başladı. 

O günlerde Doktor Nâzım'ın İzmir'deki faaliyetlerinde en bü- 
yük yardımcısı Kuşçubaşı Eşrefti (Sencer). 

Babası Hacı Mustafa Bey, II. Abdülhamid'in kuşçubaşısı oldu- 
ğu için bu adla tanınıyordu. Kuleli Askerî Okulunda ihtilalci ör- 
güte katıldığı gerekçesiyle Edirne'ye sürülmüş, babası sayesinde 
affedilmişti. Ancak faaliyetlerine devam edince yine yakalanmış 
ve bu kez Hicaz'a sürülmüştü. Burada kardeşi Kuşçubaşı Sa- 
mi'yle birlikte Arap İhtilalci Cemiyetini kurunca, tutuklanıp, en 
zorlu sürgün yeri Taife sürülmüştü. Yolda prangalarından kurtu- 
larak kaçmış ve sahte isim ve kıyafetle İzmir'e gelmişti... 

Doktor Nâzım ile Kuşçubaşı Eşrefin kaderleri birbirine benzi- 
yordu... O günlerde takma isimle ihtilalci hareketi örgütleyen bu 



99 



iki isini, gün gelecek Osmanlı Devletinin ilk istihbarat örgütünü 
de birlikte kuracaklardı... 

Kuşçubaşı Eşref, 1957 yılında kaleme alıp akrabası Cemal Ku- 
tay'a yolladığı otuz sayfalık "Doktor Nâzım ve hizmetleri, karak- 
teri hakkındaki görüşüm" adlı notta Evliyazadeler ile Doktor Nâ- 
zım arasındaki ilişki hakkında ilginç bir bilgi aktarıyor. 

Kuşçubaşı Eşrefe göre, kirasını düzenli ödeyip, ailede takdir 
toplayan (!) Doktor Nâzım, Refik Efendinin evinde iyi yetişmiş 
Didar ismindeki kalfa kadınla evlendirilmek isteniyordu. Kalfa ka- 
dınla evlenince, Karşıyaka'nın dış mahallelerinden biri olan So- 
ğukkuyu isimli yerde birkaç odası bulunan evi de vereceklerdi. 

Kuşçubaşı'na bakılırsa, hatta bu konuda Doktor Nâzım kendi- 
sine akıl danışmıştı: "Şimdiye kadar Yakub Ağa' adıyla geçindik, 
şimdiden sonra da 'Evliyazade' adı arkasına gitmiş olacağız." 

Kuşçubaşı ise yapısı gereği ailevî ve maddî işlere karışmaktan 
hoşlanmadığını ve Doktor Nâzım'a, "Ailevî işlerden ve ahiret ke- 
sesindeki para işlerinden çekinirim" dediğini yazıyor. 

Cemal Kutay'a gönderilen notlara bakılırsa, sonraki günlerde, 
Didar Kalfa, Doktor Nâzım'a taşındı! 

Yomm: bu bilginin doğruluğu tartışılır. Evliyazade ailesinin 
Doktor Nâzım'ın gerçek kimliğini bilmeden, Evliyazade Mehmed 
Efendinin küçük yaşta kimsesiz kaldığı için yanına aldığı Didar 
Kalfayı Doktor Nâzım'a vermesi pek gerçekçi görünmüyor. 

İzmir ticaret burjvazisinin büyük bir bölümü İttihatçılara yar- 
dım için, Doktor Nâzım'a her ay düzenli olarak iki altın bağış ya- 
pıyor, ama Evliyazadeler kiracılarının gerçek kimliğini bilmeden 
evlerinin en güvenilir çalışanı Didar Kalfayı veriyorlar! Gerçekçi 
ğü. Ama bu olsa olsa, Doktor Nâzım'ı, yani "Tütüncü Yakub 
Ağa'yı" daha da kamufle etmek için yapılmış bir kılıftı. 

u iddiayı güçlendiren olguları yine Kuşçubaşı Eşrefin notla- 
rında bulmak mümkün: 

rtor Nâzım örgüte kadınları da üye yapıyordu. Kadınlar da Ku- 
enm ve silah üzerine yemin ederek İttihatçılara katılıyordu. 
:tor Nâzım bu toplantılara kadınların katılmasını özellik- 
'ordu. Amacı, polislerin basması halinde, toplantının si- 
lmayıp zamparalık yapıldığı havasını vermekti! Gerçek- 
Kaışıyaka'da yaptıkları bir toplantıyı polisin basmasını 

D n Para hk perdesin le •• * «i j • 

or y önlemişlerdi. 

'°ı- Nâzım her toplantıya en az iki kadının katılmasını şart 

»•"• Ancak, bu görüşünü ahlaksız bulan Kuşçubaşı Eşrefle 

tartışmak bitmek bilmiyordu. 



100 



Aslında "Didar Kalfa olayı'nın üzerinde bu kadar durmamızın 
nedeni, Evliyazade Refik'in İttihatçılarla olan ilişkisinin boyutu- 
nu göstermektir. 

Evliyazade Refik, artık İttihatçı olmuştu. Hem de hareketin İz- 
mir'deki en önemli önderi Doktor Nâzıma gerekli her türlü lojis- 
tik desteği verecek kadar. 

Evet, Didar Kalfa Doktor Nâzım'a kamuflaj amacıyla gönderil- 
mişti. 

Didar Kalfa ileri yıllarda, Evliyazade Refik tarafından bu kez 
en sevdiği yeğeni Fatma Berin evlendiğinde ona "düğün hediye- 
si" olarak verilecekti. Kalbi vücudunun sağ yanında olan ve ya- 
şamı boyunca hiç evlenmeyen Didar Kalfa, Berin Menderes'in 
iki oğlu, Yüksel ve Mutlu Menderes'i büyütecek kadar uzun ya- 
şayacaktı... 



Akıl hastanesinde biten bir yaşam 

Doktor Nâzım'm ev toplantılarına Evliyazadelerin kadınları ka- 
tılıyor muydu ? 

İzmir'in münevverlerinden olan Yemişçizade İzzet Efendinin 
eşi Evliyazade Naciye Hanım ile ablası Makbule'nin gazete ve 
dergilere makaleler yazdığını biliyoruz. Dönemin aydın kadınla- 
rından Naciye ve Makbule'nin ilerici bir hareket içine girmemele- 
ri imkânsız görünüyor. 

Evliyazade Refik'in kız kardeşi Naciye Hanım bir yandan ma- 
kaleler yazıyor, diğer yandan üç çocuğunu büyütüyordu. 

Gün gelecek Başbakan Adnan Menderes'in eşi olacak Fatma 
Berin, Evliyazade Naciye-Yemişçizade İzzet çiftinin en küçük ço- 
cuğuydu. 

Ablası Güzin 1899'da, ağabeyi Samim ise 1902'de doğmuştu. 

O günlerde iki buçuk yaşında olan Fatma Berin'in yemekler- 
le arası iyi değildi. Çelimsizdi. Zorlukla yemek yiyordu. En faz- 
la yemeği dayısı Evliyazade Refik'in kucağına oturduğunda yi- 
yordu. Dayısıyla dostluğu hiç bozulmadan 1951 yılına kadar sü- 
recekti... 

Evliyazadelerin çektiği güçlük kuşkusuz Fatma Berine yemek 
yedirmek değildi. Berin'in babası İzzet Efendinin bir süredir bo- 
zuk olan ruh sağlığı daha da kötüye gitmekteydi. 

Aile önce "geçici sıkıntılardır" deyip üzerinde durmamıştı. Dün- 
ya liderlerine tuhaf mektuplar yazmakla başlayan hastalık gün 
geçtikçe artmıştı. Ama son günlerde krizleri sıklaşmıştı. 



101 



Evliy azadeler şaşkındı. 

dönemde, Manisa Emrazı Akliye ve Asabiye Hastanesinin 
Hacı Hasan adında bir başgardiyanı vardı. İzmir'de münasebet- 

lik aşırılık yapanlara, "Seni Hacı Hasan'a gönderirim" ya da 
"Bu tam Hacı Hasanlık" denirdi. 

İzmir'in tanınmış ailelerinden birinin akıl hastanesine yatacak 
olması o günlerde ayıp karşılanırdı. 

Evliyazadeler bu nedenle İzzet Efendiyi akıl hastanesine yatır- 
mak istemiyorlardı. 

Ama yapacak bir şey olmadığına kanaat getiren Evliyazadeler 
İzzet Efendiyi, Manisa Emrazı Akliye ve Asabiye Hastanesine 
yatırmaya mecbur kaldılar. 

Güzin, Samim ve Berin babalarının başına ne geldiğinin farkı- 
na bile varamamışlardı. 

Çok geçmedi, İzzet Efendi yaşamını yitirdi. 

Naciye Hanım çocuklarını ve kız kardeşi Makbule'yi yanına 
alıp ağabeyi Refik'in Karşıyaka'daki konağına taşındı. 

Konağın nüfusu artmıştı. 

Evde bakıcılar, hizmetçiler, seyisler dışında Refık-Hacer çifti- 
nin çocukları Nejad, Beria, Bihin, Ahmed ve Sedad; Naciye'nin 
çocukları Güzin, Samim ve Berin; ayrıca Refik ile Naciye'nin kız 
kardeşi Makbule vardı! 

Refik Efendi, ilk iş olarak okul yaşına gelen Güzin'i, kızı Be- 
ria'nın gittiği okula yazdırdı. 



Notre-Dame de Sion 



Evliyazadeler için bir okulun, hayatlarında çok önemli bir yeri 
vardı: Notre-Dame de Sion Mektebi! 

Evliyazade ailesinin kızları sırasıyla, Beria, Bihin, Güzin, Fat- 
ma Berin, Mesadet, Sevinç, Sevin Karşıyaka'daki bu rahibe oku- 
luna gitti. Evliyazadelerin üçüncü kuşağı Güzin Hanım'ın torunu 

esadet, Doktor Nâzım'm kızı Sevinç (Amerikan Kolejinden 
sonra) ve Makbule Evliyazade'nin torunu Sevin, Notre-Dame de 
Sion'da okuyacaklardı. 

oır dönemin "düşünce yapısını" etkileyen, "başka bir yaşam tar- 
öğreten bu rahibe okulunun kuruluş hikâyesi hayli ilginçti. 

Okul 1842 yılında Fransa'da Thedore Ratisbonne adında bir pa- 

" araf mdan kuruljnuştu. Adı "Meryem Ana'mn topluluğu" anla- 
mına geüyordu. 
Ama... 



102 



Thedore Ratisbonne Strasbourglu bir Yahudi ailesinin oğluydu! 
Genç yaşında Hıristiyan olmuş, tarikatlara girmiş, Strasbourg Ka- 
tedrali'ne piskopos muavini tayin edilmişti. Kardeşinin de Hıristi- 
yan olması üzerine, Congregation des Soeurs de Notre-Dame de 
Sion cemiyetini kurmuştu. Cemiyetin amacı Yahudiler arasında 
Hıristiyanlığı yaymak ve Hıristiyanlığı kabul edenlere ilk Hıristi- 
yan terbiyesini vermekti! 

Osmanlı tarihine geliş yılı 1856'ydı. 

Osmanlı ülkesine salt Yahudileri, Sabetayistleri ve Müslümanla- 
rı Hıristiyan yapmak amacıyla geldiğini söylemek hatalı olur. 

Avrupa'nın kendi hayat tarzını Osmanlı kültürel yaşamına "en- 
tegre etmekle" birlikte, Avrupa'nın toplumsal kurumlarını Os- 
manlı kentlerinde oluşturmak için, buralarda ihtiyaç duyulacak 
"kalifiye eleman" ihtiyacını gidermek amacı da gütmekteydi. 

Notre-Dame de Sion Mektebi, ilk olarak İstanbul Pangaltı'da 
eğitime başladı. Kısa sürede başta İzmir olmak üzere, Selanik, 
Trabzon gibi liman kentlerine ve hatta Suriye'ye kadar yayıldı. 

İzmir'de hemen hepsi XIX yüzyılda açılan on bir Katolik oku- 
lu vardı. 

Bunlardan biri olan Notre-Dame de Sion'un yeri, Alsancak'ta- 
ki Fransız Hastanesi'nin yakınlarında, St. Jean Kilisesi yakının- 
da denize paralel olan Trassa Sokağı'ndaydı. Okula sadece kız 
öğrenciler kabul ediliyordu ve bu öğrencileri, "Soeur" diye hi- 
tap edilen, geleneksel siyah-beyaz kıyafetleri içindeki otuz rahi- 
be eğitiyordu. Bu kızlar varlıklı ailelerin çocuklarından oluşu- 
yordu. 

Okulun İzmir'deki ikinci şubesi 1894'te "Kordelyo"da, yani 
Karşıyaka'da açıldı. 

Bu iki okul arasında farklılıklar vardı. Örneğin, İzmir'deki 
okul paralıyken Karşıyaka'daki parasızdı. Öğrenci sayılarının dı- 
şında öğrencilerin milletlerine ilişkin belirgin farklar göze çarp- 
maktaydı. 

İzmir merkezde otuz altı Fransız öğrenci bulunurken Karşıya- 
ka'da iki Fransız öğrenci vardı. Tersi durum Osmanlı tebaası için 
geçerliydi: İzmir merkezde yedi öğrenci öğrenim görürken Karşı- 
yaka'da bu rakam on beşe çıkmaktaydı. Rumlar Osmanlı tebaası 
içinde gösterilmemişti. İtalyan, Rus, İspanyol, Alman, Portekiz, 
Hollandalı, Avusturyalı vb olmak üzere okulun, İzmir'de doksan 
altı, Karşıyaka'da elli öğrencisi vardı. 

Karşıyaka'daki "Müslüman tüccarların" çoğu, çocuklarını bu 
okula gönderiyordu. 



103 



D dönemde, okul binalarında haçlar gibi dinî sembol ve işaret - 
, r enkli melek ve Meryem Ana resimlerinin olduğu küçük bir 
0e l" bulunan Notre-Dame de Sion'a kız çocuklarını gönder- 
mek cesaret isterdi! 

Ayrıca... 

Han°i dinsel inançtan olursa olsun, kız öğrenciler okula, başı 
açık, siyah önlük, beyaz yaka, siyah çorap, siyah ayakkabı ve kı- 
sa kesilmiş saçla gelmek zorundaydılar. 

Okulun bir diğer özelliği disipliniydi. 

Öğrenciler mezuniyet diplomalarını Fransız Konsoloslu - 
ğu'ndan alırlardı. 



Bu da başka "Sion"! 

O yıllarda, yani XIX yüzyılın ikinci yansında Avrupa'dan sade- 
ce Notre-Dame de Sion Mektebi gelmedi... 

O yıllarda Osmanlı yeni bir siyasal kavramla tanıştı: Siyonizm! 
Siyon kelimesinin kökeni Zion'dur (Sion). 

Sion, Kudüs'te bir tepelik bölgenin adıydı ve zaman içinde Ku- 
düs'le eşanlamlılık kazanmıştı. Aynı zamanda "Siyon", yurtların- 
dan kovulmuş Yahudi halkının Filistin'e dönme arzu ve özlemini 
benliğinde toplayan bir "siyasal inancın" adıydı! 

Yahudiler sürgünlerle dünyaya yayılmaya başlayınca Filistin'i 
hiçbir zaman unutmamışlardı. Buraya geri dönüp "Davud'un 
krallığını yeniden kurmak" hayaliyle yaşadılar. Bu dönüş ancak 
Mesih'in gelişiyle olacaktı. Bu inanç hahamlar tarafından sina- 
goglarda devamlı işlenmiş, "Mesih'le kurtuluş ümidi ateşi" ce- 
maat dualarından hiçbir zaman eksik olmamıştı. 

Hiçbir Musevî vaizin hutbesini, "Kurtarıcı bir gün Siyon'a gele- 
• demeden ve cevap olarak cemaatin "anün"i olmaksızın ta- 
mamlaması düşünülemezdi. 

iyon'a dönebilmek için ilkin dünyanın çeşitli yerlerinde Me- 
ler ortaya çıktı. Örneğin, Bağdat'ta İbni Dugi (1120), Güney 
"rdıstan'da D a v ' d Alr °> r ( ll5 °)> İspanya'da Abraham Abulafia 
0-1291), Venedik'te Asher D^mmlin (1502), İzmir'de Sabetay 
(1626-1(575), Polonya'da Jakob Frank (1726-1791), XVIII. 
lda Rusya'da İsrael Eliezer Mesihlik iddiasıyla Yahudilerin 
'ina çıktı. Ne var ki Mesullerin varlığı Kudüs'e dönüş isteği- 
* dayamıyordu. 

ihler Fransız İhtilali sonrası milliyetçilik akımlarının da güç- 
' yellerini SİVasal Rivonİ7.nı snvnmırııbınnn tnrk ntfi 



104 



Siyonizm'i milliyetçi ve siyasal bir ideoloji haline getiren kişi 
Theodor Herzl'di. 

1860 yılında Budapeşte'de orta halli konfeksiyoncu Yahudi bir 
ailenin oğlu olarak dünyaya gelen Theodor Herzl, Viyana Üniver- 
sitesi'nde hukuk doktorası yapmıştı. 

1891-1895 yıllan arasında Viyana'da yayımlanan Neue Freie 
Presse'in Paris muhabiriydi. Gazetecilik yaparken izlediği bir ha- 
ber yaşamını değiştirecekti: Yüzbaşı Alfred Dreyfus Davası! 1 

Dreyfus'un yargılandığı günler, başta Doğu Avrupa olmak üzere 
birçok ülkede Yahudilerin aşağılanmasına, zorunlu göçler yapma- 
sına neden olan olayların yaşandığı bir dönemdi. Yıllar geçse de 
Yahudilerin göçleri, sürgünleri bitmiyordu. Hep aynı olay tekrarla- 
nıyordu. Zorunlu göçler; göçmen Yahudilere, zengin Yahudilerin 
ekonomik yardımları ve yeni yerleşim yerlerinin aranması vb. 
Yahudi hep zorunlu göçmendi... 

Theodor Herzl bu soruna bir çare anyordu. Zorunlu göç mese- 
lesi yardımlarla halledilecek gibi değildi, köklü bir çözüm gereki- 
yordu. Herzl'e göre, Yahudilerin birlikte yaşadığı bütün milletler 
ya gizliden gizliye ya da açıktan açığa antisemitikti, yani Yahudi 
karşıtıydı. 

Sonunda kendince çözüm buldu: bir Yahudi devleti kurulma- 
dan bu sorun ortadan kalkmayacaktı! 
İlk adımı attı... 

29 ağustos 1897 tarihinde İsviçre'nin Basel kentinde ilk Siyo- 
nist kongre toplandı. Üç gün süren kongrenin yapılacağı binanın 
girişine altı köşeli yıldızlı Siyonist bayrağı çekildi. Delegeler The- 
odor Herzl'in isteğine uygun biçimde, kongreye frak giyerek gel- 
diler. Farklı sosyal tabakalardan ve düşünce yapılarından gelen 
ikiyüzün üstünde delege dünya Yahudilerinin temsilcileri olarak 
Basel'de toplandı. Batının "AşkenazF'sinden Doğunun "Sefa- 
rad"ına, tutucu hahamlardan reform yanlılarına, sosyalist dev- 
rimcilerden burjuva bankerlerine, esnaftan öğrenciye her kat- 
mandan Yahudi ortak bir amaç için bir araya gelmişti: bir Yahudi 
millî yurdu kurmak! 

Bunun yolu Osmanlı Devletinden geçiyordu. 

Osmanlı Devleti "hasta adam"dı ve bu devletten parayla toprak 



I. Alfred Dreyfus Yahudi'ydi ve Fransız ordusunda yüzbaşıydı. 15 ekim 1894 tarihinde, 
Almanya lehine casusluk yaptığı iddiasıyla "vatana ihanet" suçundan tutuklandı. Rütbesi 
sökülerek sürgüne gönderildi. Ne var ki daha sonra gerçek suçlunun bir başka subay ol- 
duğu ortaya çıktı. Dreyfus'un yeniden yargı karşısına çıkarılması için, Emile Zola cum- 
hurbaşkanına hitaben l'Aurore gazetesinde bir açık mektup yayımladı. Sonunda Dreyfus 
yeniden yargılandı. 12 temmuz 1906'da rütbesi iade edilerek orduya geri döndü. 



105 



at ın alınabilirdi. Hedef Filistin topraklarıydı. 

Theodor Herzl, ikisi II. Abdülhamid'le olmak üzere defalarca 
Osmanlı yöneticileriyle yan yana geldi. Osmanlı'nın borçlannı 
- demek koşuluyla Filistin'den toprak istedi. Örneğin o günler 
in hayli büyük bir para olan 20 milyon sterlin önerdi. 

Ayrıca borçlar için de 1,5 milyon sterlin öneriyordu. 

Pazarlıklar İkinci Siyonist Kongresine de taşındı. 

1903 yılında sermayesi 100 000 sterlin olan İngiliz-Filistin Şir- 
keti kuruldu. Bu şirket Hayfa, Yafa, Kudüs, Hebron, Beyrut, Sa- 
fed Taberiye ve Gazze'de şubeler açtı ve her türlü toprak alım sa- 
tımıyla ilgilenmeye başladı. 

Yahudiler, topla tüfekle değil, parayla ülke kurmaya hazırlanı- 
yorlardı. 

Osmanlı Devleti ne yoğun Yahudi göçmen akınlarını, ne Siyo- 
nistlerin Filistin'de toprak almasını ve ne de Yahudilerin Filis- 
tin'de yeni yerleşim yerleri kurmasını önleyebildi. 

Siyonistler sadece merkezî idareyi değil Filistin'deki yerel yö- 
netimi de etkiliyordu. 1904-1905 yılllan arasında mutasarrıf Ah- 
med Reşid Bey Siyonistlerin şirketinden vilayetin vergi açığım 
kapatabilmek için borç para aldı. Ancak borç olayının Babıâli ta- 
rafından duyulması üzerine görevinden alındı. 3 

"Hasta adam" Osmanlı, Siyonistlere neden direniyordu? 

Parayı alıp, dış borçlan ödeyip, ülkeyi rahatlatabilirdi! 

Ancak. Sorun Filistin'in stratejik önemindeydi. 

Filistin, Makedonya gibi Osmanlı Devletinin hassas yerleşim 
yerlerinden biriydi. Batının, Hindistan ve Uzakdoğu'yla olan tica- 
retinde önemli bir kapısıydı. Bu nedenle Filistin, Osmanlı için 
vazgeçilmez öneme haizdi. 

'Bu arada II. Abdülhamid ile Theodor Herzl'in görüşmeleri sü- 
rerken, 1904'te Herzl öldü ve temaslanyla birlikte tüm çabalar ya- 
rım kaldı. 4 



• Siyonistlerin Filistin'de Yahudi devleti kurma isteklerine, başta Moiz Kohen, yani na- 
dığer Munis Tekinalp gibi Osmanlı Yahudileri karşı çıktılar; onlara göre Yahudi göç- 
men er Osmanlı topraklarına gelmeli ve özgürce yaşamalıydılar. Osmanlı'yı, daha son- 
Turkıye'yi Kenan ülkesi, israiloğullarının kutsal toprakları olarak değerlendiriyor- 
uz Kohen'in Siyonist kongrelerinde yaptığı konuşmalar için, M. Jacob Lan- 
n un İletişim Yayınlan'ndan çıkan Tekinalp (1996) adlı kitabına bakılabilir. 

Ekr m R d Re§,d Bey ' k ' aslkmüzi t' n ° nde S 8 '"" bestecilerinden Cemal Reşid Rey ile 

eşıd Rey'ın babasıdır. Rey, ispanyolca "kral" demektir; sizce Rey ailesi neden 
spanyolca bir soyadı tercih etmişti ? Geçelim ! 



tostaT' 



„s,,,„„so„„„, i6agu SC os , ç^g.jjg viyana'dan israil'e götürüldü. I8ağus- 
me, kurucusu olduğu devletin minnet borcu olarak ulusal cenaze töreni ya- 



106 



107 



Theodor Herzl öldükten sonra Siyonistler fikir ayrılıklarına 
düştü. Ama Siyonizm'den vazgeçmediler. II. Abdülhamid nezdin- 
de girişimlerini sürdürürken, Emmanuel Karasu, Nesim Russo ve 
Nesim Mazliyah gibi İttihatçılarla da dirsek teması içindeydiler! 

Siyonistler İttihatçılardan umutluydu... 

Siyonizm'e sadece Osmanlı Yahudileri karşı değildi. Benzer tep- 
ki Fransa gibi Avrupa ülkelerinde yaşayan Yahudilerden de geldi. 

Siyonizm'e karşı çıkışın en önemli göstergesi de Alliance İsra- 
elite Universelle'in (Evrensel Musevî Birliği) 1860 yılındaki bildi- 
rişiydi. Bu bildiriye göre, Avrupa uygarlığından uzak kalmış Yahu- 
di cemaati, ancak ve ancak eğitimle kalkınabilirdi. Yani Yahudile- 
rin sorunu "anavatanlarının" olmaması değil, geleneksel dinin al- 
tında ezilmesi ve "kabuklarını yırtıp" toplumsal reformları yapıp, 
modernize olamamasıydı. Yahudi, Batının değer sistemini kabul 
ettiği an kurtuluşunu da bulacak, özgürleşecekti. 




nedenle Fransa'dan kurulduktan kısa bir süre sonra Os- 
lı'ya gelen Alliance İsraelite Üniverselle okulları çok rağbet 
Mü Osmanlı Yahudi tebaası gibi, Sabetayistler de bu okulu ter- 
cih etmeye başladılar. 

gelecekte Evliyazade ailesinin yakın dostları arasına girecek, 
Türkiye Cumhuriyetinin cumhurbaşkanı olacak, o dönemin ön- 
de gelen İttihatçılarından Mahmud Celal (Bayar), 1886 yılında ku- 
rulan Bursa Alliance İsraelite Okulu'nda öğrenim görmüştü! (Av- 
ram Galanti, Türkler ve Yahudiler, 1995, s. 219) 

XX. yüzyılın başında Rum, Bulgar, Sırp, Ermeni'den sonra Si- 
yonistler de "ulus" arayışına girmişti. Ama şimdilik diğer tebaa 
kadar Osmanlı topraklannda taraftar bulamamışlardı. Osmanlı 
Yahudilerinin büyük çoğunluğu yaşadıkları topraklan yurt bili- 
yorlardı. Ancak Siyonistlerin pes etmeye niyetleri yoktu... 



Alliance, Yahudilerin içinde yaşadıkları toplumlarla bütünleş- 
melerini savunuyordu. Alliance'a göre Siyonizm "sahte mesihçi- 
likten" başka bir şey değildi. Rasyonalizme ve özgürlükçülüğe ay- 
kırıydı. Her fırsatta antisemitizmi eleştiren Siyonistler aslında an- 
tisenütiktiler! 

Özetlersek, Alliance teşkilatı felsefesi itibariyle Yahudilerin "Mu- 
sa dininden" birer Fransız, İngiliz, Osmanlı vb. vatandaşlara dönüş- 
melerini amaçlıyordu. Siyonist ülkü ise, bunun tam tersine, Yahudi 
benliğinin asimilasyon erozyonuna uğramamasını amaçlıyordu. 

İzmir Alliance Okulu müdürü şöyle yazar: "Türkiye dindaşlarımız 
(Yahudiler) için vaat edilmiş bir toprak olabilir." Yahudi cemaati yöne- 
ticileri Yahudilerin Osmanlı Devletinin yönetiminde önemli bir yer edi- 
nebileceği fikrim geliştirir. "Rumlar" derler, birçok asır boyunca önem- 
li bir rol oynamışlardır; Yunan Krallığının bağımsızlığından beri bu et- 
ki çok azalmıştır. Ermeniler bugün Osmanlı idaresinde birçok görev 
üstlenmektedir: taşra valisi, posta müdürü, elçilik kâtibidirler. Ne var 
ki Ermeni cemaati Abdülhamid hükümeti gözünde şüpheli durumuna 
geldi. Neden Yahudiler evvelden imparatorlukta sahip olduklan yeri 
yeniden kazanmasınlar. (Henri Nahum, tzmir Yahudileri, 2000, s. 74) 

Osmanlı tebaası Yahudi aydınlar, Alliance İsraelite Universel- 
le'le paralel düşüncedeydiler. 5 

5. Alliance israelite I IrTerselle hakkında ayrıntılı bilgiler için, Türkiye Yahudilerinin Ba- 



Başbakanın makamındaki resim 

Eşini trajik bir ölümle kaybeden Evliyazade Naciye Hanım yıl- 
gınlığa, umutsuzluğa kapılacak bir kişilik değildi. 

Başta Serveti Fünun olmak üzere dönemin gazete ve dergile- 
rine makaleler göndermeyi sürdürdü. 

Yazı kaleme almanın güç olduğu o dönemde, yazarların kim- 
likleri ve imzaları sahte, yüzleri maskeliydi. Örneğin Namık Ke- 
mal'in oğlu Ali Ekrem "A Nadir", Süleyman Nazif büyükbaba- 
sının adı olan "İbrahim Cendî" mahlasıyla yazıyordu. Bu isim- 
ler dışında bir grup daha vardı ki onlar daha genç, daha korku- 
suzdu. Hüseyin Cahid (Yalçın), Faik Ali (Ozansoy), Mehmed 
Rauf mahlas kullanmazlardı. Evliyazade Naciye de bu gruba 
dahildi. 

Yazılarının altına açık yüreklilikle imzasını atıyordu. Kendisine 
yapılan uyarılan da dinlemiyordu. 

Evliyazade Refik, kız kardeşi Naciye Hanım rahat bir ortamda 
ışabilsin diye zamanı zaman yeğenlerini ve oğullanın alır, on- 
L bordon Boyunda dolaştınr ya da at haralarında gezdirir- 
ullannın tıpkı kendisi gibi atlara olan meraklan o zamanlar- 
da başlamıştı. 

'lıyazadelerin atçılık dışında bir diğer meraklan da piyano çal- 
Kadınlann hemen hemen tümü piyano çalmayı biliyordu. 

•Çerinde resme çok meraklı olanlar da vardı. En iyi res- 
'sınasız Naciye Ilanım'ın büyük kızı Güzin yapıyordu. 



108 



109 



Güzin'in yaptığı tablolardan biri zamanla eniştesi Başbakan 
Adnan Menderes'in makam odasına da asılacaktı... 

Yüzyılın başında ise Binbaşı Enver, eniştesini vurmaya hazırla- 
nıyordu... 

Enişteye sıkılan kurşun 

Selanik Merkez Komutanı Albay Nâzım Bey korkunç bir hafi- 
yeydi. Yıldız Sarayına bildirmek üzere 397 kişilik tevkif listesi ha- 
zırladığı bilgisi İttihatçıları telaşlandırdı. Albay Nâzım'ı ortadan 
kaldırmaya karar verdiler. Üstelik bu suikastı Nâzım'm kayınço- 
su Binbaşı Enver sayesinde yapacaklardı. Binbaşı Enver, ablası 
Hasene'nin eşi Nâzım'm ortadan kaldınlmasındaki görevi seve 
seve yerine getirecekti. Çünkü biliyordu ki, eniştesi ablasına hep 
kötü davranıyordu. 

29 mayıs 1908 akşamı Yüzbaşı İsmail Canbulad ve Binbaşı En- 
ver'in yardımıyla Selanik Yalılar Akaretler'deki eve giren Fedailer 
Grubundan Teğmen Mustafa Necib, Albay Nâzıma iki el kurşun 
sıkmış ama öldürememişti. 

Binbaşı Enver, eniştesine yapılan suikastta parmağı olduğu or- 
taya çıkınca apoletlerini sökerek dağa çıktı. 

Yalnız değildi. Eyüb Sabri gibi bazı İttihatçı subaylar da apolet- 
lerini sökerek dağa çıkmaya başlamışlardı. 

Bu eylemi ilk başlatan isim ise Kolağası Resneli Niyazi'ydi. 

Resneli Niyazi'nin komutanlığını yaptığı "Resne Millî Tabu- 
ru'nda kimler yoktu ki: Sırp komitacı Circis, Arnavut beyi İsa Bola- 
tin, Yunanlı kaptan Kleftus Kontaris, Bulgar komitacı Sandanski... 

Hepsi Kanuni Esasinin getireceği özgürlük ortamında, eşitlik 
içinde kardeşçe sonsuza kadar yaşayacaklarına inanıyorlardı. 

İttihatçı subayların arka arkaya dağa çıkmaları tesadüf değildi: 

8 haziran 1908'de Estonya'nın Reval kentinde, İngiltere Kralı 
VII. Edward ve Rus Çan II. Nikolay "hasta adam" Osmanlı'nın mi- 
rasını paylaşmışlardı. Birkaç yıl öncesine kadar Osmanlı Devle - 
ti'nin toprak bütünlüğünü savunan İngiltere artık Rusya'yla işbir- 
liği yapıp imparatorluğu parçalama siyasetine soyunmuştu. Buna 
göre, Makedonya parçalanacak, Irak İngilizlere, Boğazlar Rusla- 
ra bırakılacaktı! Biliniyordu ki Fransa ve İtalya bu buluşmanın 
öteki müttefikleriydi. 

Artık toprak kaybetmeye tahammülü olmayan İttihatçılar 'Ya 
vatan ya ölüm" parolasıyla tüm Makedonya'yı (Selanik, Kosova, 



I 



Manastır) harekete geçirmeye karar verdiler. 

)üveli muazzamamn Makedonya haritasını masaya yatırarak 
parçalayacağını konuşmaya başlaması İttihatçıların "düş- 
Sı cephesfni genişletmesine neden oldu. 
Artık başkaldırı sadece Yıldız Sarayına karşı yapılmayacaktı, 
tttihat ve Terakki Cemiyeti Manastır Şubesi yayınladığı bir bil- 
diriyle Avrupa devletlerine ültimaton verdi: 

Avrupa'nın uydurma Makedonya teşkili kabul edilmeyecektir. (...) 
Avrupa bizim menfaatimize karşı olan yolda yürümeye devam ederse 
o takdirde artık sabrımız tükenmiş demektir. Şerefli bir ölümü sefıla- 
ne bir hayata tercih ederiz. 

İttihatçılar iki cephede de savaşa hazırlanıyorlardı. 

Bu ültimaton İttihatçıları Almanlara yaklaştıracaktı. Prusya 
eğitiminden geçip, Alman kolektivist fikirlerin etkisi altında ka- 
lan genç "pozitivist" subaylar örgüt içinde güçlendikçe, "Alman 
yanlısı fikirler" de giderek ağırlık kazanacaktı!.. 

İttihatçıların ayaklanma girişimlerinden Yıldız Sarayının habe- 
ri oldu. 

Makedonya Genel Müfettişi Hüseyin Hilmi Paşa, Yıldız Sara- 
yına bir telgraf çekti. Telgrafta, Ermeni ve Makedonya komitele- 
rinin İttihatçılarla birlikte, Selanik ya da Manastır içinde, "Mer- 
kez İcra Komitesi" adıyla ihtilal planlayıp kısa sürede ayaklana- 
caklarını yazıyordu. 

Bu gelen telgrafın bir benzerini de Atina'daki Osmanlı Büyü- 
kelçisi Rifat Bey göndermişti. Yıldız Sarayı "yaramaz çocuklara" 
artık hakettikleri cezayı verme kararını aldı... 

II. Abdülhamid subay isyanlarını bastırmak, dağdakileri indir- 
mek için en güvendiği komutanı Müşir (Mareşal) Şemsi Paşayı 

> taburla Makedonya'ya göndermeye karar verdi. 

Okuması yazması olmayan, sertliği ve okullu subaylardan nef- 

- etmesiyle tanınan Şemsi Paşa'nm Makedonya'da oluk gibi kan 
akıtacağını tahmin etmek zor değildi... 

Şemsi Paşaya yardımcı olmak için İzmir'deki Redif Fırkaları 
e Karaman Taburları da Selanik'teki 3. Ordu'ya katılmak için yo- 
!a çıktı. 

zmir limanından hareket eden geminin içinde Doktor Nâzım 
a vardı. Bu kez asker kılığına girmişti... 

J ktor Nâzım gemide yalnız değildi. Yamna güvendiği bazı İtti- 
arkadaşlannı da almıştı. Onlar da nefer kılığına girmişlerdi. 



no 



Doktor Nâzım ve arkadaşları askerlere propaganda yapmaya 
başlamışlardı ki, geminin İzmir'e geri dönme karan verdiğini öğ- 
rendiler. Telaşlandılar. Ne oluyordu ? Gemiye bindikleri haber mi 
alınmıştı ? Kaçmaya karar verdiler. Ama denizin ortasında böyle 
bir girişim imkânsızdı. Geminin kıyıya yanaşmasını beklediler. 
Bu arada geminin dönüş nedenini öğrendiler, yelkenlerinden biri 
kırılmıştı. Rahatladılar. 

Fakat bu kısa süren bir rahatlamaydı; çünkü İzmir- Selanik ara- 
sında asker taşıyan gemiler gidip geliyordu. 

Doktor Nâzım ve arkadaşları gelişmeleri "elleri kolları bağlı" 
bir şekilde sessizce İzmir'den izlemekle yetiniyorlardı. Makedon- 
ya'dan haber alamıyorlardı. 

Selanik'te de heyecanlı saatler yaşanıyordu. 

İttihatçılar Müşir Şemsi Paşaya suikast düzenleme kararı aldı. 

Dört fedai gönüllü oldu. Sonunda suikastı Teğmen Atıf in (Kam- 
çıl) yapmasına karar verildi. 

Karar açıklandığında Teğmen Atıf, arkadaşı, Albay Nâzım Bey'i 
vuran Teğmen Mustafa Necib'i dışarı çağırdı. Osmanlı- Yunan Sa- 
vaşı'nda şehit düşen babasının saatini, eğer basma bir şey gelirse 
annesine ulaştırmasını istedi. 

Kucaklaştılar. 

Tanyeri ağanyordu... 

Tarih 7 temmuz 1908. 

Müşir Şemsi Paşa sabah erken saatte Manastır Postanesine 
gitti. Yıldız Sarayına telgraf çekti, artık operasyona hazırdı! 

Dışarı çıktı. 

Teğmen Atıf yanına yaklaşıp selamı çaktı, "Komutanım acil 
mektup var" deyip bir zarf uzattı. 

Paşa zarfı açarken, madalyalarla dolu göğsüne iki kurşun yedi. 

Kendine güvendiği için yanında fazla koruma bulundurmayan 
Müşir Şemsi Paşa merdivenlere yığıldı. 

Korumalar Teğmen Atıf a da kurşun yağdırdılar. Ama bunlar- 
dan sadece biri, o da bacağına isabet etti. Teğmen Atıf kaçmayı 
başardı. 6 

Müşir Şemsi Paşanın yaverleri başta Kavaklı Mustafa Fevzi 
(Çakmak) olmak üzere, Şemsi Paşayı hastaneye yetiştirmeye ça- 
baladılar ama uğraşılan yeterli olmadı. İttihatçılar Yıldız Sara- 
yının en kuvvetli komutanını öldürmüşlerdi. 



6. Atıf Kamçıl, TBMM'nin altıncı ve yedinci dönemlerinde Çanakkale milletvekilliği yap- 
tı. Mezarı istanbul Sisli'de Ahidpi Hiirrivor'reH coh;HİLro"i.- 




11 



Korumalardan biri Müşir Şemsi Paşa'nın elindeki haber pusu- 
lasını alıp okudu. 

pusulada, 'Ya vatan ya olum yazıyordu! 

Yıldız Sarayı ile İttihatçılar arasında "savaş" başlamıştı. 

II Abdülhamid, Müşir Şemsi Paşa'nın yerine bu kez Müşir Os- 

an Fevzi Paşayı Makedonya'ya gönderdi. Osman Paşa Manas- 
hr'a ulaşamadan, Eyüb Sabri ve Resneli Niyazi kuvvetlerince da- 
s a kaldırüıp esir alındı. 

' Yıldız Sarayı şaşkındı. İttihatçılar arka arkaya suikastlara baş- 
ladılar: Manastır Mıntıka Komutanı Osman Hidayet Paşa, Debre 
Mutasarrıfı Hüsnü Bey, Polis Müfettişi Sami, Avukat Sabir Efen- 
di, Yüzbaşı İbrahim, Süvari Yüzbaşısı Ali... 

21 temmuz gecesi İttihat ve Terakki Cemiyetinin Selanik mer- 
kezi toplandı. Karar aldılar: Saray'a tüm Osmanlı tebaası adına 
meşrutiyetin ilanı ve Anayasanın yürürlüğü konması için telgraf 
çekilecekti. Aksi takdirde 24 temmuzda ayaklanma başlayacaktı. 

Tarih 22 temmuz 1908. 

İttihatçılar da dahil olmak üzere herkesi şaşırtan bir olay mey- 
dana geldi. 

İzmir kolordusunun ilk taburlan Selanik rıhtımına çıktılar. 

Ve çıkar çıkmaz, 18 000 asker tüfeklerini bırakarak, kardeş ka- 
nı dökmeyeceklerini söylediler. 

Doktor Nâzım aylardır İzmir'de harcadığı çabanın karşılığını al- 
mıştı. 

Sonuçta beklenen gün geldi. II. Abdülhamid meşrutiyeti ilan 
etti. 7 

Manastır ve Selanik, hürriyet ilanını 101 pare top atışıyla kutladı. 

İstanbul ise şaşkındı. 8 

Çünkü Rumeli'deki isyanlan, suikastlan, tüm olan biteni san- 
sür nedeniyle öğrenemedikleri için, II. Abdülhamid'in meşrutiye- 
ti birdenbire ilan ettiğini düşünüyorlardı. 

Meşrutiyeti padişahın lütfü olarak gören İkdam gibi gazeteler, 
Padişahım çok yaşa" diye manşet atmışlardı! 

Meşrutiyet ilan edildiğinde Doktor Nâzım Milas'ta Halil (Men- 

nkalıların 4 Temmuz'u, Fransızların 14 Temmuz'u olduğu gibi bizim de 23 Tem- 
mı" |'" UZVard " Bt » mrnuz 1909'ta kabul edilen yasayla, 23 Temmuz "Hürriyet Bayra- 
' kkl "'anmaya başlandı. Ancak bu bayram 13 mayıs I935'te kaldırıldı. 

* ml, 5 r utiyetin ilan edildiği güne kadar cemiyete üye olanlar, 319'u subay, 
g[u J v " loplam 50s kişiydi, istanbul'daki üye sayısı ise sadece I l'di. (Kudret Emi- 
6" . Anadolu'da Devrim /"?;;„/ • ıOQQ - rrm 



112 



teşe) Bey'in evinde saklanıyordu. Duyar duymaz hemen İzmir'e 
hareket etti... 

İzmir ayaktaydı. 

Kordon Boyunda insan seli akıyordu: Evliyazadeler Refik 
Efendi, Naciye Hanım, Makbule ve çocuklar ellerinde Türk bay- 
raklarıyla Kordona gelmişlerdi. 

Herkesin elinde kendi milletinin bayrağı vardı: 

Türk, Yunan, Bulgar, Sırp, Arnavut, Çerkez, Musevî, Ermeni, 
Rum, Kürt, Arap sokakta zaferi kutluyordu... 

Yabancı tüccarlar, Levantenler de Kordon'daki kutlamalara ka- 
tıldılar. 

Kadifekale'den top atışı yapılıyordu. 

Herkes karanlık günlerin geride kaldığına inanıyordu. 

Bitecekti artık toprak kayıpları, yoksulluklar, hastalıklar, 
ölümler... 

İzmir'e gelen Doktor Nâzım o karmaşada Kuşçubaşı Eşrefi 
buldu. 

Boynuna sarılarak hıçkıra hıçkıra ağladı. 

İstibdat iktidarını yıkmak için on beş yıl mücadele vermişti. 

İstanbul, Paris, Selanik ve İzmir'de geçen on beş yıl... 

Sonra kendini toparladı. 

İttihatçı arkadaşlarına Selanik'e gideceğini söyleyerek, önce- 
likle güvenlik işleriyle meşgul olmalarını tavsiye etti. 

Haklıydı... 

Meşrutiyet'in ilk günlerinde İzmir'in yönetiminde boşluklar ol- 
du. Esnaflardan seyyar satıcılara kadar herkes, hürriyetin "kanun 
ve kural tanımazlık" olduğunu düşünüyordu. Örneğin sanıyorlar- 
dı ki vergiler vb. yaptırımlar kalkmıştı!.. 

Aslında Osmanlı tebaasının büyük bir bölümü ne olup bittiğinin 
farkında değildi. Bazıları Makedonya'dan gelecek "hürriyef in ka- 
dın mı erkek mi olduğunu tartışmaya başlamıştı!.. 

Lokantalar bedava yemek dağıtıyordu... 

Doktor Nâzım Selanik'e gitti. Giyecek başka elbisesi olmadığı 
için, "Tütüncü Yakub Ağa" kıyafetiyle gitmişti. 

"Hürriyetin kâbesi" adı verilen Selanik, İzmir ve İstanbul'dan 
daha coşkuluydu. 

Dağa çıkan Binbaşı Enver "hürriyet kahramanı" olmuştu. Her- 
kes Binbaşı Enver'i görmek için birbirini eziyordu. 

İttihatçıların Selanik'teki lideri Talat, istasyonda karşıladığı 
Binbaşı Enver'e, kırmızı ciltli bir "Kanuni Esasi" hediye etti. 

Dağa çıktığında her türlü lojistik desteği veren önde gelen İtti- 



113 



subaylardan Binbaşı Cemal, 9 istasyonda Enver'i öperk :en 
Adağına, "Sen artık Napolyon oldun" diyordu... 

Hıristiyan Gagavuz bir Türk! 

Yirmi yedi yaşında bir bayrak, bir efsane kahramanı olan Bin- 
başı Enver kimdi ? 

Asıl adı İsmail Enver'di. 

12 kasım 1881 İstanbul doğumluydu. 

Hacı Ahmed-Ayşe çiftinin altı çocukları var: Enver, Nuri, Kâ- 
mil, Ertuğrul, Hasene ve Mediha. 

Enver, baba tarafından Gagavuz Türklerindendi! 

Hülasa Enver Paşa'nm yedinci atası, Hıristiyan Gagavuzlardandı. 
Şecere tablosunda, en başta görülen Abdullah Killi, bu soydan Müs- 
lümanlığa dönen ilk soy büyüğü olarak bilinir. (Şevket Süreyya Ayde- 
mir, Enver Paşa, 1993, c. 1, s. 183) 

Enver'in kendisinden yaşça küçük amcası Halil Paşa, Akşam 
gazetesinde 1967 yılının ekim-kasım aylan arasında yayımlanan 
anılarında ailesine ilişkin şu bilgiyi vermektedir: 

Ceddimiz Kınm'dan gelmiştir. Kırım hanlarının sarayına öteberi ve 
bilhassa kadm eşyası satan bir yemeniciymiş. Bu yakışıklı delikanlı 
Hıristiyan olduğu için, harem dairesinde kimse ondan kaçmazmış. Bu 
sırada Kırım hanının yakınlarından bir kız, ona gönül vermiş. Nihayet 
evlenmelerine karar verilmiş. Yemenici delikanlı Müslümanlığı kabul 
etmiş. Evlenmişler. Bu yemenici Rum değil, Rumen değilmiş. Şu hal- 
de Rum veya Ulah olmayan, Türkçe konuşan bu Hıristiyan, Roman- 
ya'da yaşayan ve dini Hıristiyan olan Gagavuzlardandı. 

Bu evlenmeden sonra Ruslar, Kırım'ı istila etmişler. İşgal üzerine, 

«ddimiz karısıyla beraber, Tuna ağzında Kilya şehrine göçmüşler. 

usların Romanya'yı işgalinden sonra da dedelerimizden Kahraman 

!- Karadeniz'in Türkiye kıyılarındaki Abana'ya hicret etmişle 

,ıer. 

Müslümanlığı seçen yemenici, "Abdullah Killi" adım almıştı, 
ı sırasıyla, Kocaağa Killi, Kahraman Ağa, Killioğlu Hüseyin Ağa, 
1Mu Ştafa Kaplan ve nihayet Hafız Kâmil Efendi takip etmişti, 
""er'in babası Hacı Ahmed, Hafız Kâmil Efendinin oğluydu. 



'Şa askerî eczacı Mehmed Nasib Efendi'nin oğluydu. 6 mayıs 1872 Midilli do- 
• 899 da Selanik'te Seniha Hanım'la evlendi. Ahmed, Mehmed, Kâmuran, Nejdet 



114 



J75 



Enver ilköğrenimine istanbul'da başladı. Sonra askerî rüştiye ve 
idadiye Manastırda devam etti. 1899'da Harbiye'den, 1902'de de 
kurmay subay olarak Erkâmharbiye'den mezun oldu. 3. Ordu'ya 
atandı. 

Sonrası malum. . . 

Hürriyet kahramanı Binbaşı Enver için, Selanikli şair Ahmed 
Efendi, istasyonda yeni şiirini okuyordu: 

Âlemde emsali adîm 
Yaptık bugün bir inkılap 
Hainleri, alçakları 
Zalimleri ettik harap 

Biz yek vücudı ittifak 
Bir kale teşkil eyledik 
Hürriyeti, milliyeti 
Hakkıyla temsil eyledik. 

Millî marş olmadığı için subaylar mızıka takımlarına Fransız 
İhtilalinin marşı "Marseillaise"i çaldırıyorlardı. Bugünü izleyen 
günlerde Paris'teki İttihatçılar Republique Meydanındaki ünlü 
Marianne Anıtına çelenk koydular. 

Her köşede herkes kendi dilinde nutuk atıyordu. 

Selanik özgürlüğü soluyordu. 

Doktor Nâzım Selanik'te İttihatçı arkadaşlarıyla buluştu. 

Hepsi heyecandan titriyordu. 

Selanik İttihat ve Terakki Cemiyeti merkezi umumîsi toplandı. 

Ne yapılacağı konusuna her kafadan bir ses çıkıyordu. 

İşin gerçeği şuydu: istedikleri siyasal düzene kavuşmuşlardı. 
Ama üyeleri hep küçük rütbeli subaylar ve kıdemsiz memurlar- 
dan oluşuyordu. İktidarı devralacak kadroları yoktu. 

Yine de meydanı boş bırakmak istemiyorlardı. Hangi isimlerin 
nazır olarak hükümette görev alacağını kararlaştırmayı ve arka 
planda durup, bunlann ne yapıp neyi yapmayacaklan konusunda 
talimat venneyi planlıyorlardı. 

Bu nedenle ilk iş olarak, hükümetle temasları yürütmek üzere 
İstanbul'a bir heyet gönderilmesine karar verildi. Heyette, Talat 
Bey, Cavid Bey, Midhat Şükrü, Rahmi Bey, Binbaşı Cemal gibi isim- 
ler vardı. 

İttihatçı kadrolar artık "bey" olmuşlardı! 




Heyete, Enver'in amcası Yüzbaşı Halil, Yakub Cemil, Mustafa 
Necib, Mülazım Hilmi gibi fedailer koruma görevi yapacaklardı. 

İttihatçılar silahlannı kuşanıp Osmanlı Devletinin başkentine 
doğru yola çıkarken, Doktor Nâzım "Anadolu umumî müfettişi" 
olmuştu, bu nedenle İzmir'e dönecekti. Nazırlık istememişti. 

Selanik merkezi umumîsi İzmir'e çektiği telgrafta, Doktor Nâ- 
zmı ve arkadaşlannın onlara layık olabilecek bir törenle karşılan- 
malannı istedi... 

Doktor Nâzım ilk kez kendi kimliğiyle İzmir'de 

Tarih, 7 ağustos 1908. 

İzmir limanı tıklım tıklımdı. 

Kalabalığın önünde hükümet temsilcileri ve belediye görevlile- 
ri vardı. 

Evliyazade Refik Efendinin içinde bulunduğu tüccarlar lima- 
nın sağ, papazlar, hahamlar ve imamlar sol tarafındaydı. 

Yaptıklan bire bin katılarak anlatıldığı için adı efsaneleşen 
Doktor Nâzım'ı görmek için binlerce insan limana akın etmişti. 
Körfez sandallarla doluydu. 

Nihayet Doktor Nâzım'ı taşıyan gemi ufukta gözüktü. 

Herkes mendillerini sallıyordu. 

Bando çalmaya başladı. 

Doktor Nâzım mahşerî kalabalığı görünce şaşırdı. 

Heyecanlıydı. 

Kıyafeti değişmişti; artık o Paris Sorbonne mezunu Selanikli 
Doktor Nâzım'dı. 

Tükürük cezası 

azırlanan kürsüye çıkıp konuşmaya başladı. 

kimseye oldukça sert geldi. 

da konuşması yakın bir gelecekte İzmir'de yapacaklarının 
göstergesiydi. 

T\ ti ı * -ı3 töreninin ardmdan Doktor -vt/\ ^/-"i r» 

fVle birik Nazım, Yüzbaşı Ruşe- 

! önce belediyeyi, sonra vatandaşların ısrarıyla Rum 
»anesi'ni, Ermeni Murahhasa Dairesini ve Musevî 
• pasım ziyaret etti. 



Belkı e d s " ra 



Slnda Müftülük 



taretlere 



unutulmuştu! 
mesajlarının verildiği bu küçük 
olge düşmesi" istenmemişti. Çünkü muhalifleri İlli- 



Vo h o m 1 ) e r 1 i k t 



116 



117 



hatçılann "Panislamik" olduğu propagandasını yapıyorlardı. 

Karşılama törenini hazırlayanlar bir yeri ziyaret etmeyi unut- 
mamışlardı. 

Burası Asmalımescit'teki "Tütüncü Yakub Ağa'nın dükkânıydı! 

İttihatçı Yüzbaşı Ruşenî burada, Doktor Nâzım'ın o zor günle- 
rini ve mücadelesini anlatırken, Doktor Nâzım ağlamamak için 
dudaklarını ısınyordu. 

Askerî kışla da ziyaret ettikleri yerlerdendi. 

İttihatçı düşmanlarının cezalandırılmasına da orada başlandı. 

İzmir kolordusu komutanı Ferid Tevfık halka zulüm yaptığı ve 
askerlik mesleğine zarar verdiği gerekçesiyle, hemen o gün, ora- 
da askerlikten uzaklaştırılarak rütbesi alındı. Yaşımn ileri olması 
sebebiyle halk önünde teşhir cezası uygulanmadı. 

Aydın şehri başkomiseri Mehmed, hafiye olarak bilinen ve bu 
sayede paşa olan Hacı Hasan Paşa, İzmir'de fırka komutanı olan 
Tevfık, polis komiseri Mehmed Refik gibi kişiler üniformaları, rüt- 
beleri, nişanlan çıkarılarak halkın önüne çıkarılıp teşhir edildi. 

Doktor Nâzım hepsini tükürükle cezalandırdı. Ama bazen is- 
tenmeyen olaylar da olmuyor değildi. Halk özellikle kendilerine 
kötü davranmış idarecilere linç girişiminde bulundu. 

Cezalandırma yöntemi İttihatçıları ikiye böldü. 

Örneğin, Polis Müdürü Mazhar'ın makamının basılıp teşhir 
edilmesine, Kuşçubaşı kardeşler Eşref ve Sami karşı çıktılar. 

Doktor Nâzıma yaptığının yanlışlığından bahsettiler. Ne var ki 
Doktor Nâzım kendini haklı buluyordu. Ona göre bu tip istibdat - 
çılar halkın nazarında layık oldukları gibi cezalandırılmalıydılar. 

İki farklı görüş İttihatçıları, o günlerin sıcak ortamında çatış- 
ma noktasına getirdi. 

Sonra her iki tarafta sakinleşti. Polis Müdürü Mazhar sorgulan- 
dı. Doktor Nâzım yumuşadı. İşin garip yanı o gün linç edilmek is- 
tenen polis müdürü Mazhar önce İstanbul polis müdürü, sonra da 
Bitlis valisi olacaktı. 

İzmir geneli İttihatçılara sıcak bakıyordu. 

İkinci Meşrutiyet'in hemen arkasından askerlerin kışlık giye- 
cek gereksinimini karşılamak için bağış toplanacak bir "yardın! 
komisyonu" oluşturuldu. Ardından İstanbul, Selanik gibi kentler- 
de olduğu gibi İzmir'de de "asker kulübü" açabilmek için bağış 
toplanmaya başlandı. 

On iki Türk, bir Ermeni, bir Rum ve iki Yahudi olmak üzere on 
altı kişiden oluşan bu komitede Evliyazade Refik Efendi de vardı 

İzmir "yeni döneme" uyum sağlamakta zorlanmamıştı!.. 




prens Sabaheddin kavgası 

İzmir yine de bir türlü gerilimden kurtulamıyordu. 

Selanik'ten Doktor Nâzıma gelen bir telgraf şehrin gerginliğini 
daha artırdı. Cemiyetin Selanik merkezinden gelen telgraf, Prens 
S baheddin adına Anadolu'da teşkilat kurmak isteyen süvari su- 
bayı (ve Milaslı Halil'in [Menteşenin] kardeşi) Murad, Binbaşı 
İroşür Tevfık ve Demirci Avnî'nin hemen gözaltına alınmasını 
emrediyordu. 

Kuşçubaşı Eşref, adı geçenleri gözaltına almak için Mülazım 
Tevfık'i görevlendirdi. Afyon'a giden Tevfık, görevini tamamlaya- 
rak döndü. Üç "Prens Sabaheddinci" İzmir kışlasına getirildi. 
Kuşçubaşı Eşref haber ulaştığında saat 23.00'ı gösteriyordu. Eş- 
ref durumu önce Kemer'deki Doktor Nâzıma iletti. O da haberi 
alır almaz kışlaya geldi. Yakalanan isimlerin sorgusunu Doktor 
Nâzım yaptı. 

Bu sorgu aslında İttihatçıların siyasal tavırlarını göstermesi 
açısında ilginçti: 

Doktor Nâzım kışlaya geldiğinde Milaslı Murad ve Demirci Avnî 
ayağa kalkarak ona karşı saygılı davrandılar. Doktor Nâzım ne ağa- 
beyini yakından tanıdığı Milaslı Murada, ne de kendisine saygıda 
kusur etmeyen Avnî'ye sıcak davrandı. Hemen sorguya başladı. 

Neden ve ne amaçla yeni bir teşkilatlanmaya girdiklerini sor- 
du. Yanıtı beklemeden, sözlerini İttihatçılar aleyhine bir çalışma 
içinde olmalarının çok ağır cezalara neden olacağını bilip bilme- 
dikleri sorusuyla sürdürdü. 

Milaslı Murad teşkilatlanmayı meşrutiyetin kendilerine sağla- 
dığı haklar doğrultusunda yaptıklarını ve bu nedenle ceza alabi- 
=ek bir davranış içinde olmadıklarını söyledi. 

Doktor Nâzım çok sinirlendi. Kendini kontrol altına alamaya- 

1 hale geldi. Her ikisini de kışlanın orta yerinde kurşuna dizdi- 
rebileceğini söyledi. 

Aslında meşrutiyetin ilk günlerinde İttihatçılar ile Prens Saba- 
hn grubu arasında sıcak ilişkiler yaşanmıştı. Başta Paris'ten 
ionen Dr. Bahaeddin Şakir olmak üzere, İttihatçılar, Prens 
eddin grubuyla İstanbul'da bir araya gelerek, ileride prog- 
nnı birleştirebilecekleri umuduyla ittifak kurmuşlar ama 
""yata geçirememişlerdi. "Pamuk ipliğine" bağlı bu ittifak 
«sa zamanda sona erecekti... 

rarra tü m olup bitenler garipti. 

zc ı Prens Sabaheddin'e karşı olan İttihatçılar, II. Abdülha- 



118 



mid'e baskı yaparak Ingilizciliğiyle tanınan Kıbrıslı Kâmil Pa- 
şa'nm sadrazamlığa getirilmesini sağladılar! Harbiye nazırlığına 
Prens Sabaheddin'e yakınlığıyla bilinen Receb Paşa geldi! 

7 ağustos 1908 günü yeni kabine yemin ederek göreve başladı. 

Kuruluşundan on gün sonra hükümetin programı gazetelere 
yansıdı. 

Hükümet programında, milletvekillerinin yasa teklif etme, seç- 
me seçilme hakkının belirli bir servete bağlı olmaksızın herkese 
tanınması, gayrimüslimlerin de askere alınması önde gelen konu- 
lardı. 

Maliye, bakanlıklar, ordu ve donanma yeniden düzenlenecekti. 
Dış ülkelerle yapılan ticaret sözleşmeleri gözden geçirilecekti. 
Bu ülkelerin onaylaması halinde kapitülasyon ayrıcalıklarının 
kaldırılması öngörülüyordu. 

Vergi sistemi gözden geçirilecek, ticaret, sanayi, bayındırlık, 
tarım, bilim ve eğitimde gelişme sağlayabilmek için yatırımlar ya- 
pılacaktı. Gereksiz memurlar ve alaylı eğitimsiz subaylar emekli- 
ye sevk edilecekti. 

Yeni hükümetin Osmanlı Devletini çağdaş merkezî bir devlete 
dönüştürme iddiası vardı. 

Benzer iddialı programlar çeşitli dönemlerde ortaya atılmış 
ama hiçbiri başarılamamıştı. Bakalım İttihatçılar yaptıkları "Tem- 
muz Devrimi'yle bunlan hayata geçirebilecek miydi ? 

İlk aylarda herkeste bir iyimserlik havası vardı. Öyle ki, Make- 
donya'da çetecilik sona ermişti. Reval Buluşmasında Rusya ve 
İngiltere aldıkları karan geri çekmek üzereydiler. Kapitülasyonla- 
rın kaldırılması değil ama daraltılması tartışılmaya başlanmıştı. 

Ama bu umut dolu gelişmeleri kökünden sarsacak üç acı olay 
gerçekleşti o günlerde: 

- 5 ekimde Bulgaristan bağımsızlığını ilan etti. 

- 6 ekimde Yunanistan Girit'i topraklarına kattı. 

- Ve aynı gün, yani 6 ekimde Avusturya-Macaristan İmparator- 
luğu Bosna- Hersek'i ilhak etti. 

"Hasta adam" Osmanlı Devletinin toparlanmaya başlamasın- 
dan korkanlar "ellerini çabuk tutmuşlardı"! 

İçerideki "uzantıları" da boş durmayacaktı... 

Ve gün gelecek Evliyazadelerin damadı olacak Fatin Rüşdü 
(Zorlu), daha kırk günlük bir bebekken sürgünle tanışacaktı... 



Dördüncü bölüm 



26 nisan 1909, İstanbul 



Doğduğu, gözünü açtığı şehir iki haftadır ayaktaydı. 

İstanbul'da silah ve top sesinden başka ses yoktu. İstanbul ka- 
ranlığa bürünmüştü. 

Her gece dört beş bin fanus ve elektrik lambalanyla aydınlatı- 
lan Yıldız Sarayı, o gece sadece beş on havagazı feneriyle aydın- 
latılıyordu. 

Tarihe "31 Mart Ayaklanması" 1 olarak geçen olayların başlan- 
dığı o günlerde Fatin Rüşdü (Zorlu) daha kırk günlük bebek bile 
değildi. 2 

Babası Müşir İbrahim Rüşdü Paşa, II. Abdülhamid'in seryave- 
riydi. 

Yıldız Sarayının tüm görevlileri gibi o da, korku ve dehşetle 

sonunun ne olacağını bekliyordu. Herkes yorgundu. Aralarında 

reyenler vardı. Haremdeki ağlayan kadınların feryatları, ölüm 

dizliğine bürünmüş Yıldız Sarayından duyulan tek sesti. Lakin 

a süre onlar da aldıkları uyanlar üzerine sustular. 

itin Rüşdü'nün babası İbrahim Rüşdü Paşa en çok II. Abdül- 

'd'e şaşınyordu. Her an öldürüleceği, her an tahttan indirile- 

orkusuyla yaşayan padişah, o gece ne kadar sakin ve meta- 
netliydi. 

Mart Ayaklanmasını bastırmak için Selanik'ten gelen Ha- 

°rdusu subay ve erleri Yıldız Sarayını kuşatmışlardı. 

e dairelerin hemen hepsi askerlerce doldurulmuştu. Su- 



Miladî 13 



nisan 1909. 



u ü "'"'u'nun nüfus kâğıdındaki resmî doğum tarihi 1910'dur. Ancak kızı Se- 

ce urdus" *""•"• Quz 'de Zoriu'nun "Fatin'i 31 Mart Ayaklanmasından hemen ön- 

5dii larlu " uv * su """" giderken kucağgıda gptiirdijğünü" söylediâjni aktardı. Fatin 

k. Kafa ı , , "" nu " ,,s " k " adı da "Ahmed Fatin Zorlu", yani resmî belgede "Rüşdü" adı 



120 



121 



bayların hemen hepsi Harbiyeli'ydi; yani mektepli! Başlarında 
Hürriyet Kahramanı Binbaşı Enver vardı... 

O günlerde kırk günlük bir bebek olan Fatin Rüşdü'nün yaşa- 
mında Harbiyelilerin yeri hep ayn olacaktı! 

Babası İbrahim Rüşdü Paşa, II. Abdülhamid'in yakın çevresin- 
deki ender "mektepli" subaylardandı. 

İbrahim Rüşdü Paşa'nm babası, yani Fatin Rüşdü'nün dedesi 
de "mektepli" bir subaydı. Yalnız, dedenin "mektebi" Osmanlı 
topraklarında değil, Rusya'daydı. Çünkü o bir Rus'tu; Osmanlı'ya 
iltica edip "Rus İbrahim Paşa" adını almıştı. 

Puşkin'in arkadaşı 

Rus İbrahim Paşa, XIX. yüzyılın başında Petersburg limanın- 
dan ayrıldığı kruvazörüyle Artvin'e sığınmıştı. 

İbrahim Paşa'nm neden Rusya'dan kaçıp Osmanlı'ya sığındığı 
konusunda ailenin hiçbir bilgisi yok. Paşa'mn Rus adını bile bil- 
miyorlar. 

Kimdi bu Rus İbrahim Paşa? 

Sanırım Rusya tarihine bakarak bu sorunun yanıtını bulabiliriz. 

Rus İbrahim Paşa ne zaman Osmanlı'ya sığınmıştı: XIX. yüzyı- 
lın başında. Peki, o tarihlerde bahriyeli bir Rus subayın, Osman- 
lı'ya sığınmasına yol açacak olay ne olabilirdi ? 

1789 Fransız İhtilali dünyayı sarsmıştı. "Hürriyet", "adalet", "eşit- 
lik" gibi kavramlar Rusya'da da etkisini gösterdi. Dekabristler (Ara- 
lıkçılar) adıyla anılan Rus devrimciler, Batı'dan gelen bu düşünce- 
leri hemen benimsediler. "Köleler nasıl özgürlüğüne kavuşturulma- 
lı; liberal bir devlet nasıl kurulmalı; federatif sistem mi, bağımsız 
yönetimler mi; cumhuriyet mi, yoksa anayasal monarşi mi ?" gibi 
sorulan tartışmaya açtılar. Çar I. Aleksandr tıpkı II. Abdülhamid gi- 
bi, iktidara gelmeden önce verdiği özgürlükçü sözlerin hepsini 
unutmuş, hafiyeleri aracılığıyla acımasız bir iktidar kurmuştu. 

Dekabristler, ne soylu sınıfın ne de tüccarların Rusya'yı değiş- 
tireceğine inanıyorlardı. Rusya'daki değişikliği ve ilerlemeyi sa- 
dece kendilerinin yapacağı düşüncesindeydiler. 

Petersburg'da Muhafız Alayı Komutanı Muravyev ve yardımcı- 
sı Türgenyev "Kuzey Birliği" adlı bir örgüt kurdular (1821). Örgüt 
genç subaylann katılımıyla çok büyüdü. 

1 aralık 1825'te I. Aleksandr esrarlı bir şekilde öldü. Ani ölüm 
çarlığı karıştırdı. Tahta kimin geçeceği konusunda fikir ayrılıkları 
çıktı. Karışıklıktan yararlanmak isteyen Dekabristler, Çar I. Niko- 




, tahta çıkacağı gün ayaklanma başlatmaya karar verdiler. 

14 aralık günü Petersburg'daki Senato 'nun bulunduğu Birinci 
Meydanında ayaklanmaya başladılar. Ancak umdukları 
desteği bulamadılar. Devrim eylemine yalnızca üç piyade birliği 
ve bahriyeliler katılmıştı. 

İsyancılar arasında şair ve yazar Puşkin de vardı... 

Çar I- Nikolay darbeci olarak gördüğü subaylara hiç acımaya- 

caktı. 

gün, 14 aralık günü Petersburg'da oluk oluk kan aktı. 

Dekarbistler yenildi... 

Beş general asıldı. Beş yüz subay gözaltına alınıp sorgulandı. 
Yüzlercesi Sibirya ve Kafkasya'ya sürüldü. Kimi de kaçtı... 

Bu kaçan devrimci subaylardan biri de, Osmanlı'ya sığınıp 
Müslüman olan Rus İbrahim Paşaydı ! 3 

Ne garip rastlantı... 

Rus İbrahim Paşa, Rusya'yı "özgürleştirmek" amacıyla askerî 
bir ayaklanmaya katıldı ve yenildi... 

Oğlu Müşir İbrahim Rüşdü Paşa ise, Osmanlı'yı "özgürleştir- 
mek" isteyen subaylar tarafından Yıldız Sarayında göz hapsine 
alınmış, Midilli'ye sürgüne gönderilmeyi bekliyordu... 

Ve torun Fatin Rüşdü ise yarım asır sonra Türkiye'yi "özgürleş- 
tirmek" isteyen subaylar tarafından, yine bir adaya, bu kez Midil- 
li'ye değil, Yassıada'ya hapsedilecek ve ardından İmralı Adasında 
idam edilecekti... 

Geçelim... 

Biz yine Yıldız Sarayına dönelim... 

27 nisan sabahı.. 

Askerler Yıldız Sarayını boşaltmıştı. Yalnız kapı önüne iki nö- 

tçi asker koymuşlardı. Mabeyin Başkâtibi Ali Cevad 4 koşarak 
lisanın dairesine gitti. Askerlerin sarayı boşalttığını söyledi. 

Abdülhamid, "Merhum amcam (Abdülaziz) hakkında da ay- 
nen böyle yapmışlardı" dedi. 

D. Abdülhamid yanılmamıştı, 
celisi Mebusan'dan gelen dört kişilik heyet II. Abdülhamid'e 

runda k a Macar, Rus, Polonya ihtilallerine katılmış ve Osmanlı'ya sığınmak zo- 

P "$a (KorT'ir 5 * k s,> " d " " u ts k '" 1b eli subay vardı: Murad Paşa (Jozef Bern), iskender 
dlkp aşa (M n k "' Muı """' p "s' (Wladyslaw), Şahin Paşa (Felis Breanski), Mehmed Sa- 
™"7n Bieli "k D """" 1 )' Mahmud Hamdi Paşa (Fischel Freund), Nihad Paşa (Se- 
Mehmed Alîp * ' " p,s " ( Lu,,lk Bystzowski), Sefer Paşa (Wladyslaw Koscielski), 



( 'nstanty^ B, 



'ZGckiJ gibi 



T 



"5" (Michael Latos), Mustafa Celaleddin Paşa 



" 'glu eski büvükelr-l A „ 

c| zade Muamı.. • " Mehmet Cevat Acıkalın'dır. Mehmet Cevat Acıkalın, Usa- 



122 



Meclis'in kararını açıkladı: "Biz Meclisi Mebusan tarafından gön- 
derildik. Fetva var. Millet sizi haletti. Ama korkmayınız, hayatınız 
emindedir!" 

II. Abdülhamid'in otuz üç yıldır süren kâbusu gerçeğe dönüşü- 
vermişti! 

Sonu amcası Sultan Abdülaziz'e mi benzeyecekti ? Hep amca- 
sının öldürüldüğünü düşünüyordu. 

Tedirgindi. 

Öğleden sonra saat 15.00. 

Padişahın yine konuklan vardı. Hareket Ordusu komutanların- 
dan Müşir Hüseyin Hüsnü Paşa başkanlığındaki subaylar II. Ab- 
dülhamid'e, Osmanlı tarihinde o güne kadar görülmemiş karan 
açıkladılar: padişah sürgüne gönderilecekti. 

II. Abdülhamid Çırağan Sarayında kalmak istediğini söyledi. 
Hüseyin Hüsnü Paşa, padişaha kararlı olduklarını saygılı bir dille 
yineledi. Sonra herkesin şaşkın bakışları arasında, belindeki re- 
volverini çıkararak, "Can güvenliğiniz için tereddüt içindeyseniz, 
buyrun bunu alın, beraber arabaya binelim. Bir taarruz olursa ön- 
ce çekip beni vurursunuz" dedi. 

II. Abdülhamid subayların kararlılığı karşısında bir hareket 
olanağı kalmadığım anlamıştı. 

II. Abdülhamid ve onun gelmesini istediği bir avuç yakını Bin- 
başı Ali Fethi (Okyar) Bey'in muhafazası altında gece geç bir sa- 
atte üç arabaya bindirilerek Yıldız Sarayından çıkarıldı. Götürül- 
dükleri istasyondan özel bir trenle Selanik'e hareket ettiler. 

II. Abdülhamid yeni ikametgâhı Selanik Yalılar Mahallesi'nde- 
ki Alatini Köşküydü. Bu köşkü mimar Vitalino Poselli, Yahudi 
banker ve sanayici Moise Alatini için yapmıştı. Evi daha sonra 
Evliyazade Refik Efendinin eşi Hacer'in akrabalarından Kapanî- 
zade Ahmed aldı. 



Sürgünde bir bebek 

Benzer sürgün kaderini, H. Abdülhamid'in "kadrosu" da paylaştı. 

Müşir İbrahim Rüşdü Paşa Midilli sürgününe yalnız gitmek is- 
tedi. Ama eşi Güzide Hanım ısrar etti. Birlikte gideceklerdi. Bir 
de yanlarına daha anne sütü emen Fatin Rüşdü'yü alacaklardı. 

Güzide Hanım bir önceki görev yeri Akabe'de, dizanteri olan 
eşini çöllerde de yalnız bırakmamıştı. II. Abdülhamid, Hicaz de- 
miryolunu yaptırırken, emniyeti bakımından yolun denizle temas 



123 



ktasını kontrol altında tutmak için Akabe Kalesi'ne 15 şu- 
z \onö'da Rüşdü Paşa komutasında iki tabur asker göndermiş- 
, inin hastalandığını öğrenen Güzide Hanım günler süren yol- 
, son ucu Akabe Kalesi'ne eşinin yanma gitmişti... 
, ün Midilli Adasına sürgün gidenler sadece, II. Abdülhamid'in 
• ı er de yanında bulundurduğu "güvenilir adanılan" değildi. îtti- 
lar "Temmuz Devrimi'nin ardından, önce tevkif edilip sonra 
Meriyle birlikte Büyükada'da ikamete mecbur edilen eski se- 
rasker Rıza Paşa, eski Tophane müşiri Zeki Paşa, eski dahiliye na- 
zm Memduh Paşa, eski Bahriye nazın Hasan Rami Paşa, eski baş- 
kâtip Tahsin Paşa, eski başmabeyinci Ragıb Paşa, eski şehremini 
Reşid Paşa gibi isimleri de Midilli Adasına sürgüne gönderdi. 

II. Abdülhamid'in iki devir kadrosu birleştirilip birlikte Midilli'ye 
sürülmüştü. 



Eşi Rüşdü Paşa'nm yanında Midilli'ye sürgüne giden Güzide 
(Zorlu) Hamm kimdi ? 

Fatin Rüşdü'nün annesi Güzide Hanım, zengin bir ailenin kızıydı. 

Dedesi Rıfkı Efendi, aslen Yozgatlıydı. İpek Yolunda şal tica- 
reti yapıyordu. 

Babası Hüseyin Rıfkı Paşa, II. Mahmud döneminde 1827'de, eği- 
tim amacıyla Fransa'ya gönderilen ilk dört öğrenciden biriydi. 

Soru: şal tüccan Rıfkı Efendi oğlunun neden kendisi gibi tüc- 
car olmasını istememiş de onu asker ocağına göndermişti ? 

Bu sorunun yanıtı dönemin siyasal-ekonomik yapısında saklı. 

XIX. yüzyılın başı... Padişah II. Mahmud, Yeniçeri Ocağını kal- 
ınp yerine profesyonel, iyi eğitilmiş, ticarî işlerden uzak, yaşa- 

u kışlada sürdürecek disiplinli askerler ve ordu istiyordu. 

Ama dört yüz altmış yıllık Yeniçeri Ocağını kaldırmak o kadar 
kolay değildi. 

Yeniçeri Ocağı zamanla salt askerî bir güç olmaktan çıkmıştı. Ye- 
ller özellikle son yüzyılda bir ekonomik gücün kontrolü altına 
Şti: Yahudi sermayesiyle ticarî ilişkileri vardı. Dönemin önde 
ahudi sarraftan Yeşeya Aciman, Çelebi Behor Karmona, Ye- 
a bay, Yeniçeri Ocağı sarrafıydı ve yeniçeri ağalanyla kur- 
ortaklık sonucu Saray üzerinde büyük etkiye sahiptiler. 

•te, Yahudi sermayesi Yeniçeri Ocağı' nın lağv edilmesini is- 
temiyordu. 

birlikte Yahudi tüccarları karşısında Osmanlı piyasa- 

güç kazanan Ermeni sermayesi ise Yeniçeri Oca- 

dırıhp Nizamı Cedit ordusunun kurulmasını destekliyor- 



124 



du. Yani piyasadaki Yahudi gücünü kırarak Saray nezdinde güçlü 
olmak istiyordu. 

Ermenilerin Yeniçeri Ocağı karşısındaki tavrı Saray tarafından 
da korunmalarına neden oluyordu. 

Uzatmayalım... 1826'da Yeniçeri Ocağı kaldırılırken Yeşey a 
Aciman ve Çelebi Behor Karmona gibi büyük Yahudi tüccarlar öl- 
dürüldü. Yeheskel Gabay Antalya'ya sürüldü. Yahudi cemaati ne 
yapacağını bilemiyordu, çünkü asırlardır ilk kez bir Yahudi cema- 
at lideri öldürülüyor, önde gelen Yahudi tüccarlar ya sürülüyor ya 
da yok ediliyordu. 

Sonuçta Yeniçeri Ocağının kaldırılmasıyla Yahudi sermayesi- 
nin siyasal ve ekonomik ağırlığı büyük darbe yedi. Buna karşılık 
Ermeni lobisi siyasal ve ekonomik gücünün doruğuna çıkacak 
bir sürece girdi... 

Güzide Hanım'in şal tüccarı babası Rıfkı Efendi, Türk müydü, 
Ermeni miydi, Yahudi miydi? 

Bilmiyoruz... Ama görünen o ki, tüccar Rıfkı Efendi oğlunu Ni- 
zamı Cedit ordusuna yazdırmakta çok gönüllü gözüküyor... 

Hüseyin Rıfkı, Paris'te iki yıl Saray'da da kaldı. Dönüşünde 
"topçuluk" üzerine kitap yazdı. Padişah tarafından verilen altın 
madalyası vardı. Ordu komutanlığı da yaptı. Hatta ailenin söyle- 
diğine bakılırsa, sadrazamlık teklifi bile almış, ancak, "Ben siya- 
setten anlamam" diyerek reddetmişti. 

Hüseyin Rıfkı Paşanın ilk eşinden Hilmi ve Hamdi adlarında 
iki çocuğu vardı. İkisi de askerliği seçmiş ve paşalık rütbesine ka- 
dar ulaşmışlardı. Hüseyin Rıfkı Paşa'nın ikinci eşi, esir pazarın- 
dan aldığı Melek Hanım'dan ise Güzide ve Vefık doğdu. 

Paşa, Güzide doğduğunda altmış beş, Vefık doğduğunda yetmiş 
iki yaşındaydı! 

(Ara not: Güzide Hanım'm kardeşi Vefık Bey'in kızı Mualla 
[Eriş] ilk evliliğini 1943 yılında film yönetmeni Faruk Kenç'le yap- 
tı. Faruk Kenç, Atatürk'ün cenaze törenini filme çeken ve Türki- 
ye'de, filmlerin sessiz çekilerek daha sonra seslendirme yapılması 
yöntemim ilk kez uygulayan filmciydi. İstanbul Film Şirketini ku- 
ran Faruk Kenç, Çakırcalı Mehmed Efe, Kıvırcık Paşa, Günah- 
sızlar, Çölde Bir İstanbul Kızı gibi çok sayıda filme imza attı. 

Mualla ve Faruk çiftinin Vefık ve Gül admda iki çocuğu oldu. 

Mualla Hanım ikinci evliliğini Amerikan tütün şirketinde çalışan 
Richard Broking'le yaptı bu evlilikten de Can adlı bir oğlu oldu. 

Faruk Kenç ise, ikinci evliliğini 1954 yılında Türk sinemasının 
"Küçük Hammefendi"si Belgin Dorukla yaptı.) 



125 



Tanıma amaçlı soru: "Kenç" ne demektir? 

k pii Kurumunun sözlüğünde bu kelime yok. Bir yer ya da 
, ismi olabilir mi ? Türk Tarih Kurumu yayınlarından Kırım 
'•Kafkas Göçleri adlı kitapta "Kerç" adlı bir yer ismi geçiyor: 

Nitekim daha önce Kırım Kerç'te oturmakta olan bir grup Yahudi 
baslarında hahamları olduğu halde 1865'te İstanbul'a gelmişler ve ge- 
ldi yardımı görmüşlerdi. Hatta bunlar Osmanlı Devletindeki diğer 
Yahudilerden mezhepçe farklı olduklarını beyan ederek, kendilerinin 
bir "cemaati mahsusa teşkil ederek İspanyalı Yahudilerle hiçbir mü- 
nasebetleri olmadığından ayrı hahambaşı kavaninine tâbi olmayı" is- 
temekteydiler. (Abdullah Saydam, 1997, s. 92) 

Rus İbrahim Paşa'nın oğlu Rüşdü Paşayla evlendirilen Güzide 
Hanım'in ailesinin kökeni neydi ? 

Güzide Hanım'in babası Hüseyin Rıfkı Paşa yüz beş yıl yaşadı. 
Ailece Saray'a yakındılar. Güzidenin en yakın arkadaşı II. Abdül- 
hamid'in kızı Naime Sultandı. Hatta evlenirken, "Gelinliğimiz 
benzer olsun" diyerek aynı gelinliği diktirmişler, ancak Hüseyin 
Rıfkı Paşa, "Sen nasıl padişahın kızıyla kendini bir tutarsın?.." di- 
yerek gelinliğindeki pırlantaları söktürmüştü. 

II. Abdülhamid iki kızını, Naime Sultan ile Zekiye Sultan'ı Gazi 
Osman Paşa'nın iki oğluyla, Nureddin Paşa ve Kemaleddin Pa- 
şayla evlendirdi. s 

Gazi Osman Paşa'nın akrabası 

Zorlu ailesinin anlatımına göre, Güzidenin babası Hüseyin Rıf- 
kı Paşa ile Gazi Osman Paşa akrabaydı! 

Biyografilere bakıldığı zaman bu akrabalığa ait somut bir olgu- 

ı rastlanmıyor. Gazi Osman Paşa'nın biyografisi bilinmezlik üze- 

>e kurulu. Nerede doğduğu konusunda çelişkili bilgiler mevcut. 

sğin doğum yeri konusunda, bazı tarihçiler "Amasya" derken, 

bazıları "Tokat" demektedir. 

ıbasının kimliği konusunda da benzer karışıklık vardır: kimi- 
buklu Şerif Ağanın, kimisi Binbaşı Mehmed Bey'in, kimisi de 



ile Kemaleddin Raşa 1898 yılında evlendiler. Evliliklerinin altıncı yılın- 
' ""dedikoduyla çalkalandı. V. Murad'ın kızı Hatice Sultan, Kemaleddin 
/gamaya başlamıştı. Üstelik Kemaleddin Paşa. Hatice Sultan'a delicesine 
J haber alan II. Abdülhamid, kızı Naime Sultan'ı Kemaleddin Paşa'dan boşat- 
maya sürdü. Naime Sultan ikinci evliliğini Saray vezirlerinden Işkodralı 
rilHİ u * y A yaptl. Harirp Ctılran Ha Haririvp K-SfinlprinHpn Rauf Rpv'lp pvlpnHİ- 



126 



kereste gümrüğünde kâtip Mehmed Efendinin oğludur diye ya, 
maktadır. 

İlginçtir, Gazi Osman Paşa da, kaleme aldığı otobiyografisine! 
ailesi hakkında bilgi vermemiştir. 

Bilinen, İstanbul Sıbyan Mektebi, Beşiktaş Askerî Rüştiyesi, as- 
kerî idadî, Harbiye sonrasında askerliğe adım atmasıdır. 1877-1878 
Rus Harbi sırasında Plevne'deki savunmasıyla ün kazanmıştır. 

Çok ünlenince II. Abdülhamid kendini devireceğinden korkup 
Gazi Osman Paşayı Yıldız Sarayında yaveri ekrem (başyaver) yap- 
tı. Selamlıklara çıkarken arabasında karşısına hep Gazi Osman Pa- 
şa'yı oturturdu. Paşanın itibar ve şöhreti sayesinde kimsenin ara- 
baya bir suikast teşebbüsünde bulunmayacağını hesap ediyordu! 

Güzidenin Saray'daki sultanlarla arkadaşlık yapması, kocası 
Rüşdü Paşa'nın Saray yaverleri arasına katılması bu akrabalık 
ilişkisini kuvvetlendiriyor. 

Keza Hüseyin Rıfkı Paşa ile Güzide Zorlunun mezarlarının Ga- 
zi Osman Paşanın türbesinin bulunduğu Fatih Camii'nin bahçe- 
sinde olması, Zorlu ailesinin söylediklerini teyit ediyor. 

Güzide Hanım'ın ailesi çok zengindi. 

Bu nedenle Rus İbrahim Paşanın oğlu Rüşdü Paşa, Beyazıt'ta- 
ki konağa "içgüveysi" oldu! Konağa adım atar atmaz ilk olarak, 
horozlarına büyük bir kümes yaptırdı. Rüşdü Paşa horoz dövüşü- 
ne meraklıydı! 

Rüşdü Paşa ve Güzide Hanım çiftinin beş erkek çocuğu oklu: 
Ender, İsmail Nejad, Rıfkı, Efdal ve Fatin... 

En küçükleri Fatin'di. Bu nedenle Fatin'i yanlarına alıp Midil- 
li'nin yolunu tuttular. Diğer çocukları halaları Melek ve Servet'in 
yanma bıraktılar. 6 

Midilli'ye sürgün karan, Güzide Hanım'ın yaşamında ne ilk ne 
de son acı olacaktı. 

Peki, Güzide Hanım'ın valizlerini toplayıp Midilli'ye gitmesine 
neden olan 31 Mart Ayaklanması nasıl çıkmıştı?.. 

"Sinemaya gideceğiz" 

İkinci Meşrutiyet sonrası özgürlük dalgasının halkasına kadın- 
lar da katıldı. 

Artık daha çok kadın gazetelere ve dergilere makaleler y«~ 



6. Melek Hanım ünlü doktor Ragıb (Sanca) Paşa'yla evliydi. Kızı Nadide'nin ikinci eşi 
seks filmlerinin ünlü prodüktörü Arif Hanoğlu'ydu. Güzide Zorlu bu evliliğe karşı Ç 



127 



dernekler kuruyor, gösterilere bile katılıyordu. 

yor. 

Bu arada... 

"Temmuz Devrimi'yle gelen özgürlük, söylentileri de beraberin- 
di Bunlardan biri de İttihat ve Terakki Cemiyetinin kadın 
türüne son vereceği dedikodusuydu. Günün koşullan değişse 
dinsel bir simge olan tesettürün, bırakın kaldırılması, söylenti- 
bile huzursuzluklara neden oldu. İttihatçılar bu asılsız iddiayı ya- 
raş a da muhalif gazeteler söylentinin gerçekleşeceğini yaydılar. 
Bunların en sivri dillisi Derviş Vahdetî'ydi. 
Derviş Vahdeti, Volkan adındaki gazetesinde hemen her gün, 
Paris'ten yeni dönen Ahmed Rıza ile kız kardeşi Selma Hanıma 
saldırmaktaydı. Gazeteye göre, iki kardeş dinsizdi, fesi ve peçeyi 
kaldırmak istiyorlardı. Hatta Selma Hamm kadınlara dağıtmak 
üzere Paris'e bin şapkalık sipariş vermişti. 

Sonunda bu yayınlar üzerine bir grup gerici Selma Hanım'ın 
kurduğu kadınlar demeğini basıp, başta "gâvur icadı" piyano ol- 
mak üzere binadaki tüm eşyaları kınp döktüler. 

İzmir'de de benzer olaylar yaşanıyordu.. 

Evliyazade Refik Efendi, o günlerde Karşıyaka'daki konakta 
kız kardeşleri Naciye ve Makbule'yle bir tartışmaya girdi. Kız kar- 
deşlerinin kararma karışmamakla birlikte, onlan uyarmayı da ih- 
mal etmedi: başınıza bir bela gelir! 

Evliyazadelerdeki o günkü tartışmanın nedeni, Naciye ve Mak- 
bule'nin sinemaya gitmek istemeleriydi. 

Evliyazade Naciye ve Makbule'nin sinemaya gitmek istemele- 
nin nedeni ise, Doktor Nâzım'm, devrimin o ilk günlerinde İz- 
r'de yaptığı bir konuşmada, kadınların da artık sinemaya, tiyat- 
roya gidebileceklerini açıklamasıydı. 

Evliyazade Naciye, Doktor Nâzım'la aynı görüşü paylaşıyordu, 
ielanik'te yayımlanan ve "Aka Gündüz" takma adını kullanan 
' Aynînin genel yayın yönetmenliğini yaptığı Kadın dergisi- 
asiyet ayrımı yapılmadan herkesin özgürlükten yararlanma- 
ca hakkı olduğuna dair makaleler yazıyordu. 

iniz değildi... Ahmed Cevdet Paşanın kızları Fatma Âliye ve 

Peniye, sonradan Müslüman olan Macar Osman Paşa'nın 

• bınti Osman, sonradan Feyziye Mektepleri müdürü ola- 

""V* (Elgün), Halide Edib gibi kadınlar da benzer makale - 



> a başta Evliyazadelerin kadınları olmak üzere İzmir'de 
tiyatroya ve sinemaya gitmeye başladılar. 



728 



Tiyatrolar artık kapılarına "Hanımlar da girebilir" levhaları as- 
maya başlamıştı. 

İstanbul'da fırtına kopmasına neden olacak gelişmelerin ha- 
bercisi İzmir'deki bir olay oldu... 

Kömürcü Ahmed Ağanın, "Karılarımız erkeklerle nasıl diz dize 
oturup sinema-tiyatro izler, bu gayri meşru duruma kim izin veri- 
yor?.." şeklindeki propagandasıyla hayli etkili oldu. Yoksul Müs- 
lümanlar toplanarak Hükümet Konağına doğru yürüyüşe geçti- 
ler. Kışladaki bazı askerler de "Şeriat isteriz" diye bağıran göste- 
ricilere katıldı. 

Gericiler her geçen saat tehlikeli olmaya başlamışlardı. 

Kuşçubaşı Eşref yanındaki on jandarma askeriyle gösteriyi ön- 
leyemiyordu. Kışladaki askerler şeriat isteyenlere silah çekeme- 
yeceklerini söyleyip, sadece olayları seyrediyorlardı. 

17 ağustos 1908 günü İzmir'de meydana gelen bu olaylar zor da 
olsa bastırıldı. Benzer ufak çaplı gösteriler İstanbul'da da tekrar- 
lanınca İttihat ve Terakki Cemiyeti, 19 ağustos 1908'de Beyazıt 
Camiinde toplanan ulemaya, Kanuni Esasinin şeriata uygun ol- 
duğunu onaylattılar. 

Ama gericiler eylemlerine son vermiyordu... 

11 ekim 1908 tarihli İkdam gazetesi, birkaç zorba tarafından 
bir subay ve ailesinin bindiği aracın durdurulup subayın tartak- 
landığını, kadınların yüzlerinin ve giysilerinin yırtıldığını yazdı. 
İddialara göre olay bir karakolun önünde olmuş ve polis olaya 
müdahale etmemişti. Sindirme çabalarına rağmen kadınlar daha 
özgür bir yaşamın şartlarını zorlamayı sürdürüyorlardı. 

Ve İstanbul her geçen gün geriliyordu. 

Gericiler "Temmuz Devrimi'ni yıkmak için her yola başvuru- 
yorlardı. 

İki bin evin yandığı 23 ağustos 1908'de meydana gelen büyük 
İstanbul yangınını, "Allah'ın meşrutiyet üzerine Osmanlı'yı ceza- 
landırmak için çıkardığı" söylentilerini yaymaya başladılar. 

Kasım 1908 genel seçimlerini ekseriyetle İttihatçılar kazanın- 
ca, gerici muhalifler, mevcut yönetimi yıkıp, statükoyu devam et- 
tirmek için başka yöntemler aramaya başladılar. 

Peki "Temmuz Devrimi'ne neden karşıydılar? 



îki "meşrutiyet" arasındaki fark 



Gerici monarşistler sanıyordu ki, 1908 Meşrutiyeti de, tıpkı 
1876 yılında ilan edilen Birinci Meşrutiyete benzeyecek. 



129 



iki "meşrutiyet" arasında farklar vardı... 

n sa 3 -J 

o Meşrutiyetinin amacı mutlakıyetçi monarşiyi düzenlemek- 
a A A 1 . Padişah tarafından kabul edilen Kanuni Esasi 
a'nın en tutucu anayasaları göz önüne alınarak hazırlandı, 
hazırlayan kurumların görüşleri ışığında siyasal gücü, mo- 
i üe bürokrasi arasında paylaştırıyordu. Meclisi Mebusan'm 
• cok kısıtlıydı. Halkın istekleri küçük bir oranda temsil şansı 
İsa da, anayasal düzen içindeki yerine bakıldığında monarşi ve 
irokrasiden sonra geliyordu. Meclis'in feshi padişaha tanınmış 
klardan biriydi. Bu nedenle Meclis, çalışmalarında tam anla- 
ıyla özgür olamıyordu. Ayrıca Bakanlar Kurulu da Meclisi Me- 
busan'a değil padişaha karşı sorumluydu. İki meclisli anayasal 
düzende, tüm üyeleri padişah tarafından atanan Meclisi Ayan, ya- 
ni Senato vardı. Üstelik bunun yetkileri Meclisi Mebusan'dan da- 
ha fazlaydı. 

1908 "Temmuz Devrimi"nde ise temel amaç, kökten değişikliği 
gerçekleştirmekti; yoksa mevcut düzende değişiklikler ya da dü- 
zenlemeler yapmak değil. Kanuni Esasî'yi "kitabî olmaktan" çı- 
karmak istiyor, hayata geçirmek istiyordu. 

Bunun en somut göstergesi kadın haklarıydı. Özellikle -seçkin 
aileler dışında- toplum içinde yüzyıllar boyunca peçe ardına giz- 
lenmiş, sosyal yaşamda etkisi olmayan, tepki gösteremeyen ya da 
göstermeyen kadınlar "devrimin" kendilerine verdikleri haklan 
kullanmaya başladı. Miting meydanlarında onlar da vardı, gazete 
sayfalarında da. Yeni okulların açılması, kızların okutulması, ka- 
nların rahatça kendilerini ifade imkânı bulmaları, Osmanlı'nın 
değişme sürecine girdiğinin göstergesiydi. 
Aynca "devrimci" kadrolar, aşiret düzenini yıkmaktan, yoksul 
jye toprak dağıtmaktan bahsediyordu. "Utangaç bir laikliği" 
»uyordu. Latin harflerine geçmenin zeminini yokluyordu, 
i siyasal ve toplumsal kurumlar ile kuralları yıkmaya çaba- 
Jsmanh'nm bu "burjuva devrimi" gerici monarşistleri kor- 
fdu. "Devrimi" yıkmak, halkı kendi yanlarına çekmek için 
yaptıkları propaganda yöntemine başvurdular. Halkm 
duygularını sömürmeyi sürdürdüler, 
pn: 1876 Anayasasının 35. maddesi Meclis'i feshetme 
F P ac lışaha tanımıştı. İttihat ve Terakki Cemiyeti 7 35. mad- 
"">ak istiyordu. Monarşist gericiler bu anayasa değişik - 
dinî duygularını suiistimal ederek şöyle yorumladı- 



a. 'ittiha 



■ç.n, ıttih.tçi iann Mec | İS ' teki ko | u "ittihat ve Terakki Fır- 
akki Cemiyeti" olarak va7mavı rprrih prrim 



130 



lar: "30 'ramazan', 5 ise 'namaz' demek, yani İttihatçı dinsizler as- 
lında ramazanı ve namazı kaldırmak istiyorlar!" 

İttihatçıların rakipleri salt gericiler değildi. Prens Sabaheddin 
kadrosu da sahip oldukları gazeteler aracılığıyla iktidan topa tu- 
tuyordu. 

Ne yazık ki, İzmir'de Doktor Nâzım'ın sorgusunda görüldüğü gi- 
bi, İttihatçılar bu eleştirilerin üzerine sert yöntemlerle gidiyorlardı 

İttihat ve Terakki fedailerinin muhalifleri silah zoruyla sustur- 
mak istemesi olayları büsbütün çığırından çıkardı. 

Önce "söylentisi", sonra Mizan gazetesinde haberi çıktı: 

İkdam gazetesinin başyazarı Ali Kemal'in öldürülmesi için 
Doktor Nâzım ve Rahmi Bey İttihat ve Terakki Cemiyetine teklif- 
te bulunmuşlardı. Doktor Nâzım ve artık Selanik mebusu olan 
Rahmi Bey de 27 mart 1909 tarihli Mizan gazetesinde bu haberi 
tekzip ettiler. 8 

Ongun sonra... 

6 nisan 1909'da, Serbesti gazetesi yazan Hasan Fehmi, Galata 
Köprüsü üzerinde vuruldu. Köprünün her iki yakasında da polis 
kulübesi vardı, ama saldırgan kaçmayı başarmıştı! 

Gazeteci Hasan Fehmi binlerce kişinin katıldığı cenaze töre- 
niyle toprağa verildi. 

İstanbul patlamaya hazır bomba haline gelmişti. 

Ve bir kıvılcım hiç beklenmedik bir yerde beş gün sonra ateşe 
dönüştü. 

31 Mart Ayaklanması 

30 martı 31 marta bağlayan gece İstanbul Taşkışla'da hareketli 
saatler yaşanıyordu. İlk ayaklanan, Hamdi Çavuş komutasındaki 
4. Avcı Taburu oldu. Hemen ardından diğerleri de onları takip etti. 

İsyancılar Ayasofya'ya doğru harekete geçtiler. Yürürlerken 
kendilerine sarıklı mollalar da katılıyordu; yol boyu slogan atıyor- 
lardı: "Gâvurluk istemeyiz, şeriat isteriz... Padişahım çok yaşa..." 

İsyanın bayrağı yeşildi... 

İşin garip yanı, şeriat kıstaslarıyla yönetilen bir idarî yapıda, şe- 
riat istemekti! Amaç halkın dinî duygularım sömürmekti. Hedefte 
ise İttihatçıların getirmek istediği moderniteyi önlemek vardı. 

8. Dr. Ali Osman Onbulak'ın oğlu Dr. Nejat Onbulak babasından aktararak yazdığı™ 
aile içi bir kitap niteliğindeki çalışmasında, Doktor Nâzım'ın, babasının da aralarında oı 
lunduğu bir gizli toplantıda, ittihat ve Terakki Cemiyeti aleyhine makaleler yazan bir ga- 
zetecinin öldürülmesini önerdiğini ve bu yolda karar alındığını aktarmaktadır! (vwwv.ca- 

rihvskfi nra tr\ 



r 



131 



fva'ya doğru yola çıkan gerici monarşistler, karşılaştıkları 

"alaylı" mı, "mektepli" mi olduklarını soruyordu. "Mek- 

•vabmı verenleri öldürmekten kaçınmıyorlardı. Her öl- 

i Harbiyeli subayın ardından, "Mektepli zabit istemeyiz, 

fTzabit isteriz!.." diye slogan atıyorlardı. 

gece öldürülenler arasında, Asan Tevfık zırhlısı süva- 
inbaşı Ali Kabulî, Yüzbaşı Sparati, Mülazım Muhiddin, Yüz- 
ail Yüzbaşı Salaheddin ve kardeşi Nureddin Bey vardı. Ga- 
a Köprüsü üzerinde katledilen Mülazım Selim'in cesedi ise iki 
gün sonra ancak kaldırılacaktı... 
' O gece toplam yirmi subay öldürülmüştü... 
Gericiler İttihatçı avına çıkmıştı. 

Sadece mektepli subaylan değil, İttihatçı mebusları da katlet- 
tiler. Adliye Nazın Nâzım Paşa ve Lazkiye Mebusu Emin Arslan 
Bey öldürüldü. 

Araya girip minik bir tespit yapmak istiyorum: "Bizim" tarih ki- 
tapları diyor ki: Adliye Nazın Nâzım Paşa, İttihat ve Terakki Ce- 
miyeti'nin kuruluş aşamasında Paris liderliğini yapıp, meşrutiyet 
sonrası İstanbul'a gelerek mebus seçilen ve sonrasında Meclisi 
Mebusan reisi olan Ahmed Rızaya benzetilerek öldürüldü! 
Aynca... 

Lazkiye Mebusu Emin Arslan Bey de İttihatçılann yayın orga- 
nı Tanın gazetesinin başyazan ve İstanbul milletvekili Hüseyin 
Cahid (Yalçın) zannedilerek öldürülmüştü! 

Tarih araştırmacılan, akademisyenler, gazeteciler hemen hep- 
si bunu yazıyor. 

Size bu hiç inandmcı geliyor mu ? 

dericiler, Adliye nazınnı ve Lazkiye mebusunu öldürüyorlar; 
onu da birilerine benzeterek yapıyorlar! 

isaf! İşin tuhaf yanı, ölenler ile öldürülmek istenenler fızi- 
olarak birbirlerine hiç benzemiyorlar! 

ica gericiler, bazı İttihatçılan yakalayıp hapsetmişlerdi. Ba- 
nın evlerine girip arama yapmışlardı. Zaten ellerinde de 
• hafiye Fehim Paşanın yardımcısı Süreyya Paşa'nın verdi - 
©"ste vardı... 

Emin Arslan öyle bilinmeyecek ve tanınmayacak^ ıra _ 

"lebus değildi; o İttihat ve Terakki Cemiyetinin ilk ^_ 

5,n ı" yazacak kadar önde gelen isimlerden biriydi... 

Kıza'yi öldürdüklerini sananlar, daha sonra yazılı istek- 

d Rıza'nm Meclis başkanlığından çekilmesini neden 
er? 



134 



teğmen arasında değişen İttihatçı fedailer, zor duruma düşen 
iran'daki meşrutiyetçilere yardım için o ülkeye gitmişlerdi! 

Ve zaten subay kadrosunun önemli bir bölümü 3. Ordu'nun bu- 
lunduğu Makedonya'da görev yapıyordu. 

Gerici isyana iki yer karşılık vermek istedi... 

Biri İstanbul'daki Harbiye Mektebi! İsyan karşısında Harbiyeli 
öğrenciler tedirgindi. Zorlu bir yolla elde edilen meşrutiyetin yiti- 
rileceğini düşünüyorlardı. Gönüllüydüler; silah kuşanıp İstanbul 
sokaklarına girip gericilerle savaşmak istiyorlardı. Bunu komu- 
tanlarına da söylediler, ancak komutanlar daha hangi tarafta yer 
alacaklarını kestirememişlerdi. Yıldız Sarayının tavrını merak 
ediyorlardı. Ama Saray nedense sessizliğe bürünmüştü. 

Diğeri Selanik'teki 3. Ordu'da görevli subaylar! 

Hemen harekete geçtiler. İstanbul'a yürümek için 3. Ordu Ko- 
mutanlığı bünyesinde müfrezeler oluşturdular. "Hareket Ordusu" 
adı verilen bu kuvvetlerin başına Hüseyin Hüsnü Paşa geçti. Kur- 
may başkanı Yüzbaşı Mustafa Kemal'di (Atatürk). 

İttihatçı subaylardan Yarbay Cemal, Yüzbaşı Kâzım (Karabe- 
kir), Yüzbaşı Resneli Niyazi, Binbaşı Eyüb Sabri (Akgöl), Yüzba- 
şı İsmet (İnönü) isyanı bastırmak için Hareket Ordusuna katıldı. 

Edirne'deki 2. Ordu da Hareket Ordusu'na destek verme kara- 
rı aldı. 

Hareket Ordusu'nda Arnavutlardan, Manastırlılardan ve Bul- 
garlardan oluşan gönüllü siviller de vardı. Örneğin 700 Selanikli 
Yahudi'nin oluşturduğu Gönüllü Musevî Taburu, 2. Fırka Komu- 
tanı Albay Kâzım Bey'in komutası altındaydı. 9 

25 piyade taburu, 7 sahra ve 2 cebel bataryası ile 10 süvari bö- 
lüğü kuvvetindeki Hareket Ordusunun neredeyse yansı gönüllü- 
lerden oluşuyordu. 

Selanik'te toplanan İttihatçılar birkaç taburu elde etmişler. San- 
danskiy adındaki meşhur Bulgar komitacı da birtakım Bulgarlarla 
Hareket Ordusu'na iştirak etmişti. Diğer mühim kısım da dönmeler 
olmak üzere bir ordu vücuda gelmiştir. (Rıza Nur, Hayat ve Hatıra- 
tım, 1992, el, s. 301) 



9. Hareket Ordusu'na katılan gönüllü Yahudiler için o günlerde şarkı yapıldı: 
"Köylerdeki gençler /Ve Selanik'ten birçoğumuz/ Gönüllü olduk /Askerliğe gittik /Ya 
Hürriyet gerçekleşecek / Ya kanımız akacak / Türkiye'ye olan aşkımız için!.. / Türkler, 
Yahudiler ve Hıristiyanlar / Hepimiz Osmanlılar / Ellerimizi tutuşturduk / Kardeş olma- 
ya yemin ettik / istanbul için hareket edeceğiz / Kötülerle savaşacağız / Türkiye'yi kur- 
tarmak için!.." 

Tnı-Uv/O'/Ho I nHin" Mrl/ıhn criulpmpcivlo ranınan lal*- Fçim (~pm İUİyip hirlikrp Çekirdek 



135 



Hareket Ordusu bünyesinde II. Abdülhamid'in şahsını koru- 
makla görevli "silahşorlar" da bulunuyordu. 

Bu arada Anadolu kentlerinde de gönüllü taburları oluşturul- 
du Bunlardan Bursa'dan yola çıkan gönüllü taburunu kuranların 
başında yirmi altı yaşındaki Mahmud Celal (Bayar) vardı! 

Hareket Ordusu, Ayastefanos'a (Yeşilköy) geldiğinde birliğin 
komutasını 3. Ordu Komutanı Müşir Mahmud Şevket Paşa ve 
kurmay başkanlığını Berlin'den gelen Binbaşı Enver aldı. 

Doktor Nâzım, Talat Bey, Rahmi Bey, Midhat Şükrü, Bolu Me- 
busu Habib Efendi, Çürüksulu Mahmud Paşa gibi İttihatçılar Ye- 
şilköy'de toplanmaya başladı. 

Ordu, tüm hazırlıklarının ardından ertesi gün alacakaranlıkta 
Şişli yolu üzerinden Harbiye'ye geldi. Harbiyeli askerî öğrenciler 
de Hareket Ordusu'na katıldı. 

Ve 24 nisan sabahı Taşkışla'da büyük çatışmalar oldu. 

İstanbul yine bir iktidar savaşına tanıklık ediyordu... 

Sonuçta iç savaşı "modernlik taraftan" İttihatçılar kazandı. 

İki gün süren iç savaş sonrasında Hareket Ordusu'ndan 3'ü su- 
bay, 71 asker öldü. Bunlardan 21'i Musevî Taburu'ndandı! 

İsyan bastırıldıktan sonra Mahmud Şevket Paşa ile Harbiye 
Nazın Salih Paşa, Hahambaşı Haim Nahum'u ziyaret etti. Her iki 
paşa da, Selanik Yahudilerinin verdiği destek için teşekkür etti. 

Diğer cemaatleri de ziyaret eden Hareket Ordusu kurmay kad- 
rosu, aynca İstanbul halkına bir bildiri yayınladı: vatanın ve mille- 
tin bölünmezliği ve Meşrutiyet her daim korunup kullanacaktır!.. 

(Ara not: bu bildirinin benzerini 1960,1971 ve 1980 yıllarında da 
görülecektir. Tek değişen "Meşrutiyet" yerine "Cumhuriyettir!..) 

Devam... 

İstanbul'da sıkıyönetim ilan edildi. 

Yeni hükümet kuruldu. Hüseyin Hilmi Paşa sadrazamlığa geti- 
rildi. 



31 Mart'ın arkasında kimler vardı? 



Genci monarşistlerin arkasında II. Abdülhamid var mıydı? 
imanlara yakınlığıyla bilinen Hareket Ordusu Komutanı Mah- 
Şevket Paşaya göre II. Abdülhamid'in darbecilerle hiçbir 
[ §kısi yoktu ve iktidarda kalmalıydı. 

ma Me clisi Mebusan'daki sivil İttihatçılar öyle düşünmüyordu. 
• Abdülhamid tahttan indirildi ve Selanik'e sürgüne gönde- 



136 



İstanbul'dan uzaklaştırılanlar arasında Kâmil Paşanın oğlu Said 
Paşa, İkdam gazetesi başyazarı Ali Kemal, Ser~bestî gazetesi başya- 
zarı Mevlanzade Rıfat, Yeni Gazete sahibi Abdullah Zühtü, Berat 
mebusları İsmail Kemal ve Müfit beyler vardı. 

Liberal Prens Sabaheddin'den İslamist Mizancı Murad'a, aşın 
dinci Derviş Vahdetî'den gerici alaycı askerlere kadar hepsi, İtti- 
hatçılara karşı işbirliği yapmışlardı. Hepsini birleştiren güç ise 
"İngiliz sevgisi'ydi! 

31 Mart Ayaklanmasının ardında "dış parmak" var mıydı? 

İttihatçılar, "Temmuz Devrimi'nden önce, İngiltere, Almanya, 
Fransa ve İtalya'yla iyi ilişkiler içindeydi. 

İttihatçı kadrolar içinde Selanikli Rahmi Bey gibi İngilizlere çok 
yakın isimler vardı. Ama İttihatçılar içindeki İngiliz taraftarları, 
Sadrazam Kıbrıslı Kâmil Paşa, Prens Sabaheddin, Mizancı Mu- 
rad'm yanında çok sönük kalıyorlardı. Prof. Dr. Sina Aksinin deyi- 
miyle, bunlar "gözü kapalı, ne olursa olsun türünden İngilizce'ydi. 

"Temmuz Devrimf nden sonra İttihatçıların Kıbrıslı Kâmil Pa- 
şayı sadrazamlığa getirmesi İttihatçılar ile İngilizler arasındaki 
ilişkilerin sıcak olduğunun göstergesi. Ancak, İngilizler, İttihatçı- 
ların "çağdaş ulus devleti" kurma teşebbüsünden hoşnut değiller- 
di. Çünkü bu durum İngiliz sömürgelerinde de etki yapabilirdi. 

Ayrıca, İttihatçılar arasında Prusya ekolünü benimseyen su- 
bayların çokluğu, İngilizlerin bu hareketin geleceği konusunda 
endişe duymasına neden oluyordu. 

İngilizlerin korktuğu gibi İttihatçılar Almanlara mı yaklaşıyordu? 

Almanya cephesinde durum farklıydı. Almanya "Temmuz Dev- 
rimi"nden önce II. Abdülhamid'e büyük destek vermişti. Ancak 
meşrutiyet ilanından sonra Almanya'nın müttefiki Avusturya-Ma- 
caristan İmparatorluğu'nun Bosna- Hersek'i işgal etmesi ilişkileri 
gerginleştirmişti. Almanya'nın ilişkileri tekrar düzeltmek için tek 
kozu vardı: "Prusya ekolu'yle yetişen, Alman kolektivist fikirle- 
rin etkisinde kalan genç "pozitivist" subaylar! 

İttihatçılar arasında Almanlara yakın subay ağırlığı çoktu. Ancak 
bunlar da, İngilizlerle "iplerin tamamen kopmasını" istemiyordu. 

Üstelik, İttihatçılar arasında Almanya'ya mesafeli duranlar vardı. 
"Devletin ekonomik hayattan tamamen çekilmesini" isteyen ittihat- 
çıların başını Cavid Bey ve Rahmi Bey gibi Selanikliler çekiyordu. 
Bunlar liberalizme yakındı ve Alman kolektivizmine mesafeliydiler. 

31 Mart Ayaklanması İttihatçıları İngilizlerden uzaklaştırıp iyi- 
ce Almanlara yakınlaştırdığı da bilinen bir gerçekti. 

Hareket Ordusu İstanbul'a yola çıkmadan önce Selanik'in İn- 



137 



ditere konsolosu Lamb'in Mahmud Şevket Paşayı iki kez ziyaret 
'derek, İstanbul'a yürümenin devletin parçalanmasına yol açaca- 
ğx uyarısında bulunması; İngiltere Büyükelçiliği görevlisi Yüzbaşı 
Bettelheim'in ayaklanma günü Ayasofya'da gericilerin yanında 
görünmesi, İttihatçıları olayların arkasında "İngiliz parmağı var" 
görüşüne yöneltti. 

İstanbul'da hemen herkes Hareket Ordusunun başarısını bir 
"Alman zaferi" ve "İngiliz yenilgisi" olarak değerlendiriyordu!.. 

Osmanlı tebaası içinde yenilenlerin bazısı Mizancı Murad gibi 
sürgüne, bazısı ise idam sehpasına gönderildi. 

Örfi İdare Mahkemesi başta Derviş Vahdeti olmak üzere 43 kişi- 
ye idam kararı verdi. İdamlar cürüm yapılan yerlerde infaz edildi... 

İdam edilenler arasında II. Abdülhamid'in başmusahibi Cevher 
Ağa ve özel tütün kıyıcısı Hacı Mustafa gibi isimler vardı... 

Prens Sabaheddin Mahmud Şevket Paşanın özel isteğiyle ser- 
best kaldı. 

Sakinleşen İstanbul yeni sultanı alkışlıyordu... 

Yeni padişah, neredeyse yaşamı boyunca Dolmabahçe Sara- 
yı'ndan dışan çıkmamış altmış beş yaşındaki Mehmed Reşad'dı... 

Mehmed Reşad 

II. Abdülhamid'in tahttan indirilmesinden sonra Veliaht Re- 
şad'ın "Mehmed Reşad" adıyla tahta çıkmasına karar verildi. Ne- 
deni ilginçti, Fatih Sultan Mehmed'in İstanbul'a girişiyle, Hareket 
Ordusu'nun girişi arasında bir bağ kurulmak istenmesiydi. 

2 kasım 1844'te İstanbul'da doğmuştu. Babası Sultan Abdülme- 
cid, annesi Çerkez güzeli bir cariye olan Gülcemal Kadınefendi'ydi. 

Fransızca biliyordu. 

Gözleri maviydi. Bu nedenle ağabeyi II. Abdülhamid, "nazarı 
değer" diye onunla görüşmekten kaçınırdı. İki kardeş on dokuz 
yıl birbirlerini hiç görmemişlerdi! Sanının bu tek olgu bile Os- 
manlı Sarayında yaşayanlann ruhsal durumunu göstermektedir. 

Kellikle son otuz iki yıl içinde Dolmabahçe Sarayından dışanya 

Ç çıkmadı. İstanbul'u gezmesine, halkla konuşmasına II. Abdül- 
hamid döneminde hiç izin verilmemişti. 

Mevlevi'ydi. ıo 



!j '. " a " e § a 'm elinden düşürmediği Mesnevîyi dört cilt halinde Türkçe'ye çeviren 

bas! Ah " Ko ' nu '" !,p artisi'nin önemli isimlerinden Rasih Nuri ileri'nin dedesinin ba- 

**n Paşa'dır. Fransızca ve Rumca dahil beş dil bilen Abidin Paşa'nın bir diğer to- 

Ü" , " ,B5amA t>idin Dıno'dur. Sivas, Selanik, Adana, Ankara valiliği yapan Abidin 



138 



Sultan Mehmed Reşad tahta çıktıktan sonra, düzenlenen "kıhç 
alayı" töreniyle Eyüp'e gitti. Buradaki türbede Şeyhülislam Sahib 
Efendi ile Konya Mevlevi dergâhı postnişi Abdülhalim Çelebi kı- 
lıç kuşattı. Mevlevîlerle ilişkisini hep sürdürdü. 

Hep aynı aileler 

Mehmed Reşad, Yıldız Sarayında oturmak istememiş, babası 
tarafından yaptırılan Dolmabahçe Sarayını tercih etmişti... 

İttihatçılar yeni padişahı kontrol altında tutmak için mabeyin 
başkâtipliğine (özel kalem müdürlüğü) güvendikleri bir ismi ata- 
dılar: Uşakîzade Halid Ziya! 

Tespit 1: II. Abdülhamid'in mabeyin başkâtibi kimdi: Ali Cevad 
Bey! 

Ali Cevad Bey'in oğlu kiminle evlenecekti: Halid Ziya'nm am- 
caoğlu Uşakîzade Muammerin kızı Rukiye'yle! 

Devletin "sinir merkezlerinin" hep belli ailelerin kontrolünde 
olması tesadüf mü ? 

Tespit 2: Sultan Reşad'ın seryaverliğine ise, 31 Mart Ayaklan- 
masını bastıran Hareket Ordusu'nun komutanlarından Hüseyin 
Hüsnü Paşa'mn oğlu Binbaşı Tahsin getirildi. 

Seryaverliğe getirilen Binbaşı Tahsin Bey'in dedesi kimdi: Os- 
manlı'ya sığınıp Müslüman olmuş Müşir Mehmed Paşa! Gerçek 
adı: Kari Detrois. 

II. Abdülhamid'in seryaveri olduğu için sürgüne giden Rüşdü 
Paşa'mn babası kimdi: Rusya'dan kaçıp Osmanlı'ya sığınan Rus 
ibrahim Paşa! 

Yorum yok! 



Doktor Nâzım-Halid Ziya görüşmesi 

II. Abdülhamid nasıl Selanik Alatini Köşkünde "gözaltında" tu- 
tuluyorsa, Padişah Mehmed Reşad da Dolmabahçe Sarayında 
"kontrol" altındaydı. 

Cemiyet tarafından gönderilen ittihatçılar bazı günler mabey- 
ne misafirliğe giderlerdi; ne olup bittiğini öğrenmek için! 

Bu ziyarete gidenlerden biri de Doktor Nâzım'dı. 

Önce İzmir'den bahsettiler. Evliyazade Refik Efendi, Uşakîza- 
de Halid Ziyanın gençlik ve çapkınlık arkadaşıydı. 

Sonra konu ciddi meselelere geldi: 

"Halid Ziya Beyefendi, 'Hünkârı ziyaret eden şeyhler, hocalar 



139 



ardır' diye işitiliyor. Bunların telkinlerinden çekinmez misiniz ?" 

Halid Ziya, bunların mabeyne gelmediklerini, gelenlerin ise ha- 
reme gittiklerini söyledi. 

Aslında Doktor Nâzım'ın geliş maksadı başkaydı: İttihatçılar 
Sadrazam Hüseyin Hilmi Paşa'mn sık sık padişahla görüşmesin- 
den rahatsızdı. "Her seferinde huzura kabul ediliyormuş, neler- 
den bahsediyorlar acaba?" 

Halid Ziya, İttihatçıların sadrazamı pek sevmediklerini anla- 
mıştı. Açıklama yaptı: 

"Sadrazamların haftada iki kere mabeyne uğramaları âdet 
imiş. Her defasında kendisi matbahı hümayundan nefis yemek- 
lerle ağırlanıyor. Mabeyne gelen bir sadrazamın huzura kabul 
edilmesi de pek tabiîdir. Hünkâr onun sohbetinden pek hoşlan- 
mış görünüyor." 

Doktor Nâzım, Sadrazam Hüseyin Hilmi Paşa'mn, İttihat ve Te- 
rakki Cemiyeti aleyhine konuştuğundan şüpheleniyordu. 

İttihatçılar şüphelerinden kısa zamanda kurtuldu. 1910'un he- 
men başında Hüseyin Hilmi Paşa görevden alındı. 

Sadrazamın görevden alınmasında Doktor Nâzım'ın parmağı 
var mıydı ? Bilinmez. 

Ama... 

Rüşdü Paşa, Güzide (Zorlu) ve minik Fatin Rüşdü'nün (Zorlu) 
Midilli'ye sürgüne gitmesinde Doktor Nâzım'ın parmağı vardı. 

II. Abdülhamid'e karşı on altı yıldır mücadele veren Doktor 
Nâzım, "baş düşmanının" tahttan indiriliş fetvasını Şeyhülislam 
Mehmed Ziyaeddin Efendi'den bizzat kendisi almıştı. 

Bu fetva aynı zamanda Zorlu ailesinin de sürgün kararıydı! 

Ve gün gelecek "sürgüne gönderen" Doktor Nâzım ile "sürgüne 
giden" Fatin Rüşdü Evliyazade iki kuzenle evleneceklerdi... 

Fatin Rüşdü'nün evlenmesine daha yirmi dört yıl vardı... 

Doktor Nâzım'ın ise sadece birkaç ay... 



Beşinci bölüm 
27 nisan 1911, İzmir 



İzmir o günlerde görkemli bir düğünü konuşuyordu. 

İttihat ve Terakki Cemiyetinin önde gelen isimlerinden Doktor 
Nâzım ile kentin tanınmış ailelerinden Evliyazade Refik Efen- 
di'nin kızı Beria evlenmişti. 

Evliyazadelerin sadık hizmetçisi Didar Kalfa ile "Tütüncü Ya- 
kub Ağa"nm evliliği sona ermişti!.. 

Doktor Nâzım 1872 doğumluydu, yani otuz dokuz yaşındaydı. 

Bir yıl önce İttihat ve Terakki Cemiyeti kâtibi umumîliğinden 
ayrılmış, ama yönetimden kopmamıştı; evlendiğinde cemiyetin 
yedi kişilik merkezi umumî üyesiydi. 

Evliyazade Beria ise 1891 doğumluydu, yani yirmi yaşındaydı. 
Notre-Dame de Sion'u yeni bitirmişti. * 

Doktor Nâzım ve Beria evlendiklerinde kendilerine bir vapur 
tahsis edildi. Bu özel vapurla Selanik'e gittiler. Burada, damat 
evinde de düğün yapılacaktı. 

Balayı vapuru Selanik'te görkemli bir törenle karşılandı. 

Karşılama töreninde yeni evli bir çift daha vardı: İttihat ve Terak- 
ki Cemiyetinin önde gelen ismi, Dahiliye nazırlığı (İçişleri bakanlı- 
ğı) görevinden yeni ayrılmış, ancak cemiyet genel başkanlığını sür- 
düren (ve artık "paşa" olan) Talat Paşa ve eşi Hayriye Hanım! 

Talat Paşa ile Hayriye Hanım 10 mart 1911 tarihinde evlenip 
balayı için Selanik'e gelmişlerdi. 

Temmuz Devrimi' ni gerçekleştirip, gerici 31 Mart Ayaklanması' - 
nı bastıran İttihatçılar, 1911 yılında arka arkaya evlenmeye başladı. 
Talat Paşanın evliliği de Doktor Nâzım'm evliliğine benziyordu. 
Onların arasındaki yaş farkı yirmi birdi. 



I. Evliyazade Refik Efendi, kızına neden "Beria" adını koymuştu? Beria, ibranîce "yara- 
tılış" demektir; evreni simneler. Sabetav Sevi'nin M(l«Ulm»nl»rh OVIIIIÖ: U-,<--,ı,U",S. - 



141 



Talat Paşa 1874, Hayriye Hanım 1895 doğumluydu. 

Havriye Hanım'ın babası Yanyalı Hulusî Bey çok zengindi. 
Hanları, balık çiftlikleri vardı. Kiraya verdikleri emlaklann getiri- 
şi oldukça fazlaydı. 

Yanya'dan İstanbul'a göç etmişlerdi. Moda'da görkemli bir ko- 
nakta oturuyorlardı. Hayriye Hanım da, Evliyazade Beria gibi 
Notre-Dame de Sion'luydu. 

Beria okulu bitirmiş, ama Hayriye son sınıftayken evlenmişti. 

Hayriye Hanım Fransızca ve Rumca biliyordu. 

Beria vapurdan Doktor Nâzım'ın koluna girerek indi. 

Yüzü peçeliydi. Üzerinde fıstıkî yeşil bir elbise vardı. 

Karşılama törenini düzenleyen heyetin üyeleriyle tek tek toka- 
laştı. 

İttihatçıların eşleri "modernlik simgelerine" uyma konusunda 
titiz davranıyordu. Batılı kadın, cemiyet içinde nasıl davranıyor- 
sa onlar da öyle yapmalıydı. Gerek Beria gerekse Hayriye Hanım 
Notre-Dame de Sion'da "Batılı kadın" gibi olmayı öğrenmişlerdi 
zaten. Güçlük çekmiyorlardı. 

Doktor Nâzım-Beria çiftini karşılayanlar arasında -gün gele- 
cek Evliyazadelerin damadı olacak- Dr. Tevfık Rüşdü de (Araş) 
vardı. 

Doktor Nâzım ile Dr. Tevfık Rüşdü Paris'te tanışıp, arkadaş ol- 
muşlardı. 

Tevfik Rüşdü, İttihatçılara yakındı ama Paris'te örgüte katılma- 
mıştı. Ahmed Rızanın ağırbaşlılığını, Doktor Nâzım'ın mücadele- 
ci kişiliğini ve Dr. Bahaeddin Şakir'in makalelerini seviyordu, o 
kadar. 

Salt meşrutiyet ilanıyla sorunların ortadan kalkacağına inan- 
mıyordu. Kendi ifadesiyle, "hürriyetsizlikten çok, devletin zayıflı- 
ğından, milletin geriliğinden, sefaletinden ıstırap duyuyordu". 

Tevfik Rüşdü'nün ilgisini daha çok Fransız sosyalistler çeki- 
yordu. 

Doktor Nâzım ile Tevfik Rüşdü'nün arkadaşlığı, 1907'de dost- 
luğa dönüşmüştü. 

Tevfik Rüşdü, Paris'teki tıp tahsilini bitirince 1907'de İzmir'e 
™İŞ, hem İzmir Hastanesinde hem de açtığı özel muayeneha- 
nesinde çalışıyordu. 

bi r jun kar g ' s »ıda, "Tütüncü Yakub Ağa'yı buldu. 

* "tihat ve Terakki Cemiyetine katılmamıştı ama arkadaşı 
tor Nâzım'a her türlü yardımı yaptı. Ardından çok geçmeden 
cemiyete katıldı. 



142 



Onun cemiyete girmesine neden olan kişi, Doktor Nâzım değil, 
1905 yılında Beyrut Tıp Fakültesi öğrencisiyken, Şam'da yaptığı 
görev sırasında tanıştığı Mustafa Kemal'di. 

Mustafa Kemal, Selanik'ten görev yeri Şam'a dönerken İzmir'e 
uğramış, Konak Meydanındaki bir kıraathanede arkadaşı Tevfık 
Rüşdü'ye rastlamıştı. Burada yaptıkları sohbet sonrasında Tevfık 
Rüşdü cemiyete katılma karan vermişti. 

O tarihten başlayarak Tevfık Rüşdü hiçbir dönem Mustafa Ke- 
mal'in sözünden dışan çıkmayacak, her daim onun direktiflerine 
göre hareket edecek ve onun en yakın can dostu olacaktı... 

Doktor Nâzım, Selanik limanında dostu Tevfık Rüşdü'yü gö- 
rünce çok duygulandı. İki doktorun birbirine kenetlenir gibi sarıl- 
ması Beria'yı şaşırttı. 

Doktor Nâzım dostunu eşi Beria'yla tanıştırdı. 

Beria, o gün tanıştığı Tevfık Rüşdü'nün yakın bir gelecekte 
eniştesi olacağını tahmin bile edemezdi... 



Dr. Tevfik Rüşdü (Araş) 

Ahmed Tevfik, 1883 yılında Çanakkale'de doğdu. 

Aslen Rodoslu'ydular. Babası Hasan Rüşdü Efendinin görevi 
nedeniyle Çanakkale'de bulunuyorlardı. 

Annesi Şerife İzmirliydi. 

Bir kız kardeşi vardı: 1887 doğumlu Fahriye. 

Hasan Rüşdü Efendi, Osmanlı devri adliyesinde görev yapan 
bir memurdu. 

Çocukluğu hep bir şehirden bir şehre taşınarak geçti. Babası 
Gümülcine Bidayet Mahkemesi reisliğinden, Üsküp müddeiumu- 
mi muavinliğine, Üsküp Bidayet Mahkemesi ceza reisliğinden İz- 
mir ceza reisliğine kadar birçok görevde bulundu. 

Tevfik Rüşdü, ilköğrenimini İzmir'de, yedi yıllık idadî öğreni- 
mini ise Üsküp'te yaptı. Üsküp İdadisini "aliyyülâlâ", yani birin- 
cilikle bitirince, padişahın iradesiyle üç arkadaşıyla birlikte İs- 
tanbul'a gönderildi. Burada Numunei Terakki Mektebine girdi. 

Babasının Beyrut Vilayeti Bidayet Mahkemesi ceza reisliğine 
tayini nedeniyle bu şehre gitti. Burada Fransız Mektebinde öğre- 
nim gördü. 

Sonra Beyrut Fransız Tıbbiye Mektebinden mezun oldu. 

Babasının Trabzon'a tayini üzerine bu kez bu şehre gitti, ama 
artık yirmi iki yaşında bir doktordu. Tıp öğrenimini geliştirmek 
için, Trabzon Valisi Mehmed Reşad Bey'in desteği ve yardımıyla 



143 



Paris'e gitti- Bodlak Doğum Hastanesi ve Broka Hastanesinde ih- 
tisas yapıp jinekolog (kadın doğum uzmanı) oldu. 

Üsküp İdadisinden okul arkadaşı Yahya Kemal, Paris'teki en 
yakın dostuydu. 

İkisinin de babası hukukçuydu. Yahya Kemal babası İbrahim 
Naci'ye, Tevfik Rüşdü de babası Hasan Rüşdü'ye gönderdikleri 
kartpostalları bazen birlikte seçerlerdi. 

Yahya Kemal "Akıncı" gibi şiirlerini yazar yazmaz ilk olarak Dr. 
Tevfik Rüşdü'ye okuyordu: "Bin atlı, akınlarda çocuklar gibi şen- 
dik / Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik!.." 

Dr. Tevfik Rüşdü'yü sosyalist düşüncelerle tanıştıran kişi de ar- 
kadaşı Yahya Kemal'di. Sosyalist düşüncelerin Paris'i sarstığı o yıl- 
larda ne Yahya Kemal, ne de Tevfik Rüşdü bu rüzgâra karşı koya- 
bildiler. Sosyalistlerin mitinglerine katılıyorlardı. Sosyalist Parti li- 
deri Jean Jaures ile "devletin yok edilmesini" savunan anarşist Je- 
an Grave'in hatipliğini çok beğeniyorlardı. Fransız Sosyalist Parti- 
si'nin yayın organı l'Humanite'yi ellerinden düşülmüyorlardı. 

Sosyalist görüşler Yahya Kemal'de, bir gençlik hevesi gibi gelip 
geçecek, Dr. Tevfik Rüşdü ise Paris'te etkilendiği bu fikirlerden 
yaşamı boyunca kopmayacaktı. Liberalizmin, siyasal örgütlenme 
düzeyinde özgürlük getirmesine rağmen, toplumsal hayatta eko- 
nomik köleliliği ve sosyal eşitsizliği getirdiğine inanıyordu. 2 

Dr. Tevfik Rüşdü Paris'te, tıp alanında çeşitli çalışmalar yaptı; 
çiçek hastalığı ve sıtmayla ilgili küçük el kitapları yazdı. 

1907'de Paris'ten İzmir'e döndü. Hem İzmir Hastanesi'nde, 
hem de açtığı özel muayenehanesinde çalıştı. Sonra İzmir Hasta- 
nesi'nden Gureba Hastanesine geçti. 2 mayıs 1908'den 31 ekim 
1909'a kadar bu hastanede görev yaptı. 

Bu arada İkinci Meşrutiyet'ten sonra yayımlanan Sedat ve İtti- 
hat gazetelerinde başyazar olarak makaleler kaleme aldı. 

2 şubat 1909'da Selanik'e gelerek, burada Vilayet Sıhhiye Mü- 
• ttışliği'nde çalışmaya başladı. Ayrıca bu yıl, Tevfik Rüşdü'nün 
tıhat ve Terakki Cemiyeti kongresinde genel sekreter seçilişinin 

tarihiydi. İttihatçılar arasındaki yıldızı her geçen gün biraz da- 
ha parlıyordu... 

doktor Nâzım ile Tevfik Rüşdü'nün dostluğu, Evliyazade aile- 



Kemal - KBm " - " T '" - k R ü ' d y d ' h ■ B ° " " k y 1 "-"^ k " " h b| ç ,k " oldular. Yahya 
mezli-j rc "Y s,,Kl Bn y ' k,n 3,k "" § ' 'ç ,n ' "Seciyesizliği (karakteri bakımından güvenil- 

aldıg [ s ki I """'"*" """ D ° k c ° ' Tevf'k Rüşdü" diye yazacak, anılarını kaleme 
ıplarda ondan hiç bahsetmeyecektir. Tevfik Rüşdü Aras'ın Dışişleri bakanlığı 

! Yahya Kemal Varşova ve Madrid'de elçilik görevinde bulundu. Ama çok is- 



144 



sine ikinci bir doktor damadın girmesini de sağlayacaktı. 

Evliyazade Hacı Mehmed Efendinin kızı Makbule, yıllardır kız 
kardeşi Naciye'yi dizinin dibinden ayırmamıştı. Öyle ki Naciye 
evlenirken bile onunla damat evine gitti. Evliyazadelerin kızların- 
dan hiçbir farkı yoktu. 

Makbule alaturkayı da, alafrangayı da bilirdi. Zira udu ne ka- 
dar güzel çalıyorsa piyanoyu da o kadar iyi çalardı. 

Doktor Nâzım Beria'dan nasıl yaşça çok büyükse, Makbule de, 
Tevfık Rüşdü'den yaşlıydı. Aralarında yedi yaş fark vardı! Mak- 
bule evlendiğinde otuz altı, Tevfık Rüşdü ise yirmi dokuz yaşın- 
daydı. 

İlginçtir, evlenme cüzdanlarında Makbule Hanım'ın doğum ta- 
rihi karalanmıştır! 

Peki Tevfik Rüşdü gibi doktor olmuş, Paris'i görmüş, oldukça 
sosyal biri, kendinden yaşlı biriyle neden evlenmişti? 

Aşk olabilir mi? 

Nişanlı oldukları bir gün, Makbule'nin gökyüzündeki ayı göste- 
rip, "Rüşdü Bey, aya bakınız, ne hoş değil mi ?" sözüne Tevfik 
Rüşdü'nün verdiği yanıt ilişkinin ne derece romantik ve aşk dolu 
olduğunu gösteriyor: "Evet evet, tabak gibi!.." 

Evet, Makbule-Tevfık Rüşdü ilişkisinde aşk yoktu. 

Peki ne vardı, neden evlendiler? 

Yamtı yok!.. 

Gerek İzmir gerekse Selanik'teki evliliklere bazen akıl erdir- 
mek zor! 

Bu evliliklerde hep bir sır var... 

Peki tanışmaları nasıl olmuştu? Nezihe Araz, Hürriyet gazete - 
si'nin eki Ekstra'da "Soylu bir ailenin öyküsü" adlı yazı dizisinde 
bakın ne yazıyor: 



Dr. Tevfik Rüşdü Bir gün İzmir'e, kız kardeşi Fahriyeye ziyarete 
gelir ve artık evlenmek istediğini söyler. Bu haber Fahriye Hanım'ı 
çok heyecanlandırır. Evliyazadelerin kızlarından Makbule aklına ge- 
lir. Fahriye Hanım bu Makbule için öyle ilgi çekici şeyler anlatır ki, 
Dr. Tevfik Rüşdü hemen bu genç kıza talip olur. Makbule'nin ağabeyi 
Refik Evliyazade doktora, "Ben bu hususta karar verecek yetkide de- 
ğilim. Buyurun bize gidelim. Sizi kız kardeşimle tanıştırayım. Birbiri- 
nizle anlaşırsanız bu iş olur" cevabım verir. O güne kadar bütün talip- 
lerini reddeden genç kız, doktor beyin fizikî dezavantajlarım öne sü- 
renlere gülerek ağabeyine, 'Tevfik Rüştü Bey'i çok beğendiğini" söy- 
ler, (şubat-mart 1978) 



145 



Sonra herhalde, gökten üç elma düşer... 

Evlilik "hikâyesi" böyle... 

Fvet bu evlilikte de saklanan bir sır vardı, tıpkı diğer evlilikler- 
de olduğu gibi... 

Neyse... 

Makbule Hanım, Dr. Tevfik Rüşdü'yle evlendikten sonra Sela- 
nik'e yerleşmedi. İzmir'den kopamamıştı. Ama Selanik'te sağlık 
müfettişliği yapan eşi Tevfik Rüşdü'yü, kız kardeşi Naciye'yle bir- 
likte sık sık ziyaret etmeyi ihmal etmedi. 

Bu arada Selanik'te yeni dostlar da kazandı. Bunlardan biri de 
Miralay Caferi Tayyar'm eşi Hayriye Hanım'dı. 

Dr. Tevfik Rüşdü ile Miralay Caferi Tayyar Beyrut'tan tanışı- 
yordu. 

"Selanik evlenmelerinde" hep karşımıza çıkan ilginç bir durum 
var: damatların çoğunluğu hep "içgüveysi" oluyor! Neden ? Yanı- 
tı yine yok! 

Miralay Caferi Tayyar, eşi Hayriye Hanım'ın babası Morali Ali 
Rıza Paşanın, Selanik'te zenginlerin oturduğu Yalılar semtindeki 
büyük konağına "içgüveysi" girmişti. 

Evliyazade Makbule ve Naciye Selanik'e geldiklerinde, dostları 
Hayriye Hanım'ı bu konakta ziyaret ederler. İki minik çocuk Fat- 
ma Berin (Menderes) ile Hatice Münevver (Ayaşlı) konakta sak- 
lambaç oynarlardı. 

Münevver Ayaşlı, Evliyazadelerin bu ev ziyaretini yıllar sonra 
Rumeli ve Muhteşem istanbul adlı anı kitabında şöyle anlatacaktı: 

Annemle bu İzmirli hanımlar pek ahbap olmuşlardı, hemen birbir- 
leriyle kaynaşmışlardı. Makbule Hanım ailesinin asaletiyle hep ovu- 
nurdu. "Biz yedi göbek asiliz" derdi. Bu İzmirli kibar hanımlar Sela- 
nik'e misafir olarak gelirler, az kalırlar ve tekrar İzmir'e dönerlerdi, 
zmır'i bırakmak istemezlerdi. "Taş yerinde ağır" kavlince kendilerini 
mr de daha rahat hissediyorlardı. Annem çok nazik ve çok mükrim 
ev sahibesiydi. Mamafih, konsolos madamlarına ve İzmir'den ge- 
" E,1 'yazadelerin hanımlarına çok özen gösterirdi... (2003, s. 90) 



>olümü bitirmeden önce bir bilgi daha aktaralım. Tevfik 

unı,„ j^2 jçgj-jjgşj p a hriye, İzmir'in tanınmış tüccar ailesi Sa- 

elerden Mehmed Niyazi'yle evlendi. Fahriye, İzmir'de Sa- 

wer kadar tanınmış konaklarına gelin gitti. 

«epçızadelerin yalnızca konaklan ünlü değildi. Kemeraltı sem- 

J > I5 »yük Salepçizade Hanı ile Küçük Salepçizade Hanının sa- 



146 



hibiydiler. Ayrıca "hayır için yaptırdıkları" Salepçizade Camii vardı. 

Ne yazık ki Fahriye ve Salepçizade Mehmed Niyazi'nin evliliği 
uzun sürmedi. 1915'te boşandılar. Tevfık Rüşdü'nün kız kardeşi 
Fahriye, daha sonra Dr. Cemal Tunca'yla evlendi. Salepçizade Ni- 
yazi bu tarihten sonra koyu bir İttihatçı düşmanı ve Hürriyet ve 
İtilaf Fırkası' nın İzmir'deki örgütünün önde gelen ismi oldu. 

İttihatçıların evlilik hikâyelerine yeniden dönelim... 

Kimi ticaret burjuvazisinin önde gelenlerinin kızlarıyla evlenir- 
ken, kimi İttihatçı'mn gözü daha yükseklerdeydi... 



Damadı hazreti şehriyarî 

Şehzade Süleyman Efendi (1860-1909) Padişah Abdülmecid'in 
oğluydu. Üç ağabeyi sırasıyla padişah olmuştu: V. Murad, II. Ab- 
dülhamid ve Mehmed Reşad. 

Sıra kendisindeydi, yani şehzadelikten veliahtlığa terfi etmişti! 

Bebek sırtlarında, büyük bir bahçe içindeki Nispetiye Köşkünde 
avlanarak, bahçe işleriyle uğraşarak bekliyordu tahta oturacağı 
günü. 

Dört karısı vardı. 1909'da eşlerinden Ayşe Tarzıter Kadından 
olan kızı Naciye Sultan'a iyi bir kısmet geldiği haberini aldı. 

Berlin'de ikinci ataşemiliter olarak bulunan Binbaşı Enver, Na- 
ciye Sultanla evlenmek istiyordu! 

Aslında bu evliliği Enver mi istiyordu, yoksa Saray İttihatçılar- 
dan bir damat alarak kendini güvencede mi hissetmek istiyordu 
tartışılır... 

Kuşkusuz Saray, Enver'in ataşemiliterlik statüsünü değil, İtti- 
hatçılar içindeki gücünü istiyordu. 

Binbaşı Enver'i damat almak isteyen sadece İstanbul'daki Sa- 
ray değildi, Mısır Sarayı da kızları Prenses İffet'i Enver'le evlen- 
dirmek istiyordu. Enver de İffet'i istemiyor değildi hani... 

Ancak İstanbul, ikinci kez göreve getirilen, Midillili sadrazam 
Hüseyin Hilmi Paşa aracılığıyla elini çabuk tuttu. Öyle ki, II. Ab- 
dülhamid de, oğlu Abdürrahim Efendiyi Naciye Sultanla evlen- 
dirmek istemiş, haber bile göndermişti. 

Veliaht Süleyman Efendi kızım, iktidannı kaybetmiş ağabeyi- 
nin oğluyla değil, yıldızlan giderek parlayan İttihatçılardan biriy- 
le evlendirmek istiyordu. Böylece taht işini garantiye almayı plan- 
lıyordu. 

Binbaşı Enver'in Naciye Sultanla evlenmek istemesinin nede- 
ni de Süleyman Efendinin veliaht olmasıydı. Enver, gelecekte pa- 



147 



,. o /v jbi damadı, yani "damatı hazreti şehriyarî" olmanın hayalini 
kuruyordu! 

Sonunda Enver'in ailesi gidip Naciye Sultan'ı istedi. Ne damat 
davı ne gelin birbirlerini görebilmişlerdi. Sadece karşılıklı fotoğ- 
aflar verilmişti. Ama kız tarafı zorluk çıkarmadı. Ama bu arada 
ıir aksilik oldu: Enver'in kayınpederi Veliaht Süleyman Efendi 
vefat etti! Enver'in padişahın damadı olma hayalleri suya düş- 
müştü... Nişan günü, hazırlanan davetiyeyle duyuruldu: 

Bi-mennihi tealâ mani (ayın) hali mmînin yirminci perşembe günü 
akşamı devletlü, ismetlü Naciye Sultan Hazretleri ile Harbiye nazın dev- 
letlü Enver Bey Hazretlerinin velime cemiyetinin icrası musammem ol- 
duğundan yevmi mezkûrda (az önce sözü edilen günde) alaturka saat 
on bir buçuk raddelerinde müşarünileyhin (adı geçen kişinin) Nişanta- 
şı'ndaki konaklanın lütfen teşrif buyurmalan rica olunur efendim. 

7 rebiyülahir (ay takviminin dördüncü ayı) 1332 (20 şubat 1329- 
1913). 

Sonuçta Enver Bey ile Naciye Sultan birbirlerini sadece fotoğ- 
rafta görerek nişanlandılar. 

Enver otuz, Naciye Sultan on iki yaşındaydı. 

Birbirlerini mektuplarla tanımaya çalıştılar. Bir yıl sonra da ev- 
lendiler. 

Bu arada, Mustafa Kemal'den Ali Fethi (Okyar) Bey'e kadar 
birçok isim "damadı hazreti şehriyarî" olmak istiyordu. 

Sultan Vahideddin ailesine göre Mustafa Kemal, Vahideddin'in kızı 
Sabiha Sultan'ı bir değil, iki kere istetmiştir. Önce Sultan Reşad'ın, 
sonra da Vahideddin'in hükümdarlığı sırasında. Ancak her iki talep 
• e yine aile mensuplarının anlattığına göre, "Sabiha Sultanın Halife 
Abdülmecid'in oğlu Ömer Faruk Efendi' den başka hiç kimseyi gözü- 
nün görmemesi" sebebiyle reddedilmiştir. (Murat Bardakçı, Son Os- 
manlılar, 1999, s. 45) 

Hayatı ve Eseri adlı çalışmasında Yusuf Hikmet Ba- 
Vahıdeddin'in kızını Mustafa Kemal'e vermek istediğini, hat- 
c onuda Enver, Talat paşalar ile Ali Fethi (Okyar) Bey'in ış- 
tına rağmen Mustafa Kemal'in bu evliliği reddettiğini yaz- 



:'ün çok sevdiği tarihçilerden biriydi; Sadrazam Kıbrıslı 



148 



maktadır. (Aktaran: M. Çağatay Uluçay, Padişahların Kadınları 
ve Kızları, 1992, s. 187) 

Osmanlı Sarayında bekâr sultan kalmayınca bazı ittihatçılar 
gözlerini Mısır Sarayına diktiler! Ali Fethi (Okyar), Mısır Prensi 
Hüseyin'in kızı Prenses Kadriye'yle evlenmek istedi. Ancak Pren- 
ses Mısır'da nişanlıydı. 

Ali Fethi, Saray'dan sultan alamamıştı ama devrik sadrazam ib- 
rahim Edhem Paşa'mn torunun kızı Galibe'yle evlenmeyi başardı. 

(Ara not: Sadrazam İbrahim Edhem Paşa (1818-1893) Sakızlı bir 
ailenin çocuğuydu. Esir alınıp Müslüman yapılmıştı. Fransa'da eği- 
time gönderildi. Sonra devlet basamaklarını tek tek çıktı. Midhat 
Paşa azledildiğinde sadrazamlığa kadar yükseldi. "Deli Corci" la- 
kaplı Sadrazam İbrahim Edhem'in, ressam Osman Hamdi; istanbul 
şehreminiliği [belediye başkanlığı] ve uzun yıllar müzeler müdür- 
lüğü yapan Halil Edhem Eldem; Ekrem Reşid Rey ve Cemal Reşid 
Rey'in dedeleri Mustafa ve ünlü mimar Sedat Hakkı Eldem, Vedat 
Eldem ile Galibe'nin dedesi Galib adında dört oğlu vardı. Galib'in 
torunu Roksan'ın oğlunun adı ise "Bay Pipo" Hiram Abas'tı.) 

Bir ayrıntı vermek zorundayım: Osmanlı Devleti Sakız Adasını 
1415'te aldı. Sözü burada Prof. Abraham Galante'ye bırakalım: 

1667'de Sabetay Sevi Sakız Adasına gitmek üzere bir uşak ve üç 
Türk'ün refakatinde yola çıktı. Bir zamanlar bir Sabetaycüık merkezi 
olan bu adada bir süre kaldıktan sonra Trakya'nın limanlarından İp- 
sala'ya geçti. (Abraham Galante, Sabetay Sevi ve Sabetaycüarın Ge- 
lenekleri, 2000, s. 54) 

Sakız Adası bir dönem Sabetayistlerin merkezî yeriydi! 

1695'te Venedikliler, adadaki Hıristiyanların yardımıyla Sakız 
Adasını ele geçirdiler. Ada bir yıl sonra Kaptanıderya Mezomor- 
to Hüseyin Paşa tarafından geri alındı! 

Sadrazam İbrahim Edhem Paşa'nm doğumuna daha yüz yirmi 
iki yıl vardı! Yani resmî tarih şunu mu söylüyor: Osmanlı Devleti, 
bazen tebaasını kaçırıp Fransa'da eğitime gönderirdi! 

Geçelim... 



II. Abdülhamid, İttihatçı damat arıyor 

İttihat ve Terakkinin önde gelen isimlerinin Saray'dan kız al- 
ma isteklerinin önemli nedeni siyasal güç elde etmekti. 



149 



Canlı canlı gömüldüğü Selanik'teki Alatini Köşkünün ünlü ko- 

ı Sunun da düğün planları vardı. II. Abdülhamid kızını bir ittihat- 
çıya vererek, eski gücünü kazanma hazırlığı içindeydi. 

Tesadüf işte, II. Abdülhamid'in kızı Şadiye Sultan, İttihat ve Te- 
rakki Cemiyetinin kâtibi umumîsi Midhat Şükrünün (Bleda) ye- 
ğeni Fahir Bey'i fotoğrafından görüp çok beğenmişti! "Alı kocam 
böyle yakışıklı olsa. Kabil olsa da beni Fahir Bey'e verseler" de- 
mekteydi çevresine! 

Sonunda yirmi üç yaşındaki Şadiye Sultanın isteği Bükreş Bü- 
yükelçiliği'nde çalışan Fahir Bey'in kulağına gitti. O da sultanı 
görmemesine rağmen bu evliliği çok istedi. Ama ortada küçük bir 
sorun vardı... Midhat Şükrü, yeğeninin II. Abdülhamid'in kızıyla 
evlenmesine karşıydı. 

Fahir Bey istanbul'a gidip amcasıyla yüzyüze görüşmeye karar 
verdi ve öyle de yaptı. "Beni damat yapmak istiyorlar, siz bu işe 
ne dersiniz ?" diyerek amcasına fikrini sordu. Midhat Şükrünün 
cevabı netti: "Beni dinlersen evlenme!" 

Fahir Bey ise bu cevabın üzerine karşı tarafa ret cevabı vere- 
ceğini söyledi. Amca ile yeğen konuşmalarına devam ederken, 
Talat Paşa yanlarına geldi. "Siz böyle amca yeğen baş başa verip 
gizli gizli neler konuşuyorsunuz?.." diye sordu. Fahir Bey, amca- 
sını görmeye geldiğini söyledi. Talat Paşa'mn olanlardan haberi 
vardı. "Çocuğu sen caydırıyorsun anladığım kadarıyla" diyerek 
Midhat Şükrünün koluna girdi ve onu koridorun diğer ucuna gö- 
türdü. Talat Paşa'mn Midhat Şükrü'yü etkilemesi ve Fahir'in is- 
tekli olmasıyla, 1910 yılında Fahir, Şadiye Sultanla evlendi. 1914 
yılında kızları Samiye (d'Appdoca) doğdu. 

Bir yıl sonra Fahir Bey Erenköy'deki köşkte verilen davette ye- 
diği siyah havyardan zehirlenip öldü. 

II. Abdülhamid'in kızı Şadiye Sultan 1931'de Paris'te, büyükel- 
çi Reşad Halis Bey'le evlendi. 



Selanik'te bir esir 



on kızı Şadiye Sultanı da evlendiren II. Abdülhamid, Sela- 
Yaklar semtinde sessizce yaşıyordu. 
Ziyaretçisi bile yoktu. 

Bttinde çok az hizmetçisi ve haremi vardı. 
Bahçeye çıkması, gazete okuması yasaktı. 

'ime du Moulin Rouge ya da les Mysteres gibi ro- 
okumasına izin vardı. 



la> le Cr. 



150 



Bunun dışında tıpkı eski günlerindeki gibi saatçilik ve maran- 
gozluk hobisiyle vakit geçiriyordu. Yıldız Sarayı çiftliğinden geti- 
rilen iki inek ve bir öküz ile yumurtalardan şikâyet ettiği için ye- 
ni getirilen elliye yakın tavukla da ilgileniyordu. 

Bir dönem bütün Osmanlı'ya uyguladığı yöntemler şimdi ona 
uygulanıyordu. Köşke giren her türlü eşya aranıyordu. Öyle ki 
II. Abdülhamid'in siparişi üzerine köşkün eski kunduracısı tara- 
fından yapılan botların topukları bile didik didik ediliyordu. 

Akşamüzeri gezintilerinden sonra evlerine dönen Selanikliler 
üstü açık arabalarından köşke doğru baktıklannda bir pencere- 
nin gerisinde öylece kıpırdamadan oturup güneşin batışını seyre- 
den kırmızı fesli yaşlı bir adamı fark ederlerdi... 

Padişah Mehmed Reşad, veliahtlığı döneminde kendisiyle hiç 
ilgilenmeyen ağabeyine yine de vicdanlı davranıp, bir isteği olup 
olmadığını öğrenmek için mabeyin başkâtibi Uşakîzade Halid Zi- 
ya Efendiyi Selanik'e göndedi. 

II. Abdülhamid'in sadece iki isteği vardı. 

Oğullarından Abid yanındaydı ve okul çağına gelmişti. Ancak 
köşkten çıkmasına izin verilmiyordu. Selanik'te bir okula gitme- 
sini istiyordu. 

Bir diğer isteği ise, Yıldız Sarayından çıkarken kadı efendiye 
bir çanta vermişti; çantada mücevherler, nakit paralar vardı. Çan- 
ta o kargaşalıkta kaybolmuştu. Çantayı alan kimdi ve çantanın 
akıbeti ne olmuştu?.. 

Çanta kaybolmuştu... 

Bu arada Osmanlı Selanik'ten binlerce kilometre uzaklıktaki 
Trablusgarp topraklarını kaybetmek üzereydi. 

Enver'den Mustafa Kemal'e, Ali Fethi'den Hüseyin Raufa, 
Kuşçubaşı Eşreften Yakub Cemil'e kadar tüm İttihatçılar Trab- 
lusgarp cephesine koştular. Artık vatanın bir avuç toprağını ver- 
mek istemiyorlardı... 

Osmanlı seferber olmuştu. Tüm Osmanlı kentlerinde olduğu 
gibi İzmir'de de Hilali Ahmer Cemiyetinin (Kızılay) şubesi kurul- 
du. Mordehay Levi, Eczacı Donan Efendi, tüccar Selim Mizrahi, 
avukat Gad Franko gibi Yahudiler; Çürükoğlu Nikolaki Efendi, 
tüccar Dijoyen Efendi gibi Rumlar; avukat Diran Efendi gibi Er- 
meniler ve Hacı Mustafa Efendi, Şükrü Bey, gazeteci Ali Nazmi 
Bey gibi kurucular arasında Evliyazade Refik Efendi de vardı. 

Osmanlı tebaası toprak kaybetmekten usanmıştı. 

Bir başka bıktığı ise, peş peşe değişen hükümetlerdi. 

İkinci Meşrutiyet'ten sonra kaç hükümet değişmişti: Mehmed 



151 



hükümeti; Kıbrıslı Kâmil Paşa hükümeti; Hüseyin Hil- 

ü p hükümeti; Ahmed Tevfık Paşa hükümeti; tekrar Hüseyin 

• Pasa hükümeti; İbrahim Hakkı Paşa hükümeti; tekrar Meh- 

d Said Paşa hükümeti; Ahmed Muhtar Paşa hükümeti; tekrar 
Kıbrıslı Kâmil Paşa hükümeti... 

Bu arada dört yıl önce ihtilal yapan İttihat ve Terakki Cemiye - 
iktidardan düşmüştü. Meclis erken seçim için feshedilmişti. Ar- 
ti k İstanbul'da Hürriyet ve İtilaf Fırkası ile onun askerî gücü Ha- 
laskar Zabitan Grubunun iktidarı vardı. 

İktidan kaybeden İttihatçılar, bu arada kendi aralarında da bö- 
lündüler. Meclis'te bulunan "Fırkacılar" ile Meclis dışında kalan 
"Cemiyetçiler" birbirine düştü. 

Fırsattan yararlanan hükümet İttihatçıları yok etmek için hare- 
kete geçti. 

Önce, ittihat ve Terakki Umumî Merkezi kapatıldı. 

Ardından İstanbul'da İttihatçı avına çıktı. 

Ürgüplü Hayri Efendi, Dr. Abdullah Cevdet, Salah (Cimcoz), 
Süleyman Nazif, Hüseyin Cahid (Yalçın), Aka Gündüz gözaltına 
alındı. 

Çok geçmedi, gözaltına alınanların sayısı elli beşi buldu. 

Milaslı Halil (Menteşe) Alman Sefaretine, Cavid Bey Fransız 
Sefareti'ne, artık "Büyük Efendi" diye hitap edilen Talat Paşa ise 
Tokatlıyan Otelinin tavan arasına saklandı. Selanik'te İttihatçı 
örgütlenmeyi ilk gerçekleştirenlerden ismail Canbulad, kendisini 
gözaltına almaya gelen inzibat memuru Nizameddin'i öldürüp or- 
tadan kayboldu. 

İstanbul 31 Mart Ayaklanmasından sonra yine karışmıştı... 



Muhalefetin elindeki koz: Siyonizm 

Temmuz Devrimi'ni gerçekleştiren İttihatçıların muhalefete 
üşmesinin en önemli nedenlerinden biri, muhalefetin "İttihatçı- 
A iyonist ilişkisini" abartarak propaganda yapmasıydı. 

1 Propagandanın arkasındaki isim ise İngiliz Büyükelçiliği 

tercümanı Fitz Maurice'ti. Bağnaz bir İrlandalı Katolik olan 

Vlaurice, İttihatçıların masonlar ve Siyonistlerle işbirliği yap- 

iddia etmekteydi. Baştercümana göre İkinci Meşrutiyet ha- 

öiyonistlerin hazırladığı "dünya imparatorluğu" projesinin 

ÛHjUydL İkinci Meşrutiyet'i gerçekleştirmek için "bilhassa 

k "« yaşayan 80 000 İspanyol Musevîsi ve 20 000 dönme ile 

""son locaları işbirliği" yapmıştı. "Toy zabitlerin perde 



2 52 



arkasında masonlar, dönmeler, kozmopolitler yani tek kelimeyle 
Yahudi dehası vardır." 

Bu iddiaların sahibi İngiltere, yurtiçindeki muhalefeti İttihatçı- 
lara karşı kullanmak için öne sürdüğü bu düşüncelerden yarar- 
landı. "İttihatçılar Siyonistlerle anlaşarak vatanı satacaklar'di! 

Peki bu savlar doğru muydu? 

İttihatçılar arasında mason, Yahudi ve Sabetayist olduğu bir 
gerçekti. Ama şurası da bir gerçekti ki, bunların çoğunluğu Siyo- 
nizm'e de karşıydı. Siyonizm'i macera olarak görüyorlardı. Asıl 
vatan Filistin değil, Osmanlı'ydı! 

İkinci soru: İttihatçılar Siyonistlerle ilişki kurdu mu ? 

Bu sorudan önce şunu söylemek gerekiyor: İttihatçılara göre 
Yahudiler çalışkan insanlardı. Ellerinde çok güçlü bir sermaye bi- 
rikimi vardı. Bu nedenle başta Rusya olmak üzere soykırımdan ka- 
çan Yahudilerin Osmanlı'ya sığınmalarına sıcak bakıyorlardı. Eğer 
göç edenler Osmanlı'nın geri kalmış Mezopotamya gibi yerlerine 
yerleştirilirse o yörenin kalkınmasına katkıda bulunabilirlerdi. 
Makedonya'ya yerleşmeleri halinde ise, ayrılıkçı akımların kopar- 
mak istediği bu topraklar üzerindeki tehlike ortadan kalkabilirdi. 
Ayrıca, "toprak açılması" halinde gelecek Yahudi sermayesinin, 
bozulan Osmanlı maliyesini de düzeltebileceğine inanıyorlardı. 

Bu politikanın İttihatçılar içindeki başta gelen savunucusu 
Doktor Nâzım' di. 



Doktor Nâzım, Siyonizm'e karşıtlığıyla bilinen Fransa'daki Al- 
liance İsraelite Üniverselle yöneticileriyle sürekli mektuplaşıyor- 
du. 20 temmuz 1909'da Journal de Salonique'm yazı işleri müdü- 
rü Sam Levy'yle yaptığı röportajda Musevileri Makedonya'ya yer- 
leştirmek için bazı projeler üzerinde çalıştıklarını söylüyordu. 
Beş ay sonra (7 ocak 1910) aynı kişiyle yaptığı söyleşide, Paris'te 
Yahudi Kolonizasyon Derneği (Jewish Colonisations Associati- 
on) yetkilileriyle görüştüğünü ve Vardar Nehri kıyısının koloni- 
zasyona açılmasını kararlaştırdıklarını ve bu bölgeye en kısa za- 
manda 200 000 Yahudi'nin yerleştirileceğini söyledi. 

Evet, İttihatçılar daha çok ekonomik nedenlerden dolayı Yahudi- 
lerden bir şekilde yararlanmayı düşündüler. Siyonistlere bile "be- 
yaz gül" vermekten geri durmadılar. Yahudilerin Filistin'e girişlerini 
kolaylaşürdüar, toprak sahibi olmaları için izin verdiler. Makedon- 
ya ve Mezopotomya'da yeni kolonizasyonlar açmayı düşündüler. 

Ancak... 

İttihatçılar "iktidarlarının" ilk aylarında meşrutiyetin "her der- 



155 



, deva bir ilaç" olmadığını acı tecrübeyle gördüler: Bosna-Her- 

tte Girit'in elden çıkıp, Bulgaristan'ın bağımsızlığım ilan et- 

| İttihatçıların "sarhoşluktan" çıkmasına neden oldu. Siyo- 

A tlerin de Osmanlı'dan toprak koparacaklarını ciddi ciddi düşü- 

) endişelenmeye başladılar. Ve II. Abdülhamid'in "Filistin ka- 
mlarını" tekrar yürürlüğe koydular. Osmanlı Musevîlerinin bile 
Filistin'den toprak almalarına yasak getirdiler. 

İttihatçıların Siyonistlerle balayı dönemi kısa sürmüştü. 

Tam da bu sırada İngilizler, İttihatçı karşıtı muhalefeti hareke- 
te geçirmek için "elindeki Siyonist kozu'nu oynadı. 

Hatırlatmam gerekiyor: İttihatçıların Mezopotamya'ya göçmen 
Yahudileri yerleştirmek istemesi de İngilizleri ürkütmüştü. İngil- 
tere'nin bölgedeki geleneksel stratejisi, Hint sömürgesine ulaşı- 
mım sağlayan yolların denetimini elinde tutmaktı. Keza İngilizler 
Mezopotamya ticaretinin yüzde 65'ini kontrol ediyordu. Yahudi- 
lerin bölgeye gelmesi, İngiliz çıkarlarına zarar verebilirdi. İngilte- 
re'nin son yıllarda Rusya'yla çıkar ilişkisine girmesi, Rusya'dan 
sürekli kovulan Yahudileri Almanya'ya yaklaştırmıştı. 

İngiltere İttihatçıların arkasında Yahudilerin, Yahudilerin arka- 
sında ise Almanya'nın olduğunu düşünüyordu. 

O günlerde Osmanlı münevverlerinin elinden bir kitap hiç düş- 
müyordu. 

Enver ve Kâzım (Karabekir) beylerle birlikte İttihat ve Terakki 
Cemiyetinin Manastır şubesini kuran; İkinci Meşrutiyet'ten son- 
ra İttihatçılarla yolunu ayıran, Hürriyet ve İtilaf Fırkası kurucusu 
Miralay Sadık Bey, İttihatçıların, Sabetayistlerin ve masonlann 
elinde kukla olduğunu iddia ediyordu. 4 

Peki Miralay Sadık'm sözlerinde hiç mi doğruluk payı yoktu ? 

İttihat ve Terakki Cemiyetinin gizli dönemlerinde yurt içinde 
iki önemli merkezi vardı: Selanik ve Manastır. 



4- Miralay Sadık Bey, bu tezlerini 1919 yılında Dönmelerin Hakikati (Karabet Matbaası, 
stanbul) adlı otuz iki sayfalık bir risale yazarak sürdürdü. Sadık Bey'in kitabı bugün bi- 
tartışma konusudur. Kimi yazar kitapta Sabetayistlerin korunduğunu ve savunul- 
uğunu belirtirken, kimisi ise Sadık Bey'in ingilizlerin oyununa gelip Sabetayistlere hak- 
sız ithamlarda bulunduğunu belirtmektedir! Ekleme yapayım: Millî Mücadele'ye karşı ol- 
! """«ıyla yurtdışına sürülen Yüzellilikler arasında Sadık Bey de vardı. Yirmi iki yıl 
""yada, Dobruca Hırsova köyünde yaşadı. Yüzelliliklere af çıkmasına rağmen ül- 
nmedi. ,,4 °'ta Cumhurbaşkanı İsmet İnönü'ye uzun bir mektup yazarak yap- 
™ ""'atrı ve suçsuzluğunu kanıtlamak istediğini, hakkındaki vatana ihanet suçlama- 
sının kaldırılması dileğinde bulundu, isteği kabul edildi. 3 şubat I 941 'de Türkiye'ye dön- 
A ym akşam nefes darlığından yaşama veda etti. 

'adık Bey'in ağabeyi Asım Bey'in torunu kimdi dersiniz: Sabecay Sevi kitabını ya- 
ahım Alaettin Gövsa! Bazı "meseleler" bazı aileler arasında "bayrak" olup elden 
' ' ' Almıyordu ! 



154 



Cemiyetin fikir gücünü oluşturan Selanik teşkilatında, "Sabe- 
tayistler" ve Yahudiler çoğunluktaydı. Hareketin vurucu gücü 
Manastırda ise ağırlık Arnavutlardaydı. 

Selanik kadrolan arasında çok az subay vardı, örgüt daha çok 
sivillere dayanıyordu. 

Manastır'da ise ağırlık Arnavut subaylardaydı. 

İki merkez arasında görüş ayrılıkları vardı. Örneğin Manas- 
tırdaki subaylar, Balkanlardaki gayrimüslimlerin ayaklanması 
üzerine, Müslüman Arnavutlara geniş ayrıcalıklar veren II. Abdül- 
hamid'e hiç karşı olmadı. 1908'de dağa çıktıklarında bile Yıldız 
Sarayına bağlılık mesajı gönderdiler. II. Abdülhamid'le ayrıldık- 
ları tek nokta, Kanuni Esasinin yeniden yürürlüğe konulmasıyla 
ayrılıkçı hareketlerin son bulacağına duydukları inançtı. 

Oysa Selanik başlangıcından beri, II. Abdülhamid'e sıcak bak- 
mamakla birlikte bunu telaffuz etmekten kaçmıyordu. 

Sonuçta Manastır, 23 temmuz 1908'de siyasal iktidarı Selanik'e 
kaptırdı. Özellikle devlet emniyet teşkilatının eline geçmesi Sela- 
nik'e yeni bir vurucu güç olanağı sağladı. Manastır giderek arka 
plana düştü. 

Ve bu durum Manastır'ı İttihat ve Terakki Cemiyeti karşıtlığına 
getirdi. İttihat ve Terakki Cemiyeti muhalifi Halaskar Zabitan Gru- 
bu'nun gücünü Arnavutlardan almasını başka nasıl açıklayabiliriz. 

Gerçek şu: Selanik daha becerikli çıkmıştı ? 

Niye acaba? 



Masonluk iddiası 



Gelelim bir diğer iddiaya: İttihatçı kadrolar mason muydu ? 
Evet... 

Bunu zaten önceki bölümlerde anlatmıştık. 
Peki İngilizler masonluğa karşı mıydı ki, İttihatçıları mason- 
lukla suçluyorlardı ? 

Masonluk 1700'lerin başında İngiltere'de kurulan Büyük Lo- 
ca'dan doğmamış mıydı ? Osmanlı'ya masonluğu getiren İngiliz 
Büyükelçisi Lord Montagu değil miydi ? İlk mason localarından 
"Bulver Lodge Locası'nı, İngiltere büyükelçisi S. Henry Bulver 
1857'de hayata geçirmemiş iniydi ? 1876'da İzmir'de de İngiliz 
"obediyansı"na bağlı "Homer Lodge"ı kurmamışlar mıydı? 

Örnekleri uzatmaya sanının gerek yok. 

İngilizlerin ittihatçıları masonlukla itham etmesinin iki nedeni 
vardı. 



155 



-ficisi, Osmanlı gericilerini İttihatçılara karşı kışkırtmaktı, 
incisi, ittihatçıların masonluğu İngiliz sömürgeciliğine karşı 
kullanma staretejisinin önüne geçmekti. 

Şöyle ki: 

tkinci Meşrutiyet ilan edildikten sonra "ulusal bir mason örgü- 
• " olan "Şûrayı Âlii Osmanî" kuruldu. Talat Paşa "müfettişi umu- 
TII âzam" sıfatıyla başa getirildi. Talat Paşa ve diğer mason İtti- 
hatçılar, Müslüman ülkelerle de dayanışmayı sağlayacak bir "İs- 
am masonluğu" kurulmasını organize etmeye başladılar. Örneğin 
Osmanlı masonluğunun önde gelen isimlerinden Arap asıllı Said 
Halim Paşa, Osmanlı maşrığına bağlı bir "Mısır Locası" kurmak 
için girişimlere başladı. Fakat Mısır'da İngiliz yanlısı "Büyük Mı- 
sır Locası" faaliyetteydi. İngilizler Mısır'da İttihatçıların loca kur- 
masına karşı çıkıyordu. Ama İttihatçılar yine de miliyetçi lider 
Muhammed Ferid'in üstatlığında mason örgütü kurdular. Benzer 
çalışma İran'da da başlatıldı. 

İşte İngilizler, İttihatçıların mason locaları kanalıyla başta Mı- 
sır olmak üzere Müslüman ülkeleri ayaklandırmasından korku- 
yordu. Öyle ya "masonik İttihatçılar" koskoca II. Abdülhamid'i de 
böyle devirmemişler miydi? 5 

Keza İngilizlerin, İttihatçıların bağlı olduğu localarda Yahudile- 
rin bulunduğu iddiası da o kadar safsataydı. Çünkü İngiltere da- 
hil olmak üzere dünyada Yahudisiz hiçbir mason locası yoktu! 

Mason ve Siyonist olmakla suçlayarak İttihatçıları gözden dü- 
şürmek için başta basın olmak üzere İngilizler tüm propaganda 
metotlarından yararlandılar. Ellerindeki en büyük koz ise perde 
arkasında Prens Sabaheddin'in bulunduğu, 21 kasım 1911'de ku- 
rulan Hürriyet ve İtilaf Fırkası'ydı. Bu fırkanın "askerî gücü" olan 
ialaskâr Zabitan Grubu, bir dönem İttihatçıların yaptığını yapıp 
Makedonya'da dağa çıkmıştı. 

Kara propagandanın" etkisiyle Meclisi Mebusan'da bulunan 
Rum, Ermeni, Arnavut, Arap milliyetçi grupları İttihat ve Terak- 
kiye karşı cephe oluşturdular. Önce muhalefetin "kellesini istedi- 
Dahiliye Nazın Talat Paşa ve arkasından "Yahudi bankalarıyla 
Çlıdışh olduğu gerekçesiyle" Maliye Nazın Cavid Bey'in "dü- 
şürülmesini" sağladılar. 

inatçılar, baskılar sonucu muhalefete düştüler. 

cemiyetin kapatılması, İttihatçıların gözaltına alınması bu 
«aylardan sonra gerçekleşmişti. 



m en yüksek statüsü 33. derece mason olan ittihatçılar şunlardı: Midhat 



156 



Hürriyet ve İtilaf Fırkası, muhalefetteyken İttihat ve Terakki 
hükümetini masonlukla ve vatanı Siyonistlere satmakla suçlamış 
ti; ancak sonra iktidara geldiklerinde ne yaptılar? Siyonistlerle pa- 
zarlık yapıp Filistin'de bazı ayrıcalıklar vermeyi kabul ettiler! 

Hürriyet ve İtilaf Fırkası'nm önde gelen ismi Aydın mebusu Rı- 
za Tevfık (Bölükbaşı) Edirne Alliance İsraelite Universelle'de öğ- 
renim görmüştü ve Ladino ile İbranîce'yi iyi biliyordu. 11 mart 
1909'da İstanbul'da Genç Yahudiler Derneği' nde yaptığı konuşma- 
da, Siyonist olduğunu açıklayıvermesi herkesi hayrete düşürdü! 
Ama Rıza Tevfık bu açıklamasına sonra bir çekince koydu: "Lütfen 
bunu bağımsız bir Yahudi devleti kurma anlamında anlamayın!.." 

Meşrutiyet'in akabinde Edirne mebusu olan Rıza Tevfık Selanik'e 
geldi. Beyazkule Gazinosu'nda Mısırlı Kıraathanesi'nde, Olimpos 
Palas'ta bizimle uzun uzadıya konuştu ve şunu haber verdi: "Çocuk- 
lar yarın akşam Beyazkule bahçesinde Musevî vatandaşlarımıza Ya- 
hudice bir konferans vereceğim, muhakkak bulununuz, enteresan- 
dır' dedi. 

Bahçe Yahudi vatandaşlarla dolu idi. Hepsi memnuniyet ve kahka- 
halarla dinliyorlar ve hayretlerinden "Adiyo Santo !" diye hay kırıyor- 
lardı. Ben merak ettim, tanıdığım Musevî gençlerine sordum, bana, 
"Mükemmel tam şivesiyle fasih bir İspanyolca" dediler. (Ali Canip 
Yöntem, Yakın Tarihimiz, 1962, c.l, s. 129) 

Sadece Rıza Tevfık değil, Hürriyet ve İtilaf Fırkası'nm kurucu- 
su Dr. Rıza Nur da, Alliance İsraelite Üniverselle mezunuydu! 

Ne ilginç değil mi, Hürriyet ve İtilaf Fırkası, İttihatçıları 'Yahu- 
di işbirlikçisi" olmakla itham ediyorlardı. 

Osmanlı başkentinde Yahudi, Siyonist, Sabetayist tartışmaları 
yapılırken, daha dün bağımsızlığına kavuşan Balkan ülkeleri, 
Bulgarlar, Yunanlılar ve Sırplar Osmanlı'ya savaş açtı. 

Osmanlı hükümeti önce İtalyanlarla masaya oturdu; Trablus- 
garp ve Ege Denizi'ndeki Onikiada'yı İtalyanlara verdi. 

Sonra Balkan ülkeleriyle savaştı, tabiî buna savaş denirse! Bir- 
kaç gün içinde Bulgarlar İstanbul Çatalca'ya dayandılar; Sırplar, 
Arnavutluk üzerine yürüyüşe geçtiler ve Yunanlılar Selanik'e gir- 
diler... 

Dört yüz yetmiş yıldır Osmanlı egemenliğinden olan Selanik, 
tek bir kurşun bile atılmadan Yunanlılara teslim edildi! 

"Kâbei hürriyet" işgal edilmişti. Osmanlı modernliğinin "köp- 
rübaşı" artık yoktu. 



r 




157 



k padişah II. Abdülhamid Alman Lorelei gemisiyle İstan- 
bul'a zor kaçırılmıştı. 

h olmayanlar davardı; bunlardan biri de Doktor Nâzım'dı. 

Doktor Nâzım Atina'da hapis 

Meclis'in erken seçim kararıyla feshedilmesinin ardından ge- 

Hürriyet ve İtilaf Fırkası'nm "teröründen" kaçmak için Sela- 

'k'e giden Doktor Nâzım 9 kasım 1912'de Yunanlılara esir düştü. 

Doktor Nâzım Atina'da hapisteydi. 

Yunanhlar, Doktor Nâzım'm İttihatçıların önde gelen isimlerin- 
den biri olduğuna uzun süre inanamadılar. İstanbul'dan gelen res- 
mî yazılar sonrasında Doktor Nâzım'm önemini fark ettiler. 

İlk günler diğer esirlerle aynı muameleye tâbi olan Doktor Nâ- 
zım, artık tek kişilik odada kalıyor, iyi yemekler yiyordu. Bu ara- 
da hasta esirleri de tedavi ediyordu. 

Bir an önce kurtulmayı bekliyordu. Ama durumun güç olduğu- 
nun da farkındaydı. İstanbul'daki İttihatçı arkadaşlarının zor du- 
rumda olduğunu biliyordu. 

Zor durumda olan sadece İttihatçılar değildi... 

Selanik, Üsküp, Manastır, Kalkandelen, Danişment, İşkodra, 
Edirne ve Arnavutluk işgal altındaydı. 

Osmanlı'nın Avrupa'da toprağı kalmamıştı artık. 

İki buçuk milyon Osmanlı tebaası vatansız kahvermişti. 

Serez'de, Poroy'da Üsküp'te, Priştine'de, Kosova'da Bosna'da 
inlerce insan kitleler halinde öldürülüp, çukurlara gömülüyordu. 

Diğer yanda yüz binlerce kişi aç susuz, öküz arabaları eşliğin- 
e işgal bölgelerinden Anadolu'ya kaçıyordu. Hanlar, hamamlar, 
camiler, medreseler göçmenlerle dolmuştu. 

Göç edenler sadece Müslümanlar değildi: 

Art arda gelen ilhaklar sırasında yeni Yunan topraklarındaki Yahu- 

sık sık hırpalanır, evleri ve dükkânları yağmalanır. Rumlar ve 

İmdiler arasındaki uyuşmazlık, Makedonya, Epir, Batı Trakya ve 

! adalarının Yunanistan'a bağlanmasıyla sonuçlanan 1912-1913 

ka n Savaşları sırasında kızışır. Bu bölgelerde birçok Yahudi ce- 

* yaşamaktadır. Kavala, İyonya ve özellikle 1913'te 150 000'lik 

sunun 80 000'inin Yahudi olduğu ve Yahudi üstlüğünün sadece 

•ayısal değil, iktisadî de olduğu Selanik'te. 

r krallığı tarafından ele geçirilen bölgelerden Osmanlı kalmış 
para doğru önemli bir Yahudi göçü başlar. Tesalya'dan Sela- 



158 



159 



nik'e ve İzmir'e doğru; Girit'ten adalara, İzmir'e ve Selanik'e doğru- 
adalardan İzmir'e doğru; Selanik'ten İstanbul'a ya da Filistin'e doğru 
Bir örnek vermek gerekirse, Sakız, Limnos ve Midilli Yahudi cemaat- 
lerinin neredeyse tamamı, bu adaların Yunanistan'a ilhakından sonra 
göç ederler. (Henri Nahum, İzmir Yahudileri, 2000, s. 88-89) 

Osmanlı'nın başına bela olan Bulgaristan Kralı Ferdinand kü- 
çücük ordusuyla İstanbul'a dayandı. Top sesleri başkentten du- 
yuluyordu. Halk endişeliydi. 

İstanbul düşecek miydi? Padişah Mehmed Reşad, güvenliği 
için Bursa'ya götürülmek istendi. Ancak padişah bunu reddetti... 

Askerî darbe 

Hükümet, Dolmabahçe Sarayı'nda olağanüstü toplanma karan 
aldı. Toplantıyı isteyen dördüncü kez sadrazamlığa getirilen "İn- 
giliz yanlısı" Kıbrıslı Kâmil Paşaydı. İngilizlerden bile gerekli des- 
teği bulamayan Sadrazam Kâmil Paşa, İstanbul'u kurtarmak için 
Edirne ve Çatalca'yı Bulgarlara vermeyi planlıyordu. 

Diğer yanda İstanbul'da iki gecedir gizli gizli toplantı yapanla- 
rın da bir planı vardı: askerî darbeyle iktidarı yıkacaklardı! 

İttihat ve Terakkinin önde gelen isimleri Beşezade Emin 
Bey'in Vefadaki evinde gizlice buluştular. Kimler yoktu ki: Talat 
Paşa, Ziya Gökalp, Prens Said Halim Paşa, Hacı Adil, Kara Kemal, 
Rahmi, Midhat Şükrü, Mustafa Necib... 

İzmit'te Hurşid Paşa komutasındaki kolordunun kurmay baş- 
kanlığını yapan Binbaşı Enver toplantıya yetişemediği için her 
kafadan bir ses çıkıyordu. 

Örneğin Ali Fethi (Okyar) askerî bir müdahaleye karşı çıkıyordu. 

İkinci toplantıya Bulgaristan cephesinden gelen Enver de ka- 
tıldı. 

Enver'in seçkin özelliklerinden biri de buydu: hiçbir zaman te- 
laşlı ya da heyecanlı görünmez, bir odaya girdiği vakit beraberin- 
de bir sükûnet havası getirirdi. (Lord Kinross, Atatürk, 1994, s. 97) 

Son toplantı Talat Paşa'mn evinin alt katında gece vakti yapıldı. 

Karar alındı: hükümet bir darbeyle yıkılacaktı. 

Sadrazam Kıbrıslı Kâmil Paşa indirilecek ve yerine Hareket Or- 
dusu'nun Komutanı Mahmud Şevket Paşaya ya da İzzet Paşa 'ya 
kabine kurdurulacaktı. 

Darbe için, gerici 31 Mart Ayaklanmasını bastıran Mahmud Şev- 
ket Paşanın görüşünün de alınması gerekiyordu. Deyim yerindey- 




Mahmud Şevket Paşa "İttihatçıların ağabeyi" konumundaydı. 6 
se Mahmud Şevket Paşayla görüşecek üç kişilik bir heyet seçti- 
Erkânıharp Miralayı İsmail Hakkı, Midhat Şükrü ve Taif zin- 

da boğdurulan Midhat Paşanın oğlu Ali Haydar Midhat! 
rdhat Paşanın oğlunun heyete konulmasının özel bir nedeni 
udi- Midhat Paşa Bağdat'ta valiliği sırasında Mahmud Şevkete 
ilâ göstermiş, onu okutmuştu. 
"Ancak aralarında bir fark vardı: Midhat Paşa ne kadar İngılizle- 
yakm ise, Mahmud Şevket Paşa da o kadar Almanya yanlısıydı! 
Heyetten önce Ali Haydar Midhat tek başına Mahmud Şevket 
Paşayı ziyaret etti. Askerî darbe planını açıkladı. Paşa, "bu tür 
taşkın fikirlerin hep Enver'in başının altından çıktığını" belirtip 
"darbeye karşı" olduğunu açıkladı. 
İttihatçılar kararlıydı. 

Darbenin stratejisi yapıldı. Kabine üyelerinin tam kadro bulun- 
duğu saatte Babıâli'ye baskın yapılacaktı. Darbe yapıldığında dı- 
şarıdan kimsenin müdahalesi olmaması gerekiyordu. Aksi halde 
kan dökülürdü. 

Babıâli önünde Ömer Naci halka hitap edecek ve milleti yanla- 
rına çekecekti. Divanyolu'ndan Sirkeciye kadar olan alan içinde 
terzi, bakkal, kahve gibi umumî yerlerde hep İttihatçı fedailer 
olacaktı. 

23 ocak 1913 perşembe. 

Saat 13.00. 

İlk emri, darbenin hükümete haber verilmesini engellemekle 
görevli ekip aldı. Başlarında Yüzbaşı Hüsameddin (Ertürk) vardı. 
Bu ekip Polis Müdüriyeti, Merkez Komutanlığı ile Posta ve Telg- 
raf İdaresini işgal edecek ve Babıâli'nin telefon hatlannı kese- 
îkti. Merkez telgrafhanesinde Kara Kemal bulunuyordu. Hükû- 

ün yıkıldığını dünyaya o duyuracaktı. Aksi durumda haberleş- 
meyi engelleyecekti. 

Basına ve halka dağıtılacak İttihat ve Terakki Cemiyeti bildiri- 
1 Ali Fethi (Okyar) yazmış, gizlice basılmasını sağlamıştı. Da- 
ğıtım içi n emir bekliyordu. 

Saat 14.00. 

Kabine toplandı. 
14.30. 



ihtilalirTk" b,r ° rneklea Ç mak daha yerinde olacak. Nasıl 27 Mayıs 1960 askerî 
r " ere n genç subaylar, başlarına bir "ağabey", yani rütbesi büyük bir ko- 

Cemal Gürsel PasaVı hıılmııcinrçj irrih~rr.rr.n Tomıl fîllre«n" Ho 



160 



Karla karışık yağmur başladı. 

Son kontrolleri yapan İttihatçı fedai Sapancalı Hakkı soluk so- 
luğa Binbaşı Enver'in yanma geldi. Fedailer hazırdı. 

Binbaşı Enver harekat emrini verdi. 

Nuruosmaniye'deki İttihat ve Terakki Merkezi Umumîsinin 
(günümüzde Cumhuriyet gazetesinin bulunduğu bina) karşısın- 
da yer alan Askerî Menzil Müfettişliği'ndeki Genel Müfettiş Bin- 
başı Cemal'in odasından çıktılar. 

Saat 15.00. 

Yakub Cemil, İzmitli Mümtaz, Mustafa Necib, Sapancalı Hakkı, 
Silahçı Tahsin, Eyüb, Yenibahçeli Şükrü ve Nail kardeşler, Filibe- 
li Hilmi ve Samuel İsrael gibi fedailer silahlarını kuşanıp Babı- 
âli'ye doğru yürümeye başladılar. 

Binbaşı Enver, beyaz bir atın üstündeydi... 

Halk merakla İttihatçılara bakıyordu. Bir köşede Ömer Naci, 
diğer köşede Ömer Seyfeddin halkın desteğini almak için heye- 
canlı konuşmalar yapıyorlardı: 

"Hükümet Edirne'yi Bulgar'a verecek, hürriyet kahramanı, 
Trablusgarp kahramanı Enver Babıâli'ye yürüyor. Hadi siz de ona 
katılın!" 

Ateşli söylevler etkisini gösterdi. Halk "Yaşasın vatan... Yaşasın 
millet..." diye slogan atmaya başladı. 

Enver Babıâli önündeki demir kapıdan içeri girdi. Atından at- 
ladı ve baskını başlattı. Darbe başladıktan sonra Babıâli binası 
savaş yerine döndü; her yerde kan vardı. 

Harbiye Nazın Yaveri Kıbrıslı Tevfık ve Sadaret Yaveri Ohrili 
Nafiz ilk ölen isimlerdi. 

İttihatçılardan da Mustafa Necib can verdi. 

Ama asıl gürültü Harbiye Nazın (o tarihlerde "Erkânıharbiyei 
Umumiye Reisliği" yani "Genelkurmay Başkanlığı" da ona bağlıy- 
dı) Müşir Nâzım Paşa'nm, "Ne yapıyorsunuz?.." diye bağırmasıy- 
la koptu. 

Darbecilerin en üst rütbesi binbaşıydı. Çoğu teğmen ve yüzba- 
şıydı. Karşılannda birden koskoca Harbiye nazmnı görünce şa- 
şırdılar. Paşanın gür sesiyle, "Bu ne cüret, asi adamlar!.." demesi 
üzerine bir silah sesi duyuldu. Koskoca Harbiye Nazın Nâzım Pa- 
şa'mn heybetli bedeni yere yığıldı kaldı. 

Kafalar ateş açılan yere döndü, Yakub Cemil soğukkanlıydı 
"Bu herife laf anlatılır mı?.." dedi. 7 



7. Gerek Babıâli Baskını gerekse Yakub Cemil'in biyografisi için, Soner Yalçın'ın Teşk'' 
laıın İki Silahşoru (DoJan Kitap) adlı kitabına bakabilirsiniz. 



161 



Harbiye Nazın Nâzım Paşayla birlikte ölü sayısı yediye yüksel- 
di. On dokuz yaralı vardı. 

Fakat eylem bitmemişti. İttihatçılar, sadrazamın odasına girdi. 

Sadrazam Kıbnslı Kâmil Paşa sakindi. "Ne istiyorsunuz evlat- 
larım?-" dedi. 

Binbaşı Enver, "Paşa hazretleri, millet sizi istemiyor, imzala- 
maya kararlı olduğunuz sulhtan sonra, bu devlet baki kalmaz, lüt- 
fen istifanamenizi yazınız" diye emretti. 

Kâmil Paşa istifasını yazdı. Kâğıdı Talat Paşa aldı, okudu, sinir- 
lendi. "Paşa hazretleri 'ciheti askeriyeden vaki ısrar üzerine' diye 
yazmışsınız. Lütfen pencereden bakar mısınız, dışanda sadece 
askerler değil, her meslekten millet var" dedi. Kıbnslı Kâmil Pa- 
şa iade edilip önüne konan kâğıda "ve millet" ibaresini ekledi. 

Bu yeni bir dönemin başlangıcıydı. Babıâli'yi basan İttihatçılar 
artık iktidan tamamen kontrollerine alacaktı. 

Bu, yaşanan ne ilk ne de son askerî darbe olacaktı... 

İstifa ettirilen "İngilizci" Kıbnslı Kâmil Paşa'nın yerine kim ge- 
lecekti? 

Talat Paşa'nın istememesi sonucu Harbiye nazırlığından aynl- 
mak zorunda kalan Mahmud Şevket Paşa İttihatçılara dargındı. 
Darbeye karşı olduğunu da söylemişti. Ancak Üsküdar'daki evi- 
ne gelen Miralay İsmail Hakkı, "Almancı" Mahmud Şevket Paşayı 
sadrazam olmaya zor ikna etti. 8 Kabinenin tamamı artık İttihatçı- 
lardan oluşuyordu. 

Ancak bu durum çok uzun sürmedi, çok değil altı ay sonra İs- 
mi, Osmanlı tarihinde ilk kez bir sadrazama yapılan suikasta 
tanık olacaktı... 

Sadrazama suikast 

11 haziran 1913. 

drazam Mahmud Şevket Paşa Harbiye Nezaretinden çıkıp 
>ılme bindi. Yanında Seryaver Eşref, Bahriye Yaveri îbra- 
Kazmı Ağa ona eşlik ediyordu. Otomobili Babıali'ye doğ- 



Paş t m e y d a n , > n a gediklerinde, karşılanna bir cenaze çıktı, 

nazenin geçmesi için otomobilin durdurulmasını istedi. 

8. "19(3 

n * t ' yıllar sonr' m A " ' " " ' e B ' " n ' " sadrazamı Mahmud Şevket Paşa'nın Üsküdar'daki ko- 

rnan, Orhan"K h hukurne " nl yıkmak isteyen Sezai Okan, Ahmet Yıldız, Dündar 

" b ay gibi subayların gizli toplantılarına ev sahipliği yapacaktı! Çün- 



s. 30) 



"yısçı Refet Aksoyoğlu'ydu. (Taht Aydemirin Hatıraları, 



162 



Tam bu sırada paşanın aracı taranmaya başlandı. Atılan kurşun- 
lardan beşi paşaya isabet etti.' 

Paşa ölmüştü... 

Sadrazam Mahmud Şevket Paşayı kimler öldürmek istemişti ? 

Babıâli Baskım sonrasında İstanbul Muhafız komutanı olan 
Cemal Paşa işi çok sıkı tuttu. Tetikçiler, Ziya, Bahriyeli Şevki, 
Hakkı, Nazmi, Abdurrahman hemen yakalandılar. Onlan teşvik 
eden Yüzbaşı Kâzım'dı. Peki onun arkasında kim vardı ? 

İşin içyüzü anlaşıldı... 

"Babıâli Baskını" gibi bir darbe planlanmıştı. Sadrazam Mah- 
mud Şevket Paşa'dan sonra suikast yapılacaklar arasında Talat 
Paşa, Emmanuel Karasu ve Nesim Ruso gibi isimler vardı. Plana 
göre suikastlarla bocalayan İttihatçılar iktidardan düşürülecekti. 
Sadrazamlık makamına ya Prens Sabaheddin ya da Kıbrıslı Kâmil 
Paşa oturtulacaktı. Hatta Kâmil Paşa darbenin başarılı olacağın- 
dan o kadar da emindi ki, Mısır'dan İstanbul'a gelmişti. 

İttihatçılar, cinayetin arkasında "İngiliz parmağı" olduğunu dü- 
şünüyorlardı. 

Haklıydılar. İngilizler üçüncü kez muhalefeti kışkırtıp bir dar- 
be girişimiyle İttihatçıları devirmeyi planlamışlardı. 

Başarısız olan Büyükelçi S. Gerald Lowther hemen Londra'ya 
merkeze alındı. Yerine L. Mallet geldi. Doğal olarak tercüman- 
ajan Fitzmaurice ile ataşemiliter Tyrrell de İngiltere'ye çağrıldı- 
lar. İngiltere ekip değiştiriyordu, İttihatçılarla tekrar uzlaşaşabil- 
mek için... 

Doktor Nâzım döndü 

Ve o kanşık günlerde Doktor Nâzım, artık iktidarı ele geçiren 
arkadaşlarının diplomatik çabalarıyla Yunanistan'daki esaretin- 
den kurtularak vatanına döndü. 

Kırk bir yaşındaydı. 

Yunanistan'dan direkt İzmir'e geçti. 

Karşıyaka'daki Evliyazade Konağında kalan kızı Sevinç'i ilk 
kez gördü. 

Sevinç sansın, renkli gözlüydü. Daha konuşmaya yeni başla- 
mıştı. Evliyazadelerin neşe kaynağıydı. 

Karısı Beria'nın durgunluğu Doktor Nâzım'ın dikkatini çekti. 

Ne hazindir ki, ya kalıtımsal ya da Doktor Nâzım'ın yaşadığı 



9. Sadrazam Mahmud Şevket Paşa'nın suikast sırasında içinde bulunduğu otomobil, üni- 



163 



fırtınalı hayat Beria'nın ruh sağlığını olumsuz yönde etkilemeye 
başlamıştı. Beria'nın psikolojik dengesi bozulma emareleri göste- 
riyordu... 

Dr. Tevfık Rüşdü (Araş) Çanakkale Hastanesinin başhekimli- 
ğini yapıyordu. Eşi Makbule hamileydi ve kardeşi Naciye'nin ya- 
nında İzmir'de kalıyordu. Dr. Tevfık Rüşdü her fırsatta İzmir'e ge- 
liyordu. Bu ziyaretleri sırasında o da, Beria'nın durumunun farkı- 
na varmış, ruhsal sorunlarım gidermesi için birkaç ilaç vermişti. 
Ancak ilaçlar pek fayda etmiyordu... 

Evliyazade ailesi, Beria için seferber olmuştu. Aslında benzer 
durumu daha birkaç yıl önce yaşamışlardı. Naciye Hanım'ın eşi 
Yemişçizade İzzet Efendiyi benzer bir ruhsal hastalık sonucu 
kaybetmişlerdi. 

İzmirli ailelerde sık görülen akıl hastalıklarının temel nedeni 
akraba evlilikleri miydi?.. 

Beria'nın durumuna en çok üzülen babası Evliyazade Refik 
Efendiydi. Beş çocuğu vardı ama nedense Beria'nın yeri farklıy- 
dı. Kızım götürmediği doktor kalmamıştı. Hepsinin tek yaptığı 
şey, ilaç vermekti. 

Durumun farkına varan Doktor Nâzım İzmir'de kalıp eşiyle il- 
gilenmek istedi ama hemen İstanbul'a gelmesi için İttihat ve Te- 
rakki Cemiyetinden çağrı aldı. 

Kızı ve eşinin yanında ancak üç gün kalabilmişti... 



Avrupa devletleri birlik olmuş, küçücük Balkan devletlerinin 
büyük bir imparatorluğu hezimete uğratmasının keyfini çıkarı- 
yordu. Balkanlar' daki Osmanlı tebaası toplu kıyıma uğruyor, bu- 

• rağmen Avrupa basınında Balkan ülkelerini öven makaleler 
yayımlanıyordu . 

ttıhatçılar, gerek insan hakları konusunda Batı aydınlarının ve 
setçilerin desteğini almak ve gerekse müttefik aramak ama- 
cıyla Avrupa'ya ekipler gönderdi. 

ekiplerden birinin başına geçmesi için Doktor Nâzım alela- 
cele İzmir'den çağrılmıştı. 

^oktor Nâzım, Rahmi Bey ve Halil (Menteşe) ile sosyalist lider 
r!',,\ UrGS " n Par is'teki köşküne gitti. Doktor Nâzım, Jaures'le 

teki kaçak günlerinde tanışmıştı. 

aures Fransız solunun efsanevî isimlerinden biriydi. Pa- 

n u bastırıldıktan sonra dağınık durumdaki solun topar- 

av e eski haline gelmesinde büyük payı vardı. L'Huma- 

esıni kurmuştu. O yıllarda Fransa'da eiderek eiir ksaa. 



164 



nan saldırgan ve şoven milliyetçiliğin karşısındaydı. 

Jaures, misafirlerini kütüphanesinde kabul etti. Doktor Nâzını, 
Jaures'e, önce ihtilallerinin amaçlarını açıkladı; ardından Osman- 
lı ordusunun yenilgisinin nedenlerine değinip sözü Balkanlar' daki 
zulme getirdi. Katliamları örnek olaylar ve fotoğraflarla anlattı. 

Sosyalist Jean Jaures çok etkilendi. Balkanlar' daki facianın bu 
dereceye vardığını bilmediğini söyledi. İnsan haklan ihlallerinin 
önlenmesi için elinden geleni yapacağı sözünü verdi. 

Osmanlı ordusunun minik Balkan ülkeleri karşısındaki âciz 
durumuna da değinen Jaures, yenilginin tek nedeninin gericilik 
olduğunu söyleyip, İttihatçı hükümetin tez elden ıslahat reform- 
larını başlatmasının gerekli olduğunu anlattı. 

Jean Jaures İttihatçıların Fransa'daki en yakın dostuydu. An- 
cak bu görüşmeden birkaç ay sonra sosyalist Jaures, şoven bir 
Fransız milliyetçisi tarafından vurularak öldürüldü. 

Doktor Nâzım, Rahmi Bey ve Halil Bey'den oluşan İttihatçı 
ekip, sosyalist lider Edouard Herriot gibi Fransız siyasetçiler, in- 
san hakları temsilcileriyle de görüşmeler yapıp İstanbul'a döndü. 

Doktor Nâzım İstanbul'a ayak basar basmaz kendini yine bir 
sorunun içinde buldu... 

Öldürülen Mahmud Şevket Paşanın ardından sadrazamlığa 
Kavalalı Mehmed Ali Paşanın torunu Mısır Prensi Said Halim Pa- 
şa getirildi. 

Sadrazam bulunmuş, ama yeni kabine bir türlü kurulamıyordu. 
İttihat ve Terakki Cemiyeti Merkezi Umumîsi ile şehirlerde gö- 
revli kâtibi mesuller arasında bir türlü anlaşma sağlanamıyordu. 

Kâtibi mesullerin arasında Yakub Cemil, Atıf (Kamçıl), Sapan- 
calı Hakkı, İzmitli Mümtaz, Hüsrev Sami (Kızıldoğan), Topçu İh- 
san (Eryavuz), Abdülkadir gibi Çerkez fedailer vardı. Bunlar Se- 
lanik kökenli Talat Paşa, Doktor Nâzım, Rahmi, Midhat Şükrü gi- 
bi sivil İttihatçılara "hizip oluşturup, tek başlarına karar alıyor- 
lar" diye karşıydılar. Özellikle Talat Paşaya ateş püskürüyor, eki- 
binin yeni kabinede yer almasını istemiyorlardı. 

Sonuçta Selanik lobisi kazandı: Cemal Paşa'nın fedailerin gön- 
lünü almasıyla "İttihatçı kabine" kuruldu. Kabinede, Talat Paşa, 
Halil (Menteşe), Midhat Şükrü (Bleda), Çürüksulu Mahmud Paşa 
gibi isimler vardı... 

İttihat ve Terakki Cemiyetinin beş yıl sürecek ikinci iktidar 
dönemi başlamıştı. 

Evliyazade Refik Efendi de bundan payını alacaktı... 



Altıncı bölüm 



12 ekim 1913, İzmir 



İttihat ve Terakki Cemiyetinin önde gelen ismi Selanikli Rah- 
mi, Ahmed Reşid'in yerine İzmir'e vali olarak atandı. 

Rahmi Bey, Talat Paşa'nın sağ koluydu. Zaten bu atama da 
onun isteğiyle gerçekleşmişti. 

Rahmi Bey'in İzmir'e vali olarak atanmasının nedenleri de var- 
dı. Öncelikli sebep Rahmi Bey'in siyasî çizgisinde saklıydı. 

Rahmi Bey'i diğer İttihatçılardan ayıran en önemli özelliği, İn- 
gilizlere yakın olmasıydı! İttihatçılar, İzmir'in Osmanlı ekonomi- 
si için öneminin farkındaydılar. 

Selanikli Rahmi Bey İzmir'e atanır atanmaz, belediye başkanlı- 
ğına tanıdık bir isim geldi: Evliyazade Refik Efendi! 

Evliyazadeler bir kez daha İzmir Belediye başkanlığına getirildi. 
İki kez İzmir Belediye başkanlığı yapan Evliyazade Hacı Meh- 
med Efendi'den sonra, oğlu Refik Efendi de aynı koltuğa oturdu! 
îeş yıl İzmir'in kaderine hükmedecek bu iki isimden Evliyazade 
Refik Efendiyi az çok tanıttık. Peki Selanikli Rahmi Bey kimdi? 

Selanik eşrafından, İsfendiyar ailesine mensup varlıklı ve iyi 
eğitim görmüş bir kişiydi. 

25 haziran 1873 yılında Selanik'te doğdu. 
Hk ve ortaöğrenimini Selanik'te yaptı. 

3 yılında Mektebi Hukuki Şahaneye kaydoldu. Okulu bitir- 
ime yakın bir jurnal sonucu tutuklandı. Serbest kalınca Avru- 
kaçtı. Abdullah Cevdet ile "Reşadiye Komitesi"ni kurdu. 
?' n II. Abdülhamid'i devirip yerine Veliaht Reşad Efendiyi 
!ekti. 1899 yılında Jön Türkler ve Ahmed Celaleddin Paşa 
d a yapılan anlaşma üzerine ülkeye döndü, 
anikleki "hikâyesini" biliyorsunuz. 

t'in ardından Selanik milletvekili oldu. 1911 yi- 



1Cı 



166 



lında evlenen İttihatçılar kervanına o da katıldı. Eşi Nimet Ha- 
nım, bir önceki bölümde okuduğunuz Sultan Mehmed Reşad'ın 
seryaveri Binbaşı Tahsin'in kız kardeşiydi. 

Nimet Hanım'ın ailesinin öyküsü hayli ilginçti... 

Nimet Hanım'ın dedesi -bir önceki bölümde okuduğunuz- 
Müşir Mehmed Ali Paşanın gerçek adı Kari Detrois'ti. 

1834 yılında Prusya'da doğmuş, on iki yaşındayken, İstanbul'a 
gelen bir okul gemisinden atlayarak Osmanlı Devletine sığınmıştı. 

İltica başvurusuyla bizzat ilgilenen Sadrazam Ali Paşaydı. 
Müslüman olup "Mehmed Ali" ismini aldı. Mektebi Hayriye'de 
okutuldu. Kırım, Bosna, Karadağ, Rusya savaşlarında gösterdiği 
üstün basan sonrasında ordu komutanlığına (serdarlığa) yüksel- 
tildi. Arnavutluk Ayaklanmasını bastırmakla görevliyken yapılan 
bir baskınla öldürüldü. 

Müşir Mehmed Ali Paşanın dört kızı vardı: Hayriye, Adeviye, 
Zekiye ve Leyla. 

Kızlarından Hayriye Hanım, 3 1 Mart Ayaklanmasını bastırmak 
için Selanik'ten İstanbul'a gelen "Hareket Ordusu'nun komutam 
Hüseyin Hüsnü Paşayla evliydi. Nimet Hanım işte bu evlilikten 
dünyaya geldi. 

Nimet Hanım'ın Tahsin dışında bir ağabeyi daha vardı: Muhlis. 

Muhlis hiç evlenmedi. Salah Birsel'in Sergüzeşti Nono Bey ve 
Elmas Boğaziçi adlı kitabında yazdığına göre, arkadaşları Muh- 
lis Bey'e "Nono Bey" diyorlardı! 

Muhlis, Fransa'da Nancy Ziraat Okulu'nu birincilikle bitirdi. 
Eniştesi Rahmi Bey'in İzmir'deki çiftliğinde çalıştı. İzmir Şehir 
Kulübünde eğlenmeyi seviyordu. Bir gün ressam îhap Hulusi 
onun bir resmini yaptı. O resim "Kulüp Rakısı" şişesinin üstünde- 
ki iki resimden biri oldu! 

Diğer kardeş Sultan Mehmed Reşad'ın seryaveri Binbaşı Tah- 
sin, ünlü metamatikçi Gelenbevî İsmail Efendi'nm soyundan Ali- 
ye Hanım'la evliydi. Türk solunun önde gelen ismi Mehmet Ali 
Aybar bu çiftin oğludur. 

Yani, Vali Selanikli Rahmi Bey'in eşi Nimet Hanım, Mehmet Ali 
Aybar' in halasıydı. 1 



I. Müşir Mehmed Ali (Kari Detrois) Paşa'nın Leyla adındaki km ise, Polonya'daki başarı- 
sız ihtilal teşebbüsünden sonra 1849 yılında yirmi üç yaşındayken Osmanlı Devleti'ne sı- 
ğman Mustafa Celaleddin (Yüzbaşı Konstantin Polkozic Borzecki) Paşa'nın oğlu Hasan 
Enver Paşa'yla evlendi. Bu evlilikten beş çocuk oldu: Celile, Mehmed Ali, Mustafa Cela- 
leddin, Sara ve Münevver. Şair Nâzım Hikmet, Celile Hanım- Hikmet Bey çiftinin oğludur. 
Nâzım Hikmet'in baba tarafından. dĞdesi Mehmed Nâzım Paşa da Selanik'in son valisidir. 



167 



İttihatçıların çoğu birbirleriyle akrabaydı. 

Yukanda yazdım. Müşir Mehmed Ali Paşa'nın dört kızı vardı: 
Hayriye, Adeviye, Zekiye ve Leyla. 

Rahmi Bey, Hayriye Hanım'ın kızı Nimet'le evliydi. 

Peki Zekiye Hanım'ın oğlu kimdi: Ali Fuad (Cebesoy)! 

Yani Rahmi Bey "dava arkadaşı" Ali Fuad'ın eniştesiydi. Doğru 
mudur bilmem sadece alıntı yapıyorum: 

Ali Fuad Cebesoy ise, resmen hiç evlenmemiş ve bilaveled (çocuk- 
suz) vefat etmiştir. Kendisinin güzel kuzinlerinden (Rahmi Bey'in eşi) 
Nimet Hanım'a âşık olduğu ve bu yüzden evlenmediğini, o zamanlar 
söylerlerdi. (Münevver Ayaşlı, Rumeli ve Muhteşem istanbul, 2003, 
s. 59) 

Selanikli Rahmi Bey'in eniştesi ise, hemşerisi "İttihatçıların ka- 
sası" Midhat Şükrüydü (Bleda). Midhat Şükrünün eşi Hatice Ha- 
nım, İsfendiyaroğullanmn kızıydı. 

Selaniklilerin bir ortak özelliği vardı herhalde... 

Selanikli Rahmi Bey çok içki içerdi. Onunla aynı sofrayı payla- 
şanlar masada sızıp kalırdı. Dostlarını, arkadaşlarını masada 
uyuklarken görmek Rahmi Bey'in en büyük zevkiydi. 

Bu "özel bilgilerden" sonra gelelim daha "ciddi" meselelere... 

Selanikli Rahmi Bey neden İzmir'e vali yapılmıştı? 

Millî burjuvazi doğuyor 

Çorunun yanıtını vermek için, Rahmi Bey'in memleketi Sela- 
<'in öneminin altını bir kez daha çizmek gerekiyor. 
Ama bunu bize Doğan Avcıoğlu Türkiye'nin Düzeni adlı kita- 
bıyla anlatsın: 

Selanik'te hayli güçlü bir ticaret burjuvazisi yetişmişti. Selanikli 
»eler, kültür seviyeleri, yabancı dil bilmeleri, kurdukları bası- 
' en, gazeteleri, kulüpleri, özel okullarıyla ticaret burjuvazisi züm- 
larak iyice sivrümişlerdi. Dönmeler ve Museviler, Jön Türk ha- 
mi desteklemekteydiler. Bir rejim değişikliğinin onlara, Rum ve 
u işadamlarının İstanbul'daki tekel durumunu yıkmaya fırsat 
eceğini ummaktaydılar. (1969, c. 1, s. 167) 



sonuçta başardılar ve rejim değişikliğini gerçekleştirdiler. 
3 ücarî antlaşmasıyla. Osmanlı'nı 



168 



yapısında sahip oldukları ayrıcalıklı konumlarını kaybeden Yahu- 
diler, Sabetayistler ve Müslümanlar artık iktidar olmuşlardı. 

Ama dört yıl sonra hiç beklenmedik bir olay gerçekleşti... 

Osmanlı'nın "gizli başkenti" Selanik kaybedildi! 

Yahudi, Sabetayist ve Müslüman tebaanın, Osmanlı'dan başka 
gidecek vatanı yoktu! 

Tarihî koşullar bu üç unsuru dün nasıl İttihat ve Terakki Cemi- 
yeti'nde yan yana getirdi ise o gün de "Türkiye" kavramında bu- 
luşturmuştu ! 

Yeni vatan Türkiye'ydi... 

Ve tüm bunlar "Türk ulusçuluğunun" doğmasına neden oldu! 

"Türk ulusçuluğunun kilometre taşlarını kimlerin döşediğini" 
bilmemiz için araya girip minik bir not yazmak istiyorum: 

Yukarıda adı geçen Yüzbaşı Konstantin Polkozic Borzecki, 
1849 Polonya ihtilali sonrası önce Paris'e sonra Osmanlı'ya sığın- 
dı. "Mustafa Celaleddin" adını aldı. Osmanlı ordusunda paşalığa 
kadar yükseldi. 

1869'daLes Turcs Anciens et Modernes (Eski ve Yeni Türkler) 
kitabını yazdı. Bu çalışma, Osmanlı'da Türkçülük akımının başe- 
serleri arasında yer aldı. Kitap, "Türklerin ve Humarın veya Mo- 
ğolların ırk olarak akraba oldukları fikri yanlıştır. Türkler ve Av- 
rupalılar büyük Touro-Aryan ırkının üyesidir" tezini ileri sürüyor- 
du. "Doğuda yalnızlaşmış Türklüğü Avrupa'yla birleştirmeyi" sa- 
vunuyordu. 

Başta Mustafa Kemal olmak üzere İttihatçı subaylar, Mustafa 
Celaleddin Paşa'nın bu kitabını ellerinden düşülmüyorlardı... 

Bu yeni politikanın tarihsel dönemecini Babıâli Baskmı'yla 
başlatabiliriz. 

Babıâli Baskını hem Osmanlı hem de İttihatçılar için dönüm 
noktası oldu. Bu sadece beş yıllık özgürlükçü ortamın bitmesi de- 
ğildi, aynı zamanda İttihatçıların Rum, Ermeni, Arnavut, Arap ör- 
gütleriyle kurduğu işbirliğinin sona erdiğinin tarihiydi. "Osmanlı- 
cılık" artık rafa kaldırılıyordu. 

İttihatçılar artık yeni itttifaklar kuruyordu. Ya da daha önce 
kurdukları ittifakları, Osmanlı'nın devlet politikası haline getiri- 
yorlardı ! 

Bu ittifakın temel tezi "Alman devlet anlayışından" alınmıştı: 
ne pahasına olursa olsun devletin varlığı korunacaktı! Bunun yo- 
lu da "Türk ulusçuluğundan" ve dolasıyla "millî burjuvazi" oluş- 
turmaktan geçiyordu. 

"Millî iktisat" fikrini İttihatçılar arasında ortaya atanlardan bi- 



169 



• de Selanik Yahudisi Moiz Kohen'di. Siyonistlere karşı çıkıp, Ya- 

dileri Osmanlı topraklarına çağıran ve Selanik kaybedildikten 

n r a İstanbul'a yerleşen Moiz Kohen, Yahudilerin esasta Türk ya 
, Türk Yahudisi olarak kendilerini tanımlamaları fikrini savunu- 
ordu. Moiz Kohen o kadar "Türklüğe" inanıyordu ki, dinini değil 
ama adını "Tekinalp" olarak değiştirdi! 

"Yahudilerin kendilerini Türk olarak tanımlaması" fikrini savu- 
nan sadece Moiz Kohen (Tekinalp) değildi; İzmir Yahudisi Selim 
Mizrahi gibi isimler de benzer görüşü yayan birçok yazı kaleme 
aldılar. 

İttihat ve Terakki Cemiyeti hakkında yaptığı araştırmalarla bi- 
linen Feroz Ahmad, İttihatçıların ekonomideki Hıristiyan hege- 
monyayı yıkmak için, Türklerle birlikte Yahudileri de teşvik etti- 
ğini, bu iki grubun yaratılmak istenen millî burjuvazinin temel 
unsuru olduğunu belirtiyor. 

Evet, millî burjuvazinin en güçlü olduğu İzmir, bu nedenle Os- 
manlı'nın en önemli kentiydi. Kozmopolit bir yapıya sahip bulun- 
ması nedeniyle oldukça dikkatli olmak gerekiyordu. Osmanlı ti- 
caretini elinde tutan Levantenlerin, Rumların ve Ermenilerin ür- 
kütülmemesi gerekiyordu. 

Bu operasyonu yapacak kişi ise, liberalizme ve İngilizlere ya- 
kın, Selanikli Rahmi Bey'den başkası olamazdı... 

Rahmi Bey'in "İngiliz taraftarlığı" Kıbrıslı Kâmil Paşa'dan bile 
fazlaydı. Bu konuda sözü Rauf (Orbay) Bey'e bırakalım: 

Rahmi Bey, Selanik'ten mebus seçildiğinden, devletin siyasetinde 
belli başlı söz ve tesir sahiplerinden biriydi. Devletin menfaatini İngi- 
lizlerle anlaşmada görür, bunu sağlamak uğrunda çalışmaktan geri 
kalmazdı. Bu sebeble Balkanlarda İngiliz siyasetini yayıp yürütmek 
maksadıyla İngiltere'de kurulmuş "Balkan Komitesi" isimli cemiyetin 
îmsılcileri olarak İstanbul'a gelen Bohston kardeşleri iltizam ettiği 
aide, onları İngiliz dostluğuyla şöhreti bulmuş olmasına rağmen iyi 
abul etmeyen zamanın sadrazamı Kâmil Paşayla arasında şiddetli 
aşmazhklar çıkmıştı. Her iki taraf gazetelerdeki açık mektuplarıy- 
»bırlerini hırpalamışlardı. Bu hal nihayet Kâmil Paşa ile İttihat ve 
ıkkı Cemiyeti arasında uzlaşılmaz bir ayrılık doğurmuştu. (Rauf 
rbay, Cehennem Değirmeni, 2000, c. 1, s. 88) 



A Bey yalnız değildi; başta Talat Paşa, Selanikli Cavid Bey 
İttihatçılar, "topraklan üzerinde güneş batmayan" bu 
nıparatorluğuyla iyi ilişkiler kurmak amacındaydılar. 



170 



Neden Evliyazade Refik Efendi? 

Gelelim bir diğer soruya: Rahmi Bey, Evliyazade Refik Efen- 
di'nin belediye başkanlığına gelmesini neden çok istemişti? 

Öncelikle bir konunun altına çizmek gerekiyor... 

Evliyazade Refik Efendi belediyeye uzak biri değildi. 9 haziran 
1909'da, İzmir'in "üç dairei belediye'ye bölünmesi ve bunların 
hudutlarının belirlenmesi amacıyla şehrin ileri gelenlerinden 
oluşturulan komisyonda, UşaMzade Sadık, Taşlızade Edhem, 
Kantarağasızade Ali, Yemişçizade Sabri vb. birlikte görev almıştı. 
Ancak belediye ve basının şiddetli muhalefetiyle bu proje rafa 
kaldırılmıştı. 

Evliyazade Refik Efendi, 10 mart 1912'de yapılacak genel se- 
çimler öncesinde İzmir'de sandıklan denetlemek üzere oluşturu- 
lan on kişilik Teftiş Heyeti üyeleri arasındaydı. Seçimler sonra- 
sında üç kişilik oy sayma teftiş görevini de Mordehay Levi, Yosef 
Ostruga'yla birlikte gerçekleştirmişti. 

1912 genel seçimi "sopalı seçim" diye adlandırıldı. Söylenenle- 
re göre İttihatçılar güç gösterileriyle halktan zorla oy toplamış ve 
oy sayımlarında da hile yapmıştı. İddialar üzerine Evliyazade Re- 
fik Efendi seçildiği belediye meclisi üyeliğinden 27 mart 1912'de 
istifa etmişti. 

Bu siyasal çalışmaları sonucu mu Refik Efendi belediye başka- 
nı seçilmişti? Refik Efendi İttihatçılar için ne ifade ediyordu? 

Evliyazade Refik Efendi, İttihatçıların en güçlü isimlerinden 
Doktor Nâzım'm kayınpederiydi. "Temmuz Devrimi" öncesi ya- 
rarlı faaliyetleri olmuştu. 1912 seçimlerinde ise nasıl bir İttihatçı 
olduğunu ispat etmişti! 

Ve en önemli özelliği: başta İngilizler olmak üzere Levantenler- 
le çok iyi ilişki içindeydi!.. 



Mahmud Celal (Bayar) 



İttihatçılar vali ve belediye başkanını belirledikten sonra İz- 
mir'e kâtibi umumî olarak Mahmud Celal'i (Bayar) gönderdiler... 

Mahmud Celal'in İzmir'e gönderilmesini basit bir "parti müfet- 
tişliği" gibi görmek hata olur. 

Mahmud Celal (Bayar) 15 mayıs 1883 tarihinde Bursa'nın 
Gemlik ilçesine bağlı Umurbey köyünde doğdu. Babası Abdullah 
Fehmi Efendi Bulgaristan göçmeniydi. Medreseli olmasına kar- 
şın aydm bir kişiydi. Fıkıha ve İslam tarihine meraklıydı. Umur- 



171 



Rüştiyesinin mualllimi evveliydi (birinci öğretmeni). Mah- 

ıy Cel i'in iki kardeşi daha vardı. Birisi dayısının yardımıyla 

» Askerî İdadîsi'nde okuyordu ama veremden öldü. Diğer 

deşi Asım ise bahriye subayı olmak istiyordu ama o da verem- 
li Celal'in dayısı hâkimdi ve Yeni Osmanlıların önde ge- 
, e n aydınlarından Ali Suavi'nin arkadaşıydı. 

Mahmud Celal, küçük yaşta hürriyet fikri ve mücadelesiyle da- 
sayesinde tanıştı. Yeğenine büyük özen gösteren dayısı, ona 
okuması için Serveti Fünun dergileri verdi. Avrupa'dan gizlice 
Gemlik'e gönderilen Jön Türklerin çıkardığı gizli yayınlan bakkal 
Nuri Efendi'den alıp dayısına getirirdi. "Yeraltı faaliyetlerine" kü- 
çük yaşta başladı. 

' Bursa'da İpek Meslek Okulunda College Français de l'Assomp- 
tion'da eğitim gördü. Avram Galanti'nin Türkler ve Yahudiler ad- 
lı kitabından Mahmud Celal'in Bursa Alliance İsraelite okuluna 
devam ettiğini aktarmıştık. (1995, s. 219) 

Okul bittikten sonra, Düyunı Umumiye'nin tütün gelirlerini 
toplamak için kurduğu Reji İdaresinin Gemlik şubesinde çalıştı. 
Buradan sınavını kazandığı Ziraat Bankasına geçti. Bankacılığa 
ilk adımı attı. Ardından Almanya'nın Deutsche Orient Bank'm 
Bursa şubesinde memurluk yaptı. Bankadaki iki Türk'ten biriydi. 
Diğeri Hacı Saffet Efendi ise eşi Reşide'nin amcasıydı. 

Mahmud Celal'in eşi Reşide'nin ailesinde bankacı çoktu. 2 

Bir gün Edirneli Mehmed Efendi adındaki arkadaşı, Mahmud 
Celale Bursa'daki gizli bir teşkilattan bahsetti: "Küme!" 

Bu teşkilat İttihat ve Terakkinin koluydu. Mahmud Celal 
1907'de İttihat ve Terakki Cemiyetine girdi. Meşrutiyet'in ilanın- 
dan sonra Bursa kâtibi mesulü oldu. Sonra aynı görevle İzmir'e 
gönderildi. 

İttihat ve Terakki Cemiyeti İzmir kâtibi mesulü Mahmud Celal, 
i Beyler Sokağındaki cemiyetin merkez kulübünün ikinci 
katında oturuyordu. 

kulüpte hemen bir dizi konferanslar düzenledi. Konferanslan 
} ktanköylü Şükrü (Kaya) veriyordu. Mahmud Celal'in bir di- 

' yardımcısı ise cemiyetin Tilkilik şubesinin başkanlığını yürü- 
ten Uşakîzade Muammer' di. 



"yarin kayınpederi inegöllüzade Refet Efendi iş Bankası'nın kurucularından- 

"*"" Efendi'nin kardeşi Hacı Saffet Efendi de kurucularındandır. Hacı Saffet 

kizinci t.""" " """<ası Bursa şubesinin ilk müdürüdür. Hacı Saffet'in oğlu ise, beş-se- 

ol.n ( ' | ]u "■"'""'"■ An '<ara CHP milletvekilliği ve iş Bankası genel müdürlüğü yapmış 



172 



Eczacıbaşı ve Giraud 

Rahmi Bey, Mahmud Celal (Bayar) ve Evliyazade Refik'ten 
oluşan "sacayağına" zamanla bir isim daha katıldı: Süleyman Fe- 
rid (Eczacıbaşı)! 

Refik Efendi, aile dostları Şifa Eczanesinin sahibi Süleyman 
Ferid'i iki yakın çalışma arkadaşıyla tanıştırdı. 

İttihatçıların izmir'de önde gelen isimlerinden Süleyman Ferid 
de o günlerde çok mutluydu. O da diğer İttihatçılar gibi 1911'de 
Şam'dan İzmir'e gelmiş tüccar Caferîzade Kemal Efendinin kızı 
Saffet Hanımla evlenmiş ve oğlu, Rahmi Bey İzmir'e geldiği gün 
doğmuştu. 

Süleyman Ferid yakın arkadaşı Evliyazade Refik'in oğluna ver- 
diği ismi kendi oğluna da koymuştu: Nejat (Eczacıbaşı) ! 3 

Evliyazade Refik, Rahmi Bey ve Mahmud Celal Bey'e bir isim 
daha tanıştırdı: Henri Giraud! 

Giraud ailesiyle dostluk, Evliyazade Hacı Mehmed Efendi'den 
oğlu Refik'e "miras" kalmıştı. 

Mahmud Celal, Süleyman Ferid'le ilk tanıştıkları gün nasıl sa- 
mimi olduysa, Rahmi Bey de yeni tanıştığı Henri Giraud'la çok 
yakın oldu. Öyle ki Giraud ailesi, Rahmi Bey'i hiçbir zaman yalnız 
bırakmayacak, ölene kadar şirketleri İzmir Pamuk Mensucat'm 
yönetim kurulu başkanı yapacaklardı! 

Rahmi Bey'in İzmir'de Levanten ailelerle ilişkileri hep dostane 
oldu. Bu ilişkiler kimi zaman dedikodulara neden olmuyor değildi. 

Örneğin, evini Göztepe'den Bornova'ya mı taşıyor, bu taşınma 
olayı hemen kullaktan kulağa söylentilerin yayılmasına neden 
oluyordu. Neymiş, Rahmi Bey, Whittallerden Madam Charlton 
Whittall'e yakın olmak için evini taşımışmış! 

İzmir'de dedikodu hiç eksik olmazdı... 

Gerek Rahmi Bey'in gerekse Evliyazade Refik'in hizmetleri ço- 
ğu zaman bu dedikoduların hemen kapanmasına neden olurdu... 

"Millî bankaları" kimler kurdu? 

İkinci Meşrutiyet'ten sonra on bir kez vali, altı kez belediye 
başkanı değiştiren İzmir'in 1908-1913 yıllan arasında nasıl bir is- 
tikrarsızlık içinde olduğu tahmin edilebilir. 

O dönemde en büyük sorun göçtü. Balkanlardan binlerce in- 



3. "Nejat" evrensel bir isim olmalı ki, hemen her ülkede bu isme rastlanmaktadır. Of- 



173 



î mir'e akıyordu. Göç tek taraflı da değildi. İzmir ve çevresin- 
200 000'e yakın Rum da yıllardır yaşadıkları topraklardan ay- 
nlıp Yunanistan'a gidiyorlardı. 

Rumlar Osmanlı topraklarını terk ederken, sadece Muslunıan- 
leğil, başta Selanik olmak üzere Sakız, Linini, Midilli gibi böl- 
gelerdeki Yahudiler de, Hıristiyan antisemitizminden korkup Os- 
manlı'ya kaçıyorlardı. 

İzmir, göçleri çaresizlikle seyrediyordu. 

Acil çözüm bekleyen sorunlar her daim değişen yönetim yü- 
zünden kronikleşmeye başlamıştı. 

Evliyazade Refik, belediye başkanlığına geldiğinde ilk olarak 
Cemil (Topuzlu) Paşanın İstanbul şehreminiliğine geldiği dö- 
nemde hazırladığı "Zabıtayı Belediye Talimnamesi"ni İzmir'e de 
kabul ettirdi. Bu talimnamenin temel özelliği polis ve belediye za- 
bıtalarını bir çatı altında toplamaktı. 

İzmir Belediyesinin kadroları zayıftı; belediye çavuşları daha 
çok Frenk Mahallesi, Kordon, Başdurak, Kemeraltı gibi işlek ve 
zengin bölgelerde istihdam ediliyordu. Kadrolar yetersizdi yeter- 
siz olmasına ama mevcut olanlar da işleri pek sıkı tutmuyorlardı. 
Bu durum gazete sayfalarına da haber malzemesi oluyordu. Ça- 
vuşların esnafla olan "sıkı ilişkileri", yani rüşvet, sürekli ima edi- 
liyordu. 

Belediyenin öncelik verdiği konu, finansman sorununun çözü- 
müydü. Belediye borç arayışına girince çareyi İngiliz şirketiyle 
anlaşmakta buldu. Alınacak parayla gazino, bulvar, park yapıla- 
caktı. Maliye Nezareti 50 000 İngiliz lirasına kefil olmayı kabul et- 
ti. Ancak ufukta görünen savaş olasılıkları, borcun almamaması- 
na neden oldu. 

Tüm olumsuzluklara rağmen belediye, özellikle kentin iman 

için sürekli çaba sarf etti. Ama bu da kolay olmuyordu. Örneğin, 

manla kentin içinde yer alan mezarlıkların kaldırılması ve bu 

ulara park alanı yapılması, yeni tartışmaları da beraberinde 

-tirdi. Oluşturulan dinsel muhalefeti Vali Rahmi Bey göğüsledi. 

ıbaba'daki Yahudi, İkiçeşmelik'teki Müslüman mezarlıklan- 

ı kaldır^. _ yerine park ve bahçe yapıldı. 

rek R ahnıi Bey gerekse Evliyazade Refik cesur adımlar atı- 
dı. Yıllardır üzerinde tartışılan, ancak hiçbir somut adım 
•ayan projeleri hayata geçiliyorlardı. Örneğin yıllardır pro- 
olan Basmane'yi nhtıma bağlayacak bir bulvarı hemen 



d Çtılar 



en önemli icraatlarına: İttihatçıların ekonomi stra- 



1 74 



tej isine uygun olarak, "millî" şirket kurmayı özendirdiler. Örne- 
ğin, tütün üreticisine düşük faizle borç verebilmek için, Tütün 
Zürraı Bankası kurmak için kolları sıvadılar. 

Sadece İzmir'de değil, Anadolu'da da "millî banka" kurma dö- 
nemi başlamıştı. Örneğin sanayinin kredi ihtiyacını karşılamak 
için İtibarı Millî Bankası kuruldu. 

Kurulan her "millî bankanın" bir hikâyesi vardı. Örneğin, Os- 
manlı Bankasının Adapazarı şubesi, bir Türk tüccarının kredi is- 
temesi üzerine, Hınstiyan bir tüccarı kefil göstermeyi şart koşun- 
ca, bu yöredeki Numan Hamid, İbrahim Nuri, İsmail Hakkı, Mus- 
tafa Nuri aralarında para toplayarak "Adapazarı İslam Bankası'nı 
kurdular. 4 

Konya'da "Konya Millî İktisat Bankası" açıldı. 

İzmirli Evliyazade Refik, Selanikli Rahmi ve Bursalı Mahmud 
Celal, İzmir yöresinin Yahudi, Sabetayist ve Müslüman eşrafını ör- 
gütlemek, sermaye birikimini oluşturmak için ellerinden geleni 
yapıyorlardı. Amaçlan eşraf, tüccar ve çiftçiyi, "millî" şirketler sa- 
yesinde, Rum ve Ermenilerle rekabet edecek düzeye getirmekti. 

İzmir'deki "sacayağı" kısaca "bulvar şirketi" olarak bilinen, "İz- 
mir İmarat ve İnşaatı Umumiye Şirketf nin kurulmasına önayak 
oldular. Bu şirketin görevi adından da anlaşılacağı gibi yalnızca 
bulvar yapmak değildi. Gerekli görülen yerlerde denizi doldur- 
mak, bataklıkları kurutmak, kendi adına bina yaparak bunlan sat- 
mak ve kiralamak, tramvay işletmek, kentin imarı ile süslemesini 
yapmak vb. bu şirketin görevleri arasındaydı. Sermayesi 300 000 
lira olan şirketin imtiyazını İzmir'in önde gelen tüccarları aldı. 
Sermayedar grubunda Ahmed Hersapaşazade Zeki, Emirlerzade 
Refik, İsmail Receb, Osmanzade Yusuf Ziya gibi isimler de bulu- 
nuyordu. 

Soru: "millî bankaların" ve "millî şirketlerin" kurulmasında, ge- 
rek İzmir'de oturan ve gerekse Selanik'ten göç eden Sabetayistle- 
rin ağırlığı nedir? Keza, Ulusal Kurtuluş Savaşında ilk direniş ör- 
gütlerinin, "millî bankaların" ve "millî şirketlerin" bulunduğu Ege 
bölgesinde kurulmasının bildiğimiz "hamaset edebiyatı" dışında 
bir başka açıklaması yok mudur ? Bu direniş örgütlerindeki 
Sabetayistlerin ağırlığı nedir? 

Ne yazık ki bu ülkenin "tabuları" bu tür sorulara ve araştırmala- 
ra engeldir! 

Geçelim... 



4. Adapazarı islam Bankası zamanla Türk Ticaret Bankası'na dönüştü. Bu ulusal bankada. 



2 75 



Bağımsız ük Türk cumhuriyeti! 



Balkan Savaşı geride kalalı iki buçuk ay olmuştu. İktidarı silah 

avla ele geçiren İttihatçılar, Edirne'yi de geri almak istiyorlardı. 

istekte olanlar sadece İttihatçılar değildi. Başta Edime ol- 

k üzere kaybedilen toprakların yeniden ele geçirilmesi için 

k altınlarını orduya bağışlamaya başlamıştı. 

Ve İttihatçılar Osmanlı'nın makûs talihini dönüştürecek karan 
aldılar. Bulgarlara, Yunanlılara, Sırplara savaş ilan ettiler. 

Osmanlı ordusu artık "ilerliyordu". 

Albay Fethi (Okyar) komutasındaki kuvvetler Kırklareli, Yar- 
bay Enver komutasındaki kuvvetler ise Edirne üzerine yürüyordu. 

Yıllardır kıyılara demirleyip duran Osmanlı donanması bile ha- 
rekete geçmişti. Binbaşı Rauf (Orbay) Hamidiye kruvazörüyle 
Akdeniz'de, düşman donanmasının arkasına sızarak, hareket üs- 
lerini bombalamaya başladı. 

Birkaç gün içinde, Keşan, İpsala, Uzunköprü derken Edirne ge- 
ri alındı. Hem de İkinci Meşrutiyet'in yıldönümünde! 

Edirne'ye ilk giren süvarilerin başında Yarbay Enver vardı. 

"Hürriyet Kahramanı" bu kez "Edime Fatihi" olmuştu. 

Osmanlı ordusunun kısa bir sürede toparlanıp Edirne'yi geri al- 
ması Avrupalı elçilerin Sadrazam Said Halim Paşaya gitmelerine 
neden oldu. İstekleri netti. Osmanlı Londra Antlaşmasını tek ta- 
raflı bozmuştu, hemen işgal altına aldığı toprakları terk edecekti! 

Avrupalı, "hasta adam"ın ayağa kalkmasını istemiyordu. 

Ama altı yüz yıllık Osmanlı'da "oyun" çoktu. 

İttihat ve Terakki Cemiyetinin Süleyman Askerî, Kuşçubaşı 
Eşref, Sapancah Hakkı, Yüzbaşı Çerkez Reşid, Yüzbaşı Fehmi, 

kub Cemil gibi fedaileri Batı Trakya'ya girdi. Ve aldıklan top- 
ularda "Garbî Trakya Muvakkat Hükûmeti"ni kurdular. 
Geçici yeni hükümetin başına Müderris Salih Hoca Efendiyi ge- 

diler. Süleyman Askerî (takma adı "Zeynel Abidin") Genelkur- 

»ay başkanı oldu. Yeni hükümet pul bile bastırdı. 

ma Avrupalılar bayrağı bile olan bu "bağımsız devleti" tanı- 
madılar! 

'unu anlamışlardı. Osmanlı'ya baskıya devam ettiler, 
«arada Garbî Trakya Muvakkat Hükümetinin "Dışişleri ba- 
yürütüp, Yunanistan ve Bulgaristan temsilcileriyle gö- 
le r yapan kimdi dersiniz: Evliyazadelerin damadı Dr. Tevfık 
Ru Şclü(Aras)! 

Cumhuriyeti tarihinin en uzun süre Dışişleri bakanlığı- 



1 76 



m yapacak Dr. Tevfık Rüşdü ilk diplomasi deneyimini o görüşme- 
lerde edinecekti!.. 

Osmanlı Devleti, baskılar karşısında Garbı Trakya Muvakkat 
Hükümetiyle ilgisi olmadığım sürekli olarak açıklamak zorunda 
kaldı. Ama bu arada kendi barış şartlarım ileri sürmekten de ge- 
ri durmadı. Sonunda Bulgarlar ve Yunanlılar ile Osmanlı Devleti 
arasında İstanbul-Atina antlaşmaları imza edildi (29 eylül- 14 ka- 
sım 1913). Antlaşmalara göre, Edirne, Dimetoka ve Karaağaç'm 
içinde olduğu bölge Osmanlı'ya bırakıldı. 

Bunun üzerine İttihatçı fedailer " bağımsız devletlerini" bırakıp 
Osmanlı'ya geri döndüler! 

Enver Harbiye nazırı oluyor 

"Hürriyet Kahramanı" ve "Edirne Fatihi" Yarbay Enver artık 
rütbesinin içine sığmıyordu. Edirne'nin alınmasından sonra albay 
oldu. Mektebi Harbiye komutanlığına atandı; ama bunu pek ciddi- 
ye almadı ve görevine de başlamadı, çünkü gözü yükseklerdeydi. 

Gözü yükseklerdeydi ama hastaydı. İkinci Balkan Savaşının 
devam ettiği bir dönemde apandisit ameliyatı olmuşsa da ağrıla- 
rından kurtulamamıştı; ayrıca, bağırsaklarından da rahatsızdı. 

Beşiktaş Saman İskelesinde bulunan evinde istirahat ediyor- 
du. Yalmzca özel dostlarını kabul ediyordu. Bir gün ziyaretine Sü- 
leyman Askerî geldi. Enver'e bir teklifte bulundu: Harbiye nazın 
olması gerektiğini söyledi. Yoksa Talat Paşa, Cemal Paşayı Har- 
biye nazırı yapacaktı. 

Süleyman Askerînin teklifi Enver'in hoşuna gitti. Harbiye na- 
zırlığı için neyi eksikti ? Rütbesi yetmiyordu ama olsun, yükselti- 
lebilirdi ! 

O günden sonra kafasından Harbiye nazırlığı ve Erkânıharbi- 
yei Umumiye reisliği hiç çıkmadı. 

Görüşünü önce en yakın arkadaşları İttihatçı fedailere açtı. 
Hepsi yerinde buldu. Ertesi gün Babıâli'ye giderek Sadrazam Sa- 
id Halim Paşayla görüştü. Sadrazam, bir süre beklemesinin iyi 
olacağını söyledi. Enver sinirlendi. Kendisini salt İttihat ve Terak- 
ki'deki arkadaşlarının değil, dış ülkelerin de istediğini sert üslu- 
buyla söyledi. 

Sadrazam Said Halim Paşa, biraz taviz verip, Harbiye nazın de- 
ğil de Genelkurmay başkanı olabileceğini söyledi. Albay Enver, 
Genelkurmay Başkanlığının Harbiye Nezaretine bağlı olduğunu, 
orduyu kendisinin yönetmesi gerektiğini, başkaları tarafından 



r 



177 



lirlenen politikaları istemediğini anlattı. 

n üzerine Sadrazam Said Halim Paşa durumu hemen Ta- 
lat Paşa* 1 * görüşeceğini söyledi. 

Talat Paşa, Enver'in isteğini öğrenince şaşırdı; olayı Cemal Pa- 
a 'ya aktardı, Enver'i ikna etmesini istedi. 

Cemal Paşa Enver'in evine gidip, vatanî görevlerin onu çok 

»rduğunu, Almanya'ya gidip ameliyat olmasını, istirahatının ar- 
dından bu meseleleri görüşmeyi teklif etti. Enver ikna olmuşa 
ıenziyordu. Cemal Paşa ardından İttihatçı fedaileri çağırarak on- 
larla görüştü. Enver'in aklına fedailerin girdiğine inanıyordu. 

Fedailer başta Talat Paşa olmak üzere bazı İttihatçılardan ra- 
hatsız olduklarını, kabineye Cemal Paşayla birlikte Enver'in de 
girmesinin şart olduğunu söylediler. 

ittihatçı fedai subayların sivillere güvensizliği sürüyordu... 

Bu arada Enver ameliyatı İstanbul'da olmaya karar verdi, ilk 
ameliyatını Dr. Cemil (Topuzlu) Paşa yapmıştı, ikincisini de o ya- 
pacaktı. Enver ertesi gün Alman Hastanesine gitti. Hem Saray'a 
hem Dahiliye Nazın Talat Paşaya ameliyat olacağını bildirdi. 

Talat ve Cemal paşalar hemen plan yaptılar. Harbiye Nazın iz- 
zet Paşayı incitip üzmemek için Cemal Paşa önce Nafıa nazırlığı 
vekilliğine atanacak, sonra Bahriye nazırlığına, oradan da Harbi- 
ye nazırlığına getirilecekti. 

Bu plandan haberi olan ittihatçı fedailerden Yakub Cemil ta- 
bancalannı kuşanıp Alman Hastanesinin yolunu tuttu. Ameliya- 
ta giren Cemil (Topuzlu) Paşa' ya, "Eğer Enver masadan sağ ola- 
rak kalkmazsa, seni öldürürüm" dedi. 

Sonunda Enver masadan sağ kalktı ve İttihatçı fedai subayla- 
rı gücüyle Talat Paşa ve Cemal Paşa ikna edildi. 

Albay Enver'in, Harbiye nazın olabilmesi için en azından tuğ- 
eral olması gerekiyordu; Trablusgarp Savaşındaki ve İkinci 

ikan Savaşındaki hizmetleri için üçer yıl kıdem verilerek "tuğ- 
general" yapıldı. 

Ve... 

1 ocak 1914'te Enver, "paşa" oldu. 

^nver'ın "paşalık serüveni Talat Paşayla arasının biraz açıl- 
oldu. Fakat İttihatçılar bu durumu pek sorun yap- 



a n e d e n 



ırd 



/\ry Harbiye Naz m 



Enver Paşayı tebrik etmek için kuyruğa 



Paşanın o günlerdeki bir başka konuğu ise İzmir Bele- 
kanı Evliyazade Refik Efendiydi. Ama o Babıâli'ye sade- 
ziyareti için gelmemişti... 



178 



Evliyazadeler ile Enver Paşa'nm ortak hobisi 

İzmir Belediye Başkanı Evliyazade Refik Efendinin Enver Pa- 
şa'yı ziyaretinin nedeni atçılık sporuydu. 

İzmir'deki görkemli at yarışları Balkan Savaşıyla önemini ve 
değerini yitirivermişti. Smyrna Races Clup dağılmış, Şirinyer'de- 
ki hipodromun kapılarına kilit vurulmuştu. 

Evliyazade Refik Efendinin, dönemin birçok yarışını kazanan 
Reyhan adlı atı artık yanş koşamıyordu. Keza oğlu Nejat'ın Arap 
derbisinde birinci olan Küheylan adlı atı da Çifteler Harasına ka- 
patılmıştı. 

Evliyazade Refik pes etmek niyetinde değildi. 

At yarışçılığını yeniden canlandırmak için hiç vakit kaybetmeden 
girişimlerde bulunmak üzere İstanbul'un yolunu tutmuştu. Biliyor- 
du ki Harbiye Nazırı Enver Paşa'nm da en büyük hobisi atlardı. 

Evliyazade Refik, damadı Doktor Nâzım' in da sayesinde Enver 
Paşayla hiç beklemeden hemen görüştü. Konuşmasına, İzmir'de- 
ki yarışlar ve uyandırdığı büyük ilgi hakkında bilgiler vererek 
başladı. 

Enver Paşa, merakla dinledi. Görüşme sırasında atçılık sporu- 
nun sadece İzmir'le sınırlı kalmaması için, kendi başkanlığında 
"Islahı Nesli Feres Cemiyeti" (At Neslini Islah Derneği) ile buna 
bağlı olarak "Sipahi Ocağı'nın kurulması emrini verdi. 

İzmir Belediye Başkanı Evliyazade Refik İzmir'e umutlu döndü. 

Gerçekten de hemen kurulan Sipahi Ocağı kısa sürede devrin 
ileri gelen at meraklılarıyla doldu. Bakırköy'deki (Makriköy) ha- 
zineye ait Veliefendi Çayın bu işe tahsis olundu. 5 

Aslında burada 1911 yılından beri at yarışları yapılıyordu. An- 
cak o yıllarda modern yarışçılık tekniği henüz İstanbul'a gelme- 
mişti. Evliyazade Refik sayesinde İngiltere ve Macaristan'dan ge- 
tirilen uzmanlar, jokeyler istanbul'daki at yarışlarının modernleş- 
mesini sağladı. Ayrıca Romanya'dan gelen spiker Sabri (Tulça) 
Bey, modern yarışçılık anlatımının yerleşmesinde önemli bir et- 
ken oldu. 

Enver Paşanın, Mesut, Süleyk, Maşallah adlı Arap atlan vardı. 

Enver Paşa, Evliyazade Refik aracılığıyla izmir'den Ubeyyam ad- 
lı bir at daha aldı. Bu at istanbul yanşlarının en gözde şampiyonu 
oldu. 



5. Veliefendi Çayırı Bizans döneminde orduların eğitim yaptığı, Haçlı ordusunun karar- 
gâh kurduğu tarihî bir çayırdı. Fatih Sultan Mehmed istanbul'u kuşatmadan önce kuv- 
vetlerini bu geniş çayırda savaş düzenine sokmuştu. Burada kimi zaman manevralar ya- 



179 



vyam'ı, ş enzac * e Abdülhalim Efendinin Geyik ve Reyhan 
ad ü atlan zorluyordu... 

t yanşlannın İzmir'de yeniden canlanmaya başladığı o gün- 
. bir başka spor dalı Türklerin ilgisini çekmeye başlamıştı: 
futbol- 

Ve futbolun İzmir'de gelişmesinde yine bir Evliyazade'nin bü- 
yük emeği vardı... 

Futbolcu Evliyazade Nejad 

Osmanlı topraklarına futbolu ilk getirenler İngiliz Levantenlerdi. 
İngilizler 1890 yılında izmir Bornova'da futbol oynamaya baş- 
ladılar, ilk futbol kulübü "Football and Rugby Club"dı. Futbolun 
gelişmesinde izmir'in ünlü Levanten ailelerinin rolü vardı: Gira- 
udlar, Vvhittaller, Charnaudlar... 6 

II. Abdülhamid'in baskıcı yönetimi nedeniyle Müslümanların 
futbol oynama özgürlüğü yoktu. İstibdat yönetimi Müslümanlann 
sosyal kulüp kurmalanna bile izin vermiyordu, 
izmir futbol ligi adeta "yabancılar ligi'ydi. 
Panianios, Apollon, Pelops, Evangalis, İskoş, Karavokiri, Mi- 
dilli karması gibi Rum, Yunan, İngiliz ve Ermeni karışımı takım- 
lar ile İtalyan Garibaldi takımı vardı. 

Futbol maçları kıran kırana geçiyordu. Öyle ki, Başpapaz Hri- 
sostomos her maça gelip Rum takımalannı takdis edip rahipleriy- 
• beraber tribünden ilahîler okuyordu. Rum Evangelidis Oku- 
n bando takımı maç boyunca durmadan çalıyordu... 
anmuz Devrimi'nden sonra gelen özgürlük sporu da etkiledi. 
İzmirli Türkler arasında futbolu tanıtan, öğreten, sevdiren ve 
Şmesine katkılan olan isim, İzmir Sultanîsinde spor öğretme - 
» ve aynı zamanda "Şarkın bilardo şampiyonu" olarak tanı- 
rmeni Melikyan Efendiydi. Melikyan Efendinin girişimle - 
funılan "İzmir Sultanîsi Futbol Takımı" ilk maçını Pelops 
' sahasında 22 ekim 1910 tarihinde yaptı, 
akımın futbolculan arasında bulunan Baha Esad (Tekant) 
ian gelecek kavgalann çıkmasına neden olacak bir evli- 

TÜrkT* E v ü y a z a d e 1 e , e d a m a , olacakü 

erin futbola aktif katılımlarını sağlayan ittihatçılardı, 
urmay kadronun çoğu eğitimlerini yurtdışında yaptı- 



nl ttallern e a™f b 'h bo,Umu '"""" istanbul'a taşınmasına da önayak oldu. ingiliz 
1 lr ' ev e dolavK "i ° B m " " ' ' topraklarına getirdiyse, Fransız Giraudlar da tenisin Iz- 
kierihi.u'T >'" 0s manirya eplm"in," «"•••.ı.-.ı, - „ : ,-:_... 11-. - -r„ 



180 



181 



lar. Paris ve Londra gibi kültürün beşiği sayılacak kentlerden et- 
kilendiler; iktidara geldiklerinde de gördüklerini ve öğrendikleri- 
ni hayata geçirmek için kolları sıvadılar. 

Futbolun kitleleri etkisine alan bir spor olduğunu Avrupa'da 
görmüşlerdi ve şimdi futbolun bu özelliğinden yararlanmak isti- 
yorlardı. 

Kaleci Ali Adnan (Menderes) 

İzmir'de kurulan ilk Türk kulübü "Karşıyaka Gençlerbirliği 
Futbol Takımı" oldu. Kırmızı-yeşil renkleri olan takım daha son- 
ra Karşıyaka Spor Kulübü adını aldı. 

Kulüp İttihat ve Terakki Cemiyetinin İzmir il binasında doğdu. 
Cemiyetin İzmir merkezi aynı zamanda Karşıyaka Spor Kulübünün 
lokaliydi. 

Karşıyaka'nın 1912 yılında kurulması bir tesadüf değildi. Bal- 
kan Savaşı sonrası özellikle Rumların başını çektiği yabancıların 
İzmir'i terk etmesi Türklerin kendilerini daha iyi göstermelerine 
neden olmuştu. Rum takımlarının yerini Türk takımları almaya 
başlayacaktı. 

Karşıyaka'dan kısa bir süre sonra "Hilal" kuruldu. Siyah-beyaz 
renkleriyle futbol sahalarında fırtına gibi esen bu takım sonradan 
"Altay" adını aldı. 

Altay takımının kurucuları arasında bir Evliyazade vardı: İzmir 
Belediye Başkanı Evliyazade Refik Efendinin oğlu NejadL 

Evliyazade Nejad futbola yabancı biri değildi. 

Futbola, yakın arkadaşları Talat (Erboy), Sabri (Süleymano- 
viç), Şerif Remzi (Reyent), Hasan Tahsin (Soydam), Şimendiferci 
Rıfat'la (İyison) birlikte 1905 yılında başlamıştı. 

Futbol oynamak o günlerde sürgün nedeniydi... 

İnternational Amerikan Koleji öğrencisi Talat, Şeref Remzi ve 
Sabri devrin İzmir valisi Kıbrıslı Kâmil Paşanın baskısı sonucu, 
"futbol oynadıkları" için okuldan atıldılar. 

Talat okumak için gittiği İngiltere'de futbolunu geliştirdi. Aynı 
tarihte ziraat eğitimi almak için gittiği Belçika'da futbol oynayan 
bir diğer İzmirli futbolcu ise Evliyazade Nejad'dı. 

Türk futbol tarihinde, "Belçika'da futbol oynayan ilk Türk" E v " 
liyazade Nejad'dı! 

Evliyazade ailesi, II. Abdülhamid baskısından oğullan Nejad ı 
kurtarabilmek için onu Belçika'ya göndermişlerdi. 

Nejad Belçika'da iki yıl kaldı. 




hası Refik Efendi nasıl at yarışlarının gelişmesinde faal ise, 
ade Nejad da Türk futbolunun modernleşmesinde etkin 
i oynadı. Futbol tüzüğünü Türkçe'ye o kazandırdı. Evliyaza- 
fejad bu çalışmasında yalnız değildi. İngiltere'den dönen Ta- 
( ileride eniştesi olacak Baha Esad da ona yardımcı oldular. 
Fvliyazade Nejad sadece Altay takımı kurucusu olmakla kal- 
adı Aynı zamanda takımın renginin siyah-beyaz olmasını iste- 
yen kişiydi! 

Altay marşını ise takım arkadaşı Amerikan koleji öğrencisi Sa- 
id (Odyak) yazmıştı: 

Şerefli şanlı Altay 
Kuvvetinle kudretinle yaşa Altay, 
Altay sevil, koş, atıl, oyna 
Semalarda semalarda parılda. 

İzmir'in parlak yıldızı 
Duydular şanımızı, 
Yüksel ki sen kararsın ay 
Kudretinle kuvvetinle yaşa Altay... 7 

Altay da, Karşıyaka gibi İttihatçıların takımıydı. Bunun en be- 
lirgin göstergesi, İttihatçıların Maarif nazın Mustafa Necati 
Bey'in kendine ait odasını Altay'a tahsis etmesiydi. 

Daha sonra İttihat ve Terakki Cemiyeti İzmir Kâtibi Umumîsi 

Mahmud Celal (Bayar) aracılığıyla Altay'a kulüp binası verdi. 

Altay İzmir'de fırtına gibi esti. Kurulduğu yıl, Karşıyaka, Midil- 

Trablusgarp takımları arasında yapılan turnuvanın şampiyo- 

du. Bu zafer İzmir sokaklarında, caddelerinde davul zurna 

ırak kutlandı. Aynı yıl Altay, Ermeni takımı Armenion'u ye- 

zmir benzer sevinç gösterilerine sahne oldu. İngiliz genç- 

en kurulu Pakser'i 4-3, Rumların takımı Paniainios-Apollon 

karma takımını 2-0 yendi. 

bir maçı hiçbir zaman unutmadılar: Evliyazade Nejad'ın 
ld ığı maçta İtalyan Levantenlerin takımı Garibaldi'yi 10-0 

'- A '«y takımı 

hepsi "Altay" '" s»ı»n kulüplerine o kadar bağlıydılar ki, soyadı kanunu çıkınca 

dini almak istedi. Ancak işgal altındaki izmir'e 9 eylül 1922'de süvari 

°y", daha son A F" F •""""•• Pl 5" "Altay" soyadını alınca, futbolculardan, Şerif "Eral- 

" A laltay" A " nS " «»"»§ akımında da oynayan Basri Vahab "Özaltay", kaleci Ce- 

•admı aldılar. Öylesine Altay sevgisiyle doluydular ki, Vahab Özaltay 



182 



yenince, İtalyan konsolosu, "İtalyan millî kahramanı Garibaldi 
küçük düşürüldü" diye kulübü kapattı! 

O yıllarda Altay'ın kalesini koruyan isim Ali Adnan'dı (Mende- 
res)... 

Kaleciler futbol sahalarının en yalnız futbolcusudur. 

Gelecekte Evliyazadelerin damadı olacak Ali Adnan, çocuklu- 
ğundan başbakanlığa uzanan yolda hep yalnız olacaktı. 

Son yolculuğuna çıkarken bile... 



Yedinci bölüm 
1914, İzmir 



Karşıyaka' daki Karavokiri sahasının çevresi Türk ve Rum se- 
yircileriyle dolmuştu. 

Türklerin sesi sanki daha gür çıkıyordu: 

"Kaf Kaf Kaf, Sin Sin Sin... Kaf Sin, Kaf Sin, Kaf... " 

"Kırmızı Türklüğü, yeşil Müslümanlığı temsil etsin" diye seçi- 
len, Karşıyaka Spor Kulübünün kırmızı-yeşil bayraklannı sürekli 
sallayan Türkler hiç susmuyordu. 

Maçın henüz başlarıydı; ortasaha oyuncusu sağiç İplikçizade 
Sadi, topu sağaçık Kadızade Rıfat'ın önüne attı. Meşin yuvarlağı 
kontrol eden Rıfat, Rum solbeki çalımlayıp, topu ortaladı. Rum 
defansının bakışları arasında top Rum kale sahası önündeki sant- 
rfor Ali Adnan'ın (Menderes) önüne düştü. Ali Adnan kaleciyle 
karşı karşıyaydı. Topa olanca gücüyle vurdu. Top kalenin epey 
üstünden auta çıktı... 

Hayatında ilk kez, o futbol sahasında yuhalandı. 

Kırılgan bir yapısı vardı; belki de bu olayın etkisiyle Karşıyaka 
Spor Kulübünden ayrılıp yeni kurulan Altay'a geçmişti. 

Üstelik santrfor oynamayı da bırakmıştı. Futbolun yalnız mev- 
kii, kaleciliği seçmişti! 

'utbolun yalnız adamı, yaşamın yalnızlığını çoktan öğrenmiş- 
ti, üstelik daha on beş yaşındaydı... 

Yü 1894. 

Adnan'ın babası ibrahim Edhem, İstanbul'da Darülfünunı 
,an "nin hukuk bölümünün son sımf öğrencisiydi. 

ahim Edhem hukuk bölümünden önce hangi okulda öğre- 
"'"> görmüştü? 

Antalya Milletvekili Kenan Akmanlar, Adalet gazetesinde 



184 



20 eylül- 1 kasım 1969 tarihleri arasında "Ölümsüz Menderes" ad- 
lı bir yazı dizisi kaleme aldı. 

Akmanlar yazı dizisinde dayısı İbrahim Edhem'in öğrenimine 
ilişkin şu bilgiyi yazdı: "Edhem Bey'e gelince, o İstanbul'da Ame- 
rikan kolejinden sonra artık Darülfünunun hukuk bölümüne de- 
vam ediyordu." 

O tarihte İstanbul'daki Amerikan kolejinin adı Robert Kolej'di. 
16 eylül 1863'te öğrenime açılmıştı. İstanbul'daki Amerikan Kız 
Kolejinde Türk öğrenciler (örneğin Halide Edib [Adıvar]) okur- 
ken, Robert Kolej'de hiç erkek Türk öğrenci yoktu. Okul kayıtla- 
rına göre, Hüseyin Hulusi (Pektaş) 1 ilk mezundu. 

Robert Kolej ilk Türk mezunu 1903 yılında vermişti. 

Okul 1903'ten önce Müslüman Türk öğrenci mezun etmediğine 
göre İbrahim Edhem, Robert Kolej mezunu olamaz. 

Peki Kenan Akmanlar dayısı İbrahim Edhem hakkında yanılı- 
yor olabilir mi ? Yeğen Akmanlar "Ölümsüz Menderes" adlı yazı 
dizisini, Şevket Süreyya Aydemir'in Menderes'in Dramı adlı kita- 
bına yanıt amacıyla kaleme almıştı. Aydemir'in kitabını "hatalar- 
la dolu" bulan Kenan Akmanlar, bu kadar basit bir konuda dayı- 
sının öğrenimi hakkında yanılmış olabilir mi? 

Ya da İbrahim Edhem, Müslümanlar arasında, Hıristiyanlık 
propagandası yaptığı için "gâvur mektebi" olarak bilinen Ameri- 
kan misyoner okulunda öğrenim gördüğünü saklamak gayesiyle 
bir başka adla okula kayıt yaptırmış olabilir mi ? 2 

Kenan Akmanlar, Amerikan koleji konusunda yanılmıyor da, 
okulun bulunduğu şehir konusunda hata yapmış olabilir mi ? 

İbrahim Edhem, Tarsus (1888), Antep (1876), Harput (1878), 
Merzifon (1886) kolejleri gibi Amerikan misyoner okullarının bi- 
rinde öğrenim görmüş olamaz mı ? 

Çünkü biliniyor ki, 1880'li yılların ortalarından itibaren bazı 
Türk aileler çocuklarını bu "gâvur" okullarına gönderdiler. 

Kenan Akmanlar' in yazdığına göre, İbrahim Edhem'in babası 
İsmail Efendi, oğlunu kâmil bir devlet adamı olarak yetiştirmek 
istiyordu. 

1. Hüseyin Hulusi (Pektaş), Bektaşî şeyhi Nafi Baba'nın torunlarındandır. Robert 
Kolej'den mezun olduktan sonra iki yıl Darülfünun'da, ardından Sorbonne Üniversite- 
si'nde okudu. Mudanya ve Lozan konferanslarında sekreter ve tercüman olarak çalıştı. 
Şehitlik Tekkesi olarak bilinen Nafi Baba Tekkesi günümüzde Boğaziçi Üniversitesi için- 
de yer almaktadır. Tekkeden geriye ise yalnızca kalıntılar kalmıştır. 

2. Konuyla hiç ilgisi yok ama, Türk medyasının önde gelen isimlerinden gazeteci-yazar 
AltemurKılıç'ın, Robert Kolej'in son sınıfına kadar adı Demir Kılıç'tı. Son sınıfta Demir 



r 



185 



İbrahim Edhem'in babası İsmail Efendi, aslen Moraliydi. Kök- 

in Kerkük- Süleymaniye'den geldiği söyleniyor, 
r mail Efendinin Kürt olduğu hemen akla gelebilir. Ancak, kö- 
Zaholu olan Yale Üniversitesi İbranî dili profesörü Yona Sa- 
"Kürdistan Yahudilerinin Halk Edebiyatı: Antoloji adlı ça- 
basında; A. Medyalı Kürdistanlı Yahudiler kitabında, Süley- 
aniye ve Kerkük başta olmak üzere, XX. yüzyıla kadar Mezopo- 
nya'da çok sayıda Yahudi'nin yaşadığını yazmaktadırlar. 1947 
sayımında Kerkük'te 4 042; Süleymaniye'de 2 271 Yahudi kalmış- 
Bölgede Kürt ve Yahudilerden başka Araplar, Yezidîler, Hıristi- 
yanlar ve Türkler de vardı. Bugün İsrail'de Mezopotamya'dan gö- 
çen 50 000'in üzerinde "Kürdistanlı Yahudi" olduğu bilinmektedir. 
İsmail Efendinin soyağacına ilişkin bir iddiayı da biz yazalım: 
1600'lerin başlarında Osmanlı- Habsburg savaşlan sırasında 
Halep'te istenen aşın yüksek vergiler sonucu bir kısım tüccar İz- 
mir'e göç etmişti. 

İbrahim Edhem'in baba tarafına Halepçizadeler deniyordu. Bu 
isim bu olasılığı güçlendiriyor. 

İsmail Efendi, Kerkük- Süleymaniyeli mi, Halepli mi, yoksa Mo- 
rali mı? Bilinmiyor! 

Aslında ne iş yaptığı da tam bilinmiyor. Şevket Süreyya Ayde- 
mir, İsmail Efendinin "Aydın Vilayeti Tahriratı Umumiye müdü- 
rü" olduğuna inanmıyor. Böyle yazanların küçük ve lüzumsuz bir 
çaba harcadıklarını yazıyor. Çünkü böyle bir kadro o tarihlerde 
yoktu. (Menderes'in Dramı, 2000, s. 14) 

İsmail Efendinin memurluğu var mı, o da bilinmiyor; ama için- 
de incirlik ve zeytinlik bulunan Dedekuyu'da bir çiftliği olduğu 
biliniyor. 

Hukuk öğrencisi İbrahim Edhem'in annesi Fitnat Hanım hak- 
kında ise yeteri kadar bilgi var. 

Gün gelecek torunu Adnan'ı (Menderes) tek başına büyütecek 
olan Fitnat Hanım, İzmir'in ileri gelenlerinden Kâtipzade Meh- 
ed Efendi ile Kâtipzade Safiye Hanım'ın dört çocuğundan (Be- 
Wr : Ahmed, Şerife ve Fitnat) biriydi. 

Iginçtir Fitnat Hanım'ın annesi Kâtipzade Safiye Hanım'ın so- 
ıcı tutulmuş iken, babası Mehmed Efendi hakkında soyağa- 
c mda hiçbir bilgi yoktur! 

Şecere 1724 yılından başlıyor! 

»oyağacının en başında Elhac (Hacı) Mehmed Efendi var. İz- 
mütesellim (vergi toplama memuru) göreviyle geldiği sanı- 
y ° r A nereden geldiği bilinmiyor. 



186 



Fitnat Hanım'm annesi Safiye, Elhac Mehmed Efendinin toru- 
nu olarak gözüküyor. 

Kâtipzadeler geniş bir aileydi; Aydın, İzmir ve Selanik'e kadar 
yayılmışlardı. 

Selanikli ünlü tütün tüccarı Sabetayist Kapana Kâtipzade Sab- 
ri Efendinin, İzmirli Kâtipzadelerle bir akrabalığı var mıydı? 

Bugün çoğunluğu İstanbul'da yaşayan eski Selanikli Kâtipza- 
deler, İzmirli Kâtipzadeleri tanımadıklarını söylüyorlar. Ayrıca İz- 
mirli Kâtipzadelerin soy kütüğünde "Sabri" ismi yok! 

Ama bu şecerede Kâtipzade olduğu bilinmesine rağmen Safiye 
Hanım'in eşi Mehmed'in de adı gözükmüyor! 

İşin garip yanını yazayım: bu şecerede sadece kadınların soya- 
ğacı tutulmuştur. Bir koldan Kâtipzade Meryem Hanım'in, diğer 
koldan Kâtipzade Safiye Hanım'in soyağacı yazılmış! 

Benim de gördüğüm bazı İzmirli ailelerin soyağaçlannda, soy 
kadından devam etmektedir. Neyse... 

Emre Kongar ile Adnan Menderes akraba 

İbrahim Edhem'in ailesini tanımayı sürdürelim... 

İsmail Efendi- Fitnat Hanım çiftinin oğullan İbrahim Ed- 
hem'den başka, bir de Sacide adlı kızları vardı. 

Sacide, İzmir Belediye başkanlığı yaparken görevden alınan 
Helvacızade Emin Efendinin oğlu "şimendifer komiseri" Ahmed 
Hamdi'yle evliydi. 

Evliyazadeler, Uşakîzadeler, Helvacızadeler ve Kâtipzadeler 
akrabaydı. Şimdi uzak gibi görünen, Evliyazadeler ile Kâtipzade- 
ler arasındaki akrabalık, gün gelecek daha da yakınlaşacaktı... 

Sacide -Ahmed Hamdi çiftinin Güzide, Hüseyin, Hasan, Ali Se- 
lami ve Kenan isminde çocukları vardı. 

Hüseyin ve Hasan ikiz doğdu. Hasan küçük yaşta vefat etti. Hü- 
seyin, Yurdakul Hanımla evlendi. Ali Selami evlenmedi. 

Güzide, Yüzbaşı Filibeli Nihad'la (Anılmış) evliydi; Kenan (Ak- 
manlar) ise, Selanik-Köprülü "tapu kadastro" memuru Raşid Efen- 
di'nin kızı Lütfiye'yle. 3 

Ali Adnan'ın (Menderes) halası Sacide Hanım'in çocukları "so- 
yadı kanunu" çıkınca iki ayrı soyadı seçtiler. Kenan, "Akmanlar 



3. Sohbetinden keyif ve feyz aldığım Prof. Emre Kongar, son yazdığı Babam, Oğlum, To- 
runum; Yüz Yıllık Öykü adlı (Remzi Kitabevi, 2003) kitabında Adnan Menderes'le uzak- 
tan akraba olduklarını yazmaktadır. Ancak bu akrabalığın nereden geldiğini yazmamış- 
tır; biz ekleyelim: Prof. Kongar'ın halası Lütfiye Hanım, Adnan Menderes'in halasının oğ- 



187 



adını alırken, diğer iki kardeş Hüseyin ve Ali Selami ise "Hel- 
vacıoğlu' soyadını aldı. 

Ali Adnan'ın halası Sacide'den sonra babasının hikâyesine de- 
vam edelim... 

Hukuk öğrencisi İbrahim Edhem tatillerde istanbul'dan Aydm'a 
geldiğinde Kızılseki'deki çiftlik evinde kalırdı. Bu ev, Aydının top- 
rak ağalarından Hacı Ali Paşa'nın konağının karşısındaydı. 

İbrahim Edhem, Hacı Ali Paşa'nın biricik kızı Tevfika'ya âşıktı. 

İbrahim Edhem, Tevfika'ya aşk mektupları gönderiyordu. Mek- 
tupları götüren ise ablası Sacide'nin beş yaşındaki kızı Güzide 'ydi. 

Güzide, hemen her fırsatta sevilmek için karşı konaktan, yani 
Hacı Ali Paşa'nın konağından çağrılırdı. 

Küçük Güzide, dayısı İbrahim Edhem'in, göğsüne sıkıştırdığı 
mektupları Tevfika'ya ulaştırma konusunda oldukça hünerliydi. 
Sevgililerin karşılıklı mektuplarını taşırken bir gün bile yakalan- 
madı. 

Her yıl tekrarlanan yaz mektuplaşmaları sürerken İbrahim Ed- 
hem hukuk öğrenimini tamamladı. Aydın Vilayeti Tahriratı Umu- 
miye Müdürlüğünde kâtiplik ve davavekilliği yaptı. 

Bu arada babası İsmail Efendiye, Tevfika'yla evlenmek istedi- 
ğini açıkladı. İsmail Efendi, oğlunun isteğine karşı çıkar gibi ol- 
du. Karşı çıkmasının nedeni Tevfikanın verem olmasıydı. Ama 
oğlunun ısrarları karşısında "evet" demek zorunda kaldı. 

İsmail Efendi ve Fitnat Hanım aile büyükleriyle birlikte kom- 
şuları Hacı Ali Paşa'nın konağına gidip Tevfıka'yı oğullarına iste- 
diler. 

Hacı Ali Paşa'nın ne yanıt verdiğini yazmadan önce, kimliği ko- 
nusunda birkaç söz sarf etmem gerekiyor. 

Hacı Ali Paşa'nın sır dolu hikâyesi 



Öncelikle bir konunun altını kalın bir kalemle çizmek gereki- 

rek Menderes ailesinin biyografisini anlatan kitaplar, ge- 

; elinizdeki kitabın yazımı sırasında görüştüğüm kişiler Hacı 

^ anın kimliği konusunda hep farklı anlatımlarda bulundu. 

" c ' A" Paşa'nın kimliğine ilişkin bir fikir birliği yoktur. 

kitaplarda ortak görüş, 1877-1878 Osmanh-Rus Savaşı 
Dobruca'dan Eskişehir'e göçettigi şeklindedir. (Şevket 
Wa Aydemir, Menderes'in Dramı, 2000, s. 18) 

Kafkas göçleri" konusunda çalışma yapan Abdullah 
lır kiye'de hep yanlış bilinen bir gerçeğe dikkat çekiyor: 



188 



İslamiyet'in yanı sıra Kırım'da Hıristiyanlık ile Musevîlik de mev- 
cuttu. Gayrimüslimlerin hemen hepsi Gözleve, Karasupazar, Akmes- 
cit, Bahçesaray şehirlerinde yaşıyorlardı. Din ve mezhep dışında, Er- 
meniler, Gürcüler, Rumlar ve Karayim Musevileri Müslümanların ya- 
şayışlarını benimsemişlerdi ki, bu ilginç bir durumdur. Rumlar ile Er- 
meniler, Rus İmparatorluğuna katıldıklarında Türkçe konuşuyorlar- 
dı. {Kırım ve Kafkas Göçleri, 1997, s. 22) 

Kırımlı Ali, Eskişehir'den Tire'ye gidiyor. 

Sebebinin ne olduğu tam bilinmemekle birlikte, eline silah alıp 
Tire dağlarına çıkıyor, eşkıya oluyor. 

Kendine kucak açmış bir ülkede hemen eşkıya olması hayli tu- 
haf değil mi? 

Dağını taşını, insanım bilmeden eşkıya oluyor! 

Sonrası daha da ilginç: eşkıyalıktan bıkıp, Tire'de büyük bir 
çiftlikte kâhyalık yapmaya başlıyor. Bu arada çiftliğin genç dul 
hanımıyla evleniyor. Böylece "Ali Ağa" unvanını alıyor. Ardından 
Kabe'ye gidip "hacı" oluyor; "Hacı Ali Ağa", sonra da "Hacı Ali Pa- 
şa" adını alıyor! "Paşa" unvanı Saray'dan kendine "miri miran" 
denilen sivil paşalık unvanıyla geliyor. 

Bu hikâyede yanıtını bilemediğimiz yığınla soru var... 

Örneğin, niye Tire ? 

Siren Bora/^m/r Yahudileri Tarihi (1908-1923) adlı çalışma- 
sında bakın ne diyor: 

1453 yılında İstanbul'a Tireli Yahudilerin sürgün edildiğini biliyo- 
ruz. O halde bu tarihten önce Tire'de Yahudiler yaşıyordu. 1492 yıkı- 
da ise, İspanya'dan kovulan ve Osmanlı Devletine sığman Yahudile- 
rin bir kısmı Tire ve Manisa'ya yerleşmişti. 



Tire tapu tahrir defterine göre XVI. yüzyılın ikinci yarısında Ti- 
re'de 64 hane, 18 bekâr Yahudi yaşıyordu. 

Keza daha sonraki yıllarda Filistin'den getirilen Yahudilerin bir 
kısmı da Tire'ye yerleştirilmişti. 

Tire'de Rum nüfusunun da olduğu biliniyor. 

Kırımlı Ali, kozmopolit Tire'yi tercih etmişti! 

Tire'nin bir özelliği ilgi çekiciydi... 

XV yüzyıldan XVIII. yüzyıla kadar kadar tam üç yüz yıl boyunca 
Tire, Osmanlı'nın paralarının basıldığı yerdi, yani darphaneydi. 

Neyse fazla kafa karışıklığı yaratmayalım! 

Kırımlı Ali dağdan inerek "içgüveysi" olmayı neden kabul et- 



189 



• 9 Çiftlik sahibi dul kadın Türk ve Müslüman mıydı ? Yoksa 
a da Yahudi miydi ? Dul kadının kimliği hep büyük bir sır 

nlarak kaldı. 

an Menderes'in dedesi Hacı Ali Paşa şeceresinde bu kadar 
bilinmezin olması tuhaf değil mi? Örneğin Adnan Menderes 

nçl iğinde, dedesinin "Mabeyinci Ali Paşa" olduğunu söylüyor, 
»kten de II. Abdülhamid'in Mabeyinci Ali Paşa'sı vardı, ama 
o İstanbul'dan hiç dışarı çıkmamıştı. Yani Aydın ve Tire'deki "Ha- 
cı Ali Paşayla uzaktan yakından ilgisi yoktu. 

Adnan Menderes'in kendisini yüceltmek için öz dedesi Hacı 
Ali Paşaya değil, Mabeyinci Ali Paşaya ihtiyaç duymasının sebe- 
bi neydi? 

Yine söylenenlere göre, Hacı Ali Paşaya, II. Abdülhamid'e bağ- 
lı olduğu için, Tire'de 70 000, Aydın Çakırbeyli'de 30 000 dönüm 
toprak verilmişti. 

Soru basit: bu kadar büyük toprağı niye versin? 

O dönemde başta İngilizler olmak üzere yabancı tüccarlar, ih- 
racat ürünleri yetiştirmek için topraklan binlerce liraya satın alır- 
ken, padişah kimin toprağını kime bedava verebilir ki ? 

Ama rivayet öyle!.. 

1866 yılında çıkanlan yeni yasayla birlikte yabancılara taşın- 
maz mal alabilme hakkı tanınmıştı. Bunun üzerine 1878'de 41 in- 
giliz tüccar İzmir-Aydın arasındaki ekilebilir arazilerin pek çoğu- 
nu satın aldılar. 

Örneğin, D. Baltazzi 247 000 dönüm; W.G. Maltass 122 592 dö- 
nüm; R. Wilkin 130 228 dönüm; A. Edward 80 000 dönüm; E. Lee 
I 040 dönüm; C. Gregoriades 5 160 dönüm; J. Aldrich 6 000 dö- 
nüm A.S. Perkins 16 360 dönüm toprak aldı. 

Hacı Ali Paşa'mn "güya bedavadan konduğu" Tire'de, J.H. Hat- 

nson 1 556; F. Whittall 18 868 dönüm toprağa, binlerce sterlin 
vererek sahip olmuştu. 

O dönemde herkes Aydın bölgesinden toprak alma peşindeydi. 
Keza: 



I877'de Osmanlı uyruklu Kafkas Yahudileri söz konusudur; Alyans 

Alliance İsraelite Üniverselle) sorumluluğunda Aydın yakınlarında 

r çiftliğe yerleştirilenler için bir tarım kolonisi oluşturulur. (H f 

Nahum, lzj r Yahudileri, 2000, s. 47) 



enn 



icı Ali Paşa "Kafkas Yahudisi" olabilir mi? 
konuda elimizde yeteri kadar bilgi ve belge yok. 



190 



Hacı Ali Paşa'mn oğlu Sadık' in torunu Münci Giz, dedesi hak- 
kında farklı bilgiler vermektedir: 

Konya'da yaşıyor. Sonra adı bir kan davasına kanşıyor; öldürülme - 
mesi için bir Arap aile tarafından İstanbul Burgaz Adasına getiriliyor 
Burada bir çiftlikte sığırtmaç olarak işe başlıyor. 1,90 boyunda, sarı- 
şın, renkli gözlü bir adam. Zamanla çiftliği de satın alıyor, sonra Ti- 
re'ye gidiyor. 

Sonrası malum hikâye, dul kadınla evlenmesi vb. 

Biliyorum kafanız kanştı. Anlatmak istediğim de zaten bu ka- 
rışıklık ! 

Kırımlı Ali ya da Konyalı Ali, "ışık hızıyla" işler yapıyor: 

Önce dağa çıkıyor, sonra çiftlikte kâhyalık yapıyor ve arkasın- 
dan "dul kadınla" evleniyor. Dul kadının adını, torun Münci Giz 
açıklıyor: Fatma! 

Hacı Ali Paşa'mn bu dul kadından çocuğu oluyor mu ? 

Evet oluyor: Tevfıka, Sadık, Şükrü ve Refik. 

Bir kızı daha var, ancak adım ailede kimse bilmiyor, çünkü be- 
bekken ölüyor. 

En küçükleri Tevfıka'ydı. 

En büyüğü Sadık, Arnavut Ali Zot Paşa'mn kızı Feriye 'yle evliy- 
di. Feriye aynı zamanda gelecekte Arnavutluk kralı olacak Ahmed 
Zogu'nun kuzeniydi. Feriye, uzaktan II. Abdülhamid'le de akraba 
sayılır, çünkü Arnavutluk Kralı Zogu'nun kız kardeşi Prenses Se- 
niye, II. Abdülhamid'in en küçük oğlu Abid Efendiyle evliydi. 4 

Feriye Sadık in ikinci eşiydi. Sadık' in ilk eşi Refiha'dan Sabiha is- 
minde bir kızı vardı. İkinci eşi Feriye'dense Sadık isminde oğlu ol- 
du. İbrahim Edhem'in aşkından ne yapacağım bilemediği o günler- 
de Hacı Ali Paşa'mn üç çocuğu, Tevfıka, Şükrü ve Refik bekârdı. 

Tevfika kaçırılıyor 

Biz dönelim "kız isteme" törenine... 

Yazılanlara bakılırsa, Tevfika'yı, oğlu İbrahim Edhem'e isteme - 



4. Ahmed Zogu, Arnavutluk'un önemli ailelerinden biri olan Zogolli ailesine mensup- 
tu. Manastır Askerî idadîsi'nde okudu. Ardından bir süre Galatasaray idadîsi'nde öğre- 
nim gördü. Birinci Dünya Savaşı'na Avusturya ordusu saflarında katıldı. Yirmi beş yaşın- 
da içişleri bakanı oldu. Yugoslavya'ya karşı Arnavutluk direnişini organize etti. Otuz ya- 
şında cumhurbaşkanı, otuz üç yaşında, yani 1928 yılında Arnavutluk kralı oldu. I939'da 
İtalyanlar Arnavutluk'u işgal edince Yunanistan'a sığındı. 1940'ta Londra'ya giderek ül- 
kesinin yeraltı direnişine önderlik etti. 1961'de Fransa'da vefat etti. Oğlu Leka Güney 



191 



a ö'den İsmail Efendi ve Fitnat Hanım, Hacı Ali Paşa'mn kişiliği - 
nim sertlikte bir yanıt aldılar. Hacı Ali Paşa, "Hayır vermem" 
ne uy& m 
diyerek kestirip attı. 

Dün olduğu gibi bugün bile Anadolu'da hasta genç kızların ev- 
lenince iyileşeceğine inanılırken, Hacı Ali Paşa'mn kızının evlen- 

e ine karşı çıkmasının bir başka nedeni olmalıydı! 

Üstelik İbrahim Edhem hukuk öğrenimi görmüş, aydın bir in- 
sandı. Türkler arasında okumuş aydın kaç kişi vardı ki ? Temiz, 
düzenli, zarif ve çevresince saygı gören bir kişiydi. Yani iyi yetiş- 
miş kültürlü, güzel konuşup yazan ve edebiyata merakı olan bir 
Osmanlı münevveriydi. Keza gerek baba tarafından Halepçizade- 
ler, gerekse anne tarafından Kâtipzadeler zengindiler. 

Özetle, Tevfika'nın iyileşmesi için olanakları fazlaydı. 

Keza Hacı Ali Paşa'mn hasta kızının son arzusunu bile yerine 
getirmek istememesinin hangi geçerli nedeni vardı acaba? 

Hacı Ali Paşa'mn kızı Tevfika'yı vermesinin nedeni sadece kı- 
zının değil, İbrahim Edhem'in de verem olduğunu bilmesi miydi ? 
Üstelik genç avukatın kalp hastası olduğu da söyleniyordu. 

İbrahim Edhem, Hacı Ali Paşa'mn kararım öğrenince çok üzüldü. 

İzmir'e gitti; konuyu ablası Sacide'nin kocası Ahmed Hamdi'ye 
açtı. 

Ne yapacağım da söyledi: Tevfika'yı kaçıracaktı. 

Yazılanlara bakılırsa, Ahmed Hamdi, Salepçizade Midhat ve 
âşık İbrahim Edhem, Hacı Ali Paşa'dan korkmadan, çekinmeden 
gidip Tevfika'yı kaçırdılar. 

Yazılanlara inanırsak, eşkıyanın kol gezdiği bir dönemde Hacı 
Ali Paşa'mn konağının korumasız olduğunu düşünmemiz gereki- 
yor. Neyse... Ama oluyor işte; üç genç ellerini kollarını sallaya sal- 
laya Tevfika'yı kaçırıyorlar. 

Bir akşam vakti Tevfika'yı İzmir'e getiriyorlar. 
e alelacele iki genç evlenip, İzmir Beyler Sokağındaki bir eve 
yerleşiyorlar. 

Ve gökten yine üç elma düşüyor!.. 

e ilgili tarih kitaplarına bakarsak, araya giren hatırlı kişiler sa- 

İ Hacı Ali Paşa kızım ve damadını affedip, bağrına basıyor. 

«sin korktuğu, karşısında titrediği sert kişilikli Hacı Ali 

unıuşayıveriyor. "Eeee, madem İbrahim Edhem oğlumuz 

heri n^ kaçLrraa y 1 başardı, evlenmeyi de hak ediyor" demiştir 



Şaka bir yana bunlar hiç inandırıcı değil. 

Paşa'mn kimliği üzerine anlatılanlar ne de Tevfika 



192 



ile İbrahim Edhem'in aşkları ve kaçışları akla uygun değil! 

Yeşilçam filmlerinden öykülenilerek yazıldığı duygusunu veri- 
yor. 

Gerçeği bilmiyoruz. Ama yazılanların da doğru olmadığını an- 
layabiliyoruz. 

O halde şunu yazabiliriz: bir sır var! 



Yürek yakan acılar 

Tevfıka- İbrahim Edhem evliliğinden bir yıl sonra... 

Lepiska saçlı, sarışın, mavi gözlü ilk çocuklan İzmir Beyler So- 
kağı'ndaki evde doğdu: Melike. 

Üç yıl sonra... 

Tevfıka'nm ağabeyi Sadık Bey'in Aydın Sarayiçi Mahallesi' nde- 
ki konağında ikinci çocukları dünyaya geldi: Ali Paşazade Adnan 
(Menderes)! 

Burada iki ayrıntıya dikkatinizi çekmek istiyorum. 

Ali Adnan'ın doğum tarihi 1899. 

Melikenin ise 1896. 

Diyelim ki, İbrahim Edhem-Tevfıka çifti 1895'te evleniyorlar. 

Acaba Tevfıka evlendiğinde kaç yaşındaydı? 

Bunu şu nedenle soruyorum: hani Hacı Ali Paşa'nm, daha "pa- 
şa" olmadan önce 1878'de Dobruca'dan gelip, Aydın çevresinde 
"hacı" ve "paşa" unvanlarını kaç yılda aldığını ortaya çıkarmak 
istiyorum! 

Yazılanlar doğruysa hepsini "ışık hızıyla" yapması gerekiyor! 

Bir diğer ayrıntı: Ali Paşazade Adnan, babasının değil annesi- 
nin soyunu isim seçmişti! 

Babası İbrahim Edhem'in adım alması gerekmiyor mu? Yani ne- 
den "Halepçizade Adnan" veya "İbrahim Adnan", ne bileyim "Ed- 
hem Adnan" değil de, "Ali Paşazade Adnan"? 

Neden?.. 

Geçelim... 

Kızı Melike ve oğlu Ali Paşazade Adnan'ın doğumuyla moral 
bulan Tevfıka yine de hastalığı yenecek gücü bulamadı. Giderek 
sağlığı bozuldu. Ateşi yükseldi, öksürükleri sıklaştı. İştahsızlığı 
artık hiç yemek yememe boyutuna vardı. 

Fitnat Hanım gelini ve iki torununu alıp İzmir'e geldi. 
İzmir doktorları seferber edildi. Ama verem ilerlemişti. 

Tevfıka, arkasında bir eş ve iki minik bebek bırakıp son nefe- 
sini verdi. 



193 



Ali Paşazade Adnan daha küçüktü, ne olduğunun faikında bile 

değildi- 

Abla Melike ise sadece beş yaşındaydı. 

O yıllarda eşi İsmail Efendinin üzerine Manisa'dan Hasna is- 
minde bir kuma getirmesine kızan Fitnat Hanım koca evinden ay- 
rıldı. 

Artık eşi Halepçizade İsmail'in adım değil, kendi ailesinin adı- 
nı kullanacaktı: Kâtipzade Fitnat Hanım! 

Fitnat Hanım çokeşliliğe karşıydı. 

Yukanda yazdığım gibi Fithat Hanım'ın iki çocuğu vardı: İbra- 
him Edhem ve Sacide. 

Sacide'nin eşi Ahmed Hamdi Bey çok çapkındı. Damadının 
çapkınlığına çok kızan ve kızının onun yüzünden çektiği sıkıntı- 
lar nedeniyle genç yaşta öldüğünü düşünen Fitnat Hanım, kızının 
ailesine mirasından hiç pay ayırmadı. Yani Fitnat Hanım hayli 
güçlü bir kadındı. 

Kocasından ayrılan Fitnat Hanım, oğlu İbrahim Edhem ve to- 
runları Melike ile Ali Paşazade Adnan'ın bakımını üstlendi. 

Ancak talihsizlik peşlerini bırakmadı. 

Eşini kaybeden İbrahim Edhem de hastalandı. Veremdi. 

Doktorlar çarenin İsviçre'de olduğunu söylediler. Gitmesine 
engel yoktu ama çocuklarım bırakmak istemiyordu. 

Fitnat Hamm oğluna ısrar edip, İsviçre'ye gitmeye ikna etti. 

İbrahim Edhem, valizini toplayıp, İzmir'den İstanbul'a geldi. 
)nce burada muayene olacaktı, eğer çare bulunmazsa İsviçre'ye 
gidecekti. 

Zamanm en önemli otellerinden biri olan Meserret Oteline 

leşti. Ancak bu arada hastalığı arttı; doktorlara gidecek gücü 
İmde bulamıyordu. Annesi Fitnat Hanım'ı çağırdı. Ama Fit- 
Hamm İstanbul'a ulaşamadan İbrahim Edhem otel odasında 
can verdi. 

tnal Hamın oğlunun İstanbul'daki Merkez Efendi Mezarlı- 

"a defnedilmesini istedi. 

e işlemlerinden sonra İzmir'e torunlarının yanma döndü. 
J cı henüz evlerini terk etmemişti. Oğlundan sonra kızı Sa- 
d e y i kaybetti. 

e\ [erinden gideceği voktu. 

Va « a % , ^ b , a n , m fidhem'den SO nra altı yaşındaki Melike de 

•veda etti. 



J\J (1 |., ' ,' T 1 ™ *}^, aınnesi,, >tetaaı,MalâSUKfemIKemen sonra abla- 
° yı de kaybetmişti. Daha üç yaşındaydı. 



194 



Yaşamı boyunca aklına ne zaman ablası Melike gelse, Ali Ad- 
nan hep gözyaşı dökecekti. Ne annesinin ne de babasının yüzünü 
anımsıyordu; ailesinden tek bildiği ablası Melikenin mavi gözleri 
ve sarı saçlarıydı... 

Dayısı akıl hastasıydı 

"Ali Adnan ve babaannesi Fitnat Hanım bir başlanna kalakal- 
malardı." 

Adnan Menderes'le ilgili kitaplar, makaleler, yazı dizileri, bel- 
geseller hep bu yukarıdaki cümleye yer veriyor. 

Gelin şu cümleyi biraz açalım... 

Ali Adnan'a neden sadece babaannesi Fitnat Hanım sahip çık- 
mıştı ? 

Anne tarafı Ali Adnan'la niçin ilgilenmemişti ? Ya da bu yargı 
yanlış mıydı ? 

Yamtı bulmak için Ali Adnan'ın anne tarafına yani Hacı Ali Pa- 
şa ailesine tekrar dönelim. 

Anne tarafından Hacı Ali Paşa ailesine akraba olan Osman Ev- 
liyazade'nin, Hacı Ali Paşa'nın öldürülmesine ilişkin bu kitabın 
yazarına yaptığı açıklama da hayli ilginçtir: 

Tire'den Bayındır'a kaplıcaya giderken Rum arabacısı tarafından 
öldürülüyor. Arabacı yolda arabayı durduruyor, silahını çekiyor. Hacı 
Ali Paşa cebinden bir kese altın çıkarıp arabacıya uzatıyor. Arabacı 
"Malım değil canını istiyoruz" diyerek Hacı Ali Paşa'yı öldürüyor. 

Diyorum ya bu hayat hikâyesi hep gizemlerle dolu... 

Bu cinayet, Hacı Ali Paşanın kişiliğiyle ilgili "çizilen tablolara" 
pek yakışmıyor doğrusu! 

Dr. Mükerrem Sarol Bilinmeyen Menderes adlı kitabında, Ha- 
cı Ali Paşa'yı bakın nasıl yazıyor: 

Hacı Ali Paşa sert, mütehakkim mizaçlı bir aile reisidir. Az konu- 
şan, ağırbaşlı, çok cesur, korkusuz yaradılışlı bir insandır. Ali P 1 - 
şa'nm sürdürdüğü aile düzeni pederşahî bir düzendir. Son derece mut 
tehakkim olan paşadan yalnız ailesi değil uzak yakın çevresi de kork- 
maktadır. (1983, s. 7) 



O "astığı astık, kestiği kestik" Hacı Ali Paşa, canını kurtarmak 
için arabacıya bir kese altın teklif ediyor, ama kurtulamıyor! 



195 



Neyse, ayrıntıya girmeyelim. 

Fani Ali Adnan'ın, adını taşıdığı dedesi öldürülmüştü. 

Peki ya dayıları? 

Hacı Ali Paşa ailesi o yıllarda hep acı olayları arka arkaya ya- 
dı Kaybettikleri sadece kızları Tevfıka, damattan İbrahim Ed- 
hem ve torunları Melike değildi. 

Hacı Ali Paşanın büyük oğlu Sadık'm Feriye'yle evlendiğini ve 
Sabiha isminde bir kızları olduğunu yukarıda yazmıştım. 

Ne yazık ki, Sadık, genç yaşta öldü. Dul kalan Feriye, Sadık 
Bey'in erkek kardeşi Refik'le evlendirildi. 

Feriye Hanım, Refik Bey'in ikinci eşi oldu. Refik Bey Siret Ha- 
nım'la evliydi ve bir çocukları vardı: Mesude. 

Ancak Feriha Hanım da genç yaşta vefat etti. 

İki dul, Feriye ile Refik evlendirilmişti! 

İki çocuk, Sabiha ve Sami ile Mesude hem kuzen, hem de kar- 
deş olmuşlardı. Ancak Sami bu evliliğe karşı çıkıp Fransa'ya gitti 
ve uzun yıllar dönmedi. 

Refik ile Feriye Hanım'ın bir çocukları oldu: Dündar. 

Ve Hacı Ali Paşa'nm bir diğer oğlu Şükrü de, ağabeyi Sadıkla 
aynı kaderi paylaşacak, genç yaşta ölecekti. 

Ama veremden değildi onun ölümü: "Şükrü Bey bir ruh hastalı- 
ğından mustaripti." (Şevket Süreyya Aydemir, Menderes'in Dramı, 
!000, s. 21) Yani Ali Adnan'ın dayısı bir akıl hastasıydı. 

Şükrü vefat ettiğinde otuz yaşındaydı. Gariptir Dündar da akıl 

ıstasıydı. İleride göreceğiz ailede akıl hastası sayısı hiç de az de- 
pdi. 

Ve gelelim yukarıdaki sorunun yanıtına... 

Annesiz babasız kalan Ali Adnan'ı dayısı Refik neden yanına 
almadı? 

lında almak istedi. Almak istemesinin bir diğer nedeni Hacı 
aşanın mirasının bölünmemesiydi. Konu mahkemelere yan- 



Menderes'in babasından duyduğuna göre, Ali Adnan 

ıe günü duruşmanın yapıldığı odadaki pencerenin önün- 

Beni babaannemden ayırırsanız intihar ederim" diye 

başladı ve bunun üzerine mahkeme çocuğun verasetini 
^atHamm'averdi. 
Hacı Ali D > 

^aşa mn mirası bölünmüş, Çakırbeyli Çiftliği Ali Ad- 
«ı olmuştu. 

ıse Tire'deki araziler kaldı... 



196 



Gün gelecek, yaptıkları evlilikle, Çakırbeyli Çiftliğine Evliya- 
zade Fatma Berin Hanım, Tire'deki çiftliklere ise Evliyazade Ne- 
jad ortak olacaktı! 



Amerikan koleji 

O yıllarda verem uğradığı evden kolay kolay çıkmıyordu. 

Ali Adnan giderek zayıflamaya başladı. Fitnat Hanım ne yapsa 
bu zayıflığın çaresini bulamıyordu. Sonunda İzmir Gureba Hasta- 
nesi hekimlerinden Dr. Şehrî Bey küçük Ali Adnan'a verem teşhi- 
si koydu. 

Fitnat Hanım uğursuz vereme biricik torununu kurban verme- 
mek için çırpındı. Önce oturdukları evi değiştirdi, Karşıyaka sem- 
tine taşındı. Temiz havası ve ferah bir bahçesi olan bu evde Ali Ad- 
nan biraz kilo aldı, sağlığına kavuşmaya başladı. 

Üstelik ele avuca sığmayan afacan bir çocuk olmuştu. Disipli- 
ne sığmayan mizacı yüzünden sık sık babaannesini üzüyordu. 

Babaannesi çok disiplinliydi; ilk önceleri Ali Adnan'ın sokağa 
çıkmasına bile izin vermiyordu. Hastalık kapmasından endişe 
ediyordu. 

Ali Adnan çok nadir, dayısı Refik'in ziyaretlerine geldiğinde ya- 
nında getirdiği kızı, Sabiha ile Mesude ablaları ve Sami ağabeyiy- 
le oynuyordu. 

Küçük Adnan onun dışında akranlarını hep evden seyrediyordu. 

Sonra yasak kalktı. Ama yine kurallar vardı: hava kararmadan 
eve gelinecekti, terli terli gezilmeyecekti... 

Hastalıkla mücadele yıllarında küçük Ali Adnan okula gideme- 
di. Özel hocalardan ders alıp, okuma yazmayı öğrendi. 

İkinci Meşrutiyet ilan edilir edilmez Uşakîzade Muammerin 
Arapfınnı ilerisindeki konağını okul binası olması için hibe etti. 
Memlekete "uyanık bir nesil yetiştirmek" amacıyla kurulan oku- 
la, "Leylî (yatılı) ve Neharî (gündüzlü) Merkez İttihat ve Terakki 
Mektebi" adı verildi. Okul, iptidaî (ilk), rüştiye (orta) ve idadî (li- 
se) kısımlarından oluşuyordu. 

Okulun öğretmen kadrosu, Türkiye'nin gelecekteki önde gelen 
devlet adamlarından oluşuyordu. Örneğin Mustafa Necib, Curn- 
huriyet'in ilk kuruluş yıllarının efsanevî Millî Eğitim bakanı ola- 
caktı. Mustafa Necibin 1929'da genç yaşında ölümü üzerine, ay* 
m bakanlığa aynı okulda görev yaptığı arkadaşı, meslektaşı Muj 
tafa (Çınar) getirilecekti. Okulun müdürü Şükrü (Saraçoğlu) gw 
gelecek başbakan olacaktı. Ünlü yazar Reşat Nuri Güntekinffl 



197 



ası Dr. Nuri Bey de bu okulda öğretmenlik yapıyordu... 

• fasında fesi, üzerinde dönemin hürriyet rengi kırmızı-beyaz 

r-gü Göğsünde kurtuluşu simgeleyen rozeti ve elinde bayra- 

la Âli Adnan bu okulun orta kısmına gitti. 

En sevdiği ders Ateşoğlu Hayri Bey'in öğretmenliğini yaptığı jim- 
nastik dersiydi. 

Bir de salı ve perşembe günleri öğle sonrası tatıllennden fay- 
dalanıp öğretmenler eşliğinde şarkılar söyleyerek kır gezilerine 
gitmekten hoşlanıyordu. 

Ali Adnan (Menderes), hayatı boyunca yanından ayıramayaca- 
ğı Edhem'i (Menderes) o yıllarda tanıdı. 

Ama asıl ilişkileri, Birinci Dünya Savaşı ortalannda buluğ ça- 
ğında çağnldıklan, yedek subay talimgahında başlayacaktı... 

Ali Adnan okula başladıktan sonra, artık daha bol vakti olan 
Fitnat Hamm Çakırbeyli Çiftliğiyle uğraşmak istedi. Ancak Aydın 
ile izmir arasında gidip gelmekten yoruldu. 

Bütün mülklerinin ve para işlerinin idaresini avukat Fevzi (Ak- 
der) Bey'e teslim etti... 5 

Bu arada, Ali Adnan, okulun orta bölümünü bitirmeden İzmir 
Kızılçullu'daki Amerikan kolejinin yatılı bölümüne geçti. Neden 
böyle bir tercihte bulunmuştu ? 

O dönemde, Amerikalı Protestan misyonerlerin Osmanlı İmpa- 
ratorluğu sınırlan içinde 430 okulu vardı. 

Bunlardan biri de 1904 yılında açılan İzmir'deki International 
American College'di. 

Amerikalı Protestan misyonerlerin Anadolu'daki okullannda 
!3 465 öğrenci öğrenim görüyordu. Bu öğrencilerden biri de artık 
Ali Adnan olmuştu. 

Okulun amacı, diğer Amerikan misyoner okullanndan farklı 

ğildi: erkek çocuklara ve gençlere, Hıristiyanlık ilkelerine da- 

dil, sanat ve bilim eğitimi vermek. Artık sayılan giderek faz- 

aşan Müslüman Türkler, istemezse bu din derslerine girmiyor- 

ü hazırlık, dördü yüksek bölüm olmak üzere okul sekiz 
yıllıktı. 



e rmişti ? 



° gibi saklayıp büyüttüğü torunu Ali Adnan'ın bir misyoner 
m de yatılı olarak okumasına Fitnat Hanım nasıl j zm 



Menderes anlatıyor: 



5 *- hilkat F 



' Akder-, Başbakan Adnan Menderes'in sevgilisi olarak karşımıza çıkacak 



/'AV 



Babam güçlü bir kişilik. Kızılçullu Amerikan Koleji'ne gitmeye tek 
başına karar veriyor. Gidip Fitnat Hanım'a diyor ki: "Ben bu okula gi- 
deceğim." Fitnat Hanım, "Ama senin İngilizcen yok" diyerek karşı çı- 
kıyor. Babam "Ben oradan bir öğretmenle konuştum, bana ingilizce 
dersi verecek" diyor ve gidip koleje yazılıyor. 



Mahmud Celal (Bayar) ile Ali Adnan'ın ilk karşılaşmaları Ali 
Adnan'ın Amerikan koleji günlerine dayanıyor. 

Kolejden üç genç, ittihat ve Terakkinin İzmir'deki önemli ismi 
Mahmud Celalle görüşmek için yanına gidiyorlar. Temiz giyimli 
bu üç gençten biri, okullarında misyoner rahipler olduğunu ve 
bunların, Müslüman öğrencileri Hıristiyan yapmak için haddin- 
den fazla çaba sarf ettiklerini söylüyor. Üstelik bazı Türk öğren- 
ciler Hıristiyan olmuşlardı bile. 

Bu üç öğrenciden biri Ali Adnan'dı. 

Mahmud Celal, öğrencilerin sorunlarıyla ilgilenmiş, okul ida- 
resiyle ve Maarif Müdürlüğüyle temasa geçip, tahkikat açtırmış- 
tı. Bu konu İzmir basınında bir hafta süren haberlere konu ol- 
muştu... 

Hıristiyanlık propagandası dışında Ali Adnan koleji sevmişti. 

İttihat ve Terakki Mektebindeki durgunluğunu Amerikan kole- 
jinde üzerinden atmıştı. Okulda yeni arkadaşlar edindi. Bunlardan 
biri de, gelecekte bacanağı olacak Nusret Hamdi'ydi (Dülger). 

Bir diğer arkadaşı ise İplikçizade Sadi. Ali Adnan'ı Karşıyaka 
Spor Kulübüne götüren oydu. Futbolu, güreşi ve bisiklete binme- 
yi seviyordu. İzmir'de bisiklete ilk binenler ikisi olmuştu. 

Ali Adnan bisikletiyle Karşıyaka'da gezinirken saçları uzun ve 
örgülü dokuz yaşındaki küçük bir kız ona koşarak eşlik ederdi. 
Ali Adnan da küçük kızı sinirlendirmek için onun saçını çekerdi. 

O küçük kız, gelecekte Ali Adnan'ın eşi olacak, Evliyazade Na- 
ciye'nin kızı Fatma Berin'di. 

Ali Adnan'ı Karşıyaka Spor Kulübünden koparıp Altay'a götü- 
ren kişi Evliyazade Nejad'dı. Ali Adnan ile Nejad sadece Karşıya- 
ka'dan tanışmıyorlardı. 

Evliyazade Nejad o günlerde Ali Adnan'ın "çiçeği burnunda 
eniştesiydi. 

Ah' Adnan'ın Karşıyaka'daki mahalleden tanıdığı Nejad ağabe- 
yi, dayısı Refik'in kızı Mesude'yle evlenmişti. 

Annesi Feriha'yı kaybeden Mesude genç yaşında evlendiriünişti- 

Nejad aynı zamanda -ileride Ali Adnan'la evlenecek- dokuz 
yaşındaki Fatma Berin'in dayısının oğluydu. 



199 



Yani Ali Adnan'ın dayısının kızı Mesude ile Berin'in dayısının 
oğlu Nejad evleniyordu. 

Dünürlerin ikisinin ismi de Refik'ti... 

Erkek tarafı, Evliyazade Refik Efendi. 

Kız tarafı, Hacı Ali Paşazade Refik Efendi. 

Hacı Ali Paşa yaşasaydı, bu evliliğe de karşı çıkar mıydı acaba?! 



Giz ailesi 

Hacı Ali Paşa ailesi ikinci kuşağından ilk evliliği, genç yaşta ve- 
fat eden Sadık Bey'in ilk eşi Feriha'dan olan kızı Sabiha yapmıştı. 

Ali Adnan'ın dayısının kızı Sabiha, Aydın'da mabeyinci olarak 
görev yapan Nuri Efendinin oğlu Söke kaymakamı Hamdi Efen- 
diyle evlenmişti. 

Sabiha Hanım ilk doğan çocuğuna babasının adını verdi: Sadık! 

Sadık Giz, 1950'li yılların Türkiye'sinde hayli şöhretli bir isim ola- 
caktı. 

On yıl DP milletvekilliği yapacaktı. 

Eniştesi, Evliyazade Nejad'la birlikte Türkiye'de ilk jokey ku- 
lübünü kuracaktı. 

Evliyazade Nejad ile Sadık Giz'in bir diğer ortak yanlan ise, ay- 
nı okuldan mezun olmalarıydı: Belçika Ziraat Okulu! 

Ve. 

Sadık Giz, Galatasaray Kulübünün iki yıl (1957-1959) başkan- 
lığım yapacaktı. 6 

934'te çıkarılan soyadı yasasında "Giz" soyadını alan Sabiha ve 

-mdi Efendi çiftinin, Sadık Giz dışında beş çocukları daha vardı: 

>57 seçimlerinde DP listesinden aday olan, ancak seçileme- 

• • Münci Giz; uzun yıllar ABD'de yaşayan Dr. Sabahattin 

; ; Millet Partisi (MP) kurucusu Dr. Mustafa Kentlinin eşi Semi- 

Gız; Sekip îriboz ile evli Dilaram Giz ve Mehmet Ali Onat ile 

e vh Refıa Giz! 

Lb,ha Ha nım ' ın DaDası Sadık Bey ölünce üvey annesi Feriye 

n Refik Bey'le evlendirildiğini yazmıştık. Bu evlilikten do- 

Paris'ten dönerek köylü kızı Fatma'dan evlilik dışı do- 

' Sarf \ r° mc ° s ' n ' n a d m ' verecekti: Sadık! 

iki evlilik yapacak ilk eşi Feryel'den Sami ikinci eşi 

'"t den Yıınıır, Tu^ * ,, . . ., ı ^ t , 

, Feriye ve Vehıbe doğacaktı. 

'- Galatasaray Sadık <~ • 

""""- istanbul K '" kanl ' S ' döneminde iki yıl üst üste şampiyon olmakla kal- 

ede Sadık G . u , ruç,îm " d eki Galatasaray Adası'na da sahip oldu. Tabiî bu ada meşe- 



200 



Neyse biz tekrar eski yıllara Mesude'nin, Evliyazade Nejad'la 
yaptıkları düğüne dönelim... 

Düğünde en mutlu kişi Evliyazade Nejad'ın annesi Kapanîzade 
Hacer Hanım'dı. Kızı Beria'nın babası yaşında Doktor Nâzımla 
evlenmesine Hacer Hanım' in gönlü pek elvermemişti. Ancak to- 
runu Sevinç'in doğumu sıkıntılarını alıp götürmüştü. 

Sevinç'i kucağından hiç indirmeyen kişi ise dedesi Evliyazade 
Refik Efendiydi. 

Sevinç, Evliyazade ailesindeki tek torun değildi. 

Evliyazade Gülsüm, kızı Faire'den bir torun sahibi olmuştu: 
Mesadet. 

Evliy azadelerin nüfusu artıyordu... 

Dr. Tevfik Rüşdü (Araş) ile Evliyazade Makbule'nin de bir kız 
çocuklan dünyaya gelmişti: Emel. 

Evliyazadeler arasında dayanışma çok güçlüydü. Makbule Ha- 
nım'ın sütü olmadığı için, Emel'i bir süre, Makbule'nin ablası Gül- 
süm'ün, Mihri Dülgerle evli kızı Faire emzirdi. 

Emel'in sütannesi Faire'ydi! 

Tüm Evliyazadeler Nejad-Mesude çiftinin düğünü için İzmir'de 
toplanmışlardı. 

İki bacanak Doktor Nâzım ve Tevfik Rüşdü düğün için İstan- 
bul'dan gelmişlerdi. İzmir ve Aydın'in önde gelen aileleri bu dü- 
ğünde buluşmuşlardı. 

Nejad'ın şahidi İzmir Valisi Rahmi Bey'di... 

Dünya ise o yıllarda büyük bir savaşa şahit olmaya hazırlanı- 
yordu... 



Sekizinci bölüm 



Temmuz 1914, İstanbul 



Evliyazadelerin iki damadı Doktor Nâzım ve Dr. Tevfik Rüşdü 
(Araş) düğün sabahı İzmir limanından Gülcemal vapuruyla İstan- 
bul'a doğru yola çıktılar. 

O dönemde İstanbul Moda'da aynı evi paylaşıyorlardı. 
Doktor Nâzım, İttihat ve Terakki Cemiyeti Merkezi Umumîsi 
üyesi, Dr. Tevfik Rüşdü ise İstanbul Sağlık Teftiş Heyeti reisiydi. 

Doktor Nâzım, Talat Paşaya, Dr. Tevfik Rüşdü ise o günlerde 
Sofya'da ataşemiliter olarak bulunan Mustafa Kemal'e yakındı. 

İttihatçılar kendi aralarında birkaç parçaya bölünmüşlerdi. 
Mustafa Kemal bu hiziplerden birinin başındaydı. İttihat ve Te- 
rakki Cemiyetinde subayların ağırlığının artmasından rahatsızdı. 
1909 Selanik Kongresine Trablusgarp delegesi olarak katıldı. 
Kongreye, subayların ya siyasetle uğraşmaları ya da kışlaya dönme - 
ri önerisini sundu. Mustafa Kemal, İttihatçılar arasında Talat Pa- 
t'nın başını çektiği sivillere yakın subaylardan biriydi. İttihatçılar 
bunu, Mustafa Kemal'in, Enver Paşayı kıskanmasına bağlıyordu. 
kongre Mustafa Kemal'in önerisini kabul etti. Ama bunu hiçbir 
zaman uygulamadı. Üstelikbaşta Enver Paşa olmak üzere asker- 
cemiyet içindeki ağırlığı her geçen gün arttı; aynı zamanda 
Enver Paşaya yakın İttihatçıların Mustafa Kemal düşmanlığı da. 
Mustafa Kemal'i bu nedenle Sofya'ya "sürgün" göndermişlerdi. 
Mustafa Kemal Sofya'ya ataşemiliter olarak gitmeden önce 
Dr.Tevfik Rüşdü'yle görüşmüş, İstanbul'da ne olup bittiğini kendi- 
sine mektupla haber vermesini rica etmişti. Dr. Tevfik Rüşdü'nün 
en iyi haber kaynağı ise kuşkusuz bacanağı Doktor Nâzım'dı. 

Doktor Nâzım "Talat Paşacı'ydı, bu nedenle Mustafa Kemal'e 
soğuk değildi Subayların politikayla uğraşmasına o da karşıydı; 
özellikle İttihatçı fedailerin... 



202 



iki bacanak, Gülcemal vapurundan inip, Moda'daki evlerine 
ulaştıklarında Dr. Tevfık Rüşdü, Mustafa Kemal'in mektubuyla 
karşılaştı. Mektubu alelacele açıp okudu. 

On yedi sayfalık mektupta Mustafa Kemal, Bulgar hükümeti- 
nin son aylarda tamamen Alman buyruğu altına girdiğini, Meclisi 
Mebusan Reisi Halil (Menteşe) Bey'in Sofya ziyaretinin perde ar- 
kasında yeni bir ittifak kurma çabalarının olduğunu ve bunu 
planlayanın ise Almanya olduğundan kuşkulandığını yazıyordu. 

Mustafa Kemal, her ne olursa olsun Osmanlı Devletinin sava- 
şa girmemesi gerektiğini belirtiyor ve bu konuda Dr. Tevfık Rüş- 
dü'den konuyla ilgili kulis yapmasını istiyordu. 

Sadece Mustafa Kemal'i değil, İttihatçıların büyük bir bölü- 
münü kaygılandıran gelişmenin başlangıç tarihi 28 haziran 
1914'tü. Avusturya Veliahtı Franz-Ferdinand ve eşi düşes Saray- 
bosna'da uğradıkları suikast sonucu öldürüldü. Suikastı düzen- 
leyen kişi on dokuz yaşında Gavrilo Princip adında bir Sırp mil- 
liyetçisiydi. 

imparatorluğunun içinde büyük bir nüfusu olan ve her an baş- 
kaldırma teşebbüsünde bulunan Slavlara dersini vermek isteyen 
Avusturya-Macaristan, suikastı fırsat bildi. Ama bu iş o kadar ko- 
lay değildi. Sırbistan, Ortodoks Slav bir ülkeydi. Rusya'nın koru- 
ması altındaydı. Avusturya-Macaristan imparatorluğu ise Alman- 
ya'ya yakındı. 

İşin özünde "dünya paylaşımının yeniden yapılanması" vardı. 

Dünya iki kutuplu olmuştu: Almanya, Avusturya-Macaristan 
İmparatorluğu ve İtalya "Üçlü İttifak'ı; İngiltere, Fransa ve Rus- 
ya "İtilaf Devletlerf ni oluşturuyordu. Bu devletlerin politikaları 
her geçen gün gelişen sanayilerine sömürge bulmak üzerine ku- 
ruluydu. Ama sömürecek yeni yer kalmamıştı. Oysa, birliklerini 
geç tamamlayan Almanya ve İtalya yeni sömürgeler peşindeydi. 
İngiltere ve Fransa ise sömürgelerini korumak zorundaydı. Rus- 
ya ise öncelikle Balkanlar' da, Panslavist bir politikayla yeni sö- 
mürge arayışına girdi. Yani dünya hızla savaşa sürükleniyordu. 

Bazı imparatorlukların (Osmanlı, Almanya, Rusya ve Avustur- 
ya-Macaristan) yıkılacağı savaşa gün değil saatler vardı. 



Gizli kapılar ardında. 



Bu bilgilerden sonra tekrar Moda'daki eve dönelim... 
Dr. Tevfık Rüşdü, mektubu okuduktan sonra bacanağı Dok- 
tor Nâzıma uzattı. Doktor Nâzım anlamıştı ki, kanalı kamlar ar- 



203 



din da bilmedikleri bir oyun oynanıyor... Dahiliye Nazırı Talat 
Paşayla görüşmeye karar verdi... 

Bir gün sonra, akşam vakti, Dr. Tevfık Rüşdü'ye müjdeyi verdi. 
Talat Paşa ve İttihat ve Terakki Merkezi Umumîsi'ndeki arkadaş- 
larıyla görüştüğünü, hepsinin savaşa girmeme konusunda hemfi- 
kir olduğunu söyledi. 

Sevinçli haberi Moda'daki evlerinde konyak içerek kutladılar... 

Aynı saatlerde İstanbul'un diğer yakası Yeniköy'de Said Halim 
Paşa'nın yalısında gizli bir görüşme yapılıyordu. 

Sadrazam Said Halim Paşa, yalısına Meclisi Mebusan Reisi Ha- 
lil (Menteşe) Bey'i özel olarak çağırmıştı: "Halil Bey, Almanya'yla 
ittifak hazırlamaktayım. Ne dersiniz, devam edeyim mi?" 

Bu sorunun aslında birkaç anlamı vardı. 

Sadrazam, Harbiye Nazın Enver Paşanın "kontrolü" altınday- 
dı. Ondan habersiz böyle bir harekete kalkışamazdı. Ama biliyor- 
du ki, İttihatçıların "sivil kanadı" onaylamadan da bu girişimin bir 
anlamı olamazdı. Bu nedenle hem kişisel dostu, hem de İttihatçı- 
lar arasında çok sevilen Halil Bey'i yalısına çağırmıştı. Ayrıca 
Meclis'in havasını da merak ediyordu. 

Halil Bey, "İngilizler ve Fransızlar nezdindeki bütün teşebbüs- 
lerimiz neticesiz kaldığına göre, sırf Rusya'nın saldırısı karşısın- 
da, savunma amacıyla Almanya'yla bir ittifak akdine muvaffak 
olursanız, memlekete hizmet etmiş olursunuz" dedi. 

Sadrazam Said Halim Paşa rahatlamıştı. 

Biliyordu ki, İttihat ve Terakki Cemiyeti Merkezi Umumîsi üye- 
si Doktor Nâzım, Bahriye Nazın Cemal Paşa ve İzmir Valisi Rah- 
mi Bey, Maliye eski nazın Cavid gibi isimler İngiltere ve Fran- 
sa'ya yakındı. Bu isimler Almanya'yla ittifaka karşı çıkan İttihat- 
çıların başını çekiyordu. 

Uzun yıllar Paris'te kaldığı için, "Fransızlara yakın olduğu" id- 
diası bir gün Doktor Nâzım'ı, Almanya'nın İstanbul büyükelçisiy- 
le kavga eder noktaya getirdi. 

Taşkışla'da çıkan bir yangının söndürülmesi sırasında altı Al- 
man askerinin ölümü üzerine Doktor Nâzım, İttihat ve Terakki 
Cemiyeti adına Alman Büyükelçiliğine taziyeye gitti. Alman Bü- 
yükelçisi Baron Wangenheim'ın biraz da küstahça, "Siz, bize ge- 
len bilgilere göre Alman düşmanı, Fransız dostuymuşsunuz" şek- 
lindeki sözlerine Doktor Nâzım çok sinirlendi ve "Ben ne Alman- 
Fransız dostu ne de Alman-Fransız düşmanıyım; ben Türk'üm, 
Türk dostuyum" diye yanıt verdi. 

Almanya'yla ittifak çabaları bazı İttihatçı nazırlann istifalarına 



204 



yol açtı. Menemeniizade Mehmed Rıfat Bey, şair Namık Kemal'in 
kızı Feride'ylc evliydi. Selanik Defterdarı Mehmet Rıfat Bey, İtti- 
hat Terakki döneminde iki kez (18 şubat- 14 nisan 1909 ve 1 ma- 
yıs- 1 temmuz 1909) Maliye nazırlığı yaptı. 

Birinci Dünya Savaşına girilip girilmeyeceği tartışmalarının 
yapıldığı o günlerde Mehmed Rıfat Bey üçüncü kez (ocak 1913) 
Maliye nazırlığı görevini yürütüyordu. Savaşa girilmesine karşıy- 
dı. Mart 1914'te istifa etti. 1 

İstifa eden Menemeniizade Mehmed Rıfat Bey'in yerine Selanik- 
li Cavid ikinci kez Maliye nazırlığına getirildi. Ancak o da yedi ay 
görevde kalacak, Almanya'yla ittifaka karşı çıkıp istifa edecekti. 

Savaş İttihatçıları ikiye bölmüştü; güç İttihatçıların asker ka- 
nadmdaydı. 

1914 yazı hayli sıcak geçiyordu... 

23 temmuz: Avusturya -Macaristan İmparatorluğu Sırbistan'a 
ültimatom verdi. 

25 temmuz: Sadrazam Said Halim Paşa, Rusya'nın muhtemel 
saldırısına karşı Almanya'yla ittifak yapma yetkisine olanak sağ- 
layacak padişah ruhsatnamesini aldı. 

28 temmuz: Avusturya-Macaristan İmparatorluğu Sırbistan'a 
savaş açtı. 

29 temmuz: Rusya seferberlik karan aldı. 

1 ağustos: Almanya Rusya'ya savaş ilan etti. Aynı gün İngiltere 
ve Fransa genel seferberlik çağrısı yaptı. 

Ve 2 ağustos: Sadrazam Said Halim Paşa'nm Yeniköy'deki yalı- 
sında, Almanya'yla ittifak antlaşması imza edildi. Antlaşmaya gö- 
re, Rusya, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ile Sırbistan ara- 
sındaki savaşa müdahale ederse, Almanya ve Osmanlı Devleti sa- 
vaşa katılacaklardı. 



I. Menemeniizade Mehmed Rıfat'ın ilkesi Namık Kemal'in kızı Feride'den Numan, Na- 
hide, Beraac, Muvaffak adında dört çocuğu vardı. Numan Menemencioğlu, büyükelçilik, 
Dışişleri genel sekreterliği, CHP ve DP milletvekilliği ile 1942-1944 yılları arasında Dı- 
şişleri bakanlığı yaptı. 

Mehmed Rıfat Bey'in diğer oğlu Muvaffak Menemencioğlu ise ingiliz Catherine'le (Laya) 
evlendi. Osmanlı Mebusan Meclisi üyeliği, Anadolu Ajansı müdürlüğü, Fenerbahçe Spor 
Kulübü başkanlığı (1927-1932) görevlerinde bulundu. Muvaffak Bey'in oğlu Turgut Me- 
nemencioğlu da büyükelçilik yaptı. Kızı Suzan da "aile geleneğini" bozmayarak Büyükel- 
çi Mustafa Borovalfyla evlendi. Muvaffak Menemencioğlu'nun torunlarından Ekber Me- 
nemencioğlu da büyükelçiydi. Diğertorunu Namık Kemal ise tercüme bürosu sahibi- 
dir. Ailede büyükelçi çoktu. 

Mehmed Rıfat Bey'in torunu (Nahide'nin kızları) Berin, Büyükelçi Yalçın Kutbay'la, 
Nevin ise Büyükelçi Zeki Sirmen'le evlendi. 1 941 -1 943 yılları arasında Adalet bakanlı- 
ğı yapan Hasan Menemencioğlu NeTBMM'de ikinci-üçüncü dönem Saruhan milletve- 
kili olarak bulunan Kemal Menemencioğlu da bu ailenin akrabalarıdır. 



20 S 



İşin garip yanı, bu antlaşmadan bir gün önce Almanya'nın Rus- 
ya'ya savaş ilan etmiş olmasıydı! 

Her iki taraftan milyonlarca askerin cephelere gönderileceği 
bir dünya savaşı başlamıştı. İnsanlık tarihinin o döneme kadarki 
en büyük savaşı, yorgun Osmanlı'nın kapısına dayanmıştı... 

Koca Osmanlı İmparatorluğu savaşa giriyordu ve bundan hâlâ 
dört kişinin haberi vardı: Sadrazam Said Halim Paşa, Harbiye Na- 
zın Enver Paşa, Dahiliye Nazın Talat Paşa ve Meclisi Mebusan 
Reisi Halil (Menteşe) Bey! 

İttihat ve Terakki Cemiyetinin merkezi umumî üyeleri, Doktor 
Nâzım, Eyüb Sabri (Akgöl), Dr. Bahaeddin Şakir, Ziya Gökalp, Dr. 
Rüsuhî, Emrullah, Küçük Talat (Muşkara), 2 Rıza, Kara Kemal ve 
fırkanın genel sekreteri Midhat Şükrünün (Bleda) haberi yoktu. 

Ve aynı gün Meclisi Mebusan beş aylık tatile sokuldu... 

"Talat Paşa izin vermez!" 

Bir sabah Moda'daki evin kapısı sabahın erken saatinde hızlı 
hızlı çalındı. 

İttihat ve Terakkinin umumî kâtibi Midhat Şükrü (Bleda), 
Doktor Nâzım ve Dr. Tevfık Rüşdü'nün (Araş) oturduğu Moda'da- 
ki eve telaşla girdi: 

"Haberiniz var mı, İngiliz filosu tarafından kovalanan iki Al- 
man zırhlısı, Breslau ve Goeben Çanakkale'ye sığınmış." 

Dr. Tevfık Rüşdü, uluslararası ilişkilere meraklı olduğu için 
meselenin yasal çerçevesini çizdi: "Bitaraflık (tarafsızlık) kava- 
idine tevfikan yirmi dört saat zarfında karasulanmızı terk etmek 
zonındalar, aksi takdirde..." 

Midhat Şükrü, Dr. Tevfık Rüşdü'nün sözünü keserek, "Hayır, 
bildiğiniz gibi değil, biz bu gemileri satın almışız, Goeben'e Ya- 
vuz', Breslau'ya 'Midilli' adını vermişiz. Şimdi bu gemilerin direk- 
lerinde Türk bayrağı dalgalamyormuş, Alman zabitleri de kafala- 
nna fes geçirmişler!" dedi. 

Dr. Tevfık Rüşdü, Osmanlı'nın savaşa girmesinin an meselesi 
olduğunu anladı. Doktor Nâzım, bacanağı gibi düşünmüyordu. 
Talat Paşanın savaşa girilmesini önleyeceğini umut ediyordu. 

Hep birlikte, gelişmelerden detaylı haber almak için, Nuruosma- 
niye'deki İttihat ve Terakki Cemiyeti Merkezi Umumîsine gittiler-. 



2. ittihat ve Terakki'de iki Talat vardı, ittihat ve Terakki Cemiyeti Başkanı ve Dahiliye 
Nazırı Talat Paşa'yla karışmaması için, "Talat'lardan birine (Muşkara'ya) "KüçükTalat" 

n/*mıırbrınrtan fsJ57im RPV'P. Doktor Nâzımla 



206 



Haber duyulmuştu. Herkes endişeliydi. Almanya'nın oldubitti 
yapmasından çekmiyorlardı. Her kafadan bir ses çıkıyor, sigara 
dumanından göz gözü görmüyordu. Bir anda kapı açıldı, Talat Pa- 
şa heyecanla içeriye girdi. 

Doktor Nâzım, Talat Paşa'nın yüzüne bakınca gelişmelerin hiç 
de umduğu gibi gitmediğini anladı. 

Talat Paşa, gür sesiyle, "Arkadaşlar" diyerek konuşmaya başla- 
dı: "Bugün size memleketimiz için çok hayırlı bir antlaşmadan 
bahsedeceğim..." 

Talat Paşa, Almanya'yla antlaşma imzaladıklarını ama bunun 
hemen savaşa girileceği anlamına gelmediğini uzun uzun anlattı. 
Ama. Yine de, yapılacak işler vardı. 

Bu işlerin en gizli ve stratejik olanında Doktor Nâzım aktif ola- 
rak görev alacaktı... 

Teşkilatı Mahsusa "resmen" kuruluyor 



Teşkilatı Mahsusa, Osmanlı Devletinin -gerilla savaşı yapa- 
cak- ilk paramiliter örgütünün adıydı. İlk istihbarat kuruluşu da 
denebilir. 

Aslında Teşkilatı Mahsusa resmen olmasa da, daha önce faali- 
yetteydi. Örgütün çekirdeğini İttihatçı fedailer oluşturuyordu. 
Teşkilat, "Temmuz Devrimi" öncesi "hürriyet amacıyla" dağa çı- 
kanlarca gayri resmî olarak oluşturulmuştu. Yapılan suikastlann 
perde arkasında daha henüz "kurumsal" anlamda kurulmayan 
Teşkilatı Mahsusa vardı! 

Keza, "Garbı Trakya Muvakkat Hükümeti" kurulma sürecinde 
de o vardı. 

Birinci Dünya Savaşı başlamadan önce, Enver Paşa, Teşkilatı 
Mahsusa'mn artık resmen kurulmasını istedi. 

Çalışmalar kısa sürede bitti. Teşkilatı Mahsusa, Harbiye Neza- 
reti'ne yani Enver Paşaya bağlı olacaktı. 

Görevi, düşman topraklarına gerilla tipi akınlar yapmak, karşı 
orduları şaşırtacak sabotaj eylemlerinde bulunmak, düşman hak- 
kında bilgi toplamaktı. 

Gönüllülük esasına dayanan bu kuvvetler yarı askerî siviller- 
den oluşacaktı. Örneğin bu müfrezelerde mahkûmlar da vardı. 
Yararlılık gösterenler affedilecekti! 

Herkes sivil kıyafet giyecekti. Görevli subaylar bile "sivil" sayı- 
lacaktı. Ancak özel kimlikleri vardı ve bu kimliklerini sadece şeh- 
rin valilerine göstermekle yükümlüydüler. 



207 



Giderleri "tahsisatı mesture"den (örtülü ödenek) karşılanan ör- 
gütün beş kişilik "çelik çekirdek" yönetim kadrosu vardı: 

Doktor Nâzım, Dr. Bahaeddin Şakir, Yüzbaşı Atıf (Kamçıl), 
Binbaşı Süleyman Askerî ve Emniyeti Umumiye Müdür Muavini 
Azmî! 3 

Teşkilatı Mahsusa'mn başındaki "beşli" bu iş için "biçilmiş kaf- 
tan"dı. Beşi de, 1908'den önce İttihat ve Terakki Cemiyetine katıl- 
mış, yurtiçinde ve yurtdışında istihbarat faaliyetlerinde bulunmuş, 
yeri geldiğinde tabancalarını ateşlemekten geri durmamışlardı. 

Ateş topunu hep ellerinde tutan bu beş İttihatçının sonu ne ya- 
zık ki hazin olacaktı: biri intihar edecek, ikisi yurtdışında suikasta 
kurban gidecek, biri idam edilecek ve sadece biri Türkiye Büyük 
Millet Meclisinde yer alacak, doğal ölümle yaşamdan kopacaktı! 

Bu beş idealist, 1914'ün sonbaharında, ömrünü tüketmiş bir 
imparatorluğu tekrar diriltmek için her göreve koşmaya hazırdı... 

Teşkilatta Kuzey Afrika'dan, İran'dan, Hindistan'dan, Çarlık 
Rusyası içinden ve Çin'den birçok kişi görev aldı. 

Teşkilat, "Dahilî" ve "Haricî" olmak üzere ikiye ayrıldı. "Haricî 
Teşkilat" Çarlık Rusyası'nda, İran'da, Hindistan'da, "Dahilî Teşki- 
lat" ise yurtiçinde asayişi sağlayacak, düşman işgali altına girer- 
se, Osmanlı topraklarındaki mahallî güçleri örgütleyerek gayrini - 
zamî harp yapacaktı. 

Gün gelecek bu "Dahilî Teşkilat" yeni bir ulusun doğmasının 
temel taşı olacaktı... 

Teşkilatı Mahsusa'mn müfrezelerine, Ömer Naci, Eyüb Sabri, 
Yakub Cemil, Hüsrev Sami (Kızıldoğan), İsmail Canbulad, Sapan - 
calı Hakkı, Kuşçubaşı Eşref gibi İttihatçı fedailer komutanlık ya- 
pacaktı... 

Bir tespit yapmak gerekiyor: Teşkilatı Mahsusa'mn beş kişilik 
yönetiminde yer alan iki isim, Doktor Nâzım ve Bahaeddin Şakir, 
Paris'te "Ahmed Rızanın okulu'nda yetişmişlerdi. 

Teşkilatı Mahsusa'mn "çelik çekirdeğinde" iki doktorun bulun- 
masının kuşkusuz bir nedeni vardı: 

Teşkilat birbirinden bağımsız çeşitli hücrelerden oluşuyordu. Her 
hücrenin bir hücrebaşısı, bir doktoru, iki iç icra unsuru ve bir "vale'si 
vardı. Hücredeki doktorun görevi, hücre mensuplarının hastalanma- 
sı, vurulması, yaralanması halinde onların tedavisini sağlamaktı. Bu 



3. Falih Rıfla Atay, Zeytindağı adlı kitabında Teşkilatı Mahsusa'ya kaydolmak için ittihat 
ve Terakki Cemiyeti Merkezi Umumîsi'ne gittiğini ve Doktor Nâzımla görüştüğünü ak- 
tarıyor. Doktor Nâzım, Falih Rıikı Atay'a, "Biz bu çetelere hapislerden adam alıyoruz. 



208 



doktorlar genellikle Askerî Tıbbiye'den yetişmiş, genç, ateşli, genel- 
likle de "Türk Ocaklı" kişilerdi. Vale ise, yemek pişirmekten, çamaşır- 
larım yıkamaktan ve diğer işlerini yapmaktan sorumluydu. İcra un- 
surları fedailerdi... (Abidin Nesimi, Yılların İçinden, 1977, s. 37) 

Teşkilatı Mahsusa'mn başkanının kim olacağı bir süre Harbiye 
Nazırı Enver Paşa ve Dahiliye Nazın Talat Paşa arasında tartışma 
konusu oldu. Sonunda Binbaşı Süleyman Askerînin başkanlığın- 
da anlaştılar. Yardımcısı ise "hürriyetten önce" Manastırda Müşir 
Şemsi Paşayı vuran Yüzbaşı Atıftı. 



Rum tehcir karan 



Enver Paşa savaşmayı kafasına koymuştu. Almanların yenil- 
mezliğine inanıyordu. Bütün planını ona uygun yaptı. Teşkilatı 
Mahsusa'yı kurdurduktan sonra, İttihatçı fedailerden Kuşçubaşı 
Eşrefi izmir'den çağırdı. 

Makamına gelen Kuşçubaşı Eşrefi yanına alarak Dahiliye Na- 
zırı Talat Paşa'nm evine gitti. Enver Paşa, büyük bir savaşa girer- 
ken, başta İzmir olmak üzere Ege bölgesindeki Rum nüfusunun 
fazlalığından endişe ediyordu. 

Rum gençlerinin gizlice adalara giderek Yunan ordusunda as- 
kerlik yaptıktan sonra silah ve teçhizatlanyla geri döndükleri yo- 
lunda istihbarat almışlardı. 

Dahiliye Nazırı Talat Paşaya "Ne yapabiliriz ?" diye sordu. 

Talat Paşa, İzmir'de Rahmi Bey, Mahmud Celal, Evliyazade Refik 
Efendi ve Kolordu Komutanı Pertev Paşa gibi güvenilir isimlerin gö- 
rev yaptığını, bu tür faaliyetlere izin vermeyeceklerini söyledi. Ayn- 
ca, izmir ticaretinin Osmanlı için öneminden bahsedip, yapılacak 
uygulamaların bölge ekonomisini olumsuz etkileyeceğini belirtti. 

Talat Paşa, Enver Paşa'nm kafasındaki planı anlamıştı. 

Enver Paşa stratejik noktalarda kümelenmiş gayri Türk nüfu- 
sun (Rum ve Ermeni azınlıklann) tehcirini planlıyordu. 

Enver Paşa tabiî bunu açıkça söylemekten çekiniyordu. Talat 
Paşa'nm sözleri üzerine, Kuşçubaşı Eşrefin bölgeye gidip araştır- 
ma yapmasını istedi. 

Kuşçubaşı Eşref, kimliğini gizleyip, Bursa Gemlik'ten başlaya- 
rak, Ayvalık, Edremit, İzmir, Urla, Aydın, Akhisar, Manisa ve 
Uşak'a kadar tüm bölgeyi gezdi. Bir de rapor hazırladı. Ayvalık 
Körfezi mıntıkasında 120 000, Çanakkale mıntıkasında 90 000, İz- 
mir'de 190 000, güneybatısında ve Urla Yanmadası'nda 130 000, 



209 



Aydın ve çevresinde 80 000, Akhisar, Manisa, Alaşehir ve Uşak'ta 
150 000 Rum vardı. Bunlann arasında Yunanistan'dan kaçak ge- 
len, sahte kimlikle kalan papazlar, casuslar ve muallimler bulunu- 
yordu. Bölge ticaretini ellerinde tutuyorlardı. Örneğin, demiryol- 
lannda Türk ve Müslüman aramak boşunaydı. Bölgede bir tek 
Türk ve Müslüman bakkal yoktu. 

Yani Ege kıyılanın kontrol altına almak zordu. Cephe gerisi her 
daim tehlike arz ediyordu. İstihbarat doğruydu: Rum gençleri M- 
dilli, Sisam ve Sakız adalannda silahlı eğitim görüyorlar, dönüşle- 
rinde silah ve teçhizatlarım beraberlerinde getiriyorlardı. 

Kuşçubaşı Eşref raporunu, Harbiye Nazın Enver Paşa ve Dahi- 
liye Nazın Talat Paşaya sundu. Talat Paşa rapordan İzmir Valisi 
Rahmi Bey'i haberdar etti. Ve bu rapor İzmir Valisi Rahmi Bey ile 
Kuşçubaşı Eşrefi karşı karşıya getirdi. 

Rahmi Bey, Kuşçubaşı Eşref Bey'i yakından tanıyordu. Söyle- 
diklerinin ellerinde bulunan resmî rakamlara uymadığını söyledi. 
Bu sözler Kuşçubaşı Eşrefi sinirlendirdi. Ortalık gerildi. Kâtibi 
Umumî Mahmud Celal (Bayar) ise tarafları yatıştırmaya çabaladı. 

Kuşçubaşı Eşrefin sözleri ortamı sakinleştirecek gibi değildi: 
"Askerlik yaşı gelmiş Rum gençleri Anadolu'nun iç bölgelerine 
göndermemiz gerekiyor!" 

Kuşçubaşı Eşref, tehcir konusunda geri adım atacağa benzemi- 
yordu. "Aman Rahmi Bey, ayağınızın altından toprak çekiliyor, 
siz hâlâ müsamahakâr fikirlerin peşinden koşuyorsunuz" dedi. 

Rahmi Bey böylesine büyük sayıda bir tehcir karannın, Yuna- 
nistan'la ve buna bağlı olarak İngiltere'yle savaşı göze almak an- 
lamına geldiğini söyledi. Aynca diğer Avrupa devletleri ile Ameri- 
ka Birleşik Devletlerinin gözleri önünde böyle bir tehcir uygula- 
masının Osmanlı Devletine büyük yük getireceğini anlattı. 

Rahmi Bey'in, "Rumlan konıyor" tavn Kuşçubaşı Eşrefi şa- 
şırttı; biliyordu ki, Rahmi Bey Rumları sevmezliğiyle tanınırdı. 

Uzlaşma sağlanamadan toplantı bitti. 

Rahmi Bey, Rum gençlerinin tehcir meselesini açtığında Evli- 
yazade Refik Efendi de şoke oldu. Duyduklanna inanamadı; bu, 
İzmir'in boşaltılması anlamına geliyordu. 

Enver Paşa nezdinde girişimlerde bulunmaya karar verdiler. 
Midhat Şükrü (Bleda) ve Doktor Nâzım gibi isimler de Rumlann 
tehcirine soğuk bakıyorlardı. 

Sonuçta "tehcir meselesi" Enver Paşa, Talat Paşa, Midhat Şük- 
rü ve İsmail Canbulad'ın bulunduğu bir toplantıda konuşuldu. Sa- 
yı abartılı bulundu. 



220 



Zaten kısa bir süre sonra Enver Paşa'nın gündeminde başka 
konular olacaktı. 

Çünkü... 

Alman ordusu Marne Nehrinde Fransızlara yenildi. Avusturya- 
Macaristan imparatorluğu ordusu, Sırbistan ve Rusya karşısında 
başarısızlığa uğradı. 

Almanlar Osmanlı'ya baskı yapmaya başladı. Kendilerinin ye- 
nilmeleri halinde Osmanlı Devletinin parçalanarak işgal edilece- 
ğini söylediler. 

Osmanlı için planlan vardı: Osmanlı donanması, Rus donan- 
masına ani bir baskın yapıp kesin üstünlük sağlayabilir, ardından 
Kafkasya ve Odesa çıkarmasıyla kaybettiği toprakları tek tek ge- 
ri alabilirdi! Almanlar, Osmanlı'nın Kanal Seferiyle de İngiltere'yi 
"meşgul etmesini" istiyordu. 

Kâğıt üzerindeki Alman planı başta Enver Paşa olmak üzere it- 
tihatçıların iştahını kabartmıştı! 

Enver Paşa Osmanlı donanmasının Karadeniz'e açılmasını em- 
retti. Ardından, 29 ekim 1914'te Sivastopol'ün bombalanması em- 
rini verdi. 

Osmanlı artık resmen savaşa girmişti... 

Osmanlı'nın 124. şeyhülislamı Mustafa Hayri Efendi cihat fetva- 
sı verdi. 4 Kırmızı üzerine yeşil bayraklı ve tuğralı bildiriler baş- 
kent İstanbul'un ve Anadolu'nun her köşesine yapıştırıldı. 

Seferberlik ilan edilmişti! 

Osmanlı ordusu dokuz cephede çarpışacaktı. 
Altısı ülke içindeydi: Kafkasya, Çanakkale, İrak, Sina, Filistin, 
Yemen. Diğer üçü ise ülke dışındaydı: Romanya, Galiçya ve Ma- 
kedonya. 

Daha iki yıl önce küçük Balkan orduları karşısında hezimete 
uğrayan Osmanlı, şimdi dokuz cephede savaş verecekti. 

Teşkilatı Mahsusa da, Türk ve Müslümanları ayaklandırmak için 

İran, Afganistan, Azerbaycan ve Hindistan'a doğru yola çıkmıştı. 

İki yıl içinde bunları organize hale getirmek kuşkusuz az bir 
başarı değildi. 

Ve üstelik dört yıl sürecek bu dünya savaşının ilk üç yılında Os- 
manlı ordusu hayli büyük basanlara imza atacaktı... 

Mehmetçik savaşın ilk yıllannda Sankamış dağlarında dondu. 



4. Selanik'te müddeiumumîlik (savcılık) yaparken ittihat ve Terakki Cemiyeti'ne katılan 
ve aynı zamanda üst düzey bir mason olan Şeyhülislam Mustafa Hayri Efendi, eski baş- 
bakanlarımızdan Suat Hayri Ürgüplü'nün babasıdır. Mustafa Hayri Efendi'den sonra, 
1916'da ikinci kez şeyhülislamlığa getirilen Musa Kâzım Efendi de hem Nakşibendî şey- 
hi, hem Bektaşî dedesi, hem de masondu' MUM Ks-*,™ cc. 



211 



Ama Çanakkale'de destan yazdı; Gelibolu'yu, Anafartalar'ı düş- 
mana dar etti. 

İrak Kut ül-Amare'de, o kendini beğenmiş İngiliz Generali Sir 
Charles Tovvnshend'i 15 000 askeriyle teslim aldı. İngilizlerin tari- 
hinde yoktu, bu kadar esir vermek! 

Ama bu basanlar kolay kazanılmıyordu. Osmanlı iyi yetişmiş 
kadrolarını şehit veriyordu... 

Osmanlı'nın "Che Guevara'sı" 

Şehit düşenlerden biri de İttihatçılann önde gelen "yaramaz ço- 
cuğu" Ömer Naci'ydi. Yaşamöyküsünün de diğer ittihatçılardan 
pek farkı yoktu. 

1878'de doğdu. Nerede doğduğu, anne ve babasının kim oldu- 
ğu bilinmiyor. Bilinen, anne ve babasının Rus Harbi'nden kaçar- 
ken öldükleridir. 

ittihatçı fedailerin çoğu gibi o da Çerkez'di. 3 

Ömer Naci'yi Beylerbeyin' Defterdar Cemal Efendi ile eşi Hayri- 
ye Hanım büyüttü. Küçük yaşta Arapça, Farsça ve Fransızca öğ- 
rendi. Bursa'da askerî okula, İşıklar İdadisine gitti. Vatan sevgisi 
üzerine konuşmalar yapmak ve Namık Kemal'in şiirlerini gizli giz- 
li okumak suçuyla Manastır Askerî İdadisine sürgüne gönderildi. 
Edebiyata yatkındı ve Serveti Fünun'da şiirleri yayımlanırdı. 

Aynı dönemde, annesi Zübeyde Hanım'ın Ragıb Efendi adında 
küçük bir muhafaza memuruyla evlenmesine kızan Mustafa Ke- 
mal, Selanik Askerî Rüştiyesinden, Manastır Askerî İdadisine 
gelmişti. Ömer Naci ve Mustafa Kemal iki yakın arkadaş oldu. 
Mustafa Kemal'e şiiri ilk sevdiren isim Ömer Naci oldu. Namık 
Kemal'i, Tevfık Fikret'i Mustafa Kemal'e ilk öğreten oydu. Tabiî 
ilk isyan duygulannı veren de oydu. Ölene kadar bu dostluk hiç 
bozulmadı. 

1902'de Harbiye'den teğmen rütbesiyle mezun oldu. İlk görev 
yeri Üsküp yakmlanndaki Preşova'ydı. İki yıl sonra komutanı 
Binbaşı Mehmed Ali Bey'in on yedi yaşındaki kızı Emine'yle ev- 
lendi. Bir yıl sonra oğlu Hikmet (Naci Hatipoğlu) ve daha sonra 
kızı Müzeyyen (Nişbay) dünyaya geldi. 

1905 haziranında jandarma teşkilatını düzenlemeye memur 
edilen İtalyan generali Giorgi Paşa'nın yaveri olarak Selanik'e 
gitti. 



5. ittihatçıların yönetici kadrolarının çoğu (Doktor Nâzım, Rahmi, Midhat Şükrü, Ca- 



212 



1906'da Selanik'te kurulan Osmanlı Hürriyet Cemiyeti'nin ilk 
on kurucusundan biriydi. 

Ömer Naci "Temmuz Devrimi'nden hemen önce meşrutiyet 
mücadelesi veren İranlı devrimcilere yardım için bu ülkeye gitti! 

Azerbaycan aydınlarından Mirza Said'le birlikte dağa çıktı. An- 
cak birkaç ay sonra İran şahı güçlerince yakalanıp Tahran'da ce- 
zaevine kondu. İdam edilecekken imdadına 24 temmuz 1908'de 
"Temmuz Devrimi" yetişti. Affedildi. İstanbul'a dönerken, Van, 
Muş, Trabzon, Erzurum gibi şehirlerde kendisini karşılamaya ge- 
len binlerce insana "devrim" söylevleri vererek İstanbul'a geldi. 

Ama İranlı devrimcilere yardım etmek için tekrar bu ülkeye 
gitti. Gerici 31 Mart Ayaklanması üzerine İstanbul'a geri döndü. 

1910 ve 1911 kongrelerinde İttihat ve Terakki Cemiyeti Merke- 
zi Umumîsi içinde yer aldı. İkinci mecliste Kırkkilise (Kırklareli) 
mebusu olarak görev yaptı. 

Trablusgarp'ın İtalyanlar tarafından işgali üzerine cepheye ilk 
koşan isimler arasındaydı. Balkan Savaşı'nm her cephesine yetiş- 
meye çalıştı. 1913'teki Babıâli Baskınında, yazar arkadaşı Ömer 
Seyfeddin'le birlikte attığı nutukla İstanbul halkını İttihatçıların 
yanına çeken de oydu. 

Teşkilatı Mahsusa'nın fedaisi olarak Birinci Dünya Savaşına 
katıldı. Görev yeri Rusların işgal ettiği İran Azerbaycanı'ydı. 

Ömer Naci komutasındaki gönüllüler Rus cephesinden gedik- 
ler açtı, 4 ocak 1915'te Urmiye'yi aldılar. Ömer Naci'nin müfreze- 
si ilerlemekteydi, ama onun üzerinde bir halsizlik vardı ve gün 
geçtikçe yorgunluğu arttı. Yatağa düştü. Alman doktor tifüs teşhi- 
sini koydu ama iş işten geçmişti. 

Ömer Naci şehit düştü... 

Başlı başına bir ordu, hitabet ustası, idealist devrimci ve şair 
Ömer Naci'yi, Kerkük Türk Şehitliğine defnettiler. 

Mezan hâlâ oradadır... 

Kaybetmeyi onurlarına yediremeyen bir kuşaktı onlar: asi deli- 
kanlılar kuşağı! 

Bir diğer isim, Teşkilatı Mahsusa'nın başkanı Süleyman Askerî. 

ingilizlere yenilgiyi hazmedemediği için kafasına tabancayı 
sıktığında sadece yirmi sekiz yaşındaydı. 

Kısa yaşamına ne çok tarihsel olay sığdırmıştı. 

O da inanmış bir İttihatçıydı. Trablusgarp Savaşından Edir- 
ne'nin almışına kadar her cephede görev yaptı. Garbi Trakya Mu- 
vakkat Hükümetinin Genelkurmay başkanıydı! 

Basra yakınlarında savunduğu Şuaybe cephesini kaybetmeyi 



213 



onuruna yedirememiş, silahıyla intihan yeğlemişti. 

İttihatçıların bireysel tarihi, kahramanların serüvenlerine ben- 
ziyor. Ateş çemberinden yara almadan geçen kahramanlara inan- 
dılar belki de! Umut ettiler ki, tükenmiş, ömrünü tamamlamış bir 
imparatorluğu yürekleriyle yeniden hayata döndürecekler! Bile- 
mediler ki, namlularının ucunda hayat iksiri yoktu! 

Sahi, "cihadı ekber", "cihadı mukaddes" masallarına inanmış 
mıydılar? YaTuran'a, "Kızılelma" düşüne?.. 

Evet, inanıyorlardı; tarihin gidişatını değiştireceklerine inanı- 
yorlardı... 

Osmanlı'yı o görkemli günlerine döndürecekleri inancı için- 
deydiler... 

Ama Almanlar daha gerçekçiydi. 

Osmanlı Devletinden, Avrupa'daki yüklerini hafifletmek için 
Alman von Kress komutasında ağustos 1916 başında ikinci bir 
Kanal seferi yapılmasını istediler. Savaşın mümkün olduğu kadar 
doğuya çekilmesi bir Alman stratejisiydi. 

Osmanlı cephelere asker yetiştiremiyordu. 

Yeni bir asker çağnsı yaptılar. 

Askere alınanların arasında artık öğrenciler de vardı. 

Silah altına alınacakların evlerinde telaş hüzün iç içeydi. 

Bu evlerden biri de Ali Adnan'ın (Menderes) eviydi. 

Babaanne Fitnat Hanım veremden kurtardığı torununu dünya 
savaşına göndermeye hazırlanıyordu... 



Dokuzuncu bölüm 



Ekim 1916, İzmir 



Harbiye Nezaretinin askere çağırdığı 1315 (1899) doğumlular 
arasında, Kızılçullu Amerikan Koleji son smıf öğrencisi Ali Adnan 
da (Menderes) vardı. 

On yedi yaşındaydı. Bulunduğu öğrenim düzeyi nedeniyle as- 
kerliğini yedek subay olarak yapacaktı. 

Babaannesi Fitnat Hanım'ın elini öptü ve İstanbul'a doğru yo- 
la çıktı. İkisi de ağlıyordu, birbirlerinden saklayarak. 

İstanbul Erenköy'deki İhtiyat Zabiti Talimgahına katıldı. 

Sicil numarası 20 737'ydi. 

Anadolu'nun çeşitli yerlerinden gelmiş yedek subay adaylarıy- 
la birlikte hızlandırılmış bir askerî eğitimden geçecekti. 

Sporcu olduğu için talimlerde zorlanmıyordu. Tek sorun ye- 
meklerdeydi. Bir türlü alışamamıştı asker tayınına. 

Haftalık tatili olan cuma günlerinde İstanbul'a inip geceyi, baş- 
kentin en pahalı otellerinden Meserret Otelinde geçiriyordu. 

İzmir'den okul arkadaşı Edhem de (Menderes) Erenköy'deki 
talimgahtaydı. Ama o bir dönem öndeydi. İttihat ve Terakki Mek- 
tebi'nden sonra yollan ayrılmıştı. Ali Adnan Amerikan kolejine, 
Edhem Ererler Okuluna gitmişti. ' 

Ali Adnan'ın bundan sonraki yaşamında yanından hiç ayrılma- 
yacak Edhem'i daha yakından tanıyalım... 

Edhem'in babası Kadri Efendi, Aydın'm Koçarlı kazasının So- 
buca köyündendi. Medrese eğitimi görmüş ama "sarıklı hayata" 
fazla bağlı değildi. İzmir'e gidip, Aşar ve Reji idarelerinde memur- 
luklarda bulunmuştu. İzmirli Hacı İbrahim'in kızıyla evlenmişti. 
İşte Edhem bu çiftin oğluydu. 



I. Fransız Katolik Saint Jean-Baptiste de La Salle tarafından kurulan bu okul, Saint Jo- 
seph Koleü'nin temelidir. 



215 



Ali Adnan ve Edhem, İttihat ve Terakki Mektebi'nde arkadaş 
olmuşlardı. Bu arkadaşlık İstanbul'daki askerlik günlerinde daha 
yakın bir ilişkiye dönüşüvermişti. Birlikte dolaşıyor, dertleşiyor, 
şehre indiklerinde aldıkları yiyecekleri paylaşıyorlardı. 

Her askerlik arkadaşının yaptığını yapıp, bir gün birlikte üni- 
formaları sırtlarında fotoğraf çektirdiler; bu fotoğrafta, Edhem 
oturmakta, Ali Adnan ise ayaktaydı... 



Babaannesini çağırır 

Ali Adnan bu arada babaannesi Fitnat Hanıma mektup yaza- 
rak İstanbul'a çağırdı. Özlemişti. Aynca yemek ve kirli çamaşır 
sorununu halledeceğini düşündü. 

Fitnat Hanım hemen Gülcemal vapuruna binip İstanbul'a gel- 
di. Şahinpaşa Oteline yerleşti. 

Gülcemal, lüks bir vapur, Şahinpaşa Oteli ise İstanbul'un en 
pahalı yerlerindendi. Bu da gösteriyor ki, savaş yıllarına rağmen 
ailenin para yönünden hiçbir sıkıntısı yoktu. 

Fitnat Hanım torunu Ali Adnan'ı sadece bir gün, cuma günü 
görmek için, otelden bir hafta boyu çıkmadan onu bekliyordu. 
Çamaşırlarını yıkayıp, sevdiği yemekleri otel şartlarında yapma- 
ya çalışıyordu. 

Bir cuma günü Ali Adnan'ın babası İbrahim Edhem'in mezarı- 
nı ziyaret etmek istediler. Babasının mezarı Merkezefendi Mezar- 
lığı'ndaydı. 

Gittiler. Aradılar. Bulamadılar. Sonunda mezarlık görevlisi bek- 
çiye sordular. O da tereddütsüz, "İşte önünüzde" deyiverdi. Tesa- 
düf, bekçiye, tam babasının kabrinin başında sormuşlardı. 

Emin olamadılar, babaanne ile torun hemen mezarlık üzerin- 
deki otlan elleriyle temizlediler. Yazılan okunacak hale getirdiler, 
evet, bekçi doğru söylüyordu. 

Fitnat Hanım oğlunun mezanna kapandı ve hıçkırarak ağlama- 
ya başladı. 

Ali Adnan, bu tür duygusal anlarda yaptığı hareketi babasının 
mezan başında da tekrarladı: cebinden çıkardığı beyaz mendilini 
ağzına soktu ve o da hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı... 

Babaanne ile torun Şahinpaşa Oteline döndüler. Yemek yedik- 
ten sonra vedalaşıp, gelecek hafta buluşmak üzere aynldılar. 

Bir daha hiç buluşamayacaklannı ikisi de bilmiyordu. 

İki gün sonra Fitnat Hanım otel odasında torununu beklerken 
vefat etti. 



216 



Ne tuhaf tesadüf, Ali Adnan'ın babası İstanbul'da rahatsızla- 
nınca annesi Fitnat Hanım'ı çağırmış, ama o gelmeden son nefe- 
sini vermişti. 

Aradan yıllar geçmiş, bu kez torunu için İstanbul'a gelen Fitnat 
Hanım bir otel odasında ölmüştü. 

Fitnat Hanım, oğlu İbrahim Edhem'in kabrinin bulunduğu Mer- 
kezefendi Mezarlığına defnedildi... 

İzmirli anne oğul İstanbul'daki Merkezefendi Mezarlığında bu- 
luşmuşlardı. 

Kader mi, tesadüf mü ? 

Ya da bir sır mı var? 

Bunu öğrenmenin yolu, mezarlığa adını veren Merkez Efen- 
di'den geçiyor... 



Merkezefendi Mezarlığı 



Merkez Efendi, Denizli Buldan'in Sanmahmutlu köyünde 1460 
yılında doğdu. Asıl adı Musa bin Muslihiddin bin Kılıç'tı. "Kera- 
met" sahibi bir kişi olarak tanınmaya başladı. On beş yaşında 
Bursa'ya giderek medresede eğitim gördü. 

Sonra o medreseye hoca oldu. 

Medresede kız ve erkek öğrencileri birlikte okuttuğu için Padi- 
şah Fatih Sultan Mehmed'e şikâyet edildi. İstanbul'a çağrıldı. Riva- 
yet edilir ki, Fatih Sultan Mehmed'in huzuruna alındı. Padişah'm 
"Ateş ve barut nasıl yan yana durur?.." demesi üzerine, Merkez 
Efendi başındaki sangının içinden çıkardığı ateş ve barutu göste- 
rerek, "İşte böyle haşmetmeabım..." dedi. Bu cevap Fatih Sultan 
Mehmed'in çok hoşuna gitti ve onun İstanbul'da kalmasını istedi. 

Merkez Efendi İstanbul'da Halvetiye tarikatının şeyhlerinden 
Sünbül Sinan Efendiye bağlandı. 

Merkez Efendiyi daha yakından tanımak için şimdi de Halve- 
tiye tarikatına bir göz atalım... 

Mevlevîlik, Bektaşîlik gibi Osmanlı İmp ara torluğu 'nun en 
önemli tarikatlarından biri de Halvetiye 'ydi. 

Kurucusu Şeyh Ebu Abdullah Siraceddin Ömer bin Ekmeiüd- 
din el-Gilanî, kırk gün yalnız olarak tapımı (erbain) kırk kez üst. 
üste tekrarlamakla ünlendiği için kendisine Halveti denmişti. 
Dünyadan el etek çekmek ve gizli zikir bu tarikatın başlıca özel- 
liğiydi. Toplu zikirler deveran, yani ayakta bir halka oluşturarak 
dönmek şeklinde oluyordu. 

Horasan'da doğan Halveti tarikatının dört kolu vardı: Ruşeni- 



227 



ye, Cemaliye, Ahmediye, Şemsiye. 

Bunlar da kendi aralannda Sünbüliye, Cerrahiye gibi farklı kol- 
lara ayrılırdı. 

Halvetiye'nin diğerlerinden bir farkı Mevlevîlik, Bektaşîlikle 
birlikte Rumeli'de en çok tekkesi olan tarikat olmasıydı. 

Bu kısa bilgilerden sonra biz dönelim tekrar Merkez Efen- 
diye... 

Merkez Efendi, Halvetiye tarikatının önde gelen isimlerinden 
Buharah Ömer'in oğlu Mirza Babaya damat oldu. 

Tasavvuf eğitimini tamamladıktan sonra Aksaray Kovacı (ya 
da Sevindik) Dede dergâhına "şeyh" olarak atandı. Bir süre bura- 
da kaldıktan sonra bu kez Manisa'ya gitti. Kanunî Sultan Süley- 
man'ın annesi, Yavuz Sultan Selim'in eşi Ayşe Hafsa Sultan'm 
yaptırdığı Sultaniye Külliyesine yerleşti. 

Ulema arasında saygın bir yer edinen Merkez Efendi, aynı za- 
manda tıbbî bilgisi olan, döneme göre "hekim" sayılan bir kişiydi. 
Külliyenin bimarhanesinde hekimlik yapmaya da başladı. 

Beş yüz yıllık bir geçmişin ürünü olan ve toplam kırk bir fark- 
lı baharat kullanılarak yapılan mesir macununu ilk yapan kişiydi. 
Bu macun sayesinde geçirdiği ağır hastalıktan kurtulan Ayşe Haf- 
sa Sultan, macunun halka dağıtılmasını da istedi. 2 

Merkez Efendi, şeyhi Sünbül Sinan'ın ölümünden sonra İstan- 
bul'a gelerek bu kolun başına geçti. 

1551 yılında doksan bir yaşındayken öldü. 
Türbesi İstanbul Zeytinburnu'nda Merkezefendi Camii'nin hazi- 
resindedir. 

Alman tarihçi Hans-Peter Laqueur, Hiive'l Baki: İstanbul'da 
Osmanlı Mezarlıkları ve Mezar Taşlan adlı çalışmasında, Mer- 
kezefendi Mezarlığı ve komşusu Yenikapı Mevlevîhanesi Mezarlı- 
ğı'na belli bir tekkenin mensubu olan kişilerin gömüldüklerini 
yazmaktadır. (1997, s. 22) 

Minik bir alıntı da John Freely'nin Kayıp Mesih adlı kitabın- 
dan yapalım: 

XX yüzyıl başlarında Selanik'te değişik tarikatlara ait yaklaşık 
otuz iki tekke vardı ve bunların çoğu Bektaşî ve Mevlevi tekkeleriy- 
di. Aralannda en büyük ve varlıklı olanı Mevlevüerin baştekkesi olan 
Mevlevihane'ydi Mevlevihane, Yenikapı'nm hemen dışında iki dön- 
me mezarlığının bulunduğu yerdeydi. (2002, s. 270) 



2. Mesir Bayramı geleneği 1926ya kadar devam etti. Alınan kararla kaldırılan bayram. 



Sabetayistlerin bazı tekke, dergâh ve tarikatlara girdiği artık 
biliniyor. 

Bunların en başlıcası Mevlevi dergâhları. 

Selanik'teki Yenikapı Mevlevîhanesi ile İstanbul Yenikapı'daki 
Mevlevihane arasında bir ilişki var mıdır? Olmaması ihtimal dışıdır. 

Peki Selanik'teki Mevlevihane'nin yanındaki Sabetaycıların 
mezarlıkları ile İstanbul'daki Merkezefendi Mezarlığı arasında bir 
paralellik var mıdır? 

Bilmiyoruz. 

Bildiğimiz İzmirli Kâtipzade ailesinin Halvetiye dergâhına bağ- 
lı olduğudur! 

Yukarıda gördüğümüz gibi Halvetiye dergâhı, Rumeli'de oldu- 
ğu gibi, İzmir, Aydm, Manisa, Denizli vb. şehirlerde de hayli sayı- 
da tekkeye sahipti. 

Bu nedenle Kâtipzadelerin bu dergâha bağlı olmaları doğaldı. 

Bu bilgilerimiz ve sorularımız ekseninde şimdi bir alıntı yap- 
mamız gerekiyor: 

İlgaz Zorlu Türkiye Sahetaycılığı; Evet, Ben Selanikliyim kita- 
bında Halvetîler ile "Sabetaycılar" arasındaki ilişkiye değiniyor: 

Sabetaycılann din değiştirmeleri sonrasında İstanbul'da yaptıkları 
ilk eylem, zamanın Halveti dergâhı pirlerinden olan ve bugün Üskü- 
dar'da yatan Aziz Mahmud Hüdaî'nin tekkesinin yapılışında maddî 
destek sağlamalandır. Bunun ana nedeni uzun bir süre Sabetaycılann 
bu dergâha devam etmeleriydi. (1999, s. 41) 

Sabetayist bir ailenin evladı olduğunu Türkiye'de açıklayan na- 
dir isimlerden olan yazar İlgaz Zorlu, Sabetayist-Halvetiye tarika- 
tı ilişkisinin diğer olgularını da sıralıyor: 

Sabetay Sevi'nin yaşadığı yıllarda İslam mutasavvıflarından Halve- 
tiye tarikatının en tanınmış ismi Niyazii Mısrî'yle ilişki kurduğu çeşit- 
li kaynaklarda iddia edilmektedir. Paul Fenton yayımladığı bir maka- 
lesinde bu konuya değinmektedir. Fenton, 1666 yılında her iki misti- 
ğin karşı karşıya geldiklerini belirtmektedir. Bu tekke Sultanahmet 
civanndaki Mehmed Paşa tekkesidir. Ve ikisi birlikte burada halvete 
çekilmişlerdir. Yine İsrael Hazan da Sabetay'm Allah'ın ismini zikre- 
den bir tarikata katıldığım yazmaktadır. 



Şimdi karşımıza bir isim daha çıktı: Halvetiye dergâhı şeyhi Ni- 
yazii Mısrî! 



Belki onun kimliğinde Ali Adnan'ın iki yakınının neden Merke- 
zefendi Mezarlığına defnedildiğini öğrenmiş oluruz. 

Önce Niyazii Mısrî kim, ona bakalım: 

1617 yılında Malatya'da İşpozi'de (günümüzdeki adıyla Soğan- 
lı) doğdu. Babası Nakşibendî tarikatının mensubu olsa da, o Hal- 
vetî tarikatı şeyhi Malatyalı Hüseyin Efendiye bağlandı. 

Niyazii Mısrî Arapça'sını geliştirmek ve sufîlerle görüşmek 
üzere Bağdat'tan başlayarak Arap Yarımadasını dolaştı. Mısır'a 
gitti. Dört yıllık bir eğitimin ardından Anadolu'ya döndü. Önce İs- 
tanbul'a geldi. Oradan sonra, "çok ilgi gördüğü" Bursa, Uşak ve 
Kütahya'da bulundu. Vaazları nedeniyle (Mehdî olduğunu iddia 
ediyordu) Edirne ve Limni'ye sürgüne gönderildi. 1694'te Lim- 
ni'de vefat etti. 

Sabetay Sevi hakkında geniş bir araştırma yapan John Freely, 
Sabetay Sevi-Niyazii Mısrî arasındaki ilişki hakkında bakın ne 
diyor: 



Sabetay, kapıcıbaşı olarak kaldığı Edirne Sarayında oldukça özgür 
bir yaşam sürüyordu. Hem Yahudilerle hem Müslümanlarla dilediğin- 
ce görüşüyor, sık sık başkent İstanbul'a giderek sadık destekçisi Ab- 
raham Yakhini'nin önderlik ettiği müritlerle buluşuyordu. Aynca 
Edirne'deki ve İstanbul'daki tekkelere giderek Bektaşîlerin ve diğer 
tarikatların ayinlerine katılıyordu. 

Sabetaycı kaynaklara göre Sabetay'ın yakınlık kurduğu dervişler- 
den biri, tanınmış bir şair ve sufi olan Niyazii Mısrî Dedeydi. Niyazi 
1617 ya da 1618 yılında Malatya'da doğmuştu. Bir Nakşibendi dervişi- 
nin oğluydu. Önce Halvetîlere katılmışsa da bir şair ve bir sufî olarak 
kendisine büyük saygı gösteren Bektaşüer arasında yaşamıştı. 1670 
yılında Sadrazam Fazıl Ahmed Paşa, Niyazi'nin Kabalacı kehanetler- 
de bulunduğunu duyunca onu Edirne'ye getirtti. Sabetay'la da bu sı- 
ralar tanışmış olmaklar. Daha sonra Niyazi İstanbul'daki bir Bektaşî 
tekkesinin basma geçince, Sabetay'ın onu sık sık ziyaret ettiği ve bu- 
radaki ayinlere katıldığı biliniyor. 

Her ikisi de din konusunda aykın fikirlere sahip olan Sabetay ve 
Niyazi'nin birbirlerinden bir hayli etkilendiklerini tahmin etmek güç 
değil; bu dostluk onlan Yahudiler ve Müslümanlar arasında süregelen 
geleneksel inançlardan biraz daha uzaklaştırmış olmalı. Niyazi'nin 
derviş olmasının yam sıra (dervişler arasında aykın fikirleriyle sivril- 
miş, Cemal Kafadarın tanımıyla "karizmatik ve gaddarlığıyla tamnan 
bir sufî'ydi) gizlice Hıristiyanlığa geçtiği de söyleniyordu. 

Sabetay özellikle Bektaşî tarikatım kendine yakın bulmuş olmalı, 



220 



çünkü bu tarikatın Müslümanlarca bir hayli yadırganan âdetleri, Sa- 
betay cıların ibadet şekillerine benziyordu. (...) 

Sabetay Sevinin geçmişiyle ilgili karanlıkta kalan konulardan biri 
de bu tarikatla ilişkisinin boyutları ve Niyazii Mısrî Dedenin Sabetay- 
cı harekete katılıp katılmadığı sorusudur. Niyazii Mısrî'ye göre tüm 
dinler temelde aynıydı, zaten gizlice Hıristiyan olmakla suçlanan bu 
kişinin Müslüman olmuş Yahudi bir Mesih'in tarikatına girmiş olması 
muhtemeldir. {Kayıp Mesih, 2002, s. 216-217-275) 

İlgaz Zorlu, Sabetay Sevinin gönüldaşı-fıkirdaşı olan Niyazii 
Mısrî'ye duydukları ilgiyle "Sabetayistlerin" bu dergâha akın et- 
tiklerini yazmaktadır. "Sabetayist" Ali Örfî Efendi, Selanik Yalılar 
semtindeki evini tekke haline getirmişti. (Türkiye Sabetay cılığı; 
Evet, Ben Selanikliyim, 1999, s. 45) 3 

Uzatmaya gerek yok; John Freely, Sabetay Sevinin Arnavut- 
luk Berat'ta bulunan mezarıyla ilgili olarak, "Sabetay'ın bir er- 
miş baba ya da dede olduğuna inanan Halvetîlerin, Sabetay'ın 
mezarına büyük özen gösterdiklerini" yazıyor. {Kayıp Mesih, 
2002, s. 292) 

Bir alıntı daha yapalım: 

Selanik'te üç kolun da (Kapanî, Yakubî, Karakaşî) mezarlıkları ayrı 
ayrı; ortak yanlan şu, bu mezarların çevresinde Mevlevi ve Bektaşî tek- 
keleri var, sayıları çok ve iç içe haldeler. Sabetayistleri, Mevlevi ve Bek- 
taşî'den ayırmak imkânsız. (Yalçın Küçük, Tekelistan, 2002, s. 47) 

Biliyoruz ki, İstanbul'daki Karakaşîler Bülbülderesi Mezarlı- 
ğına gömülmektedir. Sabetayist İlgaz Zorlu 'ya göre Yakubîler de 
Feriköy'de kendileri için ayn olarak satın alınan bir bölüme def- 
nedilmektedir. (Türkiye Sabetaycılığı; Evet, Ben Selanikliyim, 
1999, s. 93) 

İzmirli Kâtipzade Fıtnat Hanım ve oğlu İbrahim Edhem'in me- 
zarları, Merkezefendi Mezarlığı'ndaydı. 

Kapana olduğunu bildiğimiz İstanbullu Kâtipzadeler nereye 
defnedilınişlerdi ? 



3. Ali Örfi Efendi, ticaret amacıyla gittiği Mısır'da uzun süre kaldıktan sonra Selanik'e 
yerleşti. Melamî şeyhi Muhammed NurularabTye bağlıydı. Niyazii M/sn D/ran/na şerh 
yazdı. Şeyh Bedreddin'in Var/c/ar'ını Arapça'dan Türkçe'ye çevirdi. Ali ÖrfTnin torunu 
Türk sinemasının ünlü senarist-yönetmenlerinden Vedat Örfî'ydi. Ünlü edebiyatçı Me- 



221 



Verilen yanıt: "Çoğunluğu Zincirlikuyu'da." 
Peki ya dün nereye defnediliyorlardı ? 
Bir "özel mezarlığa" ama hangisine?.. 

Bu kadar bilgiden sonra sorumuzu bir kez daha yineleyebüiz: 
Ali Adnan'ın babası ve babaannesinin İstanbul Merkezefendi Me- 
zarlığı'na defnedilmesinin ardında bir giz var mı ? 

Bazı "Sabetayistlerin" Halvetiye tarikatına girdiğini artık öğ- 
renmiş bulunuyoruz. 

Görünen o ki, İbrahim Edhem ve Fitnat Hanım da Halvetiye ta- 
rikatına mensuplar. 

Peki bu bilgiler ışığında, İzmirli Kâtipzadelerin "Sabetayist" ol- 
duğunu söyleyebilir miyiz ? 

Hayır! Ama bu bilgiler de kuşku duymamıza neden olur, o ka- 
dar!.. 

Başka olgulara ihiyacımız vardır... 

Mahkeme kararıyla Yahudi olduğunu ispat eden Sabetayist İlgaz 
Zorlu'dan bir alıntı yaparak bu konuya şimdilik bir nokta koyalım: 

Sabetaycı aileler genellikle iki isim kullanmaktadırlar... Çengel- 
köy'deki Bedeviye (Halvetiye'nin Ahmediye koluna bağlı [S.Y]) der- 
gâhım yaptıran Rabia Adviye Hamm'ın ismi de yine bu şekilde dinî 
anlamı olan bir isimdir; kaldı ki babasımn ismi olan -kendisi dergâ- 
hın şeyhlerindendir- İbrahim Edhem de yine Sabetaycı ailelerde sık- 
ça rastlanan bir isimdir. 

Artık bu konu kapanmıştır... 

Ali Adnan ağır hasta! 

1917 yılında Ali Adnan (Menderes), 19. mürettebat devresin- 
den zabit namzedi (asteğmen) olarak çıktı. 

On dokuz yaşındaydı. 

Bu devrenin tüm diğer mezunları gibi o da, Suriye'deki Yıldı- 
rım Ordular Grubu Komutanlığı emrine verildi. 

Edhem'in (Menderes) devresi Çanakkale'ye gidiyordu. 

Kucaklaştılar, ayrıldılar. 



Ali Adnan yüzlerce askerle birlikte, 4. Ordu Komutanı Bahriye 
Nazırı Cemal Paşa'mn emrine girmek için trenle Suriye cephesine 
doğm yola çıktı. Mustafa Kemal Paşa'dan İsmet (İnönü) Paşaya, 



222 



Ali Fuad (Cebesoy) Paşa'dan Fevzi (Çakmak) Paşaya kadar bir 
dönemin ünlü isimleri bu cephede görev yapıyorlardı... 

Ünlü yazar Falih Rıfkı (Atay), Cemal Paşanın emir subayıydı. 
Sivil yaşamında bir ara Dahiliye Nazın Talat Paşanın özel kalem 
müdürlüğünü de yapan Falih Rıfkı Zeytindağı adlı kitabında Su- 
riye cephesindeki olayları bir edebiyatçı gözüyle anlatmaktadır. 

Ali Adnan'a cepheye ulaşmak "kısmet" olmadı. 

Hastalandı! 

Trenin ilk durağı Pozantı'da, menzil komutanlığı Ali Adnan'ı 
trenden aldı. Seyyar hastaneye yatırıldı. 

Adnan Menderes'in biyografisini yazan kitaplara bakılırsa, bu- 
rada 40 kiloya kadar düştü! 

Sonra. 

Sonra, İzmir'deki 17. Kolordu Komutanlığının emrine verildi. 

Tesadüf! Bu kolordunun komutanı eniştesi Filibeli Nihad (Anıl- 
mış) Paşaydı! 

Nihad Paşa, Ali Adnan'ın halasının kızı Güzidenin kocasıydı. 

Güzide (Anılmış) Hanım, yaşamı boyunca dayısının oğlu Ali 
Adnan'a hep sahip çıkacak, gün gelecek annelik, gün gelecek ab- 
lalık yapacaktı. 

Ali Adnan'a yaşamında en yakın olmuş isim "abla" dediği Güzi- 
de Hanım'dı. 

Güzide Hanım'm iki oğlu vardı: Fuad ve Nejad. 

Fuad Anılmış, Perihan Hanım'la evliydi. Sevgi, Nejad ve Semra 
adında üç çocukları vardı. 4 

Nihad Paşa-Güzide Hamm'ın diğer oğlu Nejad Anılmış, genç 
yaşta vefat edecekti. Güzide Hanım oğul acısını oğlu Fuad ve 
"oğul" dediği Ali Adnan'a sanlarak azaltmaya çalışacaktı. 

İlginçtir: Ali Adnan'ın gidemediği Suriye cephesine, 7 kasım 
1918'de Nihad Paşa 7. Ordu komutanı olarak atanacaktı! 

Kudüs mü, petrol mü ? 

Savaşın sonuna gelinen o günlerde, Suriye cephesinde "komu- 
tan kaosu" yaşanıyordu. 



4. Nihad (Anılmış) Paşa-Güzide Hanım çiftinin torunları Sevgi Hanım, ünlü kalp dokto- 
ru Prof. Ali Ekmekçi'yle evlidir. Kitabı hazırladığım günlerde (2 kasım 2003), bu ülkenin 
bir karış toprağını vermemek için cepheden cepheye koşan, istiklal Madalyası sahibi 
Emekli Korgeneral Nihad Anılmış'ın damadı yetmiş sekiz yaşındaki Prof. Ali Ekmekçi, 
arsasını mafyaya satmadığı için Şişli'deki muayenehanesinde bacağından üç kurşunla vu- 
ruldu. Üç bes çapulcu. Prof. Ali FkmpkriVİ "«hinciy K,,ı.. 



223 



Yıldırım Ordular Grubu Komutanı Alman General Erich von 
Falkenhayn ile Cemal Paşa arasında yetki ve savaş stratejisi ko- 
nusunda tartışmalar yaşanıyordu. 

Bir diğer tartışma konusu ise Kudüs'tü! 

Alman komutan Falkenhayn, karargâhındaki 1. Şube Müdürü 
Yarbay Franz von Papen'in etkisinde kalarak, Kudüs'ün müdafaa 
edilmeden İngilizlere verilmesi taraftarıydı. 3 

Cemal Paşa Hatıralar adlı kitabında, Alman komutanın gerek- 
çesinin komikliğini şöyle anlatıyor: 

Falkenhayn, mukaddes beldenin müdafaası, mübarek makamla- 
rın top mermileriyle harap olmasıyla neticeleneceğinden, buna kati- 
yen razı olamayacağını bir konuşma sırasında Ali Fuad Paşaya söy- 
lemişti. (...) 

Şayet Kudüs'teki mübarek makamların harap olmaması lazım geli- 
yorsa, Hıristiyan olan İngiliz ordusunun bu şehre hücum etmekten ve 
şehir üzerine ateş açmaktan kaçınması icap ederdi. Her halde biz 
şehrin ilerisinde müdafaayı kabul edeceğimiz için, şehre isabet ede- 
cek olan mermiler bize değil, İngilizlere ait olacaktı. (1959, s. 213) 

General Falkenhayn'ın amacı belliydi. Almanlar Enver Pa- 
şayla anlaşmışlardı. Suriye cephesindeki bazı birlikler İrak'a 
kaydırılacak ve Bağdat İngilizlerden geri alınacaktı. 

Cemal Paşa Hatıralar 'da gerek bu taarruzu, gerekse savaş ba- 
şında Teşkilatı Mahsusa'nın İran'a yönelik saldırılarının altındaki 
asıl nedeni herhalde anlamamıştı! 

Asıl neden petroldü! 

Almanya için Kudüs ve Şam'ın önemi yoktu. İrak ve İran pet- 
rollerini istiyordu. 

Osmanlı ordusunun önüne "Kızüelma" yi koyup, Kafkasya'ya 
gönderen Almanya'nın tek hedefi, Baku petrolüydü. 

Zaten savaş bu kaynakların paylaşımından çıkmamış mıydı ? 

Cemal Paşa bu somut gerçeği görememiş miydi ? 

Bahriye nazın "petrol gerçeğinden" bihaber miydi! 

Ama yalnız o mu? 

Mahmud Şevket Paşanın Günlüğü trajikomik bir tespiti göz- 
ler önüne seriyor. 

Suikasta kurban giden Sadrazam Mahmud Şevket Paşa, 13 şu- 
bat 1913 tarihli günlüğüne bakm ne yazmıştı: 



5. Alman Yarbay Franz von Papen ikinci Dünya Savaşı'nda Ankara'da Alman büyükel- 



224 



Kuveyt ve Katar gibi çölden ibaret iki kaza yüzünden İngiltere'yle ih- 
tilaf çıkaramazdık. Bu ehemmiyetsiz topraklardan ne gibi bir istifade- 
miz olabilirdi. Kuveyt ve Katar'ı İngiltere'ye bırakmaya ve zengin İrak 
vilayetlerimizle uğraşmaya karar verdim." (Âdem Sarıgöl, 2001, s. 61) 

Harbiye nazırlığı ve sadrazamlık yapan Mahmud Şevket Paşa, 
Osmanlı ordusunun en iyi yetişmiş komutanlarından biriydi. 

Fakat paşa, petrolün farkında bile değildi. 

Oysa aynı tarihlerde İngiltere, Rusya ve ABD donanmaları, ya- 
kıt olarak artık petrolü kullanmaya başlamışlardı! 

İngilizler İran şallıyla petrol antlaşmaları imza ediyordu. 

Mescidi Süleyman'da büyük bir petrol yatağının bulunmasının 
üzerinden beş yıl geçmişti! 

Ama Osmanlı'nın en iyi yetişmiş paşaları bunlardan habersizdi!.. 

Osmanlı paşaları İngilizlerin Arabistan çöllerinde, Mezopotam- 
ya ve Kafkasya'da ne için savaştığını sanıyordu?.. 

Sanayisi olmayan bir ülkenin paşasının, kaynak arayışı için sa- 
vaşıldığını bilmemesi doğal değil midir? 

Ama İttihatçı kadrolar içinde birileri bunun farkındaydı... 

Selanikli Çolak Hayri 

Osmanlı Devleti kamu gelirlerinin üçte birini kontrolü altına 
alan Duyum Umumiye'yi, Avrupa ülkelerinin karşı çıkmalarına 
rağmen, ani kararla, 5 eylül 1914'te tek taraflı olarak kaldırdı! 

Karara Almanya bile tepki göstermişti. Öyle ki, Almanya Elçisi 
Wangenhein, böyle bir karar alınmasında kendilerine damşılma- 
ması karşısında çok öfkelenmiş adeta Maliye Nazın Cavid Bey'i 
azarlamıştı: "Bu karar zamanının çok fena seçildiğini bilmelisiniz. 
Müttefiklerin siyasî çıkarlarına aykırıdır. Yarın İngiliz ve Fransız 
donanmaları Boğazlar' dan geçecekler ve size harp ilan edecekler. 
Biz böyle bir durum karşısında size katiyen yardımda bulunama- 
yacağız. Boğazlar katiyen mukavemet edemezler. Siz bu suretle 
Türkiye'nin mahvını hazırlıyorsunuz. Sizin bu kararınızın Berlin'e 
çok kötü etkiler yaratacağını bilmelisiniz. Ne ittifak kalacak ne bir 
şey! Ben de yarın askerleri alarak buradan gideceğim..." 



Burada, İttihatçı anlayışı ve örgütlenmeyi daha iyi anlatabil- 
mek için bir örnek olay anlatmalıyım: 

Hayri Efendi Selanikliydi. Herkes ona "Çolak Hayri" diyordu. 
Selanik'teki ilk İttihatçılardan biri de oydu. Talat Paşanın ya- 



225 



kın çevresinden biriydi. 1908 devriminden sonra İstanbul'da 
Emniyet teşkilatının başındaki Selanikli Samuel İzisel'in emrine 
girdi. 

Bir gün Talat Paşa kendisini çağırdı. Halkın kapitülasyonlar 
aleyhinde olduğunu göstermek için bazı eylemler organize etme- 
lerini istedi. 

Çolak Hayri ve arkadaşı Kenan, esnaf kâhyalarından Salih, Da- 
yı Mesut ve diğer bazı kâhyaları alarak Beyoğlu'nda Tokatlıyan 
Oteli ve çevresindeki mağazaları basıp kapitülasyonlar aleyhinde 
eylemde bulundu. 

Bu durum karşısında Almanya, Osmanlı'ya sert bir uyarıda bu- 
lunarak eylemleri yapanları cezalandırmasını istedi. 

Çolak Hayri ve arkadaşları yargılanıp on beş yıla mahkûm ol- 
du. Çolak Hayri Anadolu'da bir şehirde cezasını çekmek üzere 
önce vapura bindirildi. Ardından İzmit'te trene bindirilip cezaevi- 
nin bulunduğu bölgeye gidecekken, istasyonda bazı İttihatçı fe- 
dailer tarafından kaçırıldı. Kadm kıyafeti giydirilen Çolak Hayri 
Ankara'ya kadar bu kıyafetle yolculuk yaptı. Ankara'da İttihat ve 
Terakki kâtibi mesulünü buldu. Burada özel bir araba ve yeni nü- 
fus kağıdıyla gittiği Ankara'nın ilçesi Haymana'da savaş sonuna 
kadar belediye başkanı oldu!.. 



Kapitülasyonları kaldıran güç 

Tekrar kapitülasyonlar konusuna dönelim... 

İttihatçılar, klasik iktisada ve Avrupa'ya meydan okuyordu. 

Ancak, İttihat ve Terakki kadrolarının tamamen liberalizme kar- 
şı olduğunu düşünmek yanıltıcı olur. 

İki temel görüş vardı. Bunlardan biri, başım Maliye Nazın Ca- 
vid ile Rahmi Bey gibi Selanikli gnıbun savunduğu serbest piyasa 
ekonomisiydi. Bu görüşün İttihatçılar arasında yerleşmesine Mül- 
kiye'de öğretim üyeliği yapan Sakızlı Ohannes ve Mikail Portakal 
önayak olmuştu. Cavid Bey zaten onlann öğrencisiydi. 

Diğer görüş Alman iktisatçı Friedrich List'in "devletçiliği'ydi. 
Yani, yerli sanayinin gelişip tutunabilmesi için belli bir süre dev- 
let tarafından korunması gerekiyordu. Bu görüşün taraftan Ka- 
zanlı Musa (Akyiğit) Harbiye ve Erkânıharbiye'de iktisat dersi 
verdiği için İttihatçı subaylan çok etkiledi. 

ittihatçıların iktisat konulanndaki bir diğer "ideologu", Alman- 
ya'dan misafir profesör olarak çağnlan, Darülfünun maliye mü- 
derrisi Dr. Fleck'ti. 



226 



Dr. Fleck'in yardımcısı Tekinalp (Moiz Kohen) ile Ziya Gö- 
kalp'ti. Onlara göre, Alman modeli benimsenerek "ulusal devlet" 
kurulmalıydı. 

Çermikli Zaza Tevfîk Efendinin oğlu Ziya Gökalp bu yolla Türk- 
lerin siyasal birliğe ulaşacaklarım söylüyordu. Hep Almanları ör- 
nek gösteriyordu: onlar bugünkü güçlerine, üç aşamadan geçerek 
ulaşmışlardı: harsı (kültürel) birlik; iktisadî birlik ve siyasî birlik. 

Millî birliğe kültürel birlikle başlanmış, Leibniz'in önderliğinde 
"Almancılık" cereyanı doğmuştu. Kültürel birliği, iktisadî birlik iz- 
lemişti. List'in çabasıyla "Zollverein" (Gümrük Birliği) kurulmuştu. 
Son aşamada Bismarck'ın gücüyle siyasî birlik sağlanmıştı. 

Osmanlı'da, kültürel birlik Namık Kemal, Ziya Paşa ve Şinasi'- 
lerle başlayan süreçte atılmıştı. Tekinalp'e göre, Osmanlı'nın siya- 
set alanında Bismarck'ları vardı, ama iktisadî alanda hiç List'leri 
yoktu... 

Bir de savunucu pek olmamakla birlikte ittihatçılar arasında 
Marksistler vardı... 

Takma adı "Parvus" olan Alman Yahudisi, Alexander İsrael 
Helphand 1910 yılında, İttihat ve Terakkiye danışmanlık yapmak 
amacıyla İstanbul'a geldi. Beş yıl süreyle ülkede kaldı. Mark- 
sist'ti. İttihatçıları emperyalizm ve sömürge kavramlarıyla tanış- 
tırdı. Düyunı Umumiye, Reji gibi kurumların Osmanlı'yı ne şekil- 
de sömürdüklerini anlattı. Söyledikleri, yazdıkları etkili oldu. 6 

"Türkiye Türklerindir" 

Hangi görüşte olursa olsun, tüm İttihatçıların hemfikir olduk- 
ları bir konu vardı: "millî burjuvazi" oluşturmak! 

İttihatçılar, Osmanlı ordusu cephelerde çarpışırken, içeride 
tüm güç koşullara rağmen millî iktisadı oluşturma çabasına hız 
verildi. 

Yabancıların imtiyazına son verildi, vergide eşitlik sağlandı. 
Para basma imtiyazı ise bir yabancı banka olan Osmanlı Banka- 
sı'ndan alındı. Böylece devlet daha rahat bir şekilde para basabi- 
lecekti. 



6. Parvus, daha sonraki yıllarda savaş sırasında silah komisyonculuğundan çok büyük 
paralar kazanarak ülkesine döndü. Bolşeviklerin önde gelen isimlerinden Troçki, Kame- 
nev ve Zinovyev üzerinde çok etkili oldu. Ayrıca Alman hükümetini ikna ederek, Bol- 
şeviklere önemli miktarda para yardımı yapılmasını ve Lenin'in gizli bir trenle ülkeye so- 
kulmasını ayarlayan da Parvus'tu! 1924 yılında Almanya'nın en zengin kişilerinden biri 



227 



1838 Baltalimanı Antlaşması tarihin çöp sepetine atıldı. Yeni 
bir gümrük tarifesi yürürlüğe girdi. Dışarıdan gelen mallardan alı- 
nan gümrük vergisi yüzde 15'e çıkarıldı. Çanakkale zaferi ne ka- 
dar büyük bir sevinç yaşattıysa bu yeni gümrük tarifesi de en az 
onun kadar coşku yarattı. 

İlk kez "Türkiye Türklerindir" sloganı duyulmaya başlandı. 

Tarım emekçisi konınacak, sanayi teşvik edilecekti. Yasalar, 
yönetmelikler en ince ayrıntılarına kadar yeniden hazırlanıyordu. 

Parasız tohum dağıtılmaya, çiftçiye eğitim verilmeye başlandı. 
Gazetelerde tanm bilgisini içeren haberler çıktı. Donanma, Kızı- 
lay gibi demekler ve bankalar bu kampanyayı destekleyip bizzat 
çiftçilik yaptılar. Birçok bölgede ilk kez patates ekimi, bu çabalar 
sonucunda yapılabildi. Tanm Kanunu 'yla, çiftçilik hakkında bilgi- 
si olan kadınlann ve askerlikten muaf erkeklerin zorunlu olarak 
tanmda çalıştınlması kabul edildi. Her çiftçi sekiz saat çalışacak, 
her çift öküz 35 dönüm toprak sürecekti. Büyük çiftliklerin sa- 
hipleri askerlik hizmetinden muaf tutulacaktı. Boş bırakılmış 
alanlar da unutulmadı, buralar civar köy ve kasaba halkaları ta- 
rafından kullanılabilecekti. Tanm hayatına katkılan bulunan mil- 
lî bankalann bir işi daha vardı. O da tanmda kooperatifçiliği ge- 
liştirmekti. Kooperatifçilik yalnızca tanm alanında değil, şehir- 
lerde de yabancılann elinde bulunan ticareti kurtarmak için de 
teşvik edildi. 

Geleceğin Türk işadamlan da bu dönemde yetişmeye başladı. 

Devlet fabrika kurmak isteyenlere 5 000 metrekare parasız ar- 
sa sağlayacak ve ücretsiz inşaat rahsatı verecekti. Sanayici on 
beş yıl vergiden muaf tutulacaktı. Makinelerin ithalatından ve dı- 
şarıya satılan ürünlerden gümrük vergisi alınmayacaktı. 

Yabancılar ise günden güne ayncalıklardan yararlanamaz du- 
ruma geldi. Bu şirketlere çok sayıda Türk'ü işe alma, onlara "iş 
hayatını öğretme" yükümlülüğü kondu. Keza yabancı şirketlerin 
tabelalannı Türkçe yazma, defterlerini ve yazışmaların] Türkçe 
yapma şartı getirildi. 

Alınan bu kararlardan sonra sıra kalifiye eleman istihdamına 
geldi. Bunun için öncelik eğitim ihtiyacını gidermekti. Sanayi 
okullan ıslah edildi; ardından kadın meslek okulları ve sanatçılar 
için kurslar verildi. Demiryollarını yabancıların tekelinden kur- 
tarmak için Türk demiryolcularını yetiştiren okullar açıldı. Artık 
Almanya sadece subayların gittiği bir ülke değil, yetiştirilmek 
üzere gönderilen işçi ve ustaların da yeni adresiydi. 

Ve en önemli sorun sermaye birikimiydi. 



22S 



Türklerin parası yoktu! 

Ulusal nitelikte bir "Merkez Bankası" özlemiyle kurulan İtibarı 
Millî Bankası ve Anadolu'daki millî bankalar, girişimci Türk eşra- 
fa ucuz kredi sağlayacaktı. 

Aynca... 

Türk işadamının bugün bile "alışkanlık" olarak kullandığı bir 
yöntem hayata sokuldu: "devlet eliyle zengin yaratma dönemi" 
başladı. Dolayısıyla vagon tahsisleri, karaborsacılık, istifçilik harp 
zenginlerini yarattı. 

Ne yazık ki yine bu topraklara özel bir durumdu: cephede gö- 
zünü kırpmadan düşman üzerine yürüyen kişi, İstanbul'da birey- 
ci kazanç hırsıyla irrasyonel davranabiliyordu... 

Görev duygusu çıkar hırsıyla bazen çatışıveriyordu! 

O günlerde, sefahat ve sefalet birlikte büyüyordu Osmanlı top- 
raklarında... 

1838 Baltalimanı Antlaşmasıyla zengin olanlar komisyoncular- 
dı. Savaş yıllarında "millî sermaye" yaratma amacıyla zengin ya- 
pılanlar da yine o komisyonculardı! 

Dün kimlerin simsarlık yaptığını az çok biliyoruz! 

Peki savaş sırasında komisyonculuğu kimler yaptı? 

Millî bankaların, şirketlerin hepsinin nizamnamesine önemli bir 
şart konuluyordu: üyelerinin Osmanlı uyruğunda olması şartı! 

Zaten savaş döneminde Rum ve Ermeni komisyoncular Os- 
manlı topraklarını terk etmişlerdi. 

Kimler kalmıştı geride: Yahudiler ve Türkler! 

Türklerin çoğunluğunu ise Sabetayistler oluşturuyordu. 

Savaşın yarattığı olağanüstü fırsatlardan en çok Yahudiler Türk 
hayatına uyma kabiliyetini gösterdikleri ölçüde onlarla iş hayatında 
birlikte yürümeyi kabullenmişlerdir. Çok tuhaftır ki Yahudiler geç- 
mişte başaramadıklarını yeni şartlarda başarmışlar ve Türk hayatına 
uymuşlardır. 



Bu tespiti yapan isim gazeteci yazar Ahmed Emin Yalmandı. 

Ailesi Sabetayist'ti. Bu nedenle Yalmanın tespiti daha çok 
önem kazanıyor. 

Bir diğer örnek ise şudur: İtibarı Millî Bankası'mn İzmir şube- 
si başkanı Ferid Aseo'ydu. Yani, "millîleştirme" kampanyası Ya- 
hudileri de kapsıyordu. Zaten o yıllarda bankacılık yapacak Türk- 
Müslüman'ı bulmak zordu. 

Dün İzmir'de "kompradorlar" zengin olup nasıl Karşıyaka'yı "ya- 



229 



ratmışlarsa", savaş zengini İstanbullu "komisyoncular" tarafından 
da İstanbul'da Şişli ve Nişantaşı oluşturuluyordu... 

Vagon ticaretinin, komisyonculuğun, karaborsacılığın parala- 
rıyla yeni apartmanlar yapılıyordu. 

Ama diğer yanda ayakkabının altı delik gezen, idealist düşünce- 
lerinden taviz vermeyen ve "yeni bir ulus" hayalini gerçekleştir- 
mek için her yana koşan Doktor Nâzım gibi İttihatçılar davardı... 



Onuncu bölüm 



17 aralık 1917, İstanbul 



iki ezelî rakip Galatasaray ile Fenerbahçe seyirciyi selamla- 
mak için Ittihatspor Stadında (bugünkü adıyla Şükrü Saraçoğlu 
Stadyumunda) sahaya çıktı. 

Futbolcuların formalarından ayakkabılarına kadar tüm akse- 
suarları döneme uygundu: ingiliz malı potinlerin yerini Alman ve 
Avusturya kramponları almıştı. Futbol topunun iç lastikleri de Al- 
man ürünüydü. 

Yöneticiler de döneme uygundu... 

Fenerbahçe Kulübünün başkanlığına Doktor Nâzım getirilmişti. 

Yani, Evliyazade ailesinin futbolla ilgili tek ismi Karşıyaka ve 
Altay'da futbol oynayan Nejad değildi... 

Doktor Nâzım'ın kulübün başına geldiği o yıllar aynı zamanda 
Fenerbahçe'nin siyasal iktidarlarla olan ilişkisinin başlangıç tari- 
hiydi. 

Fenerbahçe'nin "kaderi" o yıllarda yazılıyordu: Fenerbahçe bu 
yıllardan sonra Türkiye'nin siyasal tarihine paralel olarak, iktida- 
ra kim gelirse, takımın başkanlığına da istisnasız o iktidar ekibin- 
den birini getirecekti... 

İttihatçıların futbolun kitlesel özelliğini kavrayan ilk siyasal 
hareket olduğunu belirtmiştik. İttihatçılar ile Fenerbahçe arasın- 
daki ilişki kuşkusuz bir çıkar ilişkisiydi. İttihatçılar kamuoyunun 
Fenerbahçe sempatisinden yararlanmaya, Fenerbahçe ise iktida- 
rın gücüne ihtiyaç duyuyordu. 

Doktor Nâzım'ın o gün seyirciler arasına "Fenerbahçe başka- 
nı" sıfatıyla oturmasının bir başka anlamı yoktu... 

Savaş şuasında sahaya on bir futbolcuyla çıkmanın güç oldu- 
ğu bir dönemden geçiliyordu. Fenerbahçe yıldız futbolcularının 
bazılarını şehit vermişti. 



231 



Yirmi üç yaşındaki Teğmen Nureddin, Arıbumu Savaşlan'nda 
(12 nisan 1915); yirmi bir yaşındaki Yedek Subay Halim, Alçıte- 
pe'de (nisan 1915), yirmi bir yaşındaki Teğmen Haldun, Arıburnu 
Savaşlan'nda (22 haziran 1915); yirmi yaşındaki Yedek Subay Ke- 
mal, Seddülbahir'de şehit olmuştu. 

Fenerbahçe, 2 ekim 1914 ile 12 kasım 1915 tarihleri arasında 
oynadığı on beş maçta hiç mağlup olmamış, iki yıl üst üste şam- 
piyonluk kazanan efsane takımın futbolcularını ancak Birinci 
Dünya Savaşı yenebilmişti!.. 

Bir de... 

O efsanevi takımın, futbolcularından Otomobil Nuri, Öküz Öl- 
düren Bombacı Bekir, Şiir Refik gibi yedisini, ittihat ve Terak- 
ki'nin takımı olarak bilinen ve Talat Paşanın başkanlığını yaptığı 
Altınordu kapmıştı... 

Fenerbahçe bu koşullar altında Galatasaray'ın karşısına çık- 
mıştı. Üstelik bazı futbolcuları cepheden güçlükle toparlanıp geti- 
rilmişti. Kulüp başkanı Doktor Nâzım, Galatasaray'ın karşısına on 
bir futbolcuyla çıkmak için cephedeki futbolcularının bağlı bulun- 
duğu komutanlıklarla tek tek temasa geçmiş, takım kaptanı Galib, 
Kırıkkale'den; müdafi Emirzade Arif, Keşan'dan; Edhem, Fikirte- 
pe Uçaksavar Batarya Komutanlığından izin alınarak getirilmişti. 
Futbolcular yorucu tren ve at yolculuğundan sonra maça zar zor 
yetişebilmişlerdi. . . 

On bir futbolcuyla sahaya çıkacak olmaları takımın antrenörü 
Fuad Hüsnü (Kayacan) Bey'i çok sevindirdi... 

Fuad Hüsnü ilk Türk futbolcuydu: 

II. Abdülhamid'in o istibdat günlerinde hapisleri, sürgünleri 
göze alıp futbol oynamıştı. Hüseyin Hüsnü Paşanın oğluydu. 
1902 yılında Bahriye Mektebinde okurken, '"Boby" takma adıyla 
Cadikeuy Football Club'da (Kadıköy Futbol Kulübünde) oyna- 
maya başlamıştı. Mükemmel İngilizce konuşmasına, saç tıraşın- 
dan bıyıklarının şekline kadar, kendisine tam bir İngiliz görünü- 
mü verse de jurnallerden kurtulamamış, futbol aşkı nedeniyle 
mahkemelere çıkıp ifade vermek zorunda kalıp, babası sayesin- 
de ağır cezalardan kurtulmuştu. Fuad Hüsnü futbolcukığu bırak- 
tıktan sonra futboldan kopamaıuış, antrenör olarak görev yap- 
maya başlamıştı... 

Doktor Nâzım'ın başkanlığını yaptığı Fenerbahçe takımında, ile- 
ride Türkiye'de adını başka alanlarda da duyacağımız kişiler de 
futbol oynuyordu; Münir Nureddin (Selçuk), Burhan (Felek) gibi... 

17 aralık 1917'de oynanan maçı Galatasaray 3-2 kazandı. 



232 



Doktor Nâzım teselli amacıyla futbolcularına sigara ikram etti! 

Galatasaray'a karşı kaybetse de, Doktor Nâzım savaşta "yenil- 
memek" için koşturup duruyordu. Galatasaray maçının hemen 
ardından İzmir'e gitti. 28 aralık 1917'de Beyler Sokağında asker 
alma şubesi yanındaki binada "Halka Doğru Cemiyeti'nin kurul- 
masına önayak oldu. Kurucuları ve yöneticileri hep tanıdık isim- 
lerdi. İzmir Valisi Rahmi Bey, İttihatçıların İzmir temsilcisi Mah- 
mud Celal (Bayar), eski Halep valisi Tevfık vb... 

Halka Doğru Cemiyeti Türk milliyetçiliğini yaymayı amaçlıyor- 
du. Türkçülük ideolojisine halkçılık kavramını katmışlardı. Bir 
buçuk ay sonra, 6 şubatta cemiyet, Halka Doğru mecmuasını çı- 
kardı. Derginin müdürlüğünü üstlenen isim Mahmud Celal'di. 

Bu Doktor Nâzım'ın çıkardığı ilk dergi değildi. 

Paris'teki "Fransız Akademisi'ni örnek alarak, doğrudan doğru- 
ya araştırmaya ve bilgi birikimine yönelik bir akademi oluşturmak 
amacıyla, Köprülüzade Mehmed Fuad, Ziya Gökalp, Celal Sahir, 
Ağaoğlu Ahmed, Akçuraoğlu Yusuf la birlikte "Türk Bilgi Derne- 
ği'nin kurulmasına önayak oldu. Kasım 1913-haziran 1914 arasın- 
da toplam yedi sayı yayımlanan Bilgi Mecmuasını çıkardı. Dergi- 
nin yazarları arasında Dr. Tevfık Rüşdü, Dr. Bahaeddin Şakir, Âkil 
Muhtar (Özden), Adnan (Adrvar), Salah (Cimcoz), Hamdullah 
Suphi (Tannöver), Ömer Seyfeddin, Mehmed Emin (Yurdakul), 
Zekeriya (Sertel), Moiz Kohen, Salih ZeM, Parvus (Alexander 
Helphand) , Hüseyin Cahid ve Selanikli Cavid gibi isimler vardı. 

Evet, Doktor Nâzım çok faaldi. İttihat ve Terakki Meclisi Umu- 
mîsi'nde ve Teşkilatı Mahsusa'daM görevlerini de sürdürüyordu. 
Bu arada Fransızlardan soğumuş, Alman Dostluğu Cemiyetinde 
görev yapıyordu. Milyonları bulan para yardımıyla İstanbul'da bir 
bina ve kütüphane yaptırılmasını sağladı. Almanlar ve Türkler ara- 
sında öğrenci-öğretmen mübadelesi yapümasmı gerçekleştirdi. 

Asan Atika Cemiyetinde İstanbul'da ve Türkiye'de bulunan tari- 
hî eserleri korumak için bir komisyon oluşturdu. İstanbul'daki eski 
eserlerin tarihçelerini kaydettirdi. Tarihî eserlerin harap olmasını 
engellemek için hükümete bazı teklifler sundu. Üç ay Meni İhtikâr 
(vurgunculuğu önleme) Komisyonunda üyelik yaptı. Türk Ocakla- 
n'nın kurulup gelişmesine maddî ve manevî destekte bulundu. 

Her yere koşuyordu. 

Kırk bir yaşında vereme yakalanan Tanburî Cemil Bey 'in' İs- 
viçre'de bir sanatoryuma gönderilmesi için elinden geleni yaptı. 



I. Tanburî Cemil Bey'in oğlu Mesut Cemil, Celal Sahir Erozan'ın kızı Berin Hanım'la ev- 



233 



Ancak üstat Tanburî Cemil gitmemekte direnmiş ve kısa bir süre 
sonra da vefat etmişti... 

Doktor Nâzım İttihatçıların evlilik meseleleriyle de ilgileniyor- 
du!.. 

İlk dönme evlililiği 

Doktor Nâzım aldığı bir haber sonucu genç gazeteci Zekeriya'yı 
(Sertel) yanma çağırttı. Zekeriya 'yla ilişkisi Selanik'teki istibdat 
günlerine dayanıyordu. On dokuz yaşındaki hukuk öğrencisi Ze- 
keriya İttihatçıların yayın organlarında görev yapıyordu. 

Zekeriya aynı zamanda, Doktor Nâzım tarafından Paris Sorbon- 
ne'da eğitim görmesi için gönderilen öğrencilerden biriydi. 

Konu çok hassas olduğu için, ayrıca sizin de farklı okumanıza 
yardım etmek amacıyla, Doktor Nâzım'ı çok sevindiren bu olayı bi- 
rincil kişinin, yani Zekeriya Sertel'in hatıralarından okuyalım: 



Günlerden bir gün, Selanik'te hukukta okurken evinde kaldığım 
pansiyon sahibi kadm geldi. Hoş sohbetten sonra evlenip evlenmedi- 
ğimi sordu. Hâlâ bekâr olduğumu öğrenince, şöyle yüzüme baktı: 

- Sen, dedi, vaktiyle bir Selanikli kızı istemiştin, bugün o kızı bul- 
sam, onunla evlenmeye razı olur musun? 

Bu damdan düşer gibi yapılan teklifi beklemiyordum. Zaten ben kı- 
zı çoktan unutmuştum. Aradan seneler geçmişti, şimdi onun nerede 
olduğunu, ne yapıp ne ettiğini bilmiyordum, merak da etmiyordum. 
Meğer Selanik'in Yunanlılar tarafından işgalinden bir süre sonra on- 
lar da ailece İstanbul'a göçmüşler, şimdi buradaymış. da hâlâ evlen- 
memiş. Bu bilgiyi verdikten sonra: 

- Eğer istersen bir aralık soruşturayım, dedi. 

Önem vermeyerek "Olur" deyivermiştim. Üzerinden bir hafta geçti 
geçmedi. Bizim "Anne Hanım" (bu kadına biz bütün pansiyonerler "An- 
ne" derdik) çıkageldi. Büyük bir iş yapmış gibi sevinçli bir hali vardı. 

- Müjde, dedi, kız hazır! 
-Yani... dedim. 

- Yani kızla görüştüm, o seni hâlâ unutmamış. Senden söz açılınca 
heyecanlandı, sevindi, kızardı. Sonra fikrimi açtım, önce utanıp önü- 
ne baktı, sonra boynuma sarıldı. Şimdi söz senin. (...) 

- Anne Hanım, dedim, bu kızı görmek, görüşüp tanışmak mümkün 
değil mi? Sen böyle bir buluşma sağlayamaz mısın? 

Kadın güldü: 

- Öyle şey olmaz, namuslu bir aile kızı tanımadığı bir erkekle gö- 



234 



rüşmez. Ama sen kızı istersin, ağabeyleriyle temas edersin. Belki 
onlar sizi buluşturmaya razı olurlar. 

Gene önemsemeyerek, "Peki" demiştim. 

Bizim Anne Hanım gidip kıza müjdelemiş, o da ağabeylerine açıl- 
mış, benimle evlenmeye razı olduğunu bildirmiş. 

Günün birinde telefon çaldı: 

- Ben avukat Celal Derviş, sizinle görüşmek istiyorum. 

- Buyurun efendim, dedim. 

- Yok sizinle çok önemli bir meseleyi konuşmak zorundayım. Bu- 
gün saat beşte filan yerde buluşabilir miyiz ? 

- Hayhay... 

Telefon kapandı. İş ilerliyordu. Celal Derviş genç kızın büyük ağa- 
beyiydi. 2 

Demek işe o el koymuştu. Kararlaştırılan saatte buluştuk. Karşılık- 
lı oturduk. Ben görücüye çıkmış bir kız durumundaydım. Celal Der- 
viş bir yandan beni süzüyor, bir yandan da yüzünden tebessümünü 
eksiltmeyerek konuşuyordu: 

- Siz kız kardeşimle evlenmek istiyormuşsunuz. Bu konuda ne de- 
receye kadar ciddi olduğunuzu öğrenmek istiyorum. 

Meğer hakkımda bilgi toplamışlar, bir defa da benimle görüşmeye 
ve beni yakından görmeye karar vermişler. Çünkü verecekleri karar 
çok önemliydi. Hatta tarihî bir nitelik taşıyordu. Kız bir "dönme" aile- 
sine mensuptu. Dönmeler Ortaçağ'da İspanya'daki engizisyon zul- 
münden kaçarak Osmanlı İmparatorluğu'na sığman ve Selanik'e yer- 
leşen bir avuç Yahudi'ydi. Bunlar Osmanlı İmparatorluğu'na döndük- 
ten sonra Müslüman olmuşlardı. Dinlerini değiştirmekle beraber 
Müslümanlığı da tam benimsemiş sayılmazlardı. 

Çevrelerinden de mukavemet görmüşlerdi. İslam'ın hiçbir kuralına 
uymazlardı. Namaz kılmaz, oruç tutmaz, Müslümanlarla ve Türklerle 
kaynaşmazlardı. Bir kast halinde yaşarlardı. Zeki, çalışkan, becerikli 
ve sevimli insanlardı. Fakat kendi kabukları içinde yaşar, Türk toplu- 
luğuna girmez, Türklerle kız alıp vermez, kendi dar varlıklarını öylece 
sürdürüp giderlerdi. Daha çok ticaretle uğraşırlardı. Bu sebeple Avru- 
pa'yla sıkı ilişkileri vardı. Bu dunun onların yaşayışları üzerinde de et- 
kisini gösteriyordu. Kazançları iyi, yaşama düzeyleri diğer toplulukla- 
nnkinden yüksekti. Selanik'ten İstanbul'a göç ettikten sonra da çoğun- 
lukla Nişantaşı ve Şişli senitlerine yerleşmiş, yine kendi topluluk ha- 
yatlarını kurmuşlardı. Çocuklarını da Türk okullarına vermemiş olmak 
için "Fevziye Lisesi" ve "Şişli Terakki Lisesi" adında iki okul açmışlar- 



2. Sabiha Sertel, Roman Gibi adlı kitabında (1969, s. 24) kardeşinin adının "Celal Deriş" 



235 



di. Çocuklarını resmî okullara göndermez, bu okullarda okuturlardı. 

İşte benim evlenmek istediğim kız, bu topluluğa mensuptu. Ailesi 
razı olursa, ilk kez bir "dönme" kızı bir Türk'le evlenecekti.' 

Celal Derviş İstanbul'da hukuk öğrenimi yapmış, ufku genişlemiş, 
bu eski geleneklerin gereksizliğini anlamış bir adamdı. Zaten İstan- 
bul'a göçtükten sonra da "dönme" topluluğunda sarsıntılar başlamış- 
tı. Kast, birliğini az çok yitirmişti. Şimdi Türklerle karışmaya karar 
vermeleri, kastın kabuğunu kıracak ve bu toplumun birliğini tama- 
mıyla bozacaktı. Görüşmemizden bir hafta sonra, Celal Derviş, beni 
evine yemeğe davet etti. İlerde ömrüm boyu hayat arkadaşım olacak 
kızla ilk defa o gün tanıştım. Önce fotoğrafını bile görememiştim. Ne- 
dense siyahlar giyinmişti. Ona da pek yaraşıyordu. O gün beraber ye- 
mek yedik. Bu bir biçim nişanlanma sayıldı. O günden sonra haftada 
bir ziyaretine giderdim. Fakat bizi asla yalnız bırakmazlardı. Yanımı- 
za mutlaka aileden bir kadın takarlardı. 

Benim bir "dönme" kızıyla evlenmek üzere olduğumu "İttihat ve 
Terakki" genel merkezi komitesine duyurmuşlar. Bir gün bu komite- 
nin ünlü üyesi sayılan Doktor Nâzım beni çağırdı. Tebrik etti. Yaptı- 
ğım işin önemini bilip bilmediğimi sordu. 

- Sen belki farkında değilsin, dedi, fakat yüzyıllardan beri birbiri- 
ne yan bakan iki toplumun birleşip kaynaşmasına yol açıyorsun. Dön- 
melik kastına ölüm yumruğu indiriyorsun. Biz bu olayı gereği gibi de- 
ğerlendirmeli ve Türkler ile dönmelerin birleşmesini bu vesileyle kut- 
lamalıyız. Bunu millî ve tarihî bir olay gibi değerlendirmek gerek. 

Şaşırdım. 

- Yani ne yapalım efendim ? dedim. 

- Yani, nikâhınızı biz kıyacağız. İşi gazetelere duyuracağız. Bu ni- 
kâhı bir aile olayından çıkarıp millî olay haline getireceğiz. 

Nikâhımız Şehzadebaşı'nda Suphipaşa Konağı'nda yapıldı. O vakit 
yalnız dinî nikâh yapılırdı. Nikâhı bir hoca kıyardı. Nikâh sırasında 
dahi kızla erkek yan yana gelemezdi. Nikâh için iki taraf kendilerine 
birer vekil seçerlerdi. Bizim nikâhımızda kız tarafının vekili zamanın 
başbakanı ve İttihat ve Terakki'nin en nüfuzlu adamı Talat Paşa'ydı. 
Benini vekilliğimi de Atatürk'ün Dışişleri bakanlığını yapan Doktor 
Tcvfik Rüşdü Araş üzerine almıştı. İttihat ve Terakki'nin belli başlı 
kodamanları da nikâhta hazır bulunuyordu. Kız harem dairesinde, 



3. Zekeriya Sertel belki bilmiyordu ama ilk evliliği kendisi gerçekleştirmemişti. Sela- 
nik'te Sabetayist Şemseddinzade Osman Efendi'nin oğlu Ali Efendi'nin kızı Rabia, Ma- 
nastırlı Hacı Feyzullah'a kaçmıştı. Sabetayist Ali Efendi bu evliliğe karşı çıkıp, olayı Sela- 
nik Valiliği'ne kadar götürdü. Valilik ise topu Babıâli'ye atmıştı. 29 aralık 1891'de topla- 
nan Osmanlı Bakanlar Kurulu, kızın yaşının reşit olması nedeniyle evliliği onaylamış an- 



236 



ben erkeklerin yanındaydım. Talat Paşa gülerek ve şakalaşarak: 
- Biz kızımızı bedavaya vermeyiz, 1 000 lira isteriz, dedi. 
O vakit nikâh için böyle bir ağırlık (para) vaat etmek âdetti. Bana 
sordular: "Kız tarafı 1 000 lira istiyor ne diyorsun?" O dakika cebim- 
de 10 lira bile yoktu. Bütün nikâh masrafını İttihatçılar görmüşlerdi. 
Bol keseden "Veririm" dedim. İmam duasını okudu. Bizleri tebrik et- 
tiler. Lokumlar yendi, resmen nikahlanmış olduk. Ertesi gün bütün 
gazeteler bu haberi önemle verdiler. O günden sonra da bizim evlen- 
memiz "dönme" toplumu arasında bir örnek oldu. Arkamızdan laz-er- 
kek Türklerle evlenenler çoğaldı. Ve böylece dönmelik kastı yıkılıp 
tarihe karıştı. (Hatırladıklarım (1905-1950), 1968 s. 57-62) 

"iyi okuma yapmanız" için bazı küçük bilgiler vermem gerekiyor: 
Zekeriya Selanik'e bağlı Ustrumca kasabasında doğdu. Sırplar, 
Bulgarlar, Yahudiler ve Türklerin iç içe yaşadığı bir yerdi Ustrumca. 
Zekeriya Bey'in kız kardeşi Belkıs Halim Vassaf ailesi hakkın- 
da şu bilgiyi veriyor: 

Hacı Salman Efendi dedem. Gene dayım olan Hacı Hasan Efendi. 
(...) Babama "Hacı Halim Ağa" denirdi. Ama neden dedeme "Hacı Sal- 
man Efendi" de, babama "Hacı Halim Ağa" denirdi bilmiyorum. (Gün- 
düz Vassaf, Annem Belkıs, 2000, s. 27) 

Serteller sonra Ustrumca'dan Selanik'e taşınıyor. 

Yine Zekeriya Sertel'in anılarından bir alıntıyla bu konuyu ka- 
patalım: 

Peki, iyi ama evlenme meselesi ne olacaktı ? Bu iş bir sorun olarak 
zaman zaman karşıma çıkıyordu. Artık evlenme çağmdaydım. Fakat 
Paris'te öğrenimdeyken evlenemezdim. Zaten yabancı kızlarla evlen- 
miş olan arkadaşların denemeleri gözümün önündeydi. Dili, dini, ge- 
lenekleri ve düşünüşleri bize uymayan yabancı kızlarla evlenmenin 
sonu iyi olmuyordu, (s. 37) 4 



4. Bu kitabı, hep yanlış anlaşılmaktan korkarak yazdım. Antisemitik görünmenin, öyle 
anlaşılmanın beni çok üzeceğini biliyorum. Bu nedenle size bir anımsatma yapmam ge- 
rekiyor: Teşkilatın iki Silahşoru adlı kitabımı meslektaş olmaktan gurur duyduğum gaze- 
teci Zekeriya Sertel'e ithaf ettim. Yalçın Küçük Tekelistan adlı kitabında (2002, s. 175) 
Zekeriya Sertel'in Sabetayist olduğundan kuşkulandığını yazıyor ve kafasındaki soruları 
okuyucuyla paylaşıyor. Yalçın Küçük'ün iddialarını güçlendirecek birçok kanıt/\nnem 
Belkıs adlı kitapta da mevcut. Serteller bu kitabın konusu olmadığı için bu tartışmaya gir- 
mek istemiyorum. Ancak Zekeriya Sertel gibi namuslu bir aydının yazdıklarını doğru ka- 



237 



Bu evliliğin bu kitabı ilgilendiren yanı, Evliyazadelerin iki 
damadı Doktor Nâzım ve Dr. Tevfik Rüşdü'nün (Araş) üstlendi- 
ği görevlerdi. Doktor Nâzım düğünü neden bir propaganda 
malzemesine dönüştürmüştü ? Dr. Tevfik Rüşdü neden dama- 
dın tanığıydı ? 

Evliyazadelerin iki damadının bu düğünde öne çıkmalarının al- 
tında yatan bir sır mı vardı? Neyse... 

Her yana yetişmeye çalışan Doktor Nâzım sonunda istemeye- 
rek de olsa nazırlık koltuğuna oturdu. 



Evliyazadelerin damadı nazır oldu 

8 temmuz 1918'de Sultan Mehmed Reşad'ın ölümü üzerine hü- 
kümet istifa etti. Tahta Sultan Vahideddin (VI. Mehmed) geçti. 

20 temmuzda yeni hükümet Sadrazam Talat Paşa başkanlığın- 
da kuruldu. Doktor Nâzım Maarif nazın olmuştu! 

Ne var ki, Doktor Nâzım aslında Maarif nazın olmak istemi- 
yordu. "Temmuz Devrimi'nin o sıcak günlerinde, mebusluk-ba- 
kanlık yapmama karan almıştı. İcraatlannı "koltuk-makam" ama- 
cıyla yapmadığını ispat etmek istiyordu. 

Ancak başta Talat Paşa'nın ve İttihatçı diğer arkadaşlanmn ıs- 
ran sonucu görevi kabul etmek zorunda kaldı. Hatta ilk gün Sad- 
razam Talat Paşa, onu kolundan tutup makamına oturttu. 

Görevi kabul etmesinin asıl bir nedeni vardı: savaşın Osmanlı 
aleyhine geliştiğini görenler hükümette yer alarak, yenilginin so- 
rumluluğuna ortak olmak istemiyorlardı! İttihatçılar kabine oluş- 
turmakta zorlanıyorlardı. 

Doktor Nâzım'm nazırlık koltuğuna oturduğunda ilk yaptığı iş, 
bürokratlannı etrafına toplayarak neler yapılması gerektiğini an- 
latmak oldu. Ardından ilk atamasını gerçekleştirdi: Ziya Gökalp'i 
kültür işlerinin başına atadı. 

Eğitim -öğrenim için Avrupa'ya gönderilen Türk öğrencilerin 
sayısını artırmayı amaçlayan yeni çalışmalar başlattı. Öğrencile- 
rin eğitim masraflannı karşılamayı üstlenen kişilere maarif nişa- 
nı verdi. Bu nişanlann dönemin gazetesi Takvimi VekayVde ilan 
edilmesini sağladı. Örneğin iki öğrencinin masraflannı karşılayan 
tanınmış Trabzon tüccarlanndan Kırzade Mustafa Bey'e üçüncü 
dereceden bir kıta maarif nişanı verdi. Bu yolla eğitime yardım 
için zengin kişileri teşvik etmeye çalıştı. Bu şekilde yüzlerce öğ- 
rencinin Avrupa'ya gitmesine katkıda bulundu. 

Bunlardan biri de, Evliyazade Naciye Hanım'm, on altı yaşında- 



238 



ki oğlu Samim'di. Samim'i tarım eğitimi alması için Macaristan'a 
gönderdi. 

Evliyazadelerde sadece Samim değildi yurtdışında okuyan. 
Gün gelecek, izmir Belediye Başkanı Evliyazade Refik Efendinin 
Nejad'dan sonra iki oğlu Ahmed ve Sedad da yurtdışında okuya- 
caklardı. Ahmed ve Sedad, Doktor Nâzım'ın okulunu tercih ede- 
ceklerdi: Sorbonne! Ama tıp eğitimini değil iktisadı seçeceklerdi. 

O günlerde Maarif Nazın Doktor Nâzım'ın başı, kayınçolanyla 
değil, kardeşiyle dertteydi... 

Doktor Nâzım'ın ağabeyi Ahmed Fazıl İstanbul defterdarıydı. 
Bir önceki görevi ise Selanik defterdarlığıydı. Selanik 1912'de 
düştükten sonra istanbul'a gelmişti. 

Hatice ve Nazlı adında iki eşi vardı. Gerek kendisi ve gerek eş- 
lerinin çok şık giyinmeleri, pahalı konaklarda oturup, zengin da- 
vetlerde görülmeleri haklarında kısa sürede yığınla dedikodunun 
çıkmasına neden oldu. 

Ağabeyi şık landolarla gezip şaşaalı bir hayat sürerken Doktor 
Nâzım hakkı olan devlet arabasına bile binmek istemezdi. 

Bir gün Büyükada'da dost meclisinde sohbet edilirken, Doktor 
Nâzıma ağabeyi şikâyet edildi. Doktor Nâzım hem üzüldü hem 
şaşırdı. Çok değil üç gün sonra gazeteler istanbul Defterdarı Ah- 
med Fazıl'ın Bursa'ya atandığını yazdı... 

Savaş ekonomisinden Maarif Nazırlığı da payına düşeni aldı. 
Doktor Nâzım bu duruma da çare buldu. Maddî olanaklara sahip 
kişilerden nazırlığı adına yardım istedi. Yardımda bulunanları ise 
tıpkı öğrencilerin eğitim masraflarını karşılayan kişilere yaptığı 
gibi "nişanla ödüllendirdi. 

Savaş koşullarında Osmanlı halkının moralini yüksek tutmak, 
rejime olan inançlarını pekiştirmek amacıyla, 1918'de "İdman 
Bayramı" organize edilmeye başlandı. Zaten 1916 yılından itiba- 
ren "Çocuklar Bayramı" kutlanıyordu... 

Yakın gelecekte "Temmuz Devrimi'nin bu bayramları, "Osman- 
lı'nın küllerinden doğan" Türkiye'nin bayramları arasında yerini 
alacaktı... 

Keza İzmir'de de Belediye Başkanı Evliyazade Refik Efendi, 
halkı birbirine kaynaştırmak, onlara moral verebilmek için Whit- 
tall, Giraud, Forbes, Paterson gibi İngiliz-Fransız Levantenlerle 
işbirliği yaparak at yarışlarını tekrar başlattı. Kendisi de başha- 
kemlik yapıyordu. 

Savaş "öteki îzmir"e uzaktı... 

Bornova'da Rene Lochner evinde müzik ziyafetleri veriyor. 



239 



Madam Evelyn Lochner piyanosunun başına geçip güzel sesiyle 
aryalar söylüyordu. Karşıyaka'da Madam Fernand Guifray'm sa- 
lonunda verilen ziyafetler de pek parlak geçiyordu. 

Levanten gençler Aliottilerin Karşıyaka'daM "Villa des Algues'm- 
da piknikler yapıyor, müzik partileri veriyordu. Sporting Kulüp'te 
ise maskeli balolara katılmak prestijliydi. Bu balolarda danslar 
"vals"le başlıyor, "kadru'le devam ediyor, "cake-walk"la bitiyordu. 

Bir de en şık elbiselerle Cafe de Paris adlı sinemaya gidiliyordu. 

Viyana Operet Kumpanyası gibi toplulukların operetleri ise ka- 
çınlmıyordu. Bu eğlencelere İzmir'in tanınmış Türk aileleri de 
katılıyordu... 

İzmir'deki zenginler savaş koşullarında bile eğlenebiliyordu. 
Ama çok değil biraz ötede, Rus zenginlerin durumu pek parlak 
değildi. . . 

1917'de Rusya'da çarlığa son veren sosyalist devrim, Osman- 
lı'yı ve müttefiklerini sevindirdi. Yeni sosyalist yönetimin tek ta- 
raflı olarak savaştan çekildiğini açıklaması, Kafkas cephesindeki 
savaşın bittiği anlamına geliyordu. Artık Osmanlı Kafkas cephe- 
sindeki güçlerini diğer bölgelere kaydırabilirdi. Ancak Almanla- 
rın kontrolünde Rusya'ya gidip devrim yapan Lenin'in Almanla- 
rın yenilmesine neden olacağını kimse bilemezdi! 

Şöyle ki... 

Rusya'daki sosyalist devrim ABD yönetimini çok rahatsız etti. 
İngilizlerin baskılarına rağmen bir türlü savaşa girmeyen Ameri- 
ka, Rusya'daki gelişmeler üzerine İtilaf güçlerine katılıp Alman- 
ya'ya savaş ilan etti. ABD'yi Yunanistan takip etti, Yunanlılar da 
İtilaf güçlerine katıldıklarını açıkladılar. 

Ve Rusya'daki sosyalist devrim Almanya'yı vurdu. Almanya'da- 
ki sosyalistler ayaklandı. Ocak 1918'de Berlin, Hamburg, Münih 
gibi büyük şehirler başta olmak üzere bir milyon işçi greve gitti. 
Alman işçi smıfı gerek sayısal, gerekse örgütsel açıdan dünyanın 
en güçlü hareketini oluşturuyordu. 

Yenilmez Prusya ordusunun arkasındaki güç savaşa karşı bay- 
rak açmıştı. İşçileri, Alman donanmasındaki erler ve komutanlar 
takip etti. Almanya ummadığı yerden darbe yemişti. 

Avusturya-Macaristan İmparatorluğu da benzer durumdaydı. 
Savaşın getirdiği yıkım askerler, işçiler ve köylüler arasındaki 
huzursuzluğu artırdı. Donanmanın başını çektiği askerler savaş 
istemediklerini belirttiler. 6. Topçu Alayı ayaklandı. Başkaldırı- 
lar kanla bastırıldı. Ancak eylemler bitmedi. Grevler hızla ya- 
yılmaya başladı. Sadece Budapeşte'de 300 000 işçi greve gitti. 



240 



15 haziran 1918'de ülke çapında genel grev ilan edildi. 

Almanya ve Avusturya-Macaristan içişleriyle uğraşırken, bir 
diğer müttefik Bulgaristan savaştan çekildiğini açıkladı. 

Bu arada İttifak Devletleri kendi aralarında da sorunlar yaşı- 
yorlardı. Örneğin, Kafkasya konusunda Osmanlı ile Almanya ara- 
sında anlaşmazlıklar baş göstermişti. Osmanlı Azerbaycan'ı Al- 
manlara bırakmaya yanaşmıyordu. Almanya ise Azerî petrolüne 
sahip olmak istiyordu. 

Sonuçta benzer nedenlerle, ittifak parçalanma noktasına geldi. 
Her ülke kendi kurtuluşu peşine düştü. 

O günlerde İstanbul'dan İzmir'e gönderilen gizli mektup, kur- 
tuluş umudu peşindeydi... 



İzmir'de toplama kampı 

5 ekim 1918. 

İzmir Valisi Rahmi Bey Sporting Kulüp atölyesinde ressam Çal- 
lı İbrahim'e portresini yaptınrken, İstanbul'dan "acele" notuyla 
gönderilmiş, gizli damgalı bir mektup aldı. 

Mektubu Sadrazam Talat Paşa göndermişti. İngilizlerle sulh 
görüşmesi yapmaya hazır olduklarını bildiriyor ve Rahmi Bey'in 
bu işe aracı olmasını istiyordu. 

Osmanlı, İngilizlerle anlaşarak savaşı en az zararla kapatma 
arayışına girmişti. 

Peki Talat Paşanın İngiltere'yle yapılacak bir barış antlaşması 
için neden İzmir Valisi Rahmi Bey'i seçmişti ? 

İzmir Valisi Rahmi Bey ve Belediye Başkanı Evliyazade Refik 
Efendi ilk günden itibaren Almanya'nın yanında savaşa girilmesi- 
ne karşıydılar. 

Cephelerde İngiliz, Fransız askerleriyle çarpışılırken, onlar, İz- 
mir'deki İngiliz, İtalyan ve Fransız Levantenleriyle çok iyi ilişki- 
ler içinde olmuşlardı. 

Hatta. 22 kasım 1917 günü Atina'daki İngiliz Elçisi Lord Gran- 
ville, Londra hükümetinden aldığı talimat gereğince İzmir'deki 
esirlere çok iyi davramldığı için Rahmi Bey'e teşekkür mektubu 
yazmıştı. (N. Bilal Şimşir, Malta Sürgünleri, 1985, s. 284) 

Rahmi Bey ve Evliyazade Refik Efendi bu tutumları nedeniyle 
zaman zaman Alman komutanlarla da karşı karşıya gelmişlerdi. 

Bir gün Almanlar, Evliyazade Refik Efendiye, esirler için bü- 
yük bir kamp hazırlığı yapmasını istediler. Refik Efendi Almanla- 
rın isteğine bir anlam veremedi. 



241 



Konu Vali Rahmi Bey'e de yansıyınca durum anlaşıldı; Alman- 
lar İzmir'de yaşayan başta İngiliz ve Fransızlar olmak üzere Le- 
vanten aileleri bir kampta toplamak istiyordu. 

Gerek Rahmi Bey gerekse Evliyazade Refik, Almanların tekli- 
fine önce pek aldırış etmediler. Unutturma yöntemini seçtiler. 
Ama Almanlar kararlıydı, kamp meselesini halletmek için İzmir'e 
general bile tayin ettiler. 

Alman general, Rahmi Bey ve Evliyazade Refik'le yaptığı top- 
lantıda, kamp sorununun acilen çözülmesini "emretti"! General, 
valilik makamından çıkarken, bu emrin altında padişahın mührü- 
nün olduğunu söylemeyi de ihmal etmedi. 

İş ciddiydi... 

Rahmi Bey ve Evliyazade Refik ne yapacaklarını kara kara dü- 
şünmeye başladılar. İzmir'de bir toplama kampının olması şehir 
ekonomisinin çökmesi anlamına geliyordu. Almanların İzmir'den 
İngiliz, Fransız Levantenleri kovmak için bunu maksatlı yaptıkla- 
rını düşünüyorlardı. 

Fakat sonunda çare buldular. İzmir Levantenlerinin önde gelen 
isimlerinden, yakın dostları Henri Giraud'yu çağırdılar. Durumu 
anlattılar. 

Henri Giraud, Almanların teklifini duyunca sarsıldı. Eşleri ve 
çocuklarıyla birlikte bir esir kampında yaşamayı hiç aklına getir- 
memişti. En fazla sınırdışı edileceklerini düşünüyordu. 

Ama yıllardır ailece görüştükleri Evliyazade Refik, hemen tes- 
kin edici sözler söylemeye başladı. Emir padişahındı ama tatbi- 
kat kendilerine bırakılmıştı. 

Vali Rahmi Bey, tatbikatm nasıl olacağını hemen açıkladı: "Lüt- 
fen Bornova ve Buca'daM aileleri içinizden birinin bahçesine top- 
layın, sabahtan akşama kadar aileler belirli yerde otursun, beyler 
işine gitsin ama yine oraya dönsün. Bir müddet böyle idare edelim. 
Bana soracak olursa, kamp yeri olarak orayı seçtiğimizi söylerim." 

Birinci Dünya Savaşı sırasında Levantenlerin "esir kampı" ya- 
şamları bir süre devam etti... 

İstanbul'dan, İngilizlerle anlaşma umudu taşıyan mektup geldi- 
ğinde, "toplama kampı" uygulamacı devam ediyordu. 



Kaçış oylaması 



Mektubu okuyan Vali Rahmi Bey, ressam Çallı İbrahim'den izin 
isteyerek Hükümet Konağı'n.ı gitti. 

Başta Belediye Başkanı Evliyazade Refik olmak üzere güven- 



242 



eliği mesai arkadaşlarını ve kentin önde gelen Levanten tüccarla- 
rını valiliğe çağırdı. Talat Paşa'mn İngilizlerle masaya oturmak is- 
tediklerini belirten mektubundan bahsetti. Mektup bu topluluk 
tarafından müspet bulundu. Hemen karar aldılar. 

Toplantıda bulunan Vilayet Yabancı İşler Müdürü Charles Ka- 
rabiber Efendi ile Fransız tüccar M. Edmond Giraud delege sıfa- 
tıyla Midilli'deki İngiliz temsilciliğine gideceklerdi. Yanlarında 
Talat Paşa'mn barış teklifini içeren mektubu vardı. 

Charles Karabiber Efendi ve Edmond Giraud Midilli'ye hare- 
ket ettiler. İngiliz temsilci bu konunun kendi rütbe ve görevini 
aşacağını belirtip, heyetin Atina'daki sefir Lord Granvüle'le gö- 
rüşmesinin daha iyi olacağını söyledi. Atina'daki sefir Lord Gran- 
ville ise hiç umutlu konuşmadı: 

Osmanlı hükümeti sulh isteğinde geç kalmıştı... 

İngilizlerin kendilerinden bu kadar güvenli olmalarının nedeni 
Osmanlı'nın müttefiklerinin yaşadığı sorunlardı. Bulgar Kralı Fer- 
dinand, Alman İmparatoru II. VVilhelm ve Avusturya-Macaristan 
İmparatoru I. Kari taç ve tahtlarını bırakarak memleketlerini terk 
etmişlerdi. 

İtilaf Devletleri savaştan zaferle çıktı... 

Osmanlı ordusunun yenilgisiyle Sadrazam Talat Paşa kabinesi 
istifa etti. 

Doktor Nâzım'ın nazırlığı ancak 2 ay 26 gün sürebildi... 

Yeni hükümeti kurma görevi Ahmed İzzet Paşaya verildi. 

Ahmed İzzet Paşa, Osmanlı ordusunun bilgili komutanlarmdan- 
dı. 1884 yılında Harp Okulunu, 1887'de ise Harp Akademesi'ni bi- 
rincilikle bitirmişti. Bu başarılarından dolayı askerî okullar müfet- 
tişi Goltz Paşa'mn (Colmarvon der Goltz) yardımcılığına getirilmiş, 
mesleğini ilerletmesi için Almanya'ya gönderilmiş ve Alman Genel- 
kurmayı'nda uzun süre Liman von Sanders'le birlikte çalışmıştı. 

Yani, Sadrazam Ahmed İzzet Paşa Almanlara ve İttihatçılara 
yakındı. 

Kabinesinde, Dahiliye Nazırı Ali Fethi (Okyar), Maliye Nazın 
Cavid, Bahriye Nazın Hüseyin Rauf (Orbay) gibi İttihatçılar vardı. 

Harbiye nazırlığını da üstlenen Sadrazam Ahmed İzzet Paşa, 
bakanlığın müsteşarlığına da Albay İsmet (İnönü) Bey'i getirdi. 

Yeni hükümetin ilk icraatı, İttihatçıların başta Ermeni tehciri 
olmak üzere bazı politikalarını aşın ya da kanunsuz uyguladığını 
düşündüğü, Bursa Valisi İsmail Hakkı, Halep Vilayeti Polis Müdü- 
rü Sadeddin, İçel Mutasarrıfı Mahmud Ata, Kavaklı Kaymakamı 
İdris Kemal gibi bürokratları azletmek oldu. 



243 



Görevinden almanlar arasında süpriz bir isim daha vardı: itti- 
hatçıların önemli kurmaylarından İzmir Valisi Rahmi Bey!.. 

Rahmi Bey, İttihat ve Terakki içinde Selanik'ten beri birlikte 
çalıştığı 1911'de cemiyetin kâtibi umumî görevinde de bulunan 
yeni Dahiliye nazırı Ali Fethi tarafından görevden alınmıştı. 

Vali Rahmi Bey görevden alındıktan sonra İttihat ve Terak- 
ki'nin acil çağnsı üzerine İstanbul'a gitmek üzere yola çıktı. Yol- 
culuktan önce, Osmanlı'nın yenilgiyle birlikte şehirde taşkınlık- 
larda bulunan İzmirli Ermenilerden Madam Avadikyan'ı ziyarete 
gitti. Bilmezden gelerek mor, turuncu ve sarı renkli, perdelere ta- 
kılmış, yere kadar uzanan bezin ne olduğunu sordu. Madam Ava- 
dikyan, millî bayraklan olduğunu söyleyince, Rahmi Bey, "Ma- 
damcığım pek zevksiz buldum bunu. Rumlann mavi-beyaz bayra- 
ğı daha iç açıcı" diye alay ederek evi terk etti. (Nail Morali, Mü- 
tarekede İzmir, 2002, s. 104) 

Rahmi Bey İstanbul'a doğru yola çıkarken, İstanbul hükümeti- 
nin temsilcisi on günlük Bahriye nazın olan Hüseyin Rauf ve ikin- 
ci delege Hariciye Müsteşan Reşad Hikmet, İngilizlerle banş gö- 
rüşmesi yapmak için İzmir'e geliyordu. 

İzmir'in bazı mahalleleri gürültülü, bazılan ise sessizdi. Sessiz 
olanlar Müslüman ve Yahudi mahalleleriydi. Şenlik yapanlar ise 
Rumlar ve Ermenilerdi. 

Levantenlerin nıh halleri karışıktı. 

Trenle gelen İstanbul hükümeti mütareke heyetini Vali Vekili 
Nureddin ile Ordu Komutanı Cevad Paşa karşıladı. 

Rauf Bey başkanlığındaki Osmanlı heyeti, Midilli Adasının 
Mondros limamnına demirlemiş İngiliz savaş gemisi Agamem- 
non'da İngiliz Akdeniz Donanması Başkomutanı Amiral Sir Art- 
hur Calthorpe'la "banş görüşmesi" yaparken, İstanbul'daki İtti- 
hatçılar geleceklerini tartışıyordu. 

Doktor Nâzım çok kızgındı. Yenilgiyi kabul edemiyordu. Os- 
manlı'nın tek başına da kalsa savaşa devam etmesi gerektiğini sa- 
vunuyordu. 

Kendi görüşünü destekleyen sadece bir avuç İttihatçıydı. On- 
lar da Bulgaristan'ın çekilmesiyle, Balkan cephesinin çökmesi 
üzerine sonucu kabul etmekten başka bir yol göremiyorlardı. 

Savaşın bilançosu Doktor Nâzım'ın önerisinin hayata geçiril- 
mesinin zor olduğunu gösteriyordu: Osmanlı 400 000 şehit ver- 
mişti. 180 000 asker yaralı ve 1,5 milyon asker ise tutsaktı. 

Görünen tablo bir gerçeği İttihatçıların yüzüne çarpıyordu. 
Hem Osmanlı, hem de ittihatçılar kaybetmişti... 



244 



Doktor Nâzım'ın "savaşa devam" önerisi fazla tartışılmadı bile. 

Gündemin ikinci maddesi, bundan sonra ne yapılacağı konu- 
suydu. Doktor Nâzım, bir süre Anadolu'da saklanmayı, sonra çı- 
kıp kurulacak mahkemelerde kendilerini savunmayı önerdi. 

Merkezi umumî üyesi Kara Kemal, İttihatçıların önde gelen 
isimlerinin yurtdışına gitmelerini sonra ortam müsait olunca dön- 
meleri teklifinde bulundu. 

Tartışmalardan sonra Kara Kemal'in önerisi kabul edildi! 

Bazı "ittihatçı şeflerin" yurtdışına gitmesine karar verildi. İtti- 
hatçılara bir kez daha yurtdışı gözükmüştü. 

Aynca... 

Dört çekimser, dokuz ret ve otuz beş kabul oyuyla "İttihat ve 
Terakki Cemiyeti-Fırkası" kapatıldı. Osmanlı'nın kaderine hük- 
meden "İttihat ve Terakki" isim olarak tarihe karışmıştı, ama 
onun siyasal çizgisi bu topraklarda hiç yok olmayacaktı... 

Moda'daki evde heyecan ve hüzün iç içe 

"İki bacanak" Doktor Nâzım ve Dr. Tevfık Rüşdü'nün (Araş) 
birlikte kaldıkları Moda'daki evleri o gece çok kalabalıktı. Dok- 
tor Nâzım, kıyafet değiştirip Anadolu'ya gitmek istediğini bir kez 
daha telaffuz etti. Ama karar alınmıştı; yurtdışına gideceklerdi ve 
giden "İttihatçı şefler" arasında o davardı! 

Doktor Nâzım ve arkadaşlarının yurtdışına çıkacağını çok az 
ittihatçı biliyordu. Onlar da veda için eve gelip gidiyorlardı. Misa- 
firlerin hemen hepsi Doktor Nâzım'm yurtdışına çıkması konu- 
sunda hemfikirdi. Bunun iki nedeni vardı. Doktor Nâzım, İttihat 
ve Terakki ile Teşkilatı Mahsusa eylemlerinden sorumlu tutulan 
isimlerin başında geliyordu. Cezaevine girebilir, hatta idam bile 
edilebilirdi. 

Aynca Doktor Nâzım'm, uzun yıllar yurtdışında bulunup örgüt- 
lenme faaliyetlerinde bulunduğu için, benzer çalışmayı yine yap- 
ması bekleniyordu. 

İttihatçılar pes etmek niyetinde değildi. Planlarına göre, yurt- 
dışına çıkanlar tıpkı daha önce yaptıkları "hürriyet mücadelesi- 
nin" benzerini verecekler ve iktidarı yine ele geçireceklerdi!.. 

Moda'daki evin ziyaretçileri azalmıyordu. Sürekli eski günler- 
den, anılardan bahsediyorlardı; Paris... Selanik... İzmir! 

Doktor Nâzım eşi Beria'yla birkaç dakikalığına baş başa kala- 
bildi. Beria'ya İttihat ve Terakki merkezinden aldığı beş aylık ma- 






I 



245 



aşı olan 300 lirayı verdi. İzmir'e, babası Evliyazade Refik Efen- 
di'nin yanına gitmesini öğütledi. Kendi üzerine kiralık olan çiftli- 
ği son gün 9 000 liraya elinden çıkarmıştı. Onu da eşine verdi. Ce- 
binde yalnızca 18 lirası vardı. Beria paranın bir bölümünü iade et- 
mek istedi, ama o kabul etmedi, ne de olsa kısa bir zaman sonra 
dönecekti, 18 lira yeterliydi! 

Beria ağlamaya başladı. Doktor Nâzım çekmeceden sakinleşti- 
rici bir ilaç çıkarıp verdi. Beria sanki hap müptelası olmuştu, su 
almadan hapı yuttu. Titriyordu. Anlamlı anlamsız kafasını sallı- 
yordu sürekli. 

Doktor Nâzım dinlenmesini öğütleyip salona döndü. 

Kızı Sevinç'i kucağına aldı. Öptü, kokladı. Yedi yaşındaki Se- 
vinç babasının sık sık gittiği seyahatlerine alışmıştı sanki. 

Doktor Nâzım kızıyla oynarken nedense odada bulunanların 
hepsi susmuştu. Sessizliği bozan Evliyazade Naciye Hanım oldu. 
Duygusal havayı dağıtmak için konuyu değiştirdi: 

Halide Edib (Adıvar), Nakiye (Elgün) ve Fatma Âliye hanıme- 
fendilerle buluştuklarını, ABD Başkanı Woodrow Wilson'un on 
dört maddelik barış planını Osmanlı Devleti için çok umut verici 
bulduklarını aktardı. Naciye Hanım'agöre, Başkan Wilson, Türk- 
lerin "dostu" ve "savunucusuydu"; Osmanlı Devletinin egemenlik 
hakkını tanıyordu. 

Üstelik Amerika'nın "emperyalist gayesi" yoktu!.. 

Naciye Hanım, ABD'nin başında insan haklan savunucusu, 
idealist, dış politika uzmanı bir profesörün bulunmasının Osman- 
lı için şans olduğunu sözlerine ekledi. Son olarak, Halide Edib 
Hanımefendinin "Wilson Prensipleri Cemiyeti" kurmak için ha- 
zırlıklara giriştiği bilgisini de verdi. 

Moda'daki eve tekrar dönmek üzere, konuyu da dağıtmadan 
araya girip birkaç minik not aktarmak istiyorum: Üsküdar Ame- 
rikan Kız Koleji mezunu Halide Edib (Adıvar) ve Amerikan Co- 
lumbia Üniversitesi mezunu Ahmed Emin'in (Yalman) girişimle- 
riyle, Refik Halid (Karay), Celal Nuri (İleri), Necmeddin (Sadak), 
Yunus Nadi (Abalıoğlu) gibi Osmanlı münevverleri, Robert Ko- 
lej'de bir araya gelerek, 4 ocak 1919'da "Wilson Prensipleri Cemi- 
yeti'ni kurdular. 

Kuruculann çoğunun Sabetayist olması tesadüf müydü? 

Herhalde!.. 

Peki, İstanbul'da "Wilson Prensipleri Cemiyeti"ni kuranlar, ge- 
rek ABD gerekse Siyonist politikalan hakkında ne kadar bilgiye 
sahiptiler ? 



246 



ABD Başkanı W. Wilson Siyonizm'e yürekten bağlıydı. Özel gö- 
rüşmelerinde Amerikan Siyonistlerinden bu eğilimini saklamı- 
yordu. Aynen, pek çok Amerikalı gibi dinî sebeplerle Siyon'a bağ- 
lıydı. "Museviler için Filistin'i barbar Türk'ten koparmak" efsane- 
si başkanı da büyülemişti. (Mim Kemal Öke, Kutsal Topraklarda 
İhanetler, Komplolar, Aldanmalar, 1991, s. 263) 

Savaş yıllan boyunca ABD yönetimi, Siyonizm'i devlet politi- 
kası haline getirmişti! Kuşkusuz bunda ABD'deki Yahudilerin fi- 
nans ve yayın dünyasına hâkim olmalarının büyük etkisi vardı. 

ABD bu Siyonist politikalarını hayata geçirmek için istanbul'a 
gönderdiği büyükelçilerini bile özel olarak seçiyordu. Ameri- 
ka'nın savaş yıllarındaki büyükelçisi Henry Morgenthau ve arka- 
sından gelen Abram Elkus Yahudi'ydi. 5 

Dünya Siyonist teşkilatı Alman kökenli Yahudilerin elindeydi. 
Bu nedenle Siyonistler Birinci Dünya Savaşında İttifak Devletle - 
ri'ne yakındılar. Ancak, Amerika'nın savaşa katılması, Alman- 
ya'nın yenilmesi ve ingilizlerin Filistin'e girmesiyle birlikte itilaf 
güçlerine yaklaştılar. Aslında Siyonistlerin ingilizlere yakınlaş- 
ması bir yıl önce başlamıştı, ingiliz Dışişleri Bakanı Arthur James 
Balfour'un adını taşıyan 2 kasım 1917 tarihli Balfour Bildirisi, Fi- 
listin'de bir "Yahudi millî yurdu"nun kurulmasını talep ediyordu, 
ingiliz işgaliyle birlikte, Yahudi millî yurdu kurulması amacıyla 
Filistin, "Britanya manda yönetimine" sokuldu. Bu arada Yahudi- 
lerin Filistin'e göçleri hiç durmadı. 1914'te 90 000 Yahudi'nin bu- 
lunduğu Filistin'e ayda ortalama 3 000 kişi göç etti. 

Siyonistler, Filistin'de bağımsız İsrail devletini kurmak için, ar- 
tık ne II. Abdülhamid'e ne de İttihatçılara muhtaçtı. Amaçlarına 
ulaşmak için, Amerika, İngiltere, Fransa ve Sovyetler Birliğinde 
lobi faaliyetlerini sürdürüyorlardı. 

En çok güvendikleri ise Amerika'daki Yahudi sermayesiydi. 

Filistin'in ingilizler tarafından işgal edilmesiyle "Siyonizm" Os- 
manlı'nın gündeminden düşmüş müydü ? 

Osmanlı münevverlerine, Siyonistlere bir "vatan" bulma amacı 
taşıdığı için, Wilson Prensiplerine sıkı sıkıya sarıldıklarını söyle- 
mek haksızlık olur. 

ABD ve Sovyetler Birliği, ezilen dünya ülkelerine bir umudun 



5. ilginçtir, ABD Ankara'ya gönderdiği büyükelçilerini hep Yahudi diplomatlardan seç- 
mektedir. Elli dört kişiden oluşan büyükelçi listesinde yer alan isimlerin yüzde 90'ı Ya- 
hudi'dir, isimleri tek tek yazarak uzatmak gereksizdir. James Spain, Robert Strausz-Hu- 
pe, Morton Abramovvitz. Marc Grossman, M. Robert Pnrrk Frir FHpIman hunrrj-m 



247 



propagandasını "ihraç" ediyorlardı: kendi kaderini tayin hakkı! 

Evliyazade Naciye Hanım gibi münevverler, ABD'nin Osman- 
h'daki Türklerin haklarını koruyacaklarına inanıyorlardı. Yani 
yurtlarından sürgün edilmemenin güvencesi olarak Wilson Pren- 
sipleri'ni görüyorlardı! 

Evliyazade Naciye Hanım'm ayrıca Amerikalılara sempatisi var- 
dı. Damadı Fııad Hamdi (Dülger) , Amerikan Glen Tobacco şirketi- 
nin Türkiye temsilciliğim yapıyordu. Amerikalılarla bir iki yemekte 
İzmir'de yan yana gelmişlerdi. Amerikalıların "kasıntı" olmamala- 
rından, Naciye Hanım etkilenmiş, onları kendisine yakın bulmuştu. 

İngilizleri, Fransızlan yakından tanıyordu. Onların bir umut ol- 
madığını düşünüyordu. Ülkenin kurtuluşunun ABD'ye yakınlaş- 
makla mümkün olacağını söylüyordu çevresine. Kurtuluş için 
başka bir "reçeteye" gerek yoktu! 

Neyse, Moda'daki eve dönelim... 

Moda'daki veda gecesinin belki de en sakini Naciye Hanım'dı. 
Yeğeni Sevinç'i kucağından indirmiyordu. Herkesi sakinleştirme 
görevi sanki ona verilmişti. 

Bir diğer Evliyazade, Dr. Tevfık Rüşdü'nün (Araş) eşi Makbule 
şaşkındı; evin içinde sürekli hareket halindeydi, nedensizce sağı 
solu toparlamaya çalışıyordu. Telaşlıydı. 

Art arda içilen sigaralarla evin salonunda göz gözü görmüyor- 
du. Geceyansına yaklaşılmıştı ki, Dr. Tevfık Rüşdü sevinçle eve 
girdi. Mondros Mütarekesinin iyi şartlarda imzalandığını söyledi. 

Haber evin kasvetli havasını birden değiştirdi. Umutsuzluğa 
gerek yoktu!.. 

Mondros Mütarekesinin sevinçli bir heyecan dalgası yaratma- 
sının nedeni, antlaşmayı imzalayan Rauf (Orbay) Bey'in, görüş- 
melerden döndükten sonra istanbul gazetelerine, "Devletimizin 
bağımsızlığı, saltanatımızın hukuku, milletimizin onuru tümüyle 
kurtarılmıştır" diye demeç vermesiydi. 

Heyecana Osmanlı Meclisi Mebusanı da kendini kaptırmış gö- 
rünüyordu; müterakeyi oybirliğiyle onayladı; Osmanlı posta ida- 
resi mutlu bir olayı kutlarcasına anma pullan çıkardı! 

Osmanlı'nın başkenti İstanbul henüz gerçekle tanışmamıştı. 

Moda'daki evde artık aynlık zamanı gelmişti... 

Doktor Nâzım eşi Beria, kızı Sevinç ve yakın dostlanyla veda- 
laşıp evden çıktı. 

Kemerinde kayınpederi Evliyazade Refik'in hediyesi tabancası 
vardı. 

Kimsenin lıSıırlamava pplıııpsini isfmnpdi Yanınrta snrlpfp Oü- 



2 18 



venliği için Teşkilatı Mahsusa'dan birkaç fedai vardı. 

Moda iskelesine gittiler. 

Arnavutköy'de İhsan Namık'ın (Poroy) evinde kader arkadaş- 
larıyla buluştu. 

Sabaha karşı... 

Sekiz kişiydiler: Enver Paşa, Talat Paşa, Cemal Paşa, Doktor 
Nâzım, Dr. Rusuhî, Polis Müdürü Azmî, Bedri Bey ve Dr. Bahaed- 
din Şakir. 

Yağmur ve rüzgârın hâkim olduğu karanlık bir gecede sekiz 
yorgun adam denizin karanlığına karıştı. 6 

Arkadaşlarını uğurlamaya gelen başta Teşkilatı Mahsusa'mn 
Başkanı Albay Hüsameddin (Ertürk) olmak üzere bir avuç İtti- 

6. Konuyla ilgili anılarda, gazeteci ve akademik çalışmalarda gidiş tarihleri konusunda 
2, 3, 7 ve 8 kasım gecesi yazılmaktadır. Keza aynı karışıklık "neyle gittikleri" konusun- 
da da vardır, inanmayacaksınız ama kaç kişinin yurtdışına çıktığı bilgisi bile net değildir. 
Bazı isimler yedi bazıları ise sekiz demektedir. Hatta koca koca "profesörler" giden 
gruba 'Yediler", "Yedibaşlar" denildiğini yazmaktadır. Sorun Dr. Rusuhî Bey'den kay- 
naklanmaktadır. Bazı yazarlar Dr. Rusuhînin diğer grupla birlikte gitmediğini yazmak- 
tadır. Oysa Dr. Rusuhî 1926 izmir Suikastı yargılanmalarında yurtdışına nasıl kaçtıkla- 
rını ayrıntılarıyla anlatmaktadır! 



Yazar 


Kitap adı 


Sayfa no 


Süleyman 


jön Türkler Nerede 


566 


<ocabaş 


Yanıldı 




Sina Aksin 


Jön Türkler, 
ittihat ve Terakki 


439 


Şevket 


Enver Paşa 


479 


Süreyya 


cilt 3 




Aydemir 






Tarık Zafer 


Türkiye'de Siyasal 


678 


Tunaya 


Partiler (1859-1952) 




Ahmet Bedevî 


inkılap Tarihimiz 


443 


Kuran 


ve Jön Türkler 




Mustafa Ragıb 


ittihat ve Terakki 


734 


Esatlı 






Yay. yön. 


Çağdaş Türkiye 


70 


Sina Aksin 


(/ 908-1980) cilt 4 




Alpay Kabacalı 


Talat Paşa'nın Anılan 


12-13 


Uğur Mumcu 


Gazi Paşa 'ya Suikast 


80 



Ne zaman? Neyle gittiler? 
2 kasım 1918 Alman gemisi 



1-2 kasım 1918 Alman denizaltısı 



7-8 kasım 1918 U-67 Alman 
denizaltısı 



2 kasım 1918 Alman torpidosu 



3 kasım 1918 Alman torpidosu 



2 kasım 1918 Alman gemisi 



I kasım 1918 Alman gemisi 



1 kasım 1918 Alman gemisi 

2 kasım 1918 U-67 Alman 

denizaltısı 



249 



hatçı fedai, sağ ellerini kalplerinin üzerine koydular. Kalp üzerine 
konan el, "Ölüme kadar beraberiz" anlamına gelen bir İttihatçı 
selamıydı... 

Öyle de olacaktı: sekiz İttihatçı'dan dördü suikast sonucu; biri 
çatışmada; biri idam sehpasında can verecekti. Sadece ikisi, on- 
lar da idam sehpasına çıkmaktan son anda kurtulduktan sonra, 
ecelleriyle öleceklerdi. 

Bir bilinmeze doğru yola çıkan Doktor Nâzım, kendisini nasıl 
bir sonun beklediğini kuşkusuz bilemezdi... 



On birinci bölüm 



30 ocak 1919, İstanbul 



Sabah saatleri... 

Dr. Tevfık Rüşdü (Araş), Meclisi Âlii Sıhhî'deki işine gitmek 
için Moda'daki evinden tam çıkacakken, kapı çalındı. Açtı. Karşı- 
sında bir polis memuru vardı. Polis, elinde tuttuğu İstanbul Polis 
umum müdürünün tezkeresini uzattı. 

Dr. Tevfık Rüşdü tezkereyi okudu. Müdüri umum bey, bazı ma- 
lumatlar almak üzere kendisini makamına çağınyordu. 

Eşi Makbule Hanım'ı çağrı tezkeresinden haberdar edip, gelen 
görevliyle İstanbul Polis Umum Müdürlüğünün yolunu tuttu. 

Polis Umum Müdür Muavini Sezaî Bey'in yanına çıktı. Sezaî 
Bey niçin davet edildiğini bilmediğini söyledi. Diğer görevlilere 
neden çağrıldığını sormak için tam kapıdan çıkarken, etrafını po- 
lisler sardı. Gözaltına alındığını söylediler! 

Dr. Tevfık Rüşdü'yü, Polis Umum Müdürlüğünün en üst katın- 
daki küçük bir odaya kapattılar. Yerde sadece pis kokan bir min- 
der vardı. Bir gün gündüzlü geceli orada kaldı. Ertesi gün evden 
yiyecek, giyecek ve yatak getirtmesine izin verildi. 

Bir hafta hiç dışarı çıkarılmadan o küçük odada kaldı. Kimsey- 
le görüştürülmedi. Daha sonra gözaltına alınanlarla birlikte Beki- 
rağa Bölüğüne gönderildi. 

Dr. Tevfık Rüşdü neden gözaltına alınıp, tutuklanmıştı? 

ittihat ve Terakki Cemiyeti- Fırkası kendisini feshettikten 
sonra, tüm belgeler bacanağı Doktor Nâzım tarafından alınıp 
bir bilinmeze götürülmüştü. Gerek Saray, gerekse Sadrazam 
Ahmed İzzet Paşa'nın istifasından sonra işbaşına gelen Ahmed 
Tevfık Paşa hükümeti, bu belgelere büyük önem veriyordu. Sa- 
ray, dış baskılardan kurtulmak için, Ermeni tehcirinin bir dev- 
lel politikası değil, İttihatçıların uyguladığı bir operasyon oldu- 



251 



ğunu bu belgelerle ispatlayıp rahatlamak istiyordu. 

Dr. Tevfık Rüşdü'nün tutuklanma nedeni salt bu belgeleri orta- 
ya çıkarmak değildi. Doktor, İttihat ve Terakki Cemiyeti- Fırkası 
feshedildikten sonra, yerine 24 kasım 1918'de kurulan "Teceddüt 
Fırkası"nın meclisi umumîsinde görev almıştı. 

Meclisi Mebusan'ı fesheden Sultan Vahideddin, İttihatçıların 
küllerinden doğan, Teceddüt Fırkasını yaşatmak istemiyordu! 

İtilaf güçleri İstanbul'u henüz işgal etmemişlerdi ama Boğaza 
gönderdikleri savaş gemileriyle varlıklarını hissettirmeye başla- 
mışlardı. Başta İttihatçılar olmak üzere, direniş yapabilecek tüm 
unsurlara gözdağı verilmesini istiyorlardı. 

Sultan Vahideddin de İngilizlerin güvenini kazanabilmek için 
İttihatçılar üzerindeki baskıyı yoğunlaştırdı. 

Baskılar sadece İstanbul'da yapılmıyordu... 

Evliyazade ailesi üzerinde karabulutlar dolaşıyordu. 

Önce, damatlan Doktor Nâzım yurtdışına kaçmak zorunda kal- 
mıştı. Arkasından, 8 kasımda Evliyazade Refik Efendi baskılara 
dayanamayıp İzmir Belediye başkanlığından istifa etmişti. 

Şimdi ise bir diğer damat, Dr. Tevfık Rüşdü tutuklanmıştı. 

İttihatçı Evliyazade ailesi, Osmanlı Devleti gibi Birinci Dünya 
Savaşı'ndan yenik çıkmıştı... 

Kâbus sadece Evliyazadelerin üzerine çökmedi. 

İstanbul'da sadece Moda'daki evin kapısı çalınmadı. 

O gün, o saatte İstanbul'da birçok eve baskın yapıldı. 

İstanbul hükümeti, insan avı başlatmıştı. Gözaltına almanlar 
hemen tutuklanarak "Bekirağa Bölüğü" denilen Harbiye Nezareti 
cezaevine tıkılıyordu. 

Yakalananlar arasında İttihatçıların önde gelen isimleri var- 
dı: İttihatçıların kasası Midhat Şükrü (Bleda), İttihatçı "teoris- 
yen" Ziya Gökalp, ittihatçıların yayın organı Tanirün sahibi ve 
başyazarı Hüseyin Cahid (Yalçın), İttihatçı Dahiliye Nazırı İs- 
mail Canbulad, İttihatçıların İstanbul'daki en güçlü ismi Kara 
Kemal... 

Liste her geçen gün kabaracaktı: Sadrazam Said Halim Paşa, 
Meclisi Mebusan Başkanı Halil (Menteşe), Dahiliye Nazın Ali 
Fethi (Okyar), gazeteci Ahmed Emin (Yalman), gazeteci Salah 
(Cimcoz), İttihatçı "teorisyen" Ahmed (Ağaoğlu), gazeteci Celal 
Nuri (İleri), Osmanlı münevverleri Süleyman Nazif, Aka Gündüz 
ve Emmanuel Karasu... 

İzmir'den Rahmi Bey, Şükrü (Kaya), Eczacıbaşı Ferkl... 

Evliyazede Refik tutuklanmamıştı. 



2S2 



Daha birkaç ay önce imzaladığı Mondros Mütarekesini "umut 
verici" bulan Hüseyin Rauf da (Orbay) tutuklananlar arasındaydı! 

İngilizler, kendilerine mukavemet gösterecek her çevreden is- 
mi tutuklatarak Bekirağa Bölüğüne koyuyordu. Bunlar arasında 
"Wilson Prensipleri Cemiyeti" üyeleri bile vardı! 

İngiltere o yıllarda kendisine yavaş yavaş rakip çıkmaya başla- 
yan ABD'yi, "kurtarıcı ilan eden" isimleri de tutuklayarak o çev- 
relere mesaj vermek istiyordu. Zaten bir süre sonra "İngiliz Mu- 
hipleri Cemiyeti"ni kurdurdu. İngilizlerin en büyük yardımcısı, 
1919 başında tekrar siyaset sahnesine çıkan Hürriyet ve İtilaf Fır- 
kası'ydı!.. 

İngilizlerin bir diğer "yardımcısı" Sultan Vahideddin'in dünürü 
Sadrazam Ahmed Tevfık Paşaydı. 

Dünürlük nereden geliyordu ? Ahmed Tevfik Paşanın oğlu İs- 
mail Hakkı (Okday) Paşa, 12 eylül 1914'te Sultan Vahideddin'in 
kızı Ulviye Sultanla evlenmişti.' 

Ahmed Tevfik Paşa'nın sadrazamlığa getirilmesi yaşlı olduğu 
gerekçesiyle çok eleştirilmişti. Ancak Paşa dört kez geldiği 
sadrazamlık görevini 1920 yılma kadar sürdürdü. Görevi bırak- 
tığında yetmiş yedi yaşındaydı. İlginç rastlantı, paşanın kuca- 
ğında sevdiği Bülent Ecevit de dört kez başbakanlık yaptı. Son 
başbakanlığı döneminde çok yaşlı olduğu eleştirilerine muha- 
tap kaldı. O da başbakanlıktan ayrıldığında yetmiş yedi yaşın- 
daydı ! Ahmed Tevfik Paşa 1936'da vefat etti; yani öldüğünde 
doksan bir yaşındaydı! 

Sadrazam Ahmed Tevfik Paşa'nın ilk icraatı, İttihatçıları tutuk- 
latmak oldu. Arkasından İttihat ve Terakki Cemiyeti-Fırkası'nın 
malvarlığına el koydurdu. Biliniyor ki, sadrazama bu operasyonu 
yaptıran güç İngilizlerdi. 

Peki, tutuklananlar arasında Rahmi Bey gibi îngilizciliğiyle ün- 
lü isimlerin olmasının sebebi neydi ? 

Benzer soru, o günlerde İngiliz Parlamentosu'nda da gündeme 
geldi. İngiliz milletvekilleri H. Herbert, J. Jones ve W. Guinness 
"Rahmi Bey sorununu" Avam Kamarası gündemine taşıdılar. 

Charlton Whittall İngiliz Dışişleri Bakanlığına uzun bir mek- 
tup yazdı. 

Sahi İzmir eski valisi "İngilizci" Rahmi Bey neden tutuklanmıştı ? 

Bu sorunun yanıtı için dört yıl geriye gitmemiz gerekiyor... 



I. Sadrazam Ahmed Tevfik Paşa'nın oğlu İsmail Hakkı Okday ikinci evliliğini ise 21 ha- 
ziran I922'de Ferhande Hanım'la yaptı. Ferhande Hanım Bülent Ecevit'in annesi ressam 



Kln7iı Hnnın 



rpvvpcivrli Ahmpri TpvfiU Pacs Riilpnr proviı 



253 



"Gel prens ol!" 

İngilizler 1915 başında Çanakkale Boğazına karşı harekâta 
geçmeden önce, İzmir Yeni Kale istihkâmlarını bombalamış, son- 
ra körfeze girerek İzmir'i teslim almak istemişti. 

İngiliz filosunda görevli istihbarat servisinin ünlü elemanı Al- 
bay Wyndhem Deeds, 2 İzmirli İngiliz tüccar Eric Whittall aracılı- 
ğıyla, İzmir Valisi Rahmi Bey'le görüşmek istediğini bildirdi. Res- 
mî olmayan bu isteği Rahmi Bey kabul etti. Vilayet Yabancı İşler 
Müdürü Charles Karabiberle birlikte Karaburun'da istihbarat gö- 
revlisi Deeds'le buluştu. İngilizler İzmir ve çevresine asker çıkar- 
ma izni istediler. 

Rahmi Bey'in bu hizmetinin karşılığı da düşünülmüştü. İzmir bir 
prenslik olacak, başına da Rahmi Bey getirilecekti. İngilizlerin Arap Ya- 
nmadası'nda oynadıklan bu oyunun Anadolu'da da sökeceğim düşüne- 
bilmeleri şaşırtıcıdır. Yine İngiltere'nin Rahmi Bey'e bu teklifi yaparken 
kendince haklı ve yerinde sayılabilecek bazı nedenlere dayandığını söy- 
lemek zorundayız. Rahmi Bey, İzmir'i Osmanlı İmparatorluğunun dı- 
şında bağımsız bir ülke gibi yönetmekteydi. Şehirdeki yabancı uyruklu 
işadamlarıyla olan dostluğu Türklerin bile yakınmalarına yol açıyordu. 
(Nurdoğan Taçalan, Ege'de Kurtuluş Savaşı Başlarken, 1970, s. 43) 

İngilizler Rahmi Bey'e prenslik teklif ediyorlardı. 
Rahmi Bey'in cevabı da netti: 

İzmir cayır cayır yanar, yine de İngiliz olmaz. Bu davranışınızla 
şehrin içindeki tüm Hıristiyanları ateşin içine atıyorsunuz. Şehri dö- 
vüşerek alsanız bile tek bir Hıristiyam sağ olarak bulamayacaksınız... 
(Yaşar Aksoy, Bir Kent, Bir İnsan, 1986, s. 133) 

Rahmi Bey dediğini de yaptı; valiliğe gelir gelmez, Evliyazade 
Refik Efendiyle birlikte şehrin ileri gelenlerini topladı. Tüm res- 
mî dairelere teneke teneke gaz dağıtılmasını, başta Levantenler 
olmak üzere Rum ve Ermenilerin "canlı hedef olmaları için şeh- 
rin her tarafında dağıtılmalarını istedi. 

Bu arada devreye Whittaller, Giraudlar gibi aileler girdi; İngiliz- 
ler İzmir'i almaktan vazgeçti. Rahmi Bey de "savunma planını" ra- 
fa kaldırdı. 



2. ingiliz istihbaratının önemli isimlerinden VVyndhem Deeds daha sonra "sir" unvanı 



2S < 



Kuşkusuz "hikâyenin anlatımı" biraz abartılıydı ama olay ger- 
çekti. Rahmi Bey, İngilizlerin teklifini reddetmişti. 

İngilizler kendilerinden saydıkları İzmir Valisi Rahmi Bey'in bu 
tavrını unutmadılar. 

İngilizler için "İngilizcilik", söylediklerinin itirazsız uygulanma- 
sı anlamına geliyordu! Osmanlı sadrazamlarından bürokratlarına 
kadar buna uyan birçok isimle uzun yıllar çalışmışlardı. 

İngilizler anlamıştı ki, Rahmi Bey önce Ittihatçı'ydı !.. 

Rahmi Bey'in bir diğer özelliği ise, özellikle Selanik' in kaybedi- 
lişinden sonra "aşın Rum düşmanı" olmasıydı... 

Savaş öncesi Enver Paşa'nın Kuşçubaşı Eşrefle birlikte hazır- 
ladığı "Rum tehcir planına" sayı abartıldığı için karşı çıkmıştı. An- 
cak uygulamamazlık yapmadı. 

Başta İzmir olmak üzere Batı Anadolu sahillerinde ikamet 
eden Rumların, iç bölgelere nakledilmesinde aktif olarak çalıştı. 

Osmanlı mebusu Dimitriyadis Emanuelidis, Meclisi Mebusan'da 
yaptığı konuşmada, sahil kesiminden iç bölgelere gönderilen Rum 
nüfusunun 250 000 olduğunu belirtmişti. 

"Sürgüne" gönderilenler arasında ünlü isimler de vardı. Savaş 
öncesi İzmir metropolitliğine atanan Hrisostomos, Rahmi Bey'in 
emriyle İstanbul'a sürülmüştü. 

İtilaf güçleri gerek Ermenilere, gerekse Rumlara yapılan tehcir 
uygulamasına katılan tüm ittihatçıları tutuklııyordu. İşte Rahmi 
Bey de bu isimlerden biriydi. Bu nedenle Bekirağa Bölüğü'ne tı- 
kıljvermişti... 



Açlık grevi 

Bekirağa Bölüğü'ne her gün yeni İttihatçılar getiriliyordu. Ko- 
ğuşlarda yer kalmamıştı. İttihatçılar arasında sadrazamlık, nazır- 
lık yapmış isimler daha az tutuklunun bulunduğu odalara, Dr. Tev- 
fik Rüşdü gibi daha genç olanlar "meydan" adını verdikleri kala- 
balık koğuşlara konuluyordu. 

Ziyaretçileriyle görüşme yapmalarına izin veriliyordu. 

İtalyan Yüksek Komiseri Koni Sforza, Emmanue! Karasu'yu zi- 
yaretinde, daha hiçbir tttihatçı'nın sorgusunun yapılmadığını öğ- 
renince çok şaşırdı. Memleketin başına nasıl bir idare gelirse gel- 
sin Osmanlı'nın adam olmayacağını söylemesi ve bunu Kara- 
su'nun Bekirağa Bölüğü'ndeki arkadaşlarına aktarması, Dr. Tev- 
fik Rüşdii'nün açlık grevi yapmasına neden oldu. 

Dr. Tevfik Rüşdü, Harbiye nazırına gönderdiği hakaret dolu mek- 



255 



tubunda, ifadesi alınana kadar yemek yemeyeceğini bildirdi. 

Başta Hüseyin Calıid olmak üzere arkadaşlarını açlık grevin- 
den vazgeçirmeye çalıştı. İş başında bulunan hainlerin ölümün- 
den memnun kalacaklarını söylemeleri bile Dr. Tevfik Rüşdü'yü 
kararından vazgeçiremedi. 

İstanbul gazeteleri Dr. Tevfik Rüşdü'nün asabı bir rahatsızlığa 
uğradığını ve hiç yemek yemediğini yazmaya başladılar. Bu yalan 
haber bile doktorun şevkini kırmadı. 

Ve açlık grevinin üçüncü gününde Bekirağa Bölüğü'ndeki tu- 
tukluların ifadeleri alınmaya başlandı... 3 

Evliyazade Makbule Hanını, Dr. Tevfik Rüşdü'nün açlık grevini 
bıraktığını öğrenince ona süt götürdü. Kocasını çok zayıflamış 
gördü. Birbirlerine moral verici sözler sarf ettiler. 

Evliyazade ler, o günlerde, Sadrazam Ahined Tevfik Paşaya 
ateş püskürüyordu. Ancak, gün gelecek dünür olacaklardı! 

Evliyazade Refik Efendinin oğlu Nejad'm torunu Osman Evli- 
yazade; Sultan Vahideddin ile Sadrazam Ahmed Tevfik Paşa'nın 
çocuklan Ulviye ve İsmail Hakkı (Okday) Bey'in torunu llanza- 
de'yle evlenecekti! Bu evlilikten Neslişah ile Mesude Evliyazade 
doğacaktı. Ama dünür olacakları günler henüz çok uzaktaydı... 

Ve ilginçtir, çok uzak olsa da, Bülent Ecevit ile Adnan Mende- 
res akrabaydı... 



İttihatçıları sarsan intihar 



Bekirağa Bölüğü'ne konulanların sayısı kısa sürede iki yüz el- 
liyi buldu. Tutuklular koğuşlarda üst üste yatıyordu. Ek olarak 
açılan Süleymaniye kapısının üzerindeki itfaiye karargâhı odala- 
rı bile dolmuştu. Üstelik tevkifatlar bitmek bilmiyordu... 

Bu arada Bekirağa Bölüğünde bir ilk gerçekleşti: Tıbbiyei As- 
keriye Mektebi'nde, üç arkadaşıyla birlikte İttihat ve Terakki Ce- 
miyeti'nin temeli sayılan "İttihadı Osmanî'yi kuran Dr. Mehmed 
Reşid, Bekirağa Bölüğünden kaçtı. 

Son olarak Diyarbakır valiliği görevinde bulunan Dr. Mehmed 
Reşid Bey, Ermeni tehcirinden sorumlu tutularak, Bekirağa Bölü- 
ğü'ne ilk konulan İttihatçılardandı. 

"Milleti sadıka" denilen Ermeniler ile Osmanlılar arasına ne 
girmişti ? 

Kuşkusuz Avrupa'dan esmeye başlayan milliyetçilik rüzgârı Er- 



3. Yukarıda anlatılanlar Dr. Tevfik Rüşdü Aras'ın, Celal Bayar'a yazdığı 7 aralık 1944 ta- 
rihli mpkfı ıhı ınHnn al/farılmıetıı* 



256 



menileri de etkilemişti. Onlar da Yunanlılar, Bulgarlar, Sırplar gibi 
Osmanlı'dan kopup bağımsız bir devlet olmak istiyordu. 

XIX. yüzyılın son döneminde başlayan Ermeni isyanları Birin- 
ci Dünya Savaşı döneminde artarak sürdü. Özellikle Çarlık Rus- 
yası'mn verdiği destekle topyekûn ayaklanma girişimi başlattılar. 

Önce 15 nisan 1915'te Van bölgesinde ayaklanma çıkarıp şehri 
ele geçirdiler. Van'ın Ermenilerin eline geçmesinden sonra, isyan 
dalgası Bitlis, Muş, Erzurum, Beyazıt, Zeytun ve Sivas bölgeleri- 
ne yayılmaya başladı. 

Ermeni milisler, Kafkas cephesinde Ruslarla savaşan Osmanlı 
ordusunu arkadan (cephe gerisinden) vuruyordu. Bunun üzerine 
24 nisanda İstanbul hükümeti tehcir karan aldı. 

Yıllardır tartışılan bu karar neyi kapsıyordu? 

Başta Kafkas cephe arkası olmak üzere, isyancı Ermeniler baş- 
ka bölgelere gönderilecekti. Ermenilerden boşalan yerlere muha- 
cirler yerleştirilecekti. Tehcir edilen Ermenilere mal ve mülkleri- 
nin bedeli ödenecek, yeni yerleşim bölgelerinde benzer yaşam 
kurmaları sağlanacak, maddî durumu iyi olmayanlara iskân im- 
kânı sağlanacaktı. Taşınmaz malların bedelleri Evkaf Nezareti ta- 
rafından ödenecekti. 

Ermeniler, haberleşmelerini Türkçe yapacaklardı. Yeni okullar 
açamayacaklardı. Çocukları devletin resmî okullarında eğitim gö- 
recekti. Vilayetlerde çıkarılan Ermeni gazeteleri kapatılacak, ma- 
hallî Ermeni komite merkezleri dağıtılacaktı. Hareket alanındaki 
zararlı kişiler başka bölgelere gönderilecekti. On altı-elli beş yaş 
arasındaki Ermeniler, ülke dışından içeriye giremeyecek, ülke 
içinden ise dışarıya çıkamayacaklardı. 

Kâğıt üzerindeki yasanın, uygulaması ne yazık ki büyük acılara 
yol açtı. Tehcir yolculuğu sırasında korumasız kafilelere saldınlar 
oldu. Yağmacılık ve intikam hırsıyla binlerce Ermeni öldürüldü. 

Bu katliamlara, açlık ve hastalık eklenince, tehcir sırasında 
ölen Ermenilerin sayısı yanm milyona yaklaştı. 

Ermeni tehcirinden sorumlu tutulanlardan biri de, Diyarbakır 
Valisi İttihatçı Dr. Reşid Bey' di. 

Ermeni tehcirini araştırmak için, hükümet tarafından, Tetkiki 
Seyyiat Komisyonu kuruldu. Dr. Reşid Bey burada suçlu buluna- 
rak Divam Harp'e verildi. Tutuklu kaldığı dönemde Sebat adlı ki- 
tabını kaleme aldı. Kitapta suçlandığı konulara cevap vermeye 
çalıştı. Kitap yeğeni Rüstem Bey tarafından basıldı ancak hükü- 
met tarafından toplatıldı. 

Bekirağa Bölüğünde kaldığı dönemde yoğun baskılara dayana- 



257 



mayan Dr. Reşid, 25 ocak 1919'da hamama götürülürken kaçınldı. 

Kaçış olayım planlayan Reşid Bey'in Trablusgarp'ta sürgün ol- 
duğu dönemde tanıdığı Behçet Bey'in, Mektebi Hukuk öğrencisi 
olan oğlu Vedat'tı (Ardahanlı). Ona arkadaşlan Neyyir ve Kemal 
beyler yardım etmişti. Olayın ardından İstanbul polisi adeta se- 
ferber edildi. Alemdar gazetesi, olayı, "Bütün cihana karşı rezil 
ve hacîl olduk" diyerek verdi. 

Dr. Reşid Bey'in cezaevinden kaçması İstanbul'daki İngiliz 
Yüksek Komiserliğini çok kızdırdı. "Ermeni kırımına en çok ka- 
nşmış" birinin cezaevinden kaçması, "Ermeni tehcirine kanşmış 
kişilerin gerekli cezalan alacağını dünyaya duyuran" İngiliz hü- 
kümetini çok güç durumda bırakmıştı. 

İngilizler, Dr. Reşid Bey'in kaçışını küçük memurlann gevşek- 
liğinden çok İttihatçılann tertibi ve meydan okuması olarak de- 
ğerlendiriyordu. 

Sadrazam Tevfik Paşa, İngilizlerin öfkesini dindirmek için İs- 
tanbul polisini ve muhafız gücünü seferber etti. 

Zaten şubat başında İttihatçı "avının" başlamasına neden olan 
olay da Dr. Reşid'in cezaevinden kaçmasıyla başlamıştı. İttihatçı- 
lara "gerekli ders" verilmesi için sanki fırsat beklenmişti... 

6 şubat 1919'da Bekirağa Bölüğü derin bir sessizliğe büründü. 
Çünkü, Beşiktaş-Nişantaşı bayınnda yakalanacağını anlayan Dr. 
Reşid Bey, kafasına sıktığı kurşunla intihar etmişti. 

Dr. Reşid Bey'in acısı bitmemişti ki, İzmir'de Çerkez Edhem'in 
bir eylemi Bekirağa Bölüğü'ndeki İttihatçılan şoke etti. 

Çerkez Edhem, İzmir eski valisi Rahmi Bey'in sekiz yaşındaki 
oğlu Alp'i, Bornova'da Miss Flöre nce Okulundan evine dönerken 
kaçırmıştı. Dönemin gazeteleri, Memleket, İkdam, Akşam haberi 
manşetlerine taşımışlardı. 



Çerkez Edhem 

Çerkez Edhem'in İttihatçılann önde gelen isimlerinden Rahmi 
Bey'in oğlunu kaçırmasına Bekirağa Bölüğü' ndekiler anlam vere- 
memişlerdi. Biliniyordu ki, Çerkez Edhem sıradan bir eşkıya de- 
ğildi. Üstelik ailece İttihatçıydılar. Babası Kafkas göçmeni Ali 
Ağa, Tütüncü Yakub Ağanın yani Doktor Nâzım'ın propagandala- 
n sonucu teşkilata katılmıştı. Çerkez Edhem'in ağabeyleri Reşid 
Bey ve Tevfik Bey 4 Harbiye'de öğrenciyken harekete girmişlerdi. 



4. Çerkez Edhem'in ağabeyi Tevfik Bey'in kızı, Sevişmenin Rengi gibi lezbiyen ilişkileri 



258 



Subay ağabeylerini örnek alan Çerkez Edhem, babasının karşı 
çıkmasına rağmen on dokuz yaşında evden kaçtı; İstanbul'a Kü- 
çük Zabit Mektebine yazıldı. Okuldan birincilikle başçavuş ola- 
rak mezun oldu. 

Birinci Dünya Savaşında Bulgar cephesinde savaştı, yaralandı. 
Sonra ağabeyi Reşid'le birlikte Teşkilatı Mahsusa saflarına geril- 
la olarak katıldı; İrak, İran ve Afganistan'da çarpıştı, yaralandı. 
Savaş bittiğinde Bandırma'daki evinde tedavi görüyordu. 

Ne olmuştu da, Çerkez Edhem, İttihatçı Rahmi Bey'in oğlunu 
kaçırmıştı? 

Bu soru, yanıtım bugün bile bulamamıştır. 

Doğan Avcıoğlu, Çerkez Edhem'in İngilizlerin gözüne girmek 
için bu eylemi yaptığını iddia etmektedir. (Doğan Avcıoğlu, Millî 
Kurtuluş Tarihi, 1980, c. 2, s. 76) 

Zeki Sarman, "şaki olduğu için" sırf para almak amacıyla yaptığı- 
nı yazmaktadır. (Zeki Sarınan, Çerkez Ethent 'in İhaneti, 1986, s. 14) 

Cemal Şener, "Bu durum olsa olsa Ethem'in kişisel nedenlerle 
o ara İttihatçı düşmanı kesilmesine bağlanabilir" demektedir. 
(Çerkez Ethem Olayı, 1986, s. 30) 

Çerkez Edhem ise Anılarım adlı kitabında bu olaya hiç değin- 
memektedir. 

Bu kaçırılma olayında Kuşçubaşı Eşrefin parmağı olabilir mi? 

Çerkez Edhem'in arkasındaki görünmez kişi, Kuşçubaşı Eş- 
refti ! Edhem'in Teşkilatı Mahsusa'ya girmesinde Kuşçubaşı Eş- 
ref rol oynamıştı. Keza Kuşçubaşı Eşref, Birinci Dünya Sava- 
şı'nda nereye gitse yanında Çerkez Edhem'i de götürmüştü. 

Biliyoruz ki, Kuşçubaşı Eşref, Rahmi Bey'le İzmir'deki birçok 
olay yüzünden karşı karşıya gelmişti. Birbirlerini sevmiyorlardı. 

Keza, kaçırılan Alp Aslan yıllar sonra kendisiyle röportaj ya- 
pan Nurdoğan Taçalan'a kaçınlışını ayrıntılarıyla anlatırken iddi- 
amızı güçlendiriyor: 

"On gün kadar geceleri yürüdük, gündüzleri de bir yerlerde barın- 
dık. On beşinci günü Bozdağ eteğinde bir köye geldik. O akşam Salih- 
li'de, istasyondan da biraz ileride dağa doğru bir yerde Kuşçubaşı Eş- 
refe ait bağ kulesinde misafir kaldık. Orada bana bir mektup yazdır- 
dılar anneme. [Ege'de Kurtuluş Savaşı Başlarken, 1970, s. 152) 



Ayrıca... 

İttihat ve Terakki Cemiyeti-Fırkası kendini feshedip, lider kad- 
rosu yurtdışına gidince gerek basında gerekse halk arasında dedi- 



259 



kodu düzeyinde, İttihatçıların çok paralan olduğu yazılıp konuşul- 
maya başlanmıştı. En çok paranın da Rahmi Bey'de olduğu söyle- 
niyordu. Öyle ki, Enver Paşa yurtdışına çıkarken Rahmi Bey'den 
500 lira borç almıştı! 

Kuşçubaşı Eşref ile Çerkez Edhem, Rahmi Bey'in elindeki bu 
parayı ele geçirmek için birlikte plan yapmış olabilirler mi ? 

Akla yakın. Torunu Alp'in kaçırıldığını öğrenen, gerici 31 Mart 
Ayaklanmasını bastıran Hareket Ordusu'nun komutanı; İttihat ve 
Terakki Cemiyeti-Fırkası yerine kurulan Teceddüt Fırkasının re- 
isi, altmış yedi yaşmdaki Müşir Hüseyin Hüsnü Paşa, hemen İz- 
mir'e kızı Nermin'in yanına hareket etti. Oğlu Albay Tahsin Bey 
de kendisiyle gelmek istedi. Paşa, torununun neden kaçırıldığını 
tam anlamıyla çözemediği için, Tahsin Bey'e evdekilere göz ku- 
lak olmasını öğütledi. Evdeki torunlardan biri de dokuz yaşmda- 
ki Mehmed Ali'ydi (Aybar)... 

Müşir Hüseyin Hüsnü Paşayı istasyonda Evliyazade Refik 
Efendi karşıladı. Ayaküstü olup biteni anlattı. Çerkez Edhem, Alp 
karşılığında para istiyordu. 

İstenilen parayı hemen bulmalarına imkân yoktu. 

Devreye hatırlı dostlar girdi. 

Bunlardan biri Giraud ailesiydi! 

Alanyalızade Mahmud Bey, Nazmi Tocuoğlu, bir de Henri Giraud 
aralarında parayı taksim edip ödemişler. Miktar 53 000 liraydı, yansı al- 
tın yansı kâğıt. (Nurdoğan Taçalan, Ege 'de Kurtuluş Savaşı Başlar- 
ken, 1970, s. 153) 

Rahmi Bey'in oğlunun kurtulduğu haberi Bekirağa Bölüğünün 
ilk kez yüzünü güldürdü. Rahmi Bey'i ilk kutlayanlar hiç yarımdan 
ayrılmayan Midhat Şükrü (Bleda) ile Dr. Tevfık Rüşdü (Araş) oldu. 5 

Evliyazade Hanı yanıyor 

15 mayıs 1919. 

İstanbul Moda'daki evde telaş vardı... 

Evliyazade Naciye Hanım, bayılan ablası Makbule'yi ayılt- 
mak için, kollarına, başına kolonya sürüyor, bir yandan da ken- 



S. ittihatçıların önde gelen isimlerinden Rahmi Bey'in oğlu Alp Aslan daha sonraki yıl- 
larda, Yıldız Sarayı'nın hiç sevilmeyen adamı "izzet Holo" diye bilinen Arap izzet Pa- 
şa'nın torunu, keza ittihatçı düşmanı Semih Mümtaz Bey'in kızı Zeynep Hanım'la evlen- 
di 7pvnen H,m m A, k..«fln h5K k.».».\. Bi. U,l,~ -M... M-I..I...I. D:- i— 1- I — 



260 



di gözyaşlarını siliyordu. Makbule Hanım'ı bayıltan haberi geti- 
ren Halide Edib (Adıvar) Hanım, geldiği gibi aynı hızla evden çı- 
kıp gitmişti. 

Moda'daki evde sarsıntı yaratan olay neydi ? 

İzmir'den gelen haberler, ne Osmanlı Devleti ne de Evliyazade 
ailesi için hayırlıydı: Yunanlılar karaya asker çıkararak İzmir'i bu 
sabah işgal etmişlerdi. 

Doktor Nâzım ve Dr. Tevfik Rüşdü'nün (Araş) Paris'te öğren- 
ciyken tanıdığı Osman Nevres adındaki İttihatçı fedai ilk kurşunu 
atınca, olaylar meydana gelmiş, yüzlerce İzmirli öldürülmüştü. 

Bu arada yangınlar çıkmış, Evliyazade Hanı da yanmıştı ! 6 

Evliyazade Hanı önce Yunan askerleri ve yerli Rumlar tarafın- 
dan yağmalanmış, sonra yakılmıştı. Tek yağmalanan ve yakılan 
Evliyazade Hanı değildi; Selanikli Hafız Hüsnü Efendinin dük- 
kânları, İsmail Efendinin lokantası ve evi, Selanikliler Kitabevi, 
Şifa Eczanesi, Hacı Hafız Mustafa Efendinin gömlek dükkânı gi- 
bi yüzden fazla işyeri yağmalanıp yakılmıştı. (Mustafa Turan, Yu- 
nan Mezalimi, 1999, s. 90) 

Her şey sabahın ilk saatlerinde başlamıştı... 

İzmir Kordon Boyu bir şenlik havasındaydı. Rumlar ellerinde- 
ki Yunan bayraklarıyla şarkılar söylüyor, "Zito VenizelosL" diye 
sloganlar atıyordu. Her taraf mavi-beyaz renklere bürünmüştü. 
Metropolit Hrisostomos ile Anadolu'nun çeşitli yerlerinden gelen 
papazlar, Yunan ordusunu karşılamak, takdis etmek için limana 
gelmişlerdi. Bin yıllık rüyaları "Megalo İdea", Büyük Yunanistan 
planı gerçekleşmek üzereydi. 

İzmir limanına İngiliz, Amerikan ve Fransız donanmalarının 
koruması altında, Yunan Averof zırhlısı demirlemişti. 

Zırhlıların gölgesinde Temistokles, Patris ve Atroniyos adlı Yu- 
nan savaş gemileri, düdük sesleri, kilise çanlarının uğultusu, ça- 
lınan marşlar ve binlerce Rumun sevinç gösterileri içinde, limana 
yaklaştı. 

İlk inen Efzon 7 Alayı Konak Meydanına doğru yürümeye baş- 
ladı. Alayın sancağını, babası İzmir'de meyhanecilik yapan Teğ- 
men Yani taşıyordu. 

Efzon Alayı, sevinç gösterileri yaparak kendisine eşlik eden 
binlerce Rum'la birlikte Saat Kulesini geçip Kemeralü girişinde* 



6. Bugün, Kemeraltı'na Hükümet Konağfnın yanından girdiğinizde sağ tarafta Ankara 
Palas Oteli vardır. Onu geçince Millî Kütüphane Caddesi gelir ve köşede Yapı Kredi 
Bankası yer alır, işte burası eskiden Evliyazade Ham'ydı. 



261 



ki Askerî Kıraathaneye yönelmişti ki, ne olduysa o anda oldu. 

Bir silah sesi patladı... Arkasından bir tane daha... 

İki Yunan askeri yere düştü. Efzon Alayı panik içinde bir yerle- 
re sığınmaya çalıştı. Her yandan kurşun sesleri gelmeye başladı. 

İlk kurşunu sıkan Teşkilatı Mahsusa'nın fedaisi gazeteci Hasan 
Tahsin'di... 

îlk kurşunu kim sıktı? 

Asıl adı Osman Nevres Receb'di. 

1888'de Selanik'te doğdu. 

Receb ve Ayşe çiftinin dört çocuğu oldu: Mehmed Receb, Os- 
man Nevres, Binnaz ile Melek (Gökmen). 

İlkokulu Selanik'te Şemsi Efendi İlkokulunda tamamladı. Or- 
ta ve lise eğitimini Selanik Fevziye Mektebinde yaptı. O sıralar- 
da okul müdürü gelecekte Maliye nazın olacak Cavid Bey'di. Os- 
man Nevres'in ailesi İstanbul'a taşınınca ona sahip çıkan, "kol ka- 
nat geren" isim Cavid Bey oldu. Her gece Osman Nevres Cavid 
Bey'in evine gidip ders alıyordu. 

Üniversite öğrenimi için İstanbul'a gidip Darülfünuna yazıl- 
dı. Meşrutiyet sonrası Avrupa yolunu tutan öğrenciler arasında 
o da vardı. Paris Sorbonne Üniversitesi'nde hukuk ve felsefe 
okudu. Yahya Kemal'le (Beyatlı) sağlam dostluğunu o günlerde 
kurdu. 

"îlk kurşunu" İzmir'de değil İsviçre'de attı. 

Yıl 1911. İtalyan- Osmanlı orduları Trablusgarp'ta savaşıyor. O 
günlerde İsviçre sinemalarında Osmanlı Devleti aleyhine bir film 
gösteriliyor. Filme tahammül edemeyen Osman Nevres Neuchâ- 
tel'deki sinemanın beyazperdesine üç kurşun sıkıyor. 

İkinci kurşunun adresi Bükreş! 

O artık Teşkilatı Mahsusa'nın fedaisiydi. Teşkilata onu alan 
isim ise, hemşerisi Doktor Nâzım'dı. 

Kod adı "Hasan Tahsin'di! 8 Görev yeri ise Romanya'ydı!.. 

Balkan ülkelerinin İngiltere safında yer alması için Balkan Ce- 
miyeti'ni kuran İngiliz, Noel ve Leland Buxton kardeşler Bük- 
reş'te bir konferanstan çıkarken Osman Nevres'in kurşunlarına 
hedef oldu. 

Öldürememiş, kardeşlerden sadece Leland Buxton'u yarala- 
mıştı. Yakalandı. Beş yıla mahkûm oldu. İki yıl yattı. 



8. Osman Nevres'in pasaportunu kullandığı "Hasan Tahsin", Silah gazetesini çıkartan ve 



262 



1916 yılında Osmanlı ve Alman orduları Bükreş'e doğru ilerle- 
diler. Siyasî mahkûmlar daha iç bölgelerde bulunan hapishanele- 
re taşınacaktı. Mahkûmlar banliyö istasyonuna götürüldü, Os- 
man Nevres buradan kaçmayı başardı. Yaralı ayağıyla bin bir güç- 
lükle İstanbul'a geldi. 

Talat ve Enver paşaların tavsiyesi üzerine istirahat etmesi ve 
muhtemel bir görevi üstlenmesi için İsviçre'ye gönderildi. 1918 
yılında İsviçre'den döndü. Kısa bir süre İstanbul'da kaldı, ardın- 
dan İzmir'e gitti. 

1,80 boyunda, ela gözlü, daima koyu renk elbiseler giyen Os- 
man Nevres'i, İzmir sokaklarında fesle dolaşırken gören olma- 
mıştı; şapka kullanıyordu. Mondros Mütarekesi sonrası Hukuki 
Beşer (insan hakları) gazetesini çıkardı. Sert muhalefetti ve mil- 
liyetçi yazılarından ötürü gazetesi kapatıldı. 

Yılmadı, bu kez Sulh ve Selamet adındaki gazeteyi çıkardı. 

Efzon Alayına kurşun yağdırdıktan sonra kaçmaya fırsat bula- 
mamıştı. Yunan askerleri Hasan Tahsin'in cesedini parçaladılar. 

Bununla da hırslarını alamadılar, Hasan Tahsin'in Frenk Ma- 
hallesindeki evini de darmadağın ettiler. 

O günlerde Hasan Tahsin'in ailesinin yardımına, gemi acentesi 
Van der Zee'nin patronu Hollandalı Yahudi tüccar Heinrich Van 
der Zee yetişti. Aynı zamanda o günlerde Norveç fahrî konsolosu 
olan Van der Zee, Hasan Tahsin'in ailesini bir süreliğine Ameri- 
kan kolejinde sakladı.' 

Bugün Hasan Tahsin'in mezarı yoktur. İstanbul'da Karakaşî 
Sabetayistlerin mezarlığı olarak bilinen Bülbülderesi Mezarlı- 
ğı'nda adına dikilen bir anıt vardır ! ' ° 

İstanbul Bülbülderesi Mezarlığında, İzmir işgal edildiği gün şe- 
hit edilip denize atılan, İzmir Kolordu Komutanlığında başhekim 
olarak görev yapan Yarbay Dr. Şükrü Bey'in de anıtı vardır... 

İzmir'in işgaline karşı Türkler, Sabetayistler ve Yahudiler güç- 



9. Nereden nereye; "Van der Zee" 1990 yılında Refah Partisi'nin "gizli kasası" olarak 
bilenen Beşir Darçın tarafından satın alındı. Şirket o tarihten sonra Suudî Arabistan'ın 
"Necmettin Erbakan özel kotası'yla her yıl 5 000 hacı adayını Mekke'ye taşımaya baş- 
ladı. 

10. Hasan Tahsin adına İzmir'de anıt yapılması gündeme gelince, izmir eski Belediye 
başkanı Behçet Uz, 22 ocak 1973 tarihinde bir basın toplantısı düzenleyerek, ilk kurşu- 
nu Hasan Tahsin'in atmadığını iddia etti! Uz, ilk kurşunu kimin attığının tespit edileme- 
diğini söylüyordu. Bir gün sonra izmirli avukat ve CHP eski milletvekili Necdet Öktem, 
Ege Ekonomi Gazetesi'nde, Hasan Tahsin'in evinde öldürüldüğünü yazdı. Bilge Umar bu 
iddialara 25 ocak I973'te Yeni Asır gazetesinde yanıt verdi: "ilk kurşunu Hasan Tahsin 
atmıştır." izmir'de bu tartışma günlerce sürdü. Merak edenler, Bilge Umar'ın izmir'de 
Yunanlıların Son Günleri (Bilgi Yayınevi, 1974) adlı kitabına bakabilir. Sanırım bu tartışma, 



263 



birliği yapmışlardı. İşgal öncesi, işgali önlemek amacıyla ilk mi- 
tingi yapanlar İzmirli Yahudilerdi." 

"İzmir'deki tüm Türkler, Sabetayistler ve Yahudiler bu müca- 
deleyi verdi" demek yanıltıcı olur. 1983 yılında Millî Türkoloji 
Kongresi'ne sunduğu tebliğinde Dr. Robert Anhegger, İzmir'in 
geleceğinden endişeli olan bazı zengin Yahudilerin o günlerde 
kenti terk edip başta Amerika olmak üzere Batıya gittiklerini 
iddia etti. 

Kaçanlar olduğu gibi Yunanlılarla işbirliği yapan Yahudiler de 
vardı. Yahudi işadamı Durdoğlu Efendi, Punta Lunapark'ta yük- 
sek rütbeli subaylar şerefine mükellef bir ziyafet verdi. Ama dire- 
nişin sembolü Yahudiler de vardı: Rumların Kramer Palas'a astı- 
ğı Yunan bayrağını Yahudi Nesim Navaro yırtıp atmıştı... 

Yunanlılar işgal ettikleri İzmir'in idarî yapısında değişiklikler 
yaptılar. 

Evliyazade Refik Efendinin yerine belediye başkanlığına Os- 
manzade Hacı Hasan Efendi getirildi. Hacı Hasan Efendi Yunan- 
lılarla çok iyi ilişkiler geliştirdi. İşgal döneminde İngiltere Başba- 
kanı Lloyd George'a bir mektup yazarak Yunanlıların kendilerine 
çok yardım ettiğini dile getirdi. 

Bazı Levantenler yeni döneme uyum sağlamada hayli başarılı 
oldular. Dün Osmanlı padişahlarını ve önde gelen İttihatçıları 
ağırlayan Whittallerin Bornova'daki villası, bu kez Yunan Prensi 
Andreas'ı konuk ediyordu. 

Evliyazade ailesinin yakın dostu, iş ortaklan J. J. Frederic Gi- 
raud, Yunanlıların kentteki en büyük yardımcısı oluvermişti! 

Kral Konstantinos'un İzmir'e geldiğinde karargâh olarak kulla- 
nacağı bir mekân arandı. Sonunda Karşıyaka'daki bir konak be- 
ğenildi. Bu konak, Evliyazade ailesinin oturduğu mekândı. 

İşgal güçleri Evliyazade Refik'ten evi hemen terk etmesini iste- 
diler. 

Trikopis'in Evliyazadelerin konağını seçmesinin belki de en 
önemli nedeni Refik Efendinin İttihatçı olması ve Birinci Dünya 
Savaşında bazı Rumların iç bölgelere tehcirinde rol oynadığını 
düşünmesiydi. 

Türk filmlerine, romanlarına belgesellerine konu olan, Kral 
Konstantinos'un Türk bayrağını çiğnediği o konak, Evliyazadele- 
rin konağıydı... 



1 1. izmir'de o tarihlerde 55 000 Yahudi vardı. 14 mart 1 91 4'te Osmanlı Devleti'nin ilan 
ettiği Yahudi nüfuslarına ilişkin birkaç örnekvereyim: istanbul 52 126, Aydın 35 044, 



264 



265 



Kral Konstantinos konağa yerleşmeden önce evde bulunan, 
Evliyazade Refik Efendi, eşi Hacer; oğulları Ahmed, Sedad, kı- 
zı Binin ve Doktor Nâzım'ın eşi Beria ve kızı Sevinç ile ablası 
Gülsüm'ün oğlu Kemal konaktan ayrıldılar. 

Evliyazadelere bu zor günlerinde aile dostlan Giraudlar el 
uzattı. Evliyazadeler bir süreliğine Bornova'ya taşınmak zorunda 
kaldılar... 12 

Bastille Zindanı korkusu 

İzmir'in işgali Osmanlı'nın başkenti İstanbul'u ayağa kaldırdı. 

İstanbul'daki camilerin iki minaresi arasına gerilen mahyalar- 
da, "İzmir bizimdir" yazıyordu. 

Fatih, Üsküdar ve Kadıköy'de binlerce insanın katıldığı miting- 
ler yapılıyordu. 

Ama asıl miting 23 mayısta Sultanahmet Meydanında olacak- 
tı. İstanbul, tarihinin en büyük mitingine hazırlanıyordu. 

Sadrazam Ahmed Tevfik Paşa'nın istifası sonrasında kurulan, 
Hürriyet ve İtilaf Fırkası hükümetinin başkanı Damat Ferid Paşa, 
Fransız devrimcilerin 1789'da Bastille Zindanına hücum ettikleri 
gibi, Sultanahmet mitingine katılanların da Bekirağa Bölüğüne 
yürüyeceğinden çekinmekteydi. 

Hükümet mitingden bir gün önce kırk bir tutukluya bir günlük 
izin verdi. 

Bu izinler zaten aralıklarla kullanılıyordu. Önceleri dört asker 
ile bir subayın gözetiminde kullanılan bu izinler, zamanla tek as- 
kere ve nihayetinde tutukluların kaçmayacaklanna söz vermele- 
riyle, askersiz verilmeye başlandı. 

Bu haktan yararlananların başında Dr. Tevfik Rüşdü (Araş) ge- 
liyordu. Sultanahmet Mitingi tahmin edildiği gibi binlerce insanın 
katılımıyla gerçekleşti. Meydanda 50 000 insan vardı. Evlerin 
pencereleri, balkonları, çatılan insan doluydu. 

50 000 kişi tekbir getirip, "İzmir bizimdir" diye bağınyordu. 

Siyah çarşafı içindeki Halide Edib (Adıvar) Hanım kürsüde, 
boğazını yırtarcasına bağınyordu. 

Kürsünün üzerine siyah bir bayrak gerilmişti; ay-yıldızın he- 
men altında ise 'Ya istiklal ya ölüm" yazılıydı! 

Türk'ün kurtuluşu için Osmanlı'nın iki tebaası işbirliği yapmış- 

12. Doktor Nâzım'ın torunu Sedat Bozinal, Kral Konstantinos'un kullandığı konağın Evli- 
yazade Konağı olduğunu söylüyor. Ancak Karşıyaka Spor Kulübü'nün internetteki sitesi 




ti: Müslümanlar ve Yahudiler! 

İlk kurşunu atan bir Sabetayist'ti. 

Çıktığı kürsüde boğazını yırtarcasına bağırarak Osmanlı'yı di- 
renişe çağıran da Sabetayist'ti!.. 

Başka gidecek yerleri olmayanlar Osmanlı topraklannı avuçla- 
rının içinde sımsıkı tutup, kimseye kaptırmak istemiyorlardı!.. 

Dr. Tevfik Rüşdü ve Evliyazadelerin kadınları Naciye ve Mak- 
bule hanımlar da miting alamndaydılar. 

Çağın gerisinde kalmış bazı softaların mitinge gelen kadınların 
yüzüne tükürüp, "Bütün felaketler sizin yüzünüzden geldi" sözle- 
rine aldırmamışlardı bile. 

Miting sonrasında Moda'daki eve dönünce Dr. Tevfik Rüşdü ile 
baldızı Naciye Hanım arasında tartışma çıktı. Dr. Tevfik Rüşdü, 
mitingde kürsünün hemen sağına Wilson Prensiplerinin 12. mad- 
desinin asılmasına kızmıştı. 

Ne diyordu 12. madde: "Bugünkü Osmanlı Devletindeki Türk 
kesimlerine güvenli bir egemenlik tanınmalı; Osmanlı yönetimin- 
deki öbür uluslara da her türlü kuşkudan uzak yaşam güvenliğiy- 
le özerk gelişmeleri için tam bir özgürlük sağlanmalıdır." 

Dr. Tevfik Rüşdü, Naciye Hanım'a soruyordu: İzmir, Wilson 
Prensipleri yüzünden işgal edilmemiş miydi? İzmir ve bölgesi, 
Türk, Ermeni ve Yahudi'den daha çok Rum olduğu ileri sürüle- 
rek, Paris Barış Konferansında Yunanistan'a verilmemiş miydi ? 
İşgal Amerikan donanmasının gözetiminde olmamış mıydı ? 

Amerika, İngiltere ve Fransa'nın ortak amacı, Rumlann hakkı- 
nı korumak olmayıp, İzmir-Konya-Antalya üçgenini alarak Akde- 
niz'i kontrol edecek İtalya'nın önünü kesmek değil miydi ? 

Dr. Tevfik Rüşdü kadın ve erkeğiyle Osmanlı münevverinin, kur- 
tuluşun ancak, büyük bir gücün kanatlan altına girerek gerçekleşe- 
ceğini düşünmelerine kızıyordu. 

Naciye Hanım, bazı tavizler verilerek bağımsızlığın korunaca- 
ğını düşünüyordu. Ama baba ocağı İzmir'in elden çıkması kafası- 
nı karıştırmıştı. 

Yine de, Wilson Prensiplerinin dünya banşma hizmet edeceği- 
ni düşünüyordu. Yapılan sayımlarla İzmir ve bölgesinde Türk- 
Müslüman nüfusunun fazla olduğu ortaya çıkacak ve başta ABD 
olmak üzere İngilizler ve Fransızlar, Yunan ordusunun İzmir'den 
çekilmesini sağlayacaklardı! 

Dr. Tevfik Rüşdü bu görüşleri şaşırarak dinliyordu. 

Paris'ten beri sosyalist görüşlere yakındı. Rusya'daki Bolşevik 
devriminden çok etkilenmişti. Wilson Prensiplerinin bir aldatma- 



266 



ca olduğunu düşünüyordu. Amerikan sermayesi yüzüne "insan 
haklan" maskesi geçirmişti. Wilson Prensiplerinin en önemli mad- 
deleri neydi: 

- Denizlerde mutlak serbestlik sağlansın. 

- Uluslararası ekonomik engeller kaldırılsın. 

- Çanakkale Boğazı uluslararası güvencelerle gemilerin özgür- 
ce geçişine ve ticarete sürekli açık tutulsun vb... 

Wilson Prensipleri, "insan haklan" maskesi altında, Amerikan 
sermayesinin dünyaya yayılma aracıydı. 

Dr. Tevfık Rüşdü o akşam, Anadolu'ya Mustafa Kemal'in yanı- 
na gitmeye karar verdiğini eşi Makbule'ye açıkladı. 

Mustafa Kemal Anadolu'ya geçmeden önce, Bekirağa Bölüğünü 
iki kez ziyaret etmiş, arkadaşlanyla son durumu gözden geçirmiş- 
ti. Karar vermesinde buradaki sohbetlerin kuşkusuz katkısı olmuş- 
tu; ama Mustafa Kemal'in Anadolu'ya gitmesi hiç de kolay olmadı. 
Daha İstanbul'da "insan avı" başlamadan önce, Mustafa Kemal Şiş- 
li'de kiraladığı evinin alt katındaki büyük odada Fethi (Okyar) gi- 
bi arkadaşlanyla ülkenin nasıl kurtulacağını tartışıyordu. 

Bu tartışmalara bazen Albay İsmet (İnönü), Albay Kâzım (Ka- 
rabekir), İttihatçılann önde gelen isimlerinden İsmail Canbulad 
ve Kara Kemal gibi isimler de katılıyordu. 

Konuklara hizmet eden kişi ise -bir süre önce ailesinin zoruyla 
evlenip daha sonra boşanan-, Mustafa Kemal'in kuzeni Fikriye 'ydi. 
Sıtma hastalığının tedavisi için Anadolu'daki görevinden izin 
alarak İstanbul'a gelen Ali Fuad (Cebesoy) Paşa, Şişü'deki evde 
arkadaşlannı Anadolu'ya çağırdı. Ali Fuad, artık İstanbul'da bir 
hareket alanı kalmadığını, Ankara'da toplanılarak bir ulusal mü- 
cadele organizasyonu yapılması gerektiğini söyledi. 

Bu fikir de epey konuşuldu, tartışıldı. Mustafa Kemal, sınıf ar- 
kadaşı Ali Fuad'a katılıyordu. Bunu kendi deneyimlerinden bili- 
yordu; "kurtuluş reçetesi"ni önce İstanbul'da aramış, Harbiye na- 
zın olmak istemiş, kabul edilmemişti. Anlamıştı ki, Saray kabine- 
de, müttefik güçlere karşı millî mukavemet gösteren genç ve 
enerjik İttihatçılan istemiyordu. 
Biliyordu ki tek çare Anadolu'ydu! 
Peki nasıl gidecekti ? 



Samsun'a çıkışın perde arkası 



O buhranlı günlerde, İstanbul'da yapılan bir düğünün Ulusal 
Kurtuluş Savaşı'mn önderi Mustafa Kemal'in yolunu açacağını 



267 



kimse tahmin edemezdi. 

Damat, aile içinde "Raprap Ali" diye anılan Mehmed Ali (Cebe- 
soy), gelin ise 1919 yılının hemen başmda yeniden kurulan Hürri- 
yet ve İtilaf Fırkasının kurucusu, tüccar Mehmed Ali (Gerede) 
Bey'in kızı Leyla Makbule'ydi. 

Damat Mehmed Ali (Cebesoy); Ali Fuad'ın (Cebesoy) ağabeyi, 
İsmail Fazıl Paşanın oğluydu. Annesi Zekiye Hanım, Prusyalı 
Kari Detrois'in yani Müşir Mehmed Ali Paşa'nın kızıydı. 

Dünürleri "yabancı" değildi, Macar göçmeniydiler! 

Aynı günlerde Prusyalı Kari Detrois'in diğer kızı Leyla'dan ol- 
ma torunu Münevver de Macar Ali Rifat Bey'in oğlu Samim Ri- 
fat'la evlendi. 13 

XIII. yüzyıldan beri, Orta ve Doğu Avrupa'da Rusya hariç en 
büyük Yahudi topluluğu Macaristan'daydı. Yahudiler rahat yüzü- 
nü Macaristan'ın Osmanlı egemenliğine girmesiyle görmeye baş- 
ladılar. Ancak XVII. yüzyılın sonlanna doğru Habsburglar Os- 
manlılan yenince ülke Hıristiyanların yönetimine girdi ve Yahudi- 
lere yönelik antisemitizm tekrar hortladı. Yahudiler yurtlanndan 
edilmeye başlandı. XVIII. yüzyılda antisemitik olmasıyla bilinen 
Kraliçe Maria Theresia Yahudilere "hoşgörü vergisi" adı altında 
ağır cezalar getirdi. Bazı Macarların o tarihlerde Osmanlı'ya göç 
etmesinin nedeni buydu. Sayı hiç de küçük değildi; 5 000 kişiydi. 
(Nezahet Nurettin Ege, Prens Sabahattin, Hayatı ve İlmî Müda- 
faaları, 1977, s. 16) 

Neyse, konumuza dönelim... 

Mehmed Ali (Gerede), zaptiye eski nazırlarından (temmuz 
1886-temmuz 1890) Kâmil Bey'in oğluydu. Kâmil Bey'in babası 
Ali Paşa "Macaristan'dan" göç ettikten sonra Hersek'e yerleştiği 
için "Hersekli" ya da "Geredeli" Ali Paşa diye biliniyordu. 

Mehmed Ali (Gerede) daha önce -genellikle Yahudi ve Hıristi- 
yanlann yaşadığı- İstanbul Yeniköy'de belediye başkanlığı yap- 
mıştı. Ticaretle ve siyasetle ilgileniyordu. İngilizce ve Fransızca 
biliyordu. Galatasaray mezunuydu. Eşi İngiliz'di: Eleanor Louisa 
Bendon. 

Sıradan bir politikacı değildi. 4 mart 1919'da kurulan Damat 
Ferid Paşa kabinesinde Posta Telgraf nazın oldu. Daha sonra is- 
tifa etti, fakat 7 nisan 1919'da kurulan Damat Ferid Paşa kabine- 
sinde bu kez Dahiliye nazırlığına getirildi. 

Tüccar Mehmed Ali Bey'in Dahiliye nazın yapılmasında tek ne- 
den, onun İttihatçı düşmanı olması mıydı? Yoksa başka "meziyet- 



Rıfat'ın snnD V(a 



268 



leri" de var mıydı? Kuşkusuz vardı; yoksa o işgal yıllarında, iç ka- 
rışıklıkların fazla olduğu bir dönemde Dahiliye nazırlığına bir tüc- 
carın getirilmesi düşünülemezdi. 

İşte Mustafa Kemal'in Anadolu'ya gitmesini sağlayan bu isim 
Dahiliye nazırı Mehmed Ali (Gerede) Bey'di! 

Bu organizasyonu gerçekleştiren ise baba-oğuldu; ismail Fazıl 
Paşa ile oğlu Ali Fuat (Cebesoy)! 

Mustafa Kemal, İsmail Fazıl Paşanın Kuzguncuk'taki evinde ve- 
rilen bir yemekte Dahiliye Nazın Mehmed Ali Bey'le tanıştırıldı. 

Mustafa Kemal bu evin yabancısı değildi. Harbiye'de okurken 
okul arkadaşı Ali Fuad'la hafta sonlan eve gelip İsmail Fazıl Pa- 
şa'nm da katıldığı öğle yemeği yiyorlardı. 

Aradan yıllar geçmiş, aynı evde bir başka amaç için aynı masa- 
nın etrafına oturmuşlardı... 

Yemekte İsmail Fazıl Paşa, üzerine basa basa Mustafa Kemal'in 
İttihatçı olmadığını dünürüne söyledi. Mehmed Ali Bey, Mustafa 
Kemal'in adını " Anafartalar kahramanı" olarak duyduğunu ve onu 
hep takip ettiğini, başanlanndan övünç duyduğunu belirtti. 

Yemek sıcak bir ortamda yendi. 

Hürriyet ve İtilaf Fırkasının Dahiliye nazın Mehmed Ali Bey 
ile İttihatçı olduğu bilinen Mustafa Kemal'i birbirine yakınlaştı- 
ran neydi ? 

İttihatçı olduğu bilinen İsmail Fazıl Paşa ile Hürriyet ve İtilaf 
Fırkası'nm içinden gelen Mehmed Ali Bey'i birbirine dünür yapan 
güç ve ilişki neyse, Mustafa Kemal ile Mehmed Ali Bey'i birbirine 
yakınlaştıran da oydu! 

İttihatçı Mustafa Kemal ile Dahiliye Nazın Mehmed Ali Bey 
dost olmuşlardı. Hatta nazır birkaç gün sonra, Mustafa Kemal'in 
Şişli'deki evine ziyarete bile gitti. 

Ve beklenen fırsat doğdu. 

İşgal güçleri hükümete, Samsun ve çevresindeki olaylar nede- 
niyle baskı yapmaya başladı: Türkler Rumlara saldınyordu. Bu 
saldınlar önlenemez ise müdahale edeceklerdi. 

Sadrazam Damat Ferid Paşa, hemen Dahiliye Nazın Mehmed 
Ali Bey'i çağırdı. Çare olarak ne düşündüğünü sordu. 

Mehmed Ali Bey, asayişin Babıâli'den sağlanamayacağını be- 
lirtti. Olay yerine tecrübeli, geniş yetkilerle donatılmış bir kişinin 
gönderilmesini tavsiye etti. Ve bu özelliklere sahip isim olarak da 
Mustafa Kemal'i önerdi. 

Damat Ferid Paşa bir süre tereddüt etti. Biliyordu ki Mustafa 
Kemal ittihatçıydı. Mehmed Ali Bey ısrar etti. Sonunda Damat 



269 



Ferid Paşa Mehmed Ali Bey aracılığıyla Mustafa Kemal'i Cercle 
d'Orient'da yemeğe davet etti. Mustafa Kemal ve Damat Ferid Pa- 
şa o gün ilk kez bir araya geldiler. Tanışmaktan öteye gitmeyen 
bu yemeğin ardından yine Mehmed Ali Bey'in aracılığıyla ikinci 
buluşma gerçekleşti. Sadrazam Damat Ferid karannı vermişti. 
Mustafa Kemal'in ordu müfettişliğine tayinini kendisi yazdınp 
padişah Sultan Vahideddin'e imzalattı. 14 

Ordu müfettişlikleri o günlerde yeni kuruluyordu. 

3. Ordu müfettişliğine Mustafa Kemal getirilerek, Samsun'a git- 
mesine karar verildi. 

Mustafa Kemal göreve gitmeden önce, veliaht iken bir süre ya- 
verliğini yaptığı Sultan Vahideddin'i ziyaret etti. Sultan Vahided- 
din, Mustafa Kemal'e basanlar diledi, bir de saat armağan etti. 

Mustafa Kemal, Albay Refet (Bele), Albay Kâzım (Dirik), Yar- 
bay Ayıcı Arif, Binbaşı Hüsrev (Gerede, Dahiliye Nazın Mehmed 
Ali [Gerede]nin amcaoğlu!), Albay İbrahim Tali (Öngören), Dr. 
Refik (Saydam), başyaveri Cevad Abbas (Gürer) gibi on sekiz ar- 
kadaşıyla birlikte Anadolu'ya ayak bastığı o günlerde, başını İtti- 
hatçı komutanlann çektiği bazı subaylar direniş örgütleri kuvvet- 
leri organize etmeye başladılar: güneybatıda Mersinli Cemal, İz- 
mir-Bahkesir arasında Nureddin Paşa, Edirne'de Cafer Tayyar 
(Eğilmez) Paşa, Erzurum'da Kâzım (Karabekir) Paşa, Bahkesir- 
Bandırma arasında Kâzım (Özalp) Paşa, Ankara ve çevresinde Ali 
Fuad (Cebesoy) Paşa. 

Mondros Mütarekesine uyup silahlanra teslim etmek yerine, za- 
manı gelince çıkarıp kuşanmak için toprağa gömen Teşkilatı Mah- 
susa'nın fedaileri, İstanbul'dan Anadolu'ya silah kaçınyorlardı. 

Teşkilatı Mahsusa fedailerinin başım çektiği bir grup, 5 şubat 
1919'da Karakol Cemiyeti adlı illegal örgütü kurdular. İstanbul'un 
her semtinde örgütlenen Karakol Cemiyeti, Anadolu'da Balıkesir, 
Bursa, Samsun, İzmit, Erzurum, İzmir gibi şehirlerle ilişki için- 
deydi. İngilizler, Karakol Cemiyeti'yle mücadeleye başlamışlardı. 
Örgütün başkanı Galatah Şevket 13 yakalanıp Bekirağa Bölüğüne 
konuldu. 

İngilizler, 16 mart 1920'de İstanbul'u işgal etmelerinden sonra 



14. Dahiliye Nazın Mehmed Ali Bey, Ulusal Kurtuluş Savaşı'nın ardından Yüzellilikler 
listesine dahil edilip, yurtdışına sürüldü. Yüzellilikler'in affedilmesine rağmen Mehmed 
Ali (Gerede) Bey yurda Mustafa Kemal'in ölümünden sonra döndü ve on beş gün son- 
ra öldü. 

15. Karakol Cemiyeti'nin bir diğer lideri Kara Vâsıf Bey'di. 9 aralık 1931 'de geçirdiği 
trafik kazası sonucu vefat etti. Ailesi üç yıl sonra soyadı kanunu çıkarılınca, "Karakol" 



270 



271 



yerel milislere karşı operasyonlarını hızlandırdı. Gözaltına alıp iş- 
kence yaptığı isimlerden biri de, hemşire Şahande Hanım'dı. İş- 
kenceye rağmen bilgi vermeyen Şahande Hanım, Cumhuriyetin 
başbakanlarından Recep Peker'in kayın validesiy di. (Ergun Hiç- 
yılmaz, Teşkilatı Mahsusa'dan MiT'e, 1990, s. 45) 

Aynca ilginçtir İngilizler, Selanik'te yaşayan dönmelerin de İti- 
laf Devletlerine husumet beslediklerini ve onların aleyhinde ca- 
susluk faaliyetlerinde bulunduklarını kaydetmektedirler: 

Kadınlan serbestçe Fransız ve İngiliz subaylanyla birlikte oluyor; 
tabiî işe yarar malumat elde edebilmek için. Bunların (dönmeler) 
hepsi tehlikeli ajanlardır... (I. Friedman, Germany, Turkey and Zi- 
onism [1897-1918], Oxford, 1977, s. 201; Aktaran: Mim Kemal Öke, 
Kutsal Topraklarda İhanetler, Komplolar, Aldanmalar, 1991, s. 242) 

Gazeteci-yazar Hıfzı Topuz, Çamhca'ntn Üç Gülü adlı roma- 
nında, "eski Hariciye Nazırlarından Ahmed Hulusi Bey'in Ameri- 
kan Kız Kolejinde okuyan Neriman ve Perihan ile Dame de Si- 
on'da okuyan Ümran adlı kızlarının İstanbul'un işgali döneminde 
İngiliz ve Fransız subaylarla ilişkiye girerek bilgi edinip bunları 
ulusal güçlere aktardıklarını" yazmaktadır. 

Ulusal güçlere destek vermenin bedeli o günlerde çok ağırdı... 

İttihatçılar sürgüne gönderiliyor 

Tarih 28 mayıs 1919. 

Bekirağa Bölüğünde hareketli bir gece yaşanıyor. 

Bir İngiliz subayı komutasındaki 10 İngiliz asker ile yine bir 
Fransız subayın emrindeki 10 Fransız asker Bekirağa Bölüğü'ne 
baskın yaparak, ellerindeki 67 kişilik listedeki isimleri bulunanla- 
rı tek tek alıp götürdüler. 

İttihatçılar kendilerini Malta'ya sürgüne götürecek Princess 
Ena gemisine bindirildi. 

Sürgüne gidenler arasında aynca 11 kişi daha vardı. Bunlar, Os- 
manlı ordusu çekilince Kars, Ardahan ve Batum bölgesinde kuru- 
lan "Güneybatı Kafkas Hükümeti'nin Kars Şûrası üyesiydi. 16 

İngilizler, Damat Ferid Paşa hükümetine bile güvenmeyip, ulu- 
sal bir direniş gücü örgütleyeceğine inandıklan isimleri Malta'ya 
sürgüne götürüyordu. 



16. ingiliz Amiral Sir Arthur Calthorpe I I kişiyi Türk makamlarına bildirmemişti. Bu 

VH7(Hpn ili/ cTır-m'in I 



İngilizler özellikle 67 kişiyi üç gruba ayırdı: 

12'ler; eski nazır ve politikacılardan oluşan birinci sınıf tutuk- 
lulardı. 

41'ler; eski nazır, politikacı, vali ve küçük rütbeli görevlilerden 
oluşan ikinci sınıf sürgünlerdi. 

14'ler; subaylardı ve İngiliz savaş tutsaklanna kötü davran- 
maktan tutukluydular. 

Hepsinin bir sürgün numarası vardı: 

2756: Midhat Şükrü (Bleda), 2759: Ziya Gökalp, 2760: Halü 
(Menteşe), 2691: Rahmi (Arslan), 2692: İsmail Canbulad, 2689: Ali 
Fethi (Okyar), 2675: Hüseyin Cahid (Yalçın), 2728: Salah (Cim- 
coz), 17 2738: Şükrü (Kaya)... 

Malta sürgünleri arasında Enver Paşa'nın babası Hacı Ahmed 
Paşa da vardı! En sessiz sürgün oydu. Yorgundu. Oğlu Enver Pa- 
şanın nerede olduğunu bilmiyordu. Diğer oğlu Nuri ise Batum'da 
esirdi. Küçük kardeşi Halil Paşa ise Bekirağa Bölüğü'nden kaçıp 
kayıplara karışmıştı. Kısa bir süre sonra İstanbul'dan alacağı bir 
haber onun sessizliğini daha da derinleştirecekti. 

Tarih 5 temmuz 1919. 

Divanı Harp iki aydır süren yargılamanın sonucunda karannı 
açıkladı: 

Enver Paşa, Talat Paşa, Cemal Paşa ve Doktor Nâzım idama 
mahkûm edildi. 

Doktor Nâzım ilk olarak 1897 yılında idama mahkûm edilmişti. 

Paris'te olduğu için kurtulmuştu. 

1919'da ikinci kez idama mahkûm oldu. 

Ve o yine yurtdışındaydı... 




1 7. Salah Cimcoz'un o günlerde on yaşında olan kızı Emel, gün gelecek Cumhurbaşka- 



On ikinci bölüm 



15 mart 1921, Berlin 



Charlottenburg semti. 

Sabah saatleri... 

Hardenberg Caddesinde patlayan silah sesini duyan Doktor 
Nâzını, önce adımlarını sıklaştırdı, sonra koşmaya başladı. Cad- 
denin ortasında biri yatıyordu. Caddede karmaşa vardı. Sokaktan 
geçenler suikastı gerçekleştiren genci yakalamışlardı. 

Doktor Nâzım yerde yüzüstü yatan cesedin başına gitti... 

Korktuğu başına gelmişti... 

Donakaldı. Yakın arkadaşı, ittihat ve Terakki Fırkasının Selanik 
eski mebusu Yahudi Nesim Mazliyah'ın yanma geldiğini göreme- 
mişti bile. Ama hemen kendini toparladı. Aklına üç apartman ile- 
ride oturan Hayriye Hanım geldi. Birden paniğe kapılarak eve 
koşmaya başladı. Nesim Mazliyah da onu takip etti. 

Soluk soluğaydı... 

Kapı zilinin üst üste çalınması Hayriye Hanım'ı ürküttü. Eşi ev- 
den çıkalı daha on dakika ancak olmuştu. 

Kapıyı açtı. Karşısında Doktor Nâzım'ı gördü. 

Doktor Nâzım, "Hayriye Hanım... Hayriye Hanım..." diye bağır- 
maya başlayınca anladı. 

Sesi titreyerek, "Öldü mü?.." diye sordu. 

Aldığı cevapla kapının eşiğine düşüp bayıldı... 

Doktor Nâzım, Nesim Mazliyah'ı evde bırakıp tekrar olay yeri- 
ne koştu. Cesedin başında polisler vardı ve üzerine gazete kâğıdı 
kapatmışlardı. Polis elindeki cüzdandan suikasta kurban giden 
kişinin kimliğini tespit etmeye çalışıyordu. Kimlikte "Osmanlı Hi- 
lali Alııner görevlisi Ali Sai!" yazılıydı. 

Doktor Nâzım müdahale etti: "Hayır hayır, o sahte kimliği! 
Gerçek adı, Osmanlı eski sadrazamı Mehmed Talat Paşa!" 



273 



"Ali Sai" Talat Paşanın kod adıydı. Ve bu ismi Osmanlı Hürri- 
yet Cemiyeti Selanik'te varlığını sürdürdüğünde, Paris'te bulunan 
Terakki ve İttihat Cemiyeti'yle haberleşirken kullanmaya başla- 
mıştı. Yurtdışında da aynı adı kullanmayı tercih etmişti!.. 

Talat Paşa evden çıkmış, 100 metre sonra kemerindeki sedef 
kabzalı 6,35'lik Brovvning marka tabancasını çekmeye fırsat bula- 
madan, kafasına iki kurşun yemişti. 

Katil İran'dan gelen yirmi dört yaşındaki Ermeni Sogomon 
Tayleryan'dı. 

Erivan'da 6-13 şubat 1919 tarihleri arasında toplanan Batı Er- 
menileri İkinci Kongresinde kurulan Halk Mahkemesi, Sadrazam 
Said Halim Paşa, Enver Paşa, Talat Paşa, Cemal Paşa, Doktor Nâ- 
zım, Bahaeddin Şakir ve Cemal ile Azmî beyler gibi İttihatçılar 
hakkında idam kararı vermişti. 

İlk infazı gerçekleştirmişlerdi... 

Hakkında gerek İstanbul Divanı Harp'ince ve gerekse İran'da- 
ki Ermeni Halk Mahkemesi'nce verilmiş ölüm kararı bulunan 
Doktor Nâzım'ı, polisler, öldürülen Talat Paşa hakkında bilgi al- 
mak için karakola davet etti. 

Karakola giderken son iki yılda yaşadıkları, Doktor Nâzım'ın 
film şeridi gibi gözlerinin önünden geçti... 



"İslam ihtilalleri İttihadı Cemiyeti" 

İki yılda neler olmuştu: 

İstanbul'dan ayrıldıktan tam bir gün sonra Kırım Yarımadasında 
Sivastopol'ün yakınlarında bulunan Gözleve'ye (Yevpatoriya) var- 
mışlardı. Almanlar henüz İtilaf Devletleriyle Versailles Antlaşma- 
sı'nı imzalamadığı için Kırım Yarımadasından çekilmemişti. 

Almanlarla İstanbul'da yapılan plan gereği İttihatçı ekip bura- 
dan askerî trenle Berlin'e gidecekti. Gözleve'nin Novograd (Yeni- 
şehir) kısmında sahil bulvarında bulunan Büyük Dilber Oteline 
gidip geceyi orada geçirdiler. 

Sabah erken saatlerde hazırlanan askerî trenle yola çıktılar. 
Güzergâhları, Akmescit (Simferopol) yoluyla Berlin'di. Akmescit 
yönüne doğru yol alırken, ilk istasyonda bir gece beklediler; çün- 
kü trenler genellikle gündüz hareket ediyordu. Sabahın ilk ışıkla- 
rında çalan düdükle tren hareket edecekken Enver Paşanın yok- 
luğunu fark ettiler. 

Enver Paşa kimseye fark etünneden trenden atlamış, kayıpla- 
ra karışmıştı! 



21 A 



275 



On yıl önce Makedonya'da tüm nişanlarını söküp üniformasını 
çıkarıp dağa çıkan Enver Paşa yine aynı yolu seçmişti. 

Enver'in planlan diğerlerine uymuyordu. Odesa'dan Kırım'a geçe- 
cek, oradan Batum'a gelecekti. Burada amcası Halil Paşaya Maverayı 
Kafkas ordularına kumandan tayin edilen ve kendisine iki yüz altmış 
bin altın lira gönderilmiş olan Yusuf İzzet Paşayı ve biraderi Nuri Pa- 
şayı bulacaktı. Osmanlı ordusunun bu değerli kumandanlarını maiye- 
tine alarak derhal teşkilatlanmaya geçecekti. Kafkasya'nın Azerileri, 
Gürcüleriyle muazzam bir ordu kuracak, oradan Anadolu'ya girecek, 
yine Türk milletinin başında dünkü düşmanlarına karşı meydan okuya- 
caktı. Enver Paşa, Kırım'dan bir yelkenliyle hareket ettiği Kafkas sahil- 
lerine, on gün denizde müthiş fırtınalarla göğüs göğüse mücadele ede- 
rek varabilmiş, fakat orada Halil ve Nuri paşaların yola çıktığını Yusuf 
İzzet Paşanın da Trabzon'a geçtiğini ve daha sonra elindeki parasıyla 
İstanbul'a gelip hepsini padişaha vermeye mecbur kaldığını öğrenmiş- 
ti. Hadiseler pek acı cereyan etmiş, talimat yerine getirilmemişti. En- 
ver Paşa azminden bir santim kaybetmemiş, Moskova'ya gitmişti. (Sa- 
mih Nafiz Tansu, ittihat ve Terakki İçinde Dönemler, 1960, s. 388) 

Enver Paşa ile Talat Paşanın yollan aslında çok önceden ayrıl- 
mıştı. Fizikî ayrılık Kafkas topraklarında oldu... 

Talat Paşa ve arkadaşlarını taşıyan tren Berlin'e girdiğinde on- 
ları bir sürpriz bekliyordu. Alman komünistleri, "Spartakistler'in 
öncülüğünde Berlin'de devrim yapıp "cumhuriyet" ilan etmişlerdi. 
Alman İmparatoru II. Wilhelm tahttan feragat edip Hollanda'ya 
kaçmıştı. 

Plan gereği kendilerini karşılayacak Almanlar ortalarda gözük- 
müyordu. Herkes bir yana kaçmıştı. 

Berlin'in her yanında silah ve top sesleri vardı. İlk geceyi geçi- 
recek yer aradılar. İstasyona yakın kenar mahallelerin birinde 
buldukları bir otele kendilerini zor atabildiler. Ertesi gün iç sava- 
şın nispeten az yaşandığı Charlottenburg bölgesindeki bir otele 
gittiler. Burada birkaç gün kaldılar. 

"İttihatçı şeflerin" Berlin'e gelişleri duyulmuştu. Aleyhlerinde 
"Rum ve Ermeni katilleri" diye yürüyüş yapılacağını öğrenince 
hemen otelden ayrıldılar. 

Bu arada tanıdıkları Almanlar aracılığıyla Berlin'de bir sana- 
toryumda kaldılar.' 

I. Aynı tarihlerde Berlin'in kuzeyinde küçük bir Pomeranya kasabası olan Pasewalk'ta- 




Berlin o sıralar ucuz bir kentti. Geçimlerini kolay sağlayabili- 
yorlardı. Doktor Nâzım, tıpkı Paris günlerinde olduğu gibi, yine 
muhasebe işlerinden sorumluydu. Talat Paşanın verdiği az mik- 
tardaki parayı oldukça iyi idare ederek küçük grubun yaşamını 
idame ettiriyordu. 

Güvenli bir yerde kalmaya başlayınca, "durum değerlendirme- 
si" yaptılar. 

Yedisi bir masanın etrafında toplandı. Gündem belliydi, şimdi 
ne yapılacaktı? İngiltere, Fransa ve İtalya gibi İtilaf Devletlerini 
zora sokmak, onların sömürgelerinde iç savaş çıkarmakla müm- 
kün olabilirdi. Eğer Müslümanları ihtilale teşvik ederlerse sonu- 
ca ulaşabileceklerini düşünüyorlardı. Bu şekilde Osmanlı da, iş- 
gal devletlerinin boyunduruğundan kurtulabilirdi. 

"İslam İhtilalleri İttihadı Cemiyeti" adında bir örgüt kurdular! 

Doktor Nâzım, bu yeni cemiyetin programıyla ilgilenmeye baş- 
ladı. Cemiyetin esasları şöyleydi: 

- Her ülke kendi kaderini kendi tayin edecek. 

- Her millet kendi gücüne güvenip, başka bir yerden yardım 
beklemeyecek. 

- Cemiyette her milletten bir delege bulunacak. 

İslam İhtilalleri İttihadı Cemiyetinin merkezi olarak Berlin se- 
çildi. 

Üye toplamak için Mısır, Hindistan, Suriye, Irak, İran ve Ceza- 
yir'le diyalog kurulmasına karar verildi. 

Amaçlarına ulaşabilmek için, Rusya'da iktidara gelen sosyalist 
Bolşeviklerle işbirliğine geçilmesi kararını aldılar. 

Bolşeviklerin o günlerde Berlin'deki en güçlü adamı Sovyet 
hükümetinin Dışişleri komiser yardımcısı Kari Radek'ti. Buluştu- 
lar ve anlaşma yaptılar. Irak, İran ve Hindistan'daki örgütlenme 
ve ayaklanmalarda, Bolşeviklerden silah ve asker yardımı alacak- 
lardı. 

Türkler ve Müslümanlar lehine propaganda yapmak ve gazete- 
lere yazı yazmak için Amsterdam ve Berlin'de büro kuruldu. Ber- 
lin bürosunun başına Doktor Nâzım, Amsterdam bürosunun ba- 
Şina ise Talat Paşa getirildi. 

Doktor Nâzım Berlin'deki büro sayesinde gazetelere makaleler 
yazdı. Londra, Berlin, Paris'teki siyasetçilerle ve devlet erkânıyla 
temaslar kurdu. Basın yoluyla, Rum ve Ermenilerin Türkler aley- 
hine yaptıkları propagandalara karşılık verdi. 

Doktor Nâzım bunlarla ilgilenirken, Talat Paşa Ankara'yla olum- 
lu ilişkiler geliştirdi. Mustafa Kemal'den mektup geldi. Mektupta 



birlikte hareket etme isteği olumlu karşılanıyordu. Ancak bir şartı 
vardı Ankara'nın: "Biz içeride Anadolu'da çalışacağız, siz dışarıda 
Avrupa'da çalışacaksınız!" 

Bu mektuptan sonra Doktor Nâzım, Avrupa'nın Türkler hak- 
kındaki fikir ve teşebbüslerinden Ankara'yı haberdar etmek için 
seyahatler yaptı. İsviçre, İtalya ve Hollanda'nın Türkler hakkın- 
daki görüşlerini bir rapor halinde Mustafa Kemal'e gönderdi. An- 
cak Avrupa'daki çalışmalar verimli olmuyordu. Anadolu'ya geç- 
menin daha yararlı olacağına inandılar. Anadolu'ya geçmek için 
aracılar vasıtasıyla mektup yazdılar. 

Bu arada Berlin'de, Spartakistlerin ayaklanması bastırıldı; dev- 
rimcilerin önderi Rosa Luxemburg, Kari Liebknecht öldürüldü; 
binlerce komünist katledildi. 2 

Berlin'deki İttihatçılar sadece Ankara'yla diyalog kurmadılar. 
Enver Paşa'dan haber alamayınca Alman dostları aracılığıyla "as- 
kerî liderlerini" aradılar ve sonunda izini Varşova'da buldular. Yi- 
ne Alman dostlarının yardımıyla Enver Paşanın Berlin'e gelmesi- 
ni sağladılar. 

Enver Paşayla yapılan görüşme sonrasında, İslam İhtilalleri İt- 
tihadı Cemiyetinin merkezini Moskova'ya taşımaya ve faaliyetle- 
rini orada sürdürmeye karar verdiler. Zaten Berlin yenilgisi son- 
rasında Kari Radek Moskova'ya dönmüştü. 

Doktor Nâzım son günlerde Talat Paşa'nın Ermenilerden teh- 
dit mektuplan aldığını biliyordu. Son olarak Cenevre'ye gitmiş- 
ti, Talat Paşa'nın İsviçre'de güvenli olup olup olmayacağını öğ- 
renmek için. İsviçre Ermenilerin yoğun olduğu bir ülkeydi ve 
"Büyük Ermenistan" propagandası bu ülkede de kuvvetli taraf- 
tar bulmuştu. 

Doktor Nâzım Zürich'teyken Gabriel Noradunkyan'la karşılaş- 
mıştı. Bir zamanlar Kıbrıslı Kâmil Paşa hükümetinde Hariciye na- 
zın olarak görev yapan Gabriel Noradunkyan şimdi Ermenilerin 
bağımsızlığı için çaba harcıyordu. 

Doktor Nâzım, Talat Paşaya gelebilecek bir saldırıyı önleyebil- 



2. Türkiye'deki sağcı ve siyasal islamcı çevrelerin yıllardır ortaya attıkları bir senaryo 
vardır. Senaryoları Aristoteles mantığına dayanır: gerçek adı "Kari Sobelsohn" olan 
Kari Radek Bolşeviklerin en önemli kurmaylarından biridir ve Yahudi'dir. Rosa Luxem- 
burg Alman komünistlerinin lideridir, Yahudi'dir, iddialarına göre Radek ve Luxemb- 
urg Almanya'yı Yahudi devleti yapmak için mücadele etmişlerdir! Güzel. Peki Radek 
ve Luxemburg kime karşı mücadele vermişlerdir? Biz söyleyelim: Alman ekonomisinin 
yüzde 70"ini elinde tutan Yahudi sermayesine karşı! Komünistleri ezmesi için Adolf 
Hitler'e para akıtanlar da bu Yahudi sermayesi değil miydi ? Sosyalizmi, Kari Marx, 
Troçki, Kamenev, Zinovyevve Luxemburg'un o olmayan dinsel kimliğinden yola çıka- 
rak bir 'Yahudi ideolojisi" olarak göstermek hiçbir bilimsel temele dayanmamaktadır. 
Sadece kaba bir söylemdir. 



271 



mek için Journal de Geneve gazetesine onun İsviçre'de olduğunu 
bile yazdırmıştı. 

Ama olmamıştı. 

"Lider" bildiği "Büyük Efendi" Talat Paşayı bir türlü kurtara- 
mamıştı... Talat Paşa cadde ortasında vurularak öldürülmüştü... 

Berlin'de bir cenaze! 

Doktor Nâzım karakolda gerekli işlemleri yaparken, Talat Pa- 
şa'nın "yeğenim" dediği Almanya'da öğrenim gören Midhat Şükrü 
(Bleda) Bey'in oğlu Turgut, Talat Paşa'nın üzerinden çıkanları 
teslim alıyordu. 

Turgut (Bleda), suikastı yapanı görmek için polise ricada bu- 
lundu. Alman polislerin başında Birinci Dünya Savaşında Os- 
manlı askerleriyle yan yana çarpışmış bir Alman çavuş vardı, is- 
teği geri çeviremedi. Turgut katili görür görmez, elinde bulunan 
Talat Paşa'nın bastonunu suratına indirdi. Katil Sogomon Tayler- 
yan'ın burnu kırıldı. 

Talat Paşa'nın naaşı Kari Otenburg Hastanesinde ilaçlanarak 
üç mahfazalı bir kasanın içine kondu. Hayriye Hanım eşinin na- 
aşının morgdan eve getirilmesini istedi. Talebi yerine getirildi. 
Sonra, Tempelhof taki camide cenaze namazı kılındı. 

Başta bazı Alman diplomatlar olmak üzere Batı ve Doğu'nun 
birçok temsilcisi cenaze töreninde hazır bulundu. 

Cami avlusunda on beş İttihatçı vardı. "Büyük Efendi" hakkın- 
da konuşuyorlardı. 

Doktor Nâzım, Dr. Bahaeddin Şakir'e dönerek, "Baha, Paris'te 
bir heykel vardı hatırlıyor musun; gözleri görmeyen bir adamın 
arkasında topal bir adam vardı. 'Kör görmez ama yürüyebilir, to- 
pal yürüyemez ama görür' fikrini tasvir etmişler. İki yarım insan 
bir araya gelince tam insan olur. İşte şimdi biz de bu heykele ben- 
ziyoruz. Belki ikimiz bir araya gelirsek ancak o zaman Talat Paşa 
olabiliriz!.." 

Cenaze töreni Almanlar tarafından filme çekildi. 

Siyasal şartların el verdiği bir ortamda İstanbul'a götürmek 
için cenaze bir kilisenin mezarlığına defnedildi. 3 



3. Talat Paşa'nın naaşı yirmi üç yıl sonra ülkesine getirildi. O da siyasîbir malzeme ara- 
cı yapılarak... 25 şubat I944'te ikinci Dünya Savaşı sürüyordu Almanlar Türklerin ken- 
di saflarında savaşa katılmaları için ısrarlı davranıyorlardı. Bu sırada Talat Paşa'nın naaşı 
trenle istanbul'a Sirkeci Gan'na getirildi. Buradan Şişli Etfal Hastanesi'ne götürüldü. Öğ- 
leden sonra top arabasına konan cenaze askerî törenle Hürriyeti Ebediye Tepesi'ne 
defnedildi, iki yüze yakın çelenk arasında ismet inönü'ye ah çelenk de vardı. 



278 



Kod adı "Gulam Rüstem"! 



Sadece Talat Paşa kod isim kullanmıyordu. 

Enver Paşa'nın ismi "Ali", Cemal Paşanın Bosnalı mühendis 
"Halid"di. 

Doktor Nâzım'ın ise Afganlı "Gulam Rüstem"!.. 

Sahte kimlikleri Afganistan Büyükelçiliğinden temin etmişlerdi. 

Doktor Nâzım, yazdığı mektuplarda da "Gulam Rüstem" adını 
kullanıyordu. 

Okuma yazma öğrenen izmir'deki kızı Sevinç evlerine haftada 
bir gelen "Gulam Rüstem" imzalı mektupların kime ait olduğunu 
ilk günler anlamamıştı. 

Evliyazadeler, bir süre "Gulam Rüstem" sırrını kimseyle pay- 
laşmadı. 

Doktor Nâzım sadece eşi Beria'ya değil, kayınpederi Evliyaza- 
de Refik Efendiye de sık sık mektup yazdı. Siyasî gelişmeleri ka- 
yınpederinden öğreniyordu! 

Eşi Beria'ya yazdığı mektuplarında, hep bir noktanın altını çi- 
ziyordu: "ittihat ve Terakkinin önemli isimlerinin çoğu Anka- 
ra'da mücadele veriyor, ben ise, Avrupa'da verimsiz verimsiz otu- 
ruyorum." Doktor Nâzım, Anadolu'ya geçmek istiyordu. "Salt si- 
yaset yapmak amacıyla değil, gerekirse cephedeki yaralı askerle- 
ri tedavi etmek için!" 

Ama Ankara, Doktor Nâzım'ın tüm mektuplarım yanıtsız bırak- 
tı. Doktor Nâzım hemşerisi Mustafa Kemal'e yazdı, yanıt alamadı. 
Hürriyet için 1908'de Makedonya'da dağa çıkan üç isimden biri 
olan Eyüb Sabri'ye yazdı, yine yanıt alamadı. 

Ankara duvardı! Ankara suskundu... 

Görünen o ki Ankara, ittihatçı kadroları istiyordu, ama "itti- 
hatçı şeflere" kapısı kapalıydı. 

Doktor Nâzım'ın sık mektuplaştığı arkadaşlarından biri de, is- 
viçre'deki eski Maliye nazın, hemşerisi Cavid Bey' di. 

Doktor Nâzım gelişmeleri sürekli Cavid Bey'e bildiriyordu. 

3 mayıs 1921 tarihli mektubunda Cavid Bey, Enver Paşa'nın 
Anadolu'ya davet edilme imkânını görmediğini, zaten bunu arzu- 
lamadığını ve gidişinin yarardan çok büyük zararlar getireceğini 
yazıyordu. 

Cavid Bey'in böyle yazmasının nedeni, Enver Paşa'nın Doktor 
Nâzım'ı Moskova'ya çağırmasıydı. 

Enver Paşa, Doktor Nâzım'ın bir an önce Moskova'ya, yanına 
gelmesini istiyordu. 



279 



ittihatçılar Anadolu'ya geçmek için çaba harcarken, İngilizler 
Malta'daki esir bazı ittihatçıları serbest bıraktı. 

30 mayıs 1921 günü Hibiscus ve Chıysanthemum adlı ingiliz 
gemileri Malta'dan aldıkları otuz üç sürgünü italya'ya götürdüler. 

Serbest bırakılan otuz üç kişi arasında Rahmi Bey, Ali Fethi 
(Okyar), İsmail Canbulad, Enver Paşa'nın babası HacıAhmed Pa- 
şa, Ziya Gökalp gibi isimler vardı... 

Malta'da tüm esirler serbest bırakılmamıştı; yetmiş sekiz sür- 
gün daha vardı... 

İlk sürgünlerin serbest kalması "İnönü zaferi'ne denk gelmiş- 
ti. Anadolu'da Mehmetçik'in kazandığı her zafer, Malta sürgünle- 
rinin sayısını azalttı. "Sakarya zaferi" ise Malta'da hiçbir tutuklu- 
nun kalmamasına neden olacaktı... 

Malta'daki sürgünlerin büyük bir bölümü ulusal mücadelenin 
merkezi Ankara'nın yolunu tuttu. 

Ankara'ya gitmeyen Malta esirlerinden eski sadrazam Said Ha- 
lim Paşa Roma'da Ermeni militanlar tarafından öldürüldü. 

Ermenilerin peşinde olduğunu bilen Doktor Nâzım Ankara'dan 
umudunu kesti ve kararını verdi: Moskova'ya gidecekti... 

iki bacanak Moskova'da 



Doktor Nâzım Moskova'ya geldiğinde bambaşka bir havayla 
karşılaştı. 1789'da Paris'te esen "hürriyet, eşitlik, kardeşlik" rüz- 
gârının benzeri şimdi Moskova'dan dünyaya yayılıyordu... 

Berlin'de kurulan "İslam ihtilalleri ittihadı Cemiyeti'nin, Mos- 
kova'da bir anlamı kalmamıştı. 

Müslüman dünyasında Enver Paşa'nın değil, bir başka ismin ağır- 
lığı her geçen gün artıyordu. Bu isim, İslam'ı Türk milliyetçiliğiyle 
yoğurup "yeni bir sosyalizm" teorisi geliştiren Sultan Galiyev'di! 

Galiyev'in sadece Kafkas halkları değil tüm ezilen Müslüman- 
lar nazarında büyük değeri vardı. "Turan ülküsu'nün sosyalist 
devlet aracılığıyla mümkün olacağını söylüyordu. 

Moskova'da, Hintli'den Azerî'ye, Afganlı'dan iranlı'ya, Afrika- 
lı'dan Çinli'ye kadar sömürge altındaki tüm ezilen halklar, kendi 
kaderlerini tayin etmek için Moskova'da bir araya gelmişlerdi. 

Sömürge ülkelerinin işçisi, köylüsü, kölesi sosyalizm için aya- 
ğa kalkıyordu. Müslüman Türkler, halifenin yeşil bayrağı yerine, 
artık sosyalizmin kızıl bayrağı altında birleşiyordu. 

Doktor Nâzım Moskova'ya ilk adımı attığında, Bakü'de "III. Sos- 
yalist Enternasyonal" başlamıştı. Elli beşi kadın iki bin delege ge- 



280 



leceğin dünyasını tartışıyordu. 

Ankara Hükümetinin temsilcisi Dr. İbrahim Tali (Öngören) 
kongreye müşahit olarak çağrılmıştı. 

Kongreye Fas, Tunus, Cezayir ve Trablusgarp devrimcilerini 
temsilen katılan Enver Paşa bir konuşma yaptı: 

Yoldaşlar ! Bizi III. Enternasyonale yaklaştıran sebep, yaptığımız 
şimdiki muharebede kendimize yardım ve arka bulma arzusu değil- 
dir. Siyasî, içtimaî akidelerimizin esasta birbirine yakın bulunması da 
sanırım ki, mühim bir sebeptir. Biz inkılapçı kuvvetlerimizi daima 
halktan, halkın da mağdur ve yoksul olam köylüden alıyorduk. Eğer 
bizim çokça fabrikalarımız ve işçilerimiz olsaydı, önce onları yâd 
ederdim. Köylüler bizim inkılapçılarla birlikte idiler. Şimdi de böyle- 
dir. (Ali Fuad Cebesoy, Moskova Hatıraları, 2002, s. 23) 



İttihatçıların Almanya'dan tanıdıkları Kari Radek kurultayın 
önemli isimlerinden biriydi. Enver Paşa, Dr. Bahaeddin Şakir gi- 
bi İttihatçıların kurultaya kabul edilmeleri biraz da Kari Radek 
sayesinde gerçekleşmişti. 

Ancak ne Enver Paşa, ne de Ankara Hükümeti kurultaydan 
bekledikleri ilgiyi görebildiler. Kurultayda yıldızı parlayan Türk, 
Osmanlı komünistlerinin lideri Mustafa Suphi'ydi... 

Ankara Hükümeti Sovyetler Birliğiyle ilişkileri geliştirmek 
için, kasım 1920'de Moskova'ya büyük bir "çıkarma" yaptı. 

Üç heyet gönderdi. 

Yedi kişiden oluşan birinci grubun başını, Moskova'ya büyü- 
kelçi olarak atanan Ali Fuad (Cebesoy) çekiyordu. 

İkinci grup dört milletvekilinden oluşuyordu. Grubun başında 
Dr. Tevfık Rüşdü (Araş) vardı. Bunlar resmî Komünist Partisi 
üyeleriydi. 

Üçüncü grupta da yine dört kişi vardı. Bunlar alınacak silah ve 
cephane yardımları için gönderilmişti. Bu heyetin başında Erkânı- 
harp Binbaşısı Saffet (Ankan) bulunuyordu. 

Doktor Nâzım, Ankara'dan gelen üç heyetten birinin içinde ba- 
canağı Dr. Tevfik Rüşdü olduğunu öğrenince çok sevindi. Hemen 
kaldığı otele gidip onu buldu. 

İki bacanak hasretle birbirlerine sarıldı. İki yıldır görüşmüyor- 
lardı. Evliyazadelerin iki damadı, Doktor Nâzım ve Dr. Tevfik 
Rüşdü Moskova'da Savoy Otelinde sık sık buluştular. 

İki damadın, "Kurtuluşun önderi kim olmalıdır?" sorusuna ver- 
dikleri yanıt ayrıydı. 



281 



Dr. Tevfik Rüşdü İttihatçılık günlerinden beri hep Mustafa Ke- 
mal'in yanında yer almıştı. 

Doktor Nâzım ise çizgisini sürekli değiştirmişti: Paris'te Ahmed 
Rızanın yanından kopup Selanik'teki ihtilalci İttihatçılara katıl- 
mış; cemiyet ve fırka içindeki gruplaşmada sonuna kadar Talat 
Paşa'nın yanında yer almış; şimdi ise Enver Paşa'nın Anadolu'yu 
düşman işgalinden kurtaracağına inandığı için yanına gelmişti! 

Aslında Doktor Nâzım'a haksızlık yapmamak gerekiyor; çünkü 
Ankara'ya gitmek istediğini belirten mektuplara Mustafa Kemal 
hiç yanıt vermemişti. 

Mustafa Kemal de haklıydı; Ankara'da yeteri kadar İttihatçı 
vardı; bir de onlara teşkilatçılığıyla ünlü Doktor Nâzım'ın katıl- 
ması işlerini daha zorlaştıracaktı... 

Doktor Nâzıma kapısını kapatan Mustafa Kemal'in, Evliyaza- 
delerin diğer damadı Dr. Tevfik Rüşdü'ye güveni tamdı. 

Moskova'da başında, tepesi kırmızı kadife kalpağıyla dolaşan 
Dr. Tevfik Rüşdü'nün, Ankara'da ulusal güçlere katılmasının hi- 
kâyesi hayli ilginçti... 

Kanşık bir olay 

Tutuklu bulunduğu Bekirağa Bölüğünden "özel izinle"çıkan 
Dr. Tevfik Rüşdü, bir gün İstanbul'da tesadüfen görüştüğü Kiraz- 
lı Hamdi Paşa'nın 20. Kolordu komutanlığına atandığını öğrenin- 
ce bir teklifte bulundu: "Millîciler Anadolu'ya yapılan her atama- 
ya şüpheyle bakıyorlar. İsterseniz sizin iyi niyetinizi millîcileri yö- 
neten yakın arkadaşlarıma anlatabilirim." 

Kirazlı Hamdi Paşa eskiden beri Saray'ın adamıydı. Hem baş- 
kenti hem Ankara'yı idare edebileceğine inanıyordu. Oysa Anka- 
ra Hamdi Paşaya pek güvenmiyordu. 

Dr. Tevfik Rüşdü, Ankara'nın üzerinde bu kadar kuşkusu bulu- 
nan bir komutana niçin yardımcı olma teklifi götürmüştü; bilin- 
miyor. Bilinen, bu teklif üzerine Kirazlı Hamdi Paşa, Dr. Tevfik 
Rüşdü'nün kendisiyle Anadolu'ya gelmesini istedi. 4 

Dr. Tevfik Rüşdü, Kirazlı Hamdi Paşayla Eskişehir'e gelince, 
nıillîcilerin bölgedeki komutanlarından Ali Fuad (Cebesoy) Pa- 
Şa'yı telefonla arayarak görüşme talebinde bulundu. Sivrihisar'da 
bulunan Ali Fuad Paşa görüşme talebine şaşırdı. Çünkü Kirazlı 



4. Kirazlı Hamdi Raşa daha sonra Sultan Vahideddin'in yaveri oldu. Ulusal Kurtuluş Sa- 
"3Şi'ndan sonra yurtdışına sürgüne gönderilen Yüzellilikler içinde yer aldı. ingilizlere sı- 
ğınıp Romanya'ya kaçtı. Burada Tarikatı Salahiye'yi (kurtuluş tarikatı) kurdu. Yoksulluk 
icindr. olHn 



Hamdi Paşa, kendi yerine atanmıştı. Saray, Mustafa Kemal gibi 
Ali Fuad Paşa'nın da rütbesini sokmuştu. Ali Fuad Paşa, artık 20. 
Kolordu komutanı değil, Batı Anadolu Genel Kuvayı Milliye ko- 
mutanıydı. Zaten üniformasını da çıkarmıştı. 

Ve şimdi düşman safında olan Kirazlı Hamdi Paşayla birlikte 
Eskişehir'e gelen Dr. Tevfık Rüşdü onunla görüşmek istiyordu! 

Ali Fuad Paşa, Kirazlı Hamdi Paşaya ne kadar kuşkuyla baksa 
da Dr. Tevfık Rüşdü'yü Selanik günlerinden tanıyordu. Eski arka- 
daşını, Eskişehir'in hemen dışındaki karargâhına davet etti. 

Görüştüklerinde yanılmadığını anladı. Dr. Tevfık Rüşdü hâlâ 
onlara dosttu ve Ankara'nın davasına inanıyordu! 

Bir diğer iddiaya göre, "Ali Fuad Paşa mihsleriyle Eskişehir'e 
saldırınca, Dr. Tevfık Rüşdü, Kirazlı Hamdi'nin resmî evraklarını 
alıp ulusal güçlerin yanına geçti." (Rıza Nur, Hayat ve Hatıra- 
tım, 1992, c. 3, s. 37) 

Dr. Tevfık Rüşdü, Ali Fuad Paşayla görüşmesinin ardından An- 
kara'ya geçti. Ve Mustafa Kemal ölene kadar onun yanından ay- 
rılmadı. 

23 nisan 1920'de açılan Büyük Millet Meclisinde Menteşe me- 
busu olarak yerini aldı. Dr. Tevfık Rüşdü, birinci Meclis'te yer 
alan on beş doktordan biriydi. 5 

Stalin'in Türklere ilgisi 

Dr. Tevfik Rüşdü'nün Ankara'dan Moskova'ya uzanan yol hikâ- 
yesi de ilginçti. 

Büyük Millet Meclisi başkanı olan Mustafa Kemal, Mosko- 
va'dan esen rüzgârın farkındaydı. 

Bu nedenle, Bolşevikliğin aslında İslamiyet'in uygulamasından 
başka bir sistem olmadığını söyleyerek, "İslam sosyalizmini" he- 
defleyen ve adı Sovyetler Birliğindeki "Kızılordu'dan etkilenerek 
"Yeşilordu" konulan harekete "yeşil ışık" yakmıştı! Ayrıca "sosya- 
list" Halk İştirakiyun Fırkası gibi sol hareketleri kontrolü altına 
almak için Ankara'da resmî-danışıklı "Türkiye Komünist Fırka- 
sını kurdurdu. 

Kurucuları arasında kimleryoktu ki: İsmet (İnönü), Fevzi (Çak- 
mak), Ali Fuad (Cebesoy), Refet (Bele), Yunus Nadi (Abalıoğlu), 
Mahmud Esad (Bozkurt), Refik (Koraltan), Hakkı Behiç (Bayiç) 
ve Dr. Tevfik Rüşdü (Araş). 



S. 318 kişiden oluşan Meclis'te 94 memur, 67 hoca, 50 zabit, 47 çiftçi, 21 mühendis, 19 
hukukçu, 15 doktor ve 5 de aşiret reisi bulunuyordu. 



283 



Ankara, Moskova'yla ilişkilerini geliştirmek ve dünya komünist 
partilerinin üye olduğu Komintern'e girmek amacıyla, Komünist 
Fırka'nın dört üyesini, Dr. Tevfik Rüşdü, Fuad (Carım), İsmail Sup- 
hi (Soysallıoğlu) ve Besim (Atalay) beyleri Moskova'ya gönderdi. 

Yani, Dr. Tevfik Rüşdü, Ankara Hükümeti adına değil, "Türkiye 
Komünist Fırkası" temsilcisi sıfatıyla Moskova'da bulunuyordu! 

Ancak... 

Dr. Tevfik Rüşdü'nün başında bulunduğu "komünist" heyet 
Moskova'ya ulaştıktan kısa bir süre sonra, Ankara'da ilginç geliş- 
meler oldu. 6 000 savaşçısıyla Çerkez Edhem "Yeşilordu'ya katıl- 
dı. Bu arada Mustafa Kemal'in muhalefetine rağmen İçişleri ba- 
kanlığına sosyalist Nâzım Bey seçildi. Tüm bunlar Ankara Hükû- 
meti'ni harekete geçirdi. Meclis'teki kontrolün komünistlerin eli- 
ne geçeceğini gören Mustafa Kemal hemen sert önlemler aldı. 

Önce Çerkez Edhem'in üzerine İsmet (İnönü) Bey gönderildi. 
"Yeşilordu" ve "Halk İştirakiyun Fırkası" kapatıldı. Sosyalistlerin 
yayın organı Yeni Gün 'im binası tahrip edildi. Mensuplan İstiklal 
Mahkemesinde yargılanmak üzere tutuklandı. Çoğu mahkûm ol- 
du. Çerkez Edhem Yunanlılara sığındı. 

Ankara Hükümeti, "Yeşilordu'nun "Çerkez milliyetçiliği" yaptı- 
ğını iddia etti! 

O günlerde Büyük Millet Meclisinin davetlisi olarak Ankara'ya 
gelmekte olan, Türkiye Komünist Fırkası kurucusu ve ilk genel 
başkanı Mustafa Suphi ve on dört yoldaşı Karadeniz'de Sürmene 
açıklarında kimliği belirlenemeyen kişiler tarafından öldürüldü. 

Mustafa Suphi ve arkadaşlarım İttihaçılann mı, Kemalistlerin mi 
öldürdüğü Türkiye tarihinin hâlâ bilinmeyen sırlarından biridir!.. 6 

Bu karışıklık içinde Türkiye Komünist Fırkası da dağıtıldı. Öm- 
rü yalnızca üç ay sürmüştü. 

Ankara Hükümetinin tavrı netleşmişti: 

Sosyalizme "hayır", Sovyetler Birliğine "evet"!.. 

Ankara'daki gelişmelerden habersiz Dr. Tevfik Rüşdü, Mosko- 
va'daki faaliyetlerini sürdürdü. Hatta, çalışmalarının raporlannı 
Mustafa Kemal'e göndermeye devam etti. Ankara Hükümeti 16 
mayıs 1921'de Moskova büyükelçisi Ali Fuad Paşa aracılığıyla 



'• Mustafa Suphi ve arkadaşlarının ölümlerinden sorumlu tutulan dönemin ittihatçısı ve 
Kuvayı Milliye yerel komutanı Yahya Kaptan Sivas'ta yargılandı, beraat etti. Ancak bir 
buçuk yıl sonra arabasında öldürülmüş olarak bulundu. Bir yıl sonra konuyu Meclis'e 
taşıyan Trabzon milletvekili Ali Şükrü kaçırıldı ve boğularak öldürüldü. Ali Şükrü'yü öl- 
düren, Yahya Kaptan'ı da öldürdüğü iddia edilen Topal Osman'dı. Ulusal Kurtuluş Sa- 
vaşı günlerinde, adamlarıyla birlikte Mustafa Kemal'in korumalığını üstlenen Topal Os- 
man, Ali Şükrü'nün katili olarak yakalanmak istenirken çıkan çatışmada öldürüldü. So- 
nuçta. Musrafa Stınhi vpvnlriadarını kimin HMf\r/Af\l/l//holirlonomûHİI 



284 



Dr. Tevfik Rüşdü'ye uyan mektubu gönderdi. 

Ankara Hükümetinin kararını beğenmeyen Dr. Tevfik Rüşdü 
çalışmalannı sürdürdü. Hatta 8 haziran 1921'de Moskva gazete- 
sinde sosyalizmi öven bir makale yazdı. 

Dr. Tevfik Rüşdü'nün bu tavrından şunu anlıyoruz: hep söyle- 
negelenin aksine Türkiye Komünist Fırkası, Mustafa Kemal'e her 
zaman uysallıkla boyun eğmiyordu. (Mete Tuncay, Türkiye'de 
Sol Akımlar, 1978, s. 175) 

Dr. Tevfik Rüşdü, Moskova'da hemen her gün Türk Büyükelçi- 
si Ali Fuad Paşayla buluşuyordu. Ankara'nın tutumunu bilmeme- 
si imkânsızdı! Buna rağmen Ankara'yı dinlemiyor, "sosyalizm"de 
ısrar ediyordu. 

O günlerde Moskova'da Ali Fuad Paşaya yakınlık gösteren 
kimdi dersiniz: Yosif Stalin! 

Stalin ile Ali Fuad Paşa Kremlin Sarayında birkaç kez yan ya- 
na geldiler. Bu görüşmeler hem resmî hem de gayri resmîydi. Ba- 
zen aralıksız beş saat sohbet ediyorlardı. Stalin, Ankara Hükûme- 
ti'nin cephane yardımlarıyla bizzat ilgileniyor, evrakların takibini 
kendisi yapıyordu. Vaatlerinin hepsini de yerine getirmişti. 

O kadar samimi olmuşlardı ki, Stalin Ali Fuad Paşaya her so- 
ruyu sormaya başlamıştı: 

"- Paşa, Selanik'in, Bulgaristan, Yunanistan ve Sırbistan'dan han- 
gisine verilmesi daha münasip olur, fikrinizi öğrenebilir miyim ? 

- Yunanistan'da kalması daha adilane olur!" (Ali Fuad Cebe- 
soy, Moskova Hatıraları, 2002, s. 160) 

Moskova'daki Türk Büyükelçiliği konukları arasında Enver 
Paşa, Doktor Nâzım gibi İttihatçılar davardı. İttihatçılar ile Anka- 
ra ilişkileri o günlerde henüz tamamıyla kopmamıştı. 

Ayrıca Ankara Hükümetinin Moskova büyükelçisi Ali Fuad 
Paşa, İttihatçı kimliğinden dahauzaklaşmamıştı!.. 

Moskova İttihatçı kaynıyordu... 

Enver Paşanın amcası Halil (Kut) Paşa Moskova günlerine 
ilişkin bir anısını şöyle yazacaktı: 



Gece Anadolu'dan gelen arkadaşlarla Türkiye'nin durumunu ko- 
nuşuyorduk. Dr. Tevfik Rüşdü Bey 'e, Türkiye'de gerçekten böyle bir 
partinin (Türkiye Komünist Fırkası) kurulup kurulmadığını sordu- 
ğumda şu cevabı aldım: "Evet paşam, böyle bir paıti kuruldu ve ben 
de partinin III. Enternasyonal nezdinde temasım temine memur edil- 
dim." Dr. Tevfik Rüşdü Bey bunlan söylerken son derece ciddi idi, ken- 



285 



dişine takılmış olmak için kendimi kastederek: "Aman doktor, şimdi 
siz komünist olmayan bir sefirin (Ali Fuad Paşa) ikametgâhında onun- 
la birlikte kalıyorsunuz, yiyip içiyorsunuz, bir komünistin, komünist 
olmayan insanla beraber aynı yerde yatıp kalkması, yiyip içmesi karşı 
tarafça hangi noktaya kadar ciddiye alınır bilmem." Dr. Tevfik Rüşdü 
Bey birdenbire bunun çaresini düşünür gibi bir hale girince sözlerime 
devam ettim: "Hem sonra bak doktor, Rusya ile Türkiye pekâlâ geçine- 
bilir, bunun için de Türklerin komünist olmalarının gereği yoktur. Ben- 
ce üstelik komünist olunmadığı halde komünist gibi görünmek gülünç 
ve tehlikelidir." Yanıtı, "Paşam sen yanılıyorsun, Türkiye'de kurulan bu 
teşekkül son derece ciddidir" oldu. Zaman benim haklı olduğumu or- 
taya çıkardı. (Taylan Sorgun, Bitmeyen Savaş, 1997, s. 339-340) 

Televole anıları 

Moskova'da bulunan Türkler hep siyaset konuşmuyordu kuş- 
kusuz... 

Üç ciltlik anılarında, Sinop'ta başından geçen tecavüz girişimin- 
den, karısıyla tüm yaşadıklarına kadar her olayı ayrıntılarıyla ya- 
zan, Ankara Hükümetinin temsilcisi olarak Rusya'ya gönderilen, 
dönemin Maarif nazırı Rıza Nur, Moskova'da karşılaştığı Dr. Tev- 
fik Rüşdü'den anılarında bakın nasıl bahsediyor: 

Uzun zamandır kadın gördüğüm yok. Böyle bir zamanda fırsat zu- 
hur ederse erkek baştan çıkar. Kadın da böyle olsa gerek. İşte karıko- 
ca hesaplarını buna göre yürütmeli. Birbirinden ayrılmamalıdır. Bu- 
gün bize Dr. Tevfik Rüşdü gelmişti, Yahudi kırmızı kadife tepeli Bolşe- 
vik kalpağı yine kafasında. Kendisine kadmsızlıktan şikâyet etmiş. O, 
"Ondan kolay ne var..." dedi ve hakikaten akşama iki kadınla geldi. Ye- 
dik içtik. Bu kadınlarla yattık. Yaşasın Dr. Tevfik Rüşdü, iyi adamdır... 
Daima gönül yapar. (Rıza Nur, Bayat ve Hatıratım, 1992, c. 3, s. 145) 

Türk siyasetinin "renkli siması" Rıza Nur, bir sayfa sonra ne ya- 
zıyor dersiniz: 



Dr. Tevfik Rüşdü (Moskova'da) sade, sessiz dolaşıyor. Sade komü- 
nistlik taslıyor. Komünistlerle temas arıyor. Nihayet merkezi umumi- 
ye azasına ait otelde yatak da buldu; fakat biraz sonra komünistler- 
den hakaret görmeye başladı, otelden bile dışarıya attılar. Bunun se- 
bebini kendisine sordum. Söylemedi ama şu olsa gerek: bu adam ga- 
yet hafifmeşreptir... 



286 



Rıza Nur küçümsese de Dr. Tevftk Rüşdü'nün o yıllarda Mos- 
kova'da geliştirdiği ilişki uzun yıllar sürecekti. Moskova'nın An- 
kara'ya yaptığı yardımların perde arkasındaki isimsiz kişilerden 
biri de Dr. Tevfik Rüşdü'ydü. 

Dr. Tevfik Rüşdü'nün bu ilk diplomatik başarısıydı. Arkası ge- 
lecekti... 7 

Doktor Nâzım, şair Nâzım Hikmetle yan yana 

Bir dönem Paris nasıl Osmanlı münevverlerinin buluşma yeri 
ise, Moskova da, XX. yüzyılın başında Türk aydınlarının bir araya 
geldiği bir kentti. Hangi görüşte olursa olsunlar -ki çoğunluğu 
Moskova'dan dünyaya yayılan sosyalizm rüzgârından etkilenmiş- 
ti- birbirleriyle samimi ilişki içindeydiler. 

İttihatçı Doktor Nâzım, "resmî sosyalist" Dr. Tevfik Rüşdü, Ku- 
vayı Milliyeci büyükelçi Ali Fuad Paşa ve komünist şair Nâzım 
Hikmet yan yana gelip sohbet ediyorlardı. Hepsinin tanıdığı ve 
saygı duyduğu bir isim vardı: Selanik'in son valisi, şair Nâzım 
Hikmetin dedesi Mehmed Nâzını! Vali Mehmed Nâzını o günler- 
de hâlâ Malta'da sürgündeydi. 

İkisi de Selanik doğumlu olan iki Nâzını; Doktor Nâzım ve şair 
Nâzım Hikmet arasında dostluk var mıydı? 

Doktor Nâzım sert bir politikacıydı. Ancak hoşsohbetti. Özel- 
likle gençlerle diyalog kurmayı çok seviyordu. O günlerde on do- 
kuz yaşındaki komünist Şevket Süreyya'yla (Aydemir) saatlerce 
keyifli bir sohbet etmişlerdi: 



Basit görünüşlü, konuşkan, babacan bir adamdı. Görünüşe göre si- 
lik bir şahsiyeti vardı. Bütün ömrü boyunca mal, mevki, şöhret hırsı 
görülmemiştir. Konuşmalarının içine her vesileyle hikâyeler, meseller 
karıştırmayı severdi. İnsan onunla bulunduğu zaman kendisini İstan- 
bul'un Beyazıt Meydam'ndaki emekliler kahvelerinden birinde ve bir 
kahve sohbeti içinde sayabilirdi. Halbuki bu basit görünüşlü adamın 
ardında bizim son imparatoruğumuzun en karanlık devrinin en kanlı 
hikâyeleri ve sorumlulukları vardı. İttihat ve Terakki'nin, Paris teşki- 
latından beri üyesiydi. 



7. Henüz sosyalist inşayı tamamlamamış, iç savaşlarla mücadele eden, ekonomik krizi 
aşamayan Sovyetler Birliği, Ulusal Kurtuluş Savaşı boyunca Ankara'ya silah, cephane ve 
para yardımında bulundu. 

Silah ve cephane yardımı: 39 275 tüfek; 327 makineli tüfek; 54 top; 63 milyon tüfek 
mermisi; 150 000 top mermisi; I 000 atımlık top barutu; 4 000 adet el bombası; 4 000 



287 



Bir gün ona söz arasında hatıralarını yazmayı teklif ettim. Tabiat- 
ça silik ve gölgede görünmeye alışmış bir adamdı. Şahsiyetinin bir ha- 
tıra şeklinde ortaya serilişi ona önce biraz garip geldi. Teklifi belki ya- 
dırgadı. Fakat sonra bu teklifte bir çocuk sadeliği buldu: "Evet, belki 
diğer arkadaşlar gibi, yarın beklenmeyen bir anda ve herhangi bir kö- 
şe başında beni de devirebilirler." 

Biz üç arkadaştık. Her gün onunla buluşacak ve her gün birimiz, 
anlattıklarım yazacaktık. Daha o gün işe başladık. Arkadaşlarımızdan 
biri olan şair Nâzım Hikmet, onun adaşıydı. Doktor Nâzım ne kadar 
sakinse, şair o kadar heyecanlıydı. Hatırat kâtipliğinden onu kısa za- 
manda ıskartaya çıkarmamız lazım geldi. Çünkü şair, doktorun nak- 
lettiği hatıraları yazmıyor, doktorla cebelleşiyordu. Örneğin Doktor 
Nâzım meşrutiyetten mi bahsetti, tamam ! Şair hemen şahlamrdı: 
"Meşrutiyet inkılabı mı dediniz ? Saçma! Dünyada bir tek hakiki inkı- 
lap vardır. O da proletarya inkılabı! Reaksiyoner burjuvazinin bir 
oyunu! Hele sizin meşrutiyetiniz! Aman emperyalizminin ve istilacı 
kapitalizmin bir istismar vasıtası..." 

Bu şahlanan şairi zapt etmeye çalışırdık. Doktor Nâzım sinirlen- 
mezdi. Tane tane konuşurdu: "Canım oğlum, sen gene bildiğin inkıla- 
bı yap ! Ama ne yapalım ki bizim zamanımızda beklediğimiz inkılap, 
meşrutiyet inkılabıydı. Biz de meşrutiyetçi olduk. Onu başaralım de- 
dik. Hoş onu da yüzümüze gözümüze bulaştırdık ya..." 

Fakat şair Nâzım Hikmet zapt olunmazdı. Hemen yerinden fırladı. 
Karşısındakine son ve en susturucu delillerle en dayanılmaz darbeyi 
vurmak için sağ elinin yumruğunu havaya kaldırarak, hemen bir şiir 
okumaya başladı. Bu şiir, proleterya inkılabı hakkındaydı. Sonra ger- 
gin vücudu, kanlanmış yüzü, zaferin heyecanından pırıl pırıl yanan 
gözleriyle hasmının yüzüne bakardı: 

"Nasıl" demek isterdi, "daha diyeceğin var mı ?" 

Hepimiz gülerdik. Tabiî Doktor Nâzım müsamahalı ve rahat. Biz 
ise doktordan özür diler ve şairi de yatıştırmak isterdik. 

Fakat şair sahnenin buralarına kadar beklemezdi. Birden kasketi- 
ni kapar; gür, kumral, kıvırcık saçlarını bu kasketin içine iki eliyle sı- 
kıştırmaya çalışırken, odadan fırlardı. Herhalde parkların birinde ye- 
ni bir proleterya inkılabı şiiri yazmaya koşardı... 

Doktor Nâzım bazen güldürücü, bazen manalı, bazen hatta açık sa- 
çık, fakat her zaman zarifti. 

Hikâyelerini dinlerken, hayatı bu kadar karışıklıklar içinde geçmiş 
ve kendisine o kadar büyük olayların sorumluluğu yükletilen bu ada- 
mın, bu saf ve çocuksu halini hayretle izlerdim. (Şevket Süreyya Ay- 
demir, Suyu Arayan Adam, 1993, s. 272-273) 



288 



Enver Paşa, Çiçerin'in resmini yapıyor 

Doktor Nâzım'ın aksine Enver Paşa günlerini daha çok Sovyet- 
ler Birliğinin güçlü isimleriyle sohbet ederek geçiriyordu. 

Sık sık Sovyetler Birliği Dışişleri Bakanlığı Halk Komiseri Çi- 
çerin'le yan yana geliyordu. Bir defasında Çiçerin'in portresini 
yaptı. Enver Paşa'nın ne kadar güzel resim yaptığını yakın çevre- 
si dışında pek az kişi biliyordu. 

Peşinde Ermeni militanlar olduğu bilinen Enver Paşa, ilginçtir, 
Moskova'da Çiçerin'in yardımcısı Gürcü asıllı Karahan'la çok sı- 
kı dosttu. 

Sözü burada "tarihî televoleci" Rıza Nur'a bırakalım: 

Ruslar Enver Bey'e çok iyi baktılar. Karahan'm karısının da En- 
ver'e âşık olduğu söyleniyordu. (...) 

Enver'in iffet hususunda gayet temiz olmak şöhreti vardı. Herkes, 
bilhassa İttihatçılar Enver için "Ömründe asla fuhuş yapmamış" der- 
lerdi. Bana Berlin'de Profesör "S" Potsdam'da hanesinde ziyafet ver- 
di. Meğerse Enver Berlin'de ataşemiliter iken bu hanede pansiyon 
kalmış, profesörün karısıyla sevişmiş imiş. Diyorlar ki, profesörün 
küçük çocuğu Enver'indir. Profesör de kansım ve o çocuğu hiç sev- 
miyormuş... (Hayat ve Hatıratım, 1992, c. 3, s. 142 ve 248) 



Maşallah! Rıza Nurun anılarında saldırmadığı, "belden aşağı 
vurmadığı" tarihî şahsiyet yok! 

Enver Paşa 28 temmuz 1921'de Sovyetler Birliği Hariciye Ko- 
miseri Çiçerin'le son kez yan yana geldi. 

İki gün sonra, Doktor Nâzımla birlikte Türkiye sınırına gitmek 
üzere yola çıktılar. 

İttihatçı iki şef, Enver Paşa ve Doktor Nâzım'ın Türkiye sınırı- 
na gitmesinin önemli bir nedeni vardı. Yunan ordusu Afyon, Kü- 
tahya ve Eskişehir'i ele geçirmiş, Ankara'ya dayanmıştı. 

Enver Paşa ve Doktor Nâzım, zahmetli ve uzun bir yolculuktan 
sonra Batum'a vardılar. Yolculuk sırasında bir aksilik yaşandı: 
Enver Paşa, küçük çantasını içindeki elmas yüzükle birlikte kay- 
betti ! Canlan epey sıkıldı. Üstelik bekledikleri İttihatçı arkadaş- 
ları da ortalıkta yoktu. İstasyonun bir kenarına çekilen 1030 nu- 
maralı vagonda beklemeye başladılar. 

Günlerce beklediler. Küçücük vagon Batum'un rutubetli ha- 
vasının da etkisiyle nefes alınamayacak durumdaydı, bir o ka- 
dar da pisti. Sivrisinekler ikisini de bunalttı. Ne eşyaları vardı 



289 



ne de doğru dürüst yiyecek ve giyecekleri... 

Dışarı çıkamıyorlardı; çünkü Ermeni militanlar Batum'da sayı- 
ca hayli çoktular. 

Doktor Nâzım sonunda dayanamadı, vagonu terk etti. Gerekli 
ilişkileri yeniden kurdu. Hopalı, Rizeli takacılarla bir araya geldi. 

Küçük Talat, Lazistan Mebusu Hacı Mehmed, Hacı Sami gibi İt- 
tihatçıların da katılımıyla 5-8 eylül 1921 tarihleri arasında Ba- 
tum'da "Türkiye Halk Şûralar Fırkası" kongresini topladılar. 

Berlin'de kurulan "İslam İhtilalleri İttihadı Cemiyeti" lağv edil- 
di. Hindistan, Afganistan, Trablusgarp, Fas, Tunus gibi Müslüman 
ülkeler, topluluklar unutulmuştu; artık asıl hedef Anadolu'daki 
işgal güçleriydi... 

Enver Paşa ve Doktor Nâzım'ın Anadolu'ya gelmek üzere oldu- 
ğunu öğrenen Ankara da önlemlerini almakta gecikmedi. 

Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak, Şark Cephesi Komutanı 
Kâzım Karabekir'e şifreli bir mektup gönderdi: 

Enver Paşa'mn yaveri ve şimdi emrinizde Cephe erkânıharbiye re- 
isi bulunan Kâzım Bey 8 ile sabık İstihbarat Şubesi müdürü Erkânı- 
harp Kaymakamı Seyfi Bey'in Enver Paşaya karşı bağlılıklan devam 
etmesi tabiîdir. Bunların şimdiki vazifelerinden ve Şark Cephesinden 
münasip şekilde uzaklaştırılmalanm ve yerlerine sağlam seciyeli kim- 
selerin tayinini muvafık görüyorum. 

Kâzım Karabekir, Manastır'da gizli cemiyete birlikte girdiği, 
Makedonya dağlarında omuz omuza isyancılarla çarpıştığı, kar- 
deş bildiği Enver Paşayı Anadolu'ya gelmesi halinde, tutuklaya- 
cak mıydı ? 

Ve işte o günlerde Ankara'nın makûs talihi değişti. 

Başkomutanlığa atanan Mustafa Kemal'in önderliğinde, ulusal 
güçler yirmi iki gün yirmi iki gece savaşıp Yunan ordusunun iler- 
leyişini durdurdular. 

13 eylül 1921'de Sakarya'daki zaferin ardından Enver Paşa 
Anadolu'yu bırakıp tekrar • 'Kızılelma'nın peşine düştü... 

Mustafa Kemal'in "Ordular, ilk hedefiniz Akdeniz'dir, ileri!" 
emrini vermesine bir yıl kalmıştı... 

Ama bazı işgalciler yavaş yavaş Anadolu'yu terk etmeye başla- 
mışlardı... 



8- Kâzım Orbay Enver Paşa'nın kız kardeşi Mediha'yla evliydi. O günlerde şüpheyle ba- 
kılan Kâzım Orbay Paşa gün gelecek, ikinci Dünya Savaşı'nın o çetin son döneminde 
(1944-1946) Genelkurmay başkanlığı yapacaktı!.. 



On üçüncü bölüm 
5 nisan 1921, Aydın 



Çakırbeyli Çiftliğinin doğusunda, Bataköy Köprüsü başındaki 
italyan Bersaglieri Çekista Birliği Anadolu'yu terk etmek için son 
hazırlıklarını yapıyordu. Yirmi iki gün önce Londra'da yapılan 
antlaşmaya göre, İtalyanlar Anadolu'dan çekiliyordu. 

Birliğin komutanı Kapitan A. Moro'nun konuklan vardı: 

Ali Adnan (Menderes) ve Edhem (Menderes)! 

İki yakın arkadaş, İtalyan askerlere veda ziyaretine gelmişti. 

İtalyan komutan Moro, iki yıl önce (17 mayıs 1919) bölgeye 
geldiğinde tanışmıştı, yabancı dil bilen ve kafasındaki "Müslü- 
man imajına" hiç uymayan bu iki gençle! 

İki yıl önce, bölgedeki Türkler İtalyanlarla sıkı dostluk ilişkile- 
ri kurmuşlardı. Hatta içlerinden çoğu bölgeyi Yunanlıların değil, 
İtalyanların işgal etmesini istemişti. Örneğin Konya'da Mevla- 
na'nın torunu Mevlevi Çelebi Abdülhalim, soylarının Osmanlı de- 
ğil, Selçuklu olduğunu belirtip, Konya'da İtalyanlara bağlı "Selçu- 
kî devleti"ni kurmak için girişimlerde bile bulunmuştu!.. 

İzmir'in işgali sonrasında bazı Türk tüccarlar, İtalyan işgalinde- 
ki Rodos'a göç etmeyi yeğlemişlerdi. Göçenlerin elinden tutan ki- 
şi ise, adanın yerlilerinden Durmuş (Yaşar) Efendi'ydi! J 

Evet, İtalyanlar Ege'de işgalci olmalarına rağmen Türkler tara- 
fından seviliyordu. Bu İtalyanların da planlarına uygundu; çünkü 
Yunanlılara karşı Türkleri yanlarına çekmek istiyorlardı. İtalyan- 
lar, Yunanlılara karşı mücadele veren Türklere silah ve cephane 
yardımında bulunuyorlardı. 



I. Durmuş Yaşar, adadaki Rum baskılarına dayanamayarak I934'te Türkiye'ye göç et- 
ti. Yaşar Holding AŞ'nin sahibi oldu. Boya-kimya, gıda ve ticaret-hizmet sektörlerinde 
otuz üç şirketle faaliyet gösteren holdingin bünyesinde Pınar Süt Mamulleri, Pınar En- 
tegre Et ve Yem Sanayii, Tuborg Bira, DYO Boya gibi Türkiye'nin tanınmış fabrikaları 
da bulunmaktadır. 



291 



Ali Adnan'ın İtalyanlarla dostluğunu bu çerçevede değerlendir- 
mek gerekiyor. Aynca bu dostluğun bir de özel nedeni vardı: 

Bir yıl önce, 1920 ağustosunun son günleri... 

Ali Adnan, Mondros Müterakesi sonrasında terhis edilince, ya- 
lan arkadaşı Edhem'le, Yahudi mahallesi Kestelli'deki evlerinden 
ayrılıp birlikte Çakırbeyli Çiftliğine yerleşti. 

Ali Adnan'ın çiftlikte köylülerle ilk karşılaşması sorunlu oldu. 
Onlar güçlü, belinde tabancası olan, burma bıyıklı, asık suratlı bir 
"bey" bekliyorlardı. Karşılarında şehirde yetişmiş, okumuş bir genç 
vardı. 

Ali Adnan'a "çiftlik beyi" olma yolunda ilk dersi çiftliğin kâh- 
yası Memişoğlu Mehmed verdi. Memişoğlu Mehmed her daim 
kâhyalar yönetiminde idare edilen çiftliğin Çakır Ali ve Budaklı 
Osman'dan sonraki üçüncü kâhyasıydı. 

Ali Adnan'ı İtalyanlar kurtarıyor 



Köylüler ona, o köylülere alışırken, Ali Adnan tropikaya, yani 
zehirli sıtmaya yakalandı. Durumu ağırlaşınca, ilaç ve doktor bul- 
mak için Edhem, İtalyan komutan Kapitan A. Moro'nun yanına 
gitti. İtalyan komutanın emrinde doktor yoktu ama çiftliğe ecza- 
cı kalfasını gönderdi. 

Ali Adnan'ın durumu her geçen saat ağırlaşıyordu. İtalyan sağ- 
lık görevlisi önce kinin verdi. Ama ateş düşmedi. Acilen Çine'de- 
ki İtalyan Enfermeriya Birliğine götürülmesini tavsiye etti. 

Bir katır arabası bulundu; yatak serildi; Ali Adnan arabaya ya- 
tırılarak Çine'ye götürüldü. 

Sıcak dayanılacak gibi değildi. Sivrisinekler aman vermiyordu. 

Yolu altı saatte aldılar. 

Ellerinde komutan A. Moro'nun mesaj kâğıdı vardı. Çine'deki 
İtalyanlar Ali Adnan'la yakından ilgilendiler. Emrine Kamaço 
adında bir İtalyan asker verdiler. Hastalığın teşhisinden emin 
olmak için Antalya'daki karargâhtan uzman bir doktor bile ge- 
tirdiler. 

İtalyan doktor binbaşıydı. Ve hiç de umutlu konuşmadı. Ali Ad- 
nan'ın durumu ağırdı. Rodos'a giderse belki kurtulabilirdi. 

Şevket Süreyya Aydemir Menderes'in Dramı adlı kitabında, 
"Fakat beklenmeyen bir şey olur. Bir yerlerden Binbaşı Adil veya 
Akif Bey isminde bir Türk doktoru peyda olur. İşe el koyar" diye 
yazmaktadır. (2000, s. 57) 

Türk doktoru Ali Adnan'ı alıp Çine'deki Nuri Efendinin hanı- 



292 



na nakleder, iğneler, gıdalar ve Türklerin arasında olmak Ali Ad- 
nan'ı iyileştirir! 

Ali Adnan'ın hayata dönüşünün "Yeşilçam senaryolarım" arat- 
mayacak düzeyde yazıldığı bir gerçek! 

Soru: Ali Adnan'ın yaşamöyküsünde neden hep "senaryoya" 
ihtiyaç duyuluyor? 

Bu konuda örnek çok: Ali Adnan'ın yaşamöyküsünü kaleme 
alan bir avuç yazar, Ulusal Kurtuluş Savaşı günlerinde Ali Adnan 
ve Edhem'in "Ay-yıldız Çetesi'ni kurduğunu yazmaktadır. 

Ege'deki Millî Mücadele dönemini yazan, gazeteci Haydar Rüş- 
dü Öktem'den komutan Rahmi Apaka, Çerkez Edhem'den, "Ga- 
lib Hoca" Celal Bayar'a, komutan Ali Çetinkaya'dan Vali İbrahim 
Edhem Akıncıya, Kâzım Özalp Paşa'dan Hacim Muhiddin Çarık- 
lı'ya kadar, dönemi kaleme alanlar anılarında ne Ali Adnan'dan 
ne de "Ay- Yıldız Çetesi"nden bahsediyorlar! 

"Ay- Yıldız Çetesi'ni bilen sadece iki kişidir. Ali Adnan ve Ed- 
hem ! Bir kişi daha var: çiftliğin kâhyası Mehmed! 

Geçelim... 

Ali Adnan, daha İzmir işgal edilmeden önce, 23 kasım 1918'de 
kurulan "Müdafaai Hukuki Osmaniye Cemiyeti'ne katılmamıştı. 
Halbuki dayısı Hacı Ali Paşazade Refik bu toplantılara önce katıl- 
mış sonra vazgeçmişti. 

Keza işgalden hemen sonra kurulan "Reddi İlhak Heyeti Milli- 
yesi" üyeleri arasında da Ali Adnan adı yoktu. 

Yörük Ali Efe, Hüseyin Efe, Kara Durmuş Efe, Kozaklı Meh- 
med Efe, Mesutlulu Mestan Efe, Dokuzuncu Hasan Hüseyin Efe, 
Cafer Efe, Sancaktar'ın Ali Efe gibi Çakırbeyli Çiftliğinin bulun- 
duğu bölgede direniş komiteleri kuran milislerin adlan tek tek ya- 
zılıyor ama nedense "Ay- Yıldız Çetesi'nden kimse bahsetmiyor! 

Yine o bölgede mücadele veren Albay Salaheddin Bey, Binbaşı 
Saib Bey, Binbaşı Hacı Şükrü, Yüzbaşı Ahmed, Teğmen Zekâi, 
Teğmen Şerafeddin, Teğmen Mahmud, Yedek Teğmen Necmi, Ba- 
kırköylü Teğmen Kadri, Kütahyalı Receb Çavuş gibi askerlerin 
adlan yazılıyor ama, yedek subay Ali Adnan'ın hiç adı geçmiyor! 

"Ay- Yıldız Çetesi"nin görev alanı herhalde Çakırbeyli Çiftli- 
ğiyle sınırlıydı. . . 

Peki Ali Adnan Millî Mücadeleye katılmamış mıydı ? 

Katıldı. Hatta İstiklal Madalyası aldı. Peki ama ne zaman? 

Sakarya'da zafer kazanılıp, Yunan ordusunun ilerleyişi durdu- 
rulunca, Mustafa Kemal Büyük Taarruz'un çalışmalarına başla- 
dı ve seferberlik ilan edildi. Subay, er, silah, yiyecek, içecek 



293 



miktarını artırmak için kollar sıvandı. 

Ankara bu konuda çok kararlıydı; aksi davranışta bulunanlann 
cezasını İstiklal Mahkemeleri verecekti! 

Ve Ankara'nın kararlılığı sayesinde Sakarya Savaşında 6 629 
olan subay sayısı 8 659'a çıktı. Er sayısı ise 133 079'dan, 199 283'e 
fırladı! 

Askere gitmeyenlere ağır cezalann verileceğinin duyulması as- 
ker sayısının artmasına neden olmuştu. Ankara Hükümeti Osman 
Bey adında bir topçu yarbayı Söke'ye gönderdi. 

Yarbay Osman, bölgedeki yedek subaylan göreve çağırdı. 

İşte bu davete Ali Adnan ve Edhem de riayet etti. 

Ali Adnan, Yenipazar ile Baltaköy arasındaki Dalamaya "Süva- 
ri Müzaheret Bölüğü'ne gönderildi. Daha sonra Koçarlı inzibat 
komutanı Binbaşı Besim Bey'in emrine atandı. 

Evet, orduya yeni katılan 2 030 subaydan biri de Ali Adnan'dı... 

Ali Adnan'ın başından beri Millî Mücadeleye katıldığını ispat et- 
mek isteyenler hep Ali İhsan (Sabis) Paşa'nm 1951'de yayımladığı 
beş ciltlik Harp Hatıralarım adlı çalışmasına atıfta bulunuyor. 

Kitabın yayımlandığı tarihe dikkatinizi çekerim: 1951, yani Ali 
Adnan başbakan; Ali İhsan Sabis Paşa DP Afyon milletvekili! 

Ali İhsan Sabis Paşa aynca inanılmaz bir İsmet İnönü düşmanı- 
dır; ona karşı "ulusal bir kahraman" yaratmayı amaçlamaktadır! 

Peki Ali İhsan Sabis Paşa anılannda ne yazmıştı? 

Anlattığı, Malta sürgünü dönüşü Koçarlı'da gördüğü yedek su- 
bay Ali Adnan'ın ne kadar zeki ve enerji dolu olduğu. 

Hepsi bu. 

Adnan Menderes'in hayatını "hamaset destanı" haline getiren- 
ler, bu anılardan yola çıkarak onu, elinde silahı, düşmana karşı 
cepheden cepheye koşmuş bir "millî kahraman" yapıvermişler! 

Ayıp... 

Ali İhsan Sabis Paşa, sürgünde bulunduğu Malta'dan ne zaman 
yurda dönmüştü: 27 eylül 1921. 

Biz de aynı konunun altım çiziyoruz: 

Ali Adnan Millî Mücadeleye başlangıcından iki yıl sonra, yani 
ttalyanlann bölgeden aynlmasının ardından katıldı. 

Bu tespit, Ali Adnan'ın ne kişisel, ne de siyasal yaşamını küçük 
düşürmez. İsmet (İnönü) Paşa, Fevzi (Çakmak) Paşa da Ankara'ya 
gelmekte tereddüt geçirmişlerdir. Hatta Mustafa Kemal bile İstan- 
bul'daki girişimlerinden sonuç alamayınca son çare olarak Anado- 
lu'ya çıkmıştır. Ama bu ne Mustafa Kemal'i, ne de onun onurlu mü- 
cadelesini ufaltır. 



294 



Ali Adnan, Millî Mücadeleye geç katılmıştı. Üstelik bir süre 
Koçarlı'da Binbaşı Besim Bey'in yanında görev yaparken yine 
hastalandı. Bu sefer karaciğeri iltihap kapmıştı. Neyse ki Sö- 
ke'de Dr. ismail Hakkı Bey vardı. Hastalığın tehlikeli ilk günleri 
Koçarlı'da geçti; sonra "bağ kulesi" denilen köy evine nakledildi. 
Burası Kuvayı Milliye Reisi Ömer Ağanın oğlu Mehmed Ağa'ya 
aitti. Ali Adnan'a çok iyi baktılar. Toparlandıktan sonra Söke'ye 
nakledildi. 

Mustafa Kemal ordularına "İlk hedefiniz Akdeniz'dir" diye em- 
rettiği gün, Ali Adnan henüz tam iyileşmemişti. 

Türk ordusu 9 eylül 1922'de İzmir'e girdi... 

İzmir'in kurtuluşuyla moral bulup sağlığına kavuşan Ali Ad- 
nan'ın yeni görevi, İngilizce bildiği için, İzmir Kordon'da sansür 
şubesinde tercümanlık oldu. 

Kısa bir süre sonra tezkeresini alıp yine Çakırbeyli Çiftliğine 
döndü. Arkadaşı Edhem, Ali Adnan'ı yine yalnız bırakmadı... 

Esir Evliyazade 

İzmir özgürdü ama Evliyazadelerin içi yanıyordu... 

Yunanlılar, Rumların Birinci Dünya Savaşı dönemindeki tehci- 
rinden sorumlu tuttukları Evliyazade Refik Efendiyi affetmişler 
ama yaptıklarını unutmamışlardı. 

Başta Giraud ailesi olmak üzere Levantenler, Yunan komutan- 
lara ricada bulunmuş, Evliyazade Refik'in esir olmasını engelle- 
mişlerdi. Ancak Yunanlılar İzmir'i terk ederken, güvenliklerini 
sağlama almak için şehrin ileri gelen her ailesinden bir kişiyi yan- 
larına alıp götürdüler! 

Savaşın son günlerinde Evliyazade, Emirlerzade, İplikçizade, Pos- 
tacızade ailelerinin çocuklarının içinde bulunduğu on kişilik grup Ati- 
na'ya rehin olarak götürüldü. (Yaşar Aksoy, Bir Kent, Bir İnsan, 
1986, s. 324) 



Yunanlıların esir aldıkları arasında Evliyazade Refik Efendinin 
oğlu Nejad da vardı. 

10 eylül 1922 gecesi Mustafa Kemal İplikçizade ailesinin konu- 
ğuydu. Aileler, paşadan rehinelerin bırakılması için çaba göster- 
mesini rica etti. Mustafa Kemal, Yunanistan adına İzmir'de hiçbir 
yetkili olmadığı için İtalyan elçisini çağırttı. Bu kişilerin on gün 
içinde yurda geri dönmelerinin sağlanmasını istedi. 



295 



Mustafa Kemal o geceyi izmir'deki Alatini Köşkünde geçirdi. 

On üç yıl önce Selanik'teki konaklarını sürgündeki II. Abdülha- 
nıid'e tahsis eden Alatini ailesi, bu kez Ulusal Kurtuluş Savaşının 
mimarı Mustafa Kemal'i ağırlıyorlardı... 

On gün sonra rehineler yurda döndü. 

Ama bir kişi eksikti: Karşıyaka Spor Kulübü Başkanı İplikçiza- 
de Sadi'nin ağabeyi Süreyya öldürülmüştü... 

Evliyazade Refik'in oğlu Nejad, eşi Mesude, oğulları Yılmaz ve 
-yeni doğan- Mehmed Özdemir'e kavuştu. 

Çok zayıflamıştı. 

Geçmiş olsun ziyaretine gelenler arasında, Nejad'ın eşi Mesu- 
de'nin halasının oğlu Ali Adnan da vardı. 

Mutluluk Evliyazadeleri İzmir'de bir araya getirdi. 

Moskova'dan dönen Dr. Tevfik Rüşdü (Araş) , eşi Makbule Ha- 
nım'ı ve kızı Emel'i Ankara'dan İzmir'e getirdi. 

Makbule Hanım, Ankara'da Mustafa Kemal'le tanışmalarını ve 
özellikle kız kardeşinin adının da Makbule olması nedeniyle, Ga- 
zinin kendisine özel bir sempati gösterdiğini herkese anlatıyordu... 

Ne tesadüftür; Mustafa Kemal'in diğer kız kardeşinin adı da Na- 
ciye'ydi (1889-1901)!.. 

Mustafa Kemal'in iki kız kardeşinin adı, Makbule ve Naciye 
(üçüncüsü Fatma [1871-1875]), Evliyazadelerin iki kızının ismiy- 
le aynıydı! 

Evliyazade ailesi yıllar sonra Karşıyaka'daki konakta toplan- 
mıştı; tek eksik Doktor Nâzım'dı !.. 

Ermeniler Doktor Nâzım'm peşinde 



Bir yıl geriye dönelim. Doktor Nâzım bir yıl önce Batum'da, 
Enver Paşanın yanındaydı. Mustafa Kemal başarılı olunca, Enver 
Paşa ve yakın çevresi tekrar Türkleri birleştirmek için "Kızılel- 
nıa'mn peşine düştü. Ama Enver Paşanın hayaline diğer İttihat- 
çıların ayak uydurması zordu. 

Doktor Nâzım, Batum'da Enver Paşanın yanından, Cemal Pa- 
Şa'yla buluşmak üzere Afganistan'a gitti. Afganistan sının Çar- 
c u'da buluşacaklardı. Cemal Paşa gecikince Doktor Nâzım Buha- 
"a'ya geçti. 

18 eylül 1921'de Buhara'ya ulaştılar. 

Bir hafta sonra, artık Anadolu'dan umudunu kesen Enver Paşa 
Buhara'ya geldi. Buhara'yı Türklük ve Turancılık hareketinin mer- 
kezi yapacaktı!.. 



296 



Dün, "Müslümanların dünya emperyalizmine karşı Bolşeviklerle 
el ele vermesi" gerektiğini söyleyen Enver Pasa, artık Türklüğün 
bağımsızlığı için Bolşeviklerle savaşılması gerektiğini söylüyordu!.. 

Bu tavır değişikliğinin başlıca nedeni, Sakarya Savaşından 
sonra, Sovyetler Birliğinin Anadolu'dan yana tavır alıp, Enver 
Paşayı dışlamasıydı. 

Sovyet Hükümeti 1921'de Afganistan, Moğolistan, İran ve Tür- 
kiye'yle dostluk antlaşmaları imzalamıştı ve bu ülkelerde iç karı- 
şıklık yaratacak eylemlere kesinlikle destek vermeyecekti... 

Doktor Nâzım ve Cemal Paşa aksilikler yüzünden Enver Pa- 
şa'yla buluşamadılar. Bunun üzerine Cemal Paşa ve Doktor Nâ- 
zım Moskova'ya gittiler. 

Doktor Nâzım Anadolu'ya dönmek için bu kez Büyükelçi Ali Fu- 
ad (Cebesoy) Paşa'dan yardım istedi. Bu arada, Times gazetesinde 
yayımlanan "Kemalist Enverist" makalesine açıklama göndererek, 
Türklerin ittifak halinde Ankara'nın yanında olduğunu belirtti. 

Bu makale hem Ankara'nın hem de Moskova'nın hoşuna gitti. 
Moskova, Orta Asya Türklerini yanına alarak bir ihtilal hazırlığı 
içinde olduğunu bildiği Enver Paşayla yollarım ayırdı... 

1922'nin yaz aylan Doktor Nâzım için kötü geçti. 

Önce... 

18 nisan 1922'de Berlin'de yurtdışına birlikte çıktıkları Bahaed- 
din Şakir ile Cemal Azmî Bey'in Ermeni militanlar tarafından şehit 
edildiğini öğrendi. Üstelik iki can dostu, misafirlikten dönerken şe- 
hit Talat Paşanın eşi Hayriye'nin gözleri önünde öldürülmüştü. 

Ardından... 

Moskova'dan Almanya'ya, oradan da Ankara Hükümeti ile 
Fransa arasındaki antlaşmalarda bulunmak üzere Paris'e geçen 
Cemal Paşa, artık Ankara Hükümetinin güvenini kazanmıştı. 

Mustafa Kemal, Cemal Paşayı Ankara'ya çağırdı. 

Cemal Paşa Anadolu'ya geçmek için Kafkas yolunu kullanma- 
yı tercih etti. Ve ne yazık ki 22 temmuz 1922'de Tiflis'te Ermeni 
militanlar tarafından öldürüldü... 

Ve on iki gün sonra... 

Türkistan'ı özgürleştirmek isteyen Enver Paşa, Bolşeviklerle 
girdiği çatışmadan sağ çıkamadı. Enver Paşa aslında "intihar" et- 
mişti. Mitralyözlerle açılan ateşin üzerine, elindeki yalın kılıçla gi- 
den bir askerin bu yaptığının başka bir açıklaması yoktu aslında... 2 



2. Enver Paşa'nın cenazesi ölümünden yetmiş dört yıl sonra 4 ağustos 1996'da yurda 
getirildi, istanbul'daki Abidei Hürriyet Tepesi'ne defnedildi. Törene dönemin cumhur- 
başkanı Süleyman Demirel. bazı bakanlar, torunları Osman Mavarpnpk »p Amı Çadı- 



297 



ittihatçıların üç şefi, Talat Paşa, Cemal Paşa ve Enver Paşa öl- 
dürülmüştü. 

Geriye bir avuç "kurmay" kalmıştı. 

Cemal Paşa suikastı ve arkasından Enver Paşa'nın çatışmada 
ölmesi üzerine, Doktor Nâzım ve Moskova'da bulunan son itti- 
hatçılar emniyet müdürlüğüne çağrıldı. En kısa zamanda Sovyet- 
ler Birliği topraklarını terk etmeleri istendi!.. 

Doktor Nâzım 15 ağustos 1922'de Moskova'dan ayrılıp, Alman- 
ya'ya gitti. Berlin'de İttihat ve Terakkinin kuryelerinin para işle- 
rini halleden veznedar Nihad Bey'in gizlice kiraladığı bir daire 
vardı, oraya yerleşti. Yanında Enver Paşa'nın amcası Halil Paşa, 
Binbaşı İsmail Hakkı ve Yüzbaşı Ferid vardı. 

Evde iş bölümü yaptılar, alışverişi İsmail Hakkı ve Ferid yapı- 
yor, yemekleri Halil Paşa hazırlıyor, Doktor Nâzım ise bulaşıkla- 
rı yıkıyordu. (Taylan Sorgun, Bitmeyen Savaş, 1997, s. 372) 

Gizlilik içinde yaşıyorlardı. Ancak evleri Ermeni militanlar ta- 
rafından tespit edildi. Takip edildiklerini anladılar. Doktor Nâ- 
zım'in, Selanik- İstanbul ve Bursa eski defterdarı olan ağabeyi Ah- 
med Fazıl, Berlin'de Bismarck Strasse 88'de oturuyordu. 

Doktor Nâzım'dan sonra o da yurtdışına çıkmıştı. 

Doktor Nâzım ve Halil (Kut) Paşa, Ahmed Fazıl'ın evine yerleş- 
tiler. 

Ancak Ermeni militanlar sanki nefes alışlarını dinliyordu. Yeni 
evde de onları bulmuşlardı. 

Halil Paşa ve Doktor Nâzım suikast ekibini şaşırtmak için, yol- 
larını ayırdılar. Halil Paşa, yeğeni Enver Paşa'nın kardeşi Kâmil 
Bey'in evine taşındı. 

Doktor Nâzım ise ağabeyi Ahmed Fazıl Bey'in Bavyera'daki bir 
Alman köyünde bulduğu eve yerleşti. 

Her an ölümle burun buruna yaşıyorlardı. 

Ve İzmir'in düşman işgalinden kurtulmasıyla talihleri döndü. 

Mustafa Kemal, Doktor Nâzım'm Avrupa'da her an öldürülece- 
ğini biliyordu. Resmî görüşmeler yapmak için Berlin'e giden Saf- 
fet (Arıkan) ile Nuri (Conker) Bey, Ankara'ya Mustafa Kemal'e 
Doktor Nâzım'ın durumunu bildiren mektup yazdılar. 

Mektup etkili olmuştu. Ayrıca başta Uşakîzadeler olmak üzere, 
İzmirli yakın dostlarının ricasını kıramayan Mustafa Kemal, Dok- 
tor Nâzım'ın yurda dönmesine izin verdi. 

Doktor Nâzım, Ankara Hükümeti'nin Roma temsilcisi Celaled- 
din Arif Bey'in, kendisini Türkiye'ye davet eden resmî mektubu- 
nu alınca gözyaşlanna hâkim olamadı... 



298 



Mustafa Kemal, Enver Paşa'nın amcası Halil Paşa'ya da mek- 
tup gönderdi. 

Berlin'de Ermeni tehdidi altında yaşadığımı Gazi'ye bir mektupla bil- 
dirmişler, kendinden gelen mektubu bana gösterdiler, mektupta şöyle 
deniyordu: "Yenimahalle'nin her türlü ihtiyacı karşılanacaktır. Kendisi 
Anadolu'ya gelmek istediği takdirde pasaport da verilecektir." Yenima- 
halle benim Erkânıharp okulundaki lakabımdı. Gazi'ninki "Mustafa Ke- 
mal Efendi Selanik"ti. Yenimahalle adının kullanılması beni o gece yıl- 
lar öncesine götürdü. (Taylan Sorgun, Bitmeyen Savaş, 1997, s. 376) 3 

Mustafa Kemal, Halil (Kut) Paşa ve Nuri (Conker) Harbiye'den 
sınıf arkadaşıydılar... 

Doktor Nâzım tekrar İzmir'de 

Doktor Nâzım, sahte kimlikle Yunanistan üzerinden îzmir li- 
manına geldiğinde şoke oldu. İzmir'in yansı yanmıştı. Aya Kateri- 
na, Aya Trikona, Aya Nikola, Aya Dimitri, Kurt Kaya, Hacı Fran- 
co, Ermeni Mahallesi, Fransızların yaşadığı St. George Sokağı 
sanki yok olmuş gibiydi. 

Ünlü îzmir Tiyatrosu, Sporting Kulüp, Kramer Palas, Posidon, 
Haylayf, îzmir Palas, İtalyan Konsolosluğu, ingiliz Konsolosluğu, 
Aya Fotini Kilisesi; Bonmarşe, Stein, Luvr, Şarm, Ektayolo gibi 
mağazalar; Atina, Selanik, Osmanlı bankaları gibi bankalar; Ame- 
rikan koleji gibi okullar; ticarethaneler, kütüphaneler, fotoğraf 
stüdyolan yanmıştı. 

Doktor Nâzım Almanya ve Sovyetler Birliği'nde dört yıl boyun- 
ca savaşın harap ettiği yerlerde bulunmuştu. Ama İzmir'in uğra- 
dığı tahribata yine de inanamadı. 

Evliyazadeler Doktor Nâzım'ı limanda karşıladılar. 

Ailesi dışında başka kimseler yoktu. 

1908'de "hürriyef in ilanından sonra Selanik'ten dönerken bin- 
lerce insanın İzmir limanını nasıl doldurduğunu anımsamış mıdır, 
bilinmez. Çünkü kimse artık o günlerden konuşmak istemiyordu... 

Limandan ayrılıp hemen Karşıyaka'da Evliyazadelerin konağı- 
na gittiler. 

Doktor Nâzım evde, eşi Beriave kızı Sevinçle hasret giderdi. 



3. Halil Paşa yurda dönünce, Mustafa Kemal'den görev istedi. Emekli edildi. Halil Paşa 
soyadı kanunu çıkınca, Irak Kut ül-Amare'de ingilizlere karşı kazandığı zaferi anımsat- 



299 



Yorgundu. Üstelik ruh sağlığı da bozuktu. Eşi Beria'nm duru- 
m u kendisinden daha kötüydü. Sanrıları artmıştı. Zaten kısa bir 
süre sonra eşinin sağlığından endişelenen Doktor Nâzım Beria'yı 
alarak İstanbul'a Toptaşı Bimarhanesi'ne gitti. 

Daha sonra adı Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi 
olarak değişecek Toptaşı Bimarhanesi'ne gitmelerini öneren kişi, 
o günlerde Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı görevini vekâleten 
yürüten Dr. Tevfîk Rüşdü Aras'tı. 

Dr. Araş, bakanlığının ilk icraatı olarak yakın dostu Dr. Mazhar 
Osman'ı bu hastanenin başhekimliğine getirmişti. 4 

Mazhar Osman, Dr. Tevfık Rüşdü'nün akrabalarıyla yakından 
ilgilendi. Beria'nm birkaç gün hastanede kalmasını istedi. Ama 
Beria bir akıl hastanesinde yatmayı kabul etmedi. Mazhar Osman 
da bazı ilaçlar yazdı ve bunların sürekli kullanılmasını, ayrıca ge- 
lişmelerden de haberdar edilmesini istedi. 

Doktor Nâzım ve Beria bir umutla İzmir'e döndüler... 

Evliyazade Refik Efendi kısa bir süre önce, bahçesinde karşı- 
lıklı iki Artemis heykeli bulunduğu için "İki Heykeller Köşkü" di- 
ye bilinen villayı satın almıştı. Karşıyaka'daki konak Doktor Nâ- 
zım ile Beria'ya bırakıldı. 

Doktor Nâzım bir müddet çalışmayı düşünmedi. Konağın arka 
bahçesiyle ilgileniyordu. En büyük hobisi çeşitli renklerde gül ye- 
tiştirmekti. Kahveye bile gitmiyordu. 

İki bacanağı Evliyazade Ahmed ve Evliyazade Sedad Sorbonne 
Üniversitesi'nde okuyorlardı. Paris'ten geldiklerinde onlarla Fran- 
sa ve Sorbonne üzerine konuşmaktan keyif alıyordu. 

Devir değişmişti... 

Saltanat kaldırılmış, Sultan Vahideddin bir İngiliz savaş gemi- 
siyle -bir dönem İttihatçıların sürüldüğü- Malta'ya kaçmıştı. 

Önce Mudanya Mütarekesi, sonra Lozan Antlaşması'yla yeni 
bir devletin doğuşu artık resmiyet kazanmıştı... 

Doktor Nâzım siyasal gelişmelerden uzak durmaya çalışıyor- 
du. Ama kayınpederi Evliyazade Refik Efendi siyasetten kopma 
niyetinde değildi... 



4- Liz Behmoaras, Mazhar Osman, Kapalı Kutudaki Fırtına adlı kitabında Yusuf Mazhar Os- 
man'ın Kafkas göçmeni annesi Atiye'nin Bülbülderesi Mezarlığı'na defnedilişini ayrıntılarıy- 
" anlatır: "Atiye'yi Üsküdar'da Bülbülderesi'ne gömdüler. Defin sırasında mezarlığın yaşlı 
bekçisi, büyüklerin arasında pek ufak tefek kalan, bir köşeye sığınmış Yusufu (Mazhar Os- 
m an) süzüyordu. Sonunda ağır adımlarla yanına yaklaştı. Alçak sesle adeta huşu içinde ko- 
nuştu: 'Evlat, burasına neden Bülbülderesi derler bilir misin? Bülbüller gelinceye kadar 
ötecekler, işte o zaman, basübadelmevt zamanı olacaktır... Sen dua et de bülbüller hep öt- 
sün. Çünkü onların sesine eelecektir.' Küçük Yusuf Mazhar Osman sordu: '0 kim V 



300 



Evliyazade Refik yine belediye başkanı 

Yunanlılarla işbirliği yapan İzmir Belediye Başkanı Hacı Hasan 
Paşa, izmir'in kurtuluşundan kısa bir süre önce kenti terk etti. 
Böylece belediye makamı boşalmış oldu. 

10 eylülde Duyum Umumiye İzmir teşkilatı eski başkanı Ab- 
dülhalik (Renda), İzmir vali vekilliğine atandı. Yeni belediye he- 
yeti seçilene kadar başkanlığı da Abdülhalik Bey üstlenecekti. Bu 
arada geçici bir belediye heyeti atandı. Heyetin içinde Salepçiza- 
de Midhat, tüccar Alaiyelizade Halil, Mahmud Tahir, Akarcalıza- 
de Vehbî, Vahideddin Efendi, Dr. Şehrî Bey, Behor Benadava ve 
Alemdarzade Edhem Efendi vardı. 

Görüldüğü gibi Rum ve Ermeniler artık tamamen dışlanmıştı. 
Öte yandan Yahudiler heyet içindeydi... Yahudiler, işgal yıllarında 
"yakılan ateşten çember"den başarıyla geçmişlerdi! 

Abdülhalik Bey, 4 ekimde bir bildiri yayınlayarak, belediye mec- 
lisi için seçim yapılacağını duyurdu. 

Adaylardan biri de Evliyazade Refik Efendiydi. 

29 kasım 1922'de sayılan oyların dağılımı şöyleydi: 

Avukat Bekir Behlül (4 230), Mektupçu Kâmil (4 086), Evliya- 
zade Refik Efendi (3 857), Kınmîzade Ömer Lütfı (3 603), Hacı 
Hüseyin Efendi (3 545), Dr. Şehrî (3 096), Haydar Şükrü Efendi 
(3 080), Eczacı Süleyman Ferid (3 064), Alemdarzade Edhem 
Efendi (3 058), Müftüzade Şükrü (Kaya) Efendi (2 922), Uşakîza- 
de Muammer (2 817) ve Tokadîzade Şefik Efendi (2 115). 

Bu isimlerden İzmir Belediye Meclisi oluştu. 

Üyeler kendi aralarında gizli oylamayla başkanı seçtiler: Müf- 
tüzade Şükrü (Kaya) Efendi! 

Talat Paşa'nın sempatisini kaybettikten sonra İstanbul'dan ka- 
çıp, ailesiyle İzmir Valisi Rahmi Bey'in koruması altına giren, İs- 
tanköy doğumlu Şükrü (Kaya) belediye başkanı seçilmişti! 

Ama bir sorun vardı: Şükrü Bey Lozan görüşmelerine müşavir 
sıfatıyla katılmak için İsviçre'ye gitmişti. Yerine Avukat Bekir 
Behlül'ün vekâlet etmesine karar verildi. 

Lozan Konferansına verilen arayla İzmir'deki görevine dönen 
Şükrü Bey koltuğunda yine fazla oturamadı. 2 ağustos 1923'te Bü- 
yük Millet Meclisinin ikinci döneminde Muğla milletvekili seçildi. 5 

Şükrü Bey Ankara'ya gidince İzmir Belediye başkanlığına, 



5. izmir milletvekilleri aldıkları oy sıralamasına göre şunlardı: Mustafa Kemal (826 
tam oy), Çelebizade Said Efendi (822), Mahmud Celal (Bayar) (815), Mahmud Esad 
(812), Fahreddin (Altay) Faşa (811), Saraçoğlu Şükrü (807), Mustafa Necati Bey (805), 



301 



• 2 ekim 1923'te Evliyazade Refik Efendi getirildi. 

Evliyazedeler için mutlu günler yeniden başlamıştı. Refik 
Efendi beş yıl aradan sonra yeniden İzmir Belediye başkanı ol- 
muştu. Damattan Dr. Tevfık Rüşdü İzmir mebusu olarak yine 
Meclise girmişti. Ancak, aradan on iki gün geçti. 14 ekim 1923'te 
Evliyazade Refik, sağlık sorunlannı mazeret göstererek belediye 
başkanlığından çekildiğini açıkladı! 

Sağlık sorunu yoktu. Peki ne olmuştu ? 

İşin özü sonradan anlaşıldı. 

Başkent Ankara, Evliyazade Refik'in belediye başkanlığı yap- 
masını istemiyordu. Ona güvenmiyordu! Uzun yıllar Rahmi Bey' le 
birlikte çalışması, Doktor Nâzım'ın kayınpederi olması Evliyaza- 
de Refik Efendinin "güvenilmez" olması için yeterli sebepler ara- 
sındaydı. Keza Ankara, daha iki ay önce Meclis'i yenileyerek, ya- 
pacağı devrimlere uyum sağlayacak kadrolan oluşturma peşin- 
deydi. Benzer nitelikler belediye başkanlan için de geçerliydi! 

Mustafa Kemal İzmir'e çok önem veriyordu. 

14 ocak 1924 tarihinde yapılan İzmir Belediye Meclisi seçimle- 
rine, 11 eylül 1923'te kurulan Halk Fırkası aday listesi çıkardı. Bu 
listede Evliyazade Refik Efendi yoktu! 

İlginçtir... 

1913-1918 yıllan arasında belediye başkanlığı görevini yürüten 
Evliyazade Refik, Mustafa Kemal tarafından "vetolanmış", ancak 
aynı dönemde İttihat ve Terakki Cemiyetinin İzmir "il başkam" 
olan Mahmud Celal (Bayar) İktisat bakanı yapılmıştı! 

Mahmud Celal Bey aynı zamanda Halk Fırkası kunıculan ara- 
sındaydı. 

Galiba Mustafa Kemal'in bir tek kıstası vardı: Millî Mücade- 
le 'ye katılmak! 

O zor günlerde Ankara'ya gelenlerin, Millî Mücadeleye katkı- 
da bulunanlann göreve gelmesini istiyor, diğerlerine mesafeli 
davranıyordu. 

Anlaşılan Evliyazade Refik Efendi ikinci gruba giriyordu... 

Evliyazade Refik Efendiye haksızlık mı yapılıyordu? 

Birinci Dünya Savaşı sonrasında Türk bağımsızlığını korumak 
'Çin İzmir'de kurulan Müdafaai Hukuki Osmaniye Cemiyetine ka- 
tılmıştı. Ama gelin görün ki, 18 mart 1919 tarihli Müsavat gazete- 
si bakm ne yazmıştı: 



Bu kongre farz edelim bir heyet, bir encümen intihap olunuyor 
(seçiliyor). Yukanda söylediğimiz üzre büyük bir azmi vatanperve- 



302 



raneyle İzmir'e kadar gelen zevatı muhterem iğfal edilerek belediye 
reisi sabık ve milleti bu hale düşürenlerin şerefbazı Doktor Nâ- 
zım'm kayınpederi ve hemfikri Refik, Şerefzade Rıza, Karabina Ali 
efendiler ve saire güya ihrazı ekseriyet ediyor. Gülelim mi, ağlaya- 
lım mı ? Bu efendiler hain değiller ise her halde idrakten mahrum- 
dular. (Zeki Arıkan, Haydar Rüştü Öktern, Mütareke ve İşgal Anı- 
lan, 1989, s. 223) 

O dönemindeki basının buna benzer makaleleri nedeniyle Ev- 
liyazade Refik Efendi bu tür çalışmalardan uzak durmak zorunda 
kalmıştı. 

Evliyazadelerin iş ortağı J. J. Frederic Giraud, Yunan ordusu 
İzmir'i terk ederken onlarla birlikte Atina'ya gitmişti. Seksen beş 
yaşındayken 1922 yılında Atina'da öldü. Ama vasiyetinde İzmir'e 
gömülmek istediğini belirtmiş ve bu arzusu yerine getirilerek 
Bornova'daki Anglikan Kilisesinde toprağı verilmişti. 

Bunu şu nedenle yazdım: iş ortaklan Frederic Giraud'un Ati- 
na'ya sığınması, Evliyazade Refik Efendinin Ankara tarafından 
güven duyulmamasına neden olmuş olabilir mi ? Hayır, olamaz. 
Çünkü ailenin Henri Giraud ve Edmond Giraud gibi bazı bireyle- 
ri izmir'de kalmışlardı. 

Bu arada Giraudlann kurdukları İzmir Pamuk Mensucat'ın yö- 
netim kurulu başkanlığına izmir eski valisi Rahmi Bey'i getirme- 
leri, Rahmi Bey'in, Giraudlann gizli ortağı olduğu "dedikoduları- 
na" neden olacaktı. 6 

Bu "dedikodulardan" Evliyazade Refik Efendi de payını alıyordu. 

Sonuçta, Doktor Nâzım'ın kayınpederi Evliyazade Refik'in ye- 
rine İzmir Belediye başkanlığına kim seçildi dersiniz: Mustafa Ke- 
mal'in kayınpederi Uşakîzade Muammer! 

Devir değişmişti. 1913-1918 yıllan arasında iktidarda İttihatçı- 
lar vardı. İttihatçılann önde gelen isimlerinden Doktor Nâzım'ın 
kayınpederi Evliyazade Refik Efendi belediye başkanlığı koltuğu- 
na oturmuştu. 

Şimdi ise iktidarda Mustafa Kemal vardı ve İzmir Belediye baş- 
kanlığı koltuğunda Mustafa Kemal'in kayınpederi Uşakîzade Mu- 
ammer Bey oturuyordu! 

Aslında değişen bir şey yoktu; Uşakîzadeler ile Evliyazadeler 
akrabaydı! İzmir Belediye başkanlığı hep belli ailelerin elin- 
deydi !.. 



6. Rahmi Bey ölene kadar, Giraudlann sahibi olduğu Pamuk Mensucat TAŞ'nin Yönetim 



303 



Mustafa Kemal Güzin'le evlenmek istedi mi ? 

Mustafa Kemal, 29 ocak 1923'te, Uşakîzadelerin Göztepe'deki 
konağında yapılan sade bir törenle Uşakîzade Muammer Bey'in 
kızı Latifeyle evlenmişti. 

Doktor Nâzım'ın torunu Sedat Bozinal, Mustafa Kemal'in aslın- 
da Evliyazadelerin kızı Güzin'le evlenmek istediğini, ama Gü- 
zin'in nişanlı olması nedeniyle bu evliliğin gerçekleşmediğini söy- 
lüyor. 

Nezihe Araz da "Soylu Bir Ailenin Öyküsü" adlı yazı dizisinde, 
Makbule-Dr. Tevfik Rüşdü çiftinin evlenip balayı için Selanik'e 
gittiklerinde, Mustafa Kemal'in burada gördüğü, Evliyazade Naci- 
ye'nin büyük kızı Güzin'i çok beğendiğini ve evlenmek istediğini 
yazıyor. (Hürriyet, 1978) 

Ama evliliğin neden gerçekleşmediğini belirtmiyor!.. 

Biz yazalım: 

Mustafa Kemal, Güzin'i beğendiği dönemde sıradan bir Os- 
manlı subayıydı. Evliyazadeler ise ailelerine damat girecek kişi- 
lerde bazı özellikler anyorlardı: zenginlik, makam, güç vb. gibi. 

Mustafa Kemal'in beğendiği Güzin birkaç yıl sonra İzmir'in ta- 
nınmış şahsiyetlerinden Hamdi Fuad'la (Dülger) evlendirildi. 

Evliyazade Naciye'nin üç çocuğu vardı: Güzin, Samim ve Fat- 
ma Berin. 7 

İki kızından büyüğü Güzin 1899 yılında doğmuştu. 

Notre-Dame de Sion mezunuydu. Rumca ve Fransızca biliyordu. 

Çok iyi resim yapıyordu. 

Güzin'in eşi Hamdi Fuad, Giritli bir ailenin oğluydu. Dülgerler 
ile Evliyazadeler zaten akrabaydı. Naciye Hanım'ın ablası Gül- 
süm Hanım'ın kızı Faire, Mihrî'yle (Dülger) evlenmişti. Mihrî ile 
Hamdi kuzendi. İki kuzen, Evliyazadelerin iki kuzeni Faire ve Gü- 
zin'le evlenmişlerdi. Yani, dışanya kız vermiyorlar! 

Hamdi Fuad'ın dört kardeşi vardı. Ablası Saadet Hanım, ağabe- 
yi Ali ve ondan küçük kardeşleri Kemal ile Nusret. 

Hamdi Fuad Karşıyakalı'ydı. Ailesi iki katlı, gösterişli Karşıya- 
ka konaklanndan birinde yaşıyordu. 

Evlenince konağın alt katı Hamdi Fuad-Güzin çiftine verildi. 
Konağın üst katında da kardeşi Kemal oturdu. 

Hamdi Fuad'ın ailesi tütün, buğday ve pamuk ticaretiyle ilgi- 
leniyorlardı. Kızılçullu Amerikan Koleji mezunuydu. İngilizcesi 



7. Evliyazade Naciye Hanım'ın diğer kızı Fatma Berin, Adnan Menderes'le evlendi. Eğer 
Mustafa Kemal Güzin'le evlenmiş olsaydı, Mustafa Kemal ile Adnan Menderes bacanak 



çok iyiydi. Bu nedenle aynı zamanda merkezi ABD-New York'ta 
olan tütün şirketi Glen Tobacco Co.'nun îzmir temsilciliğini ya- 
pıyordu. 

O da komisyoncuydu (simsar-komprador). Savaş sırasında İn- 
gilizler, Fransızlar, İtalyanlar; savaş sonrasında Alman tüccarlar 
İzmir'den çekilmişlerdi. Onların yerini Amerikalı tüccarlar, şir- 
ketler alıyordu. İzmirli yerli kompradorların yeni ortaklan ABD 
şirketleriydi! 

Hamdi Fuad aynca Amerikan denizcilik şirketi Archipelago 
Steamship'in de İzmir temsilciliğini yürütüyordu. 

Dönelim tekrar Mustafa Kemal'in evlilik hikâyesine... 

Mustafa Kemal'in Evliyazadelerin kızı Güzin'le evlenmek iste- 
yip istemediği bilinmez. Ancak Evliyazadelerin damadı Dr. Tevfık 
Rüşdü'nün (Araş), Uşakîzadelerin kızı Latife ile Mustafa Kemal'in 
evlenmelerinde önemli bir rol oynadığı bilinen bir gerçek. Musta- 
fa Kemal, Latife 'yi yakından görmesi için annesi Zübeyde Hanım'ı 
İzmir'e Uşakîzadelerin köşküne gönderdi. 

Mustafa Kemal annesinin de isteği üzerine yanma Selanikli Sa- 
lih (Bozok), Emir Çavuşu Ali (Yaman) ve Fatma Hanım ile Dr. Yüz- 
başı Asım Bey'i verdi. 

Mustafa Kemal bir kişinin daha yanlarında gitmesini istedi: 

Bu kişi Dr. Tevfık Rüşdü'ydü. 

Dr. Tevfık Rüşdü iki tarafı temsilen gidecekti. 

O Evliyazadelerin damadıydı. Yazdığım gibi Uşakîzade ile Evli- 
yazade aileleri akrabaydı. 

Mustafa Kemal evlilik karan almadan önce yakın arkadaşı 
Dr. Tevfık Rüşdü'nün, Latife Hanım'ı yakından tanımasını, akra- 
balan Evliyazadelerin görüşlerini alarak kendisine aktarmasını 
istedi. 

Yazılan kitaplara göre Dr. Tevfık Rüşdü'nün karan olumluydu. 
Ancak torunu Sevin Zorluya göre ise tersi doğnıydu! Dr. Tevfık 
Rüşdü, Mustafa Kemal'i iyi tanıyordu, Gazi dik başlı kişileri sevmi- 
yordu. Evliyazadelerin anlatımlanna göre ise Latife hiç de Musta- 
fa Kemal'e uyum sağlayacak bir kişilikte değildi; dik başlıydı, hiç- 
bir zaman alttan alabilecek bir yapıda değildi. Dr. Tevfık Rüşdü, 
Latife 'ye, "Ne sen ona eş olursun, ne de Mustafa Kemal sana koca 
olur" diyor. Ancak Latife'nin sert tepkisiyle karşılaşıp susuyor. 

Sonunda evlilik gerçekleşti. 8 



8. Zorladığımı biliyorum ama bir olgunun altını da çizmek istiyorum : hep birbirleriyle 
evleniyorlar! Çok alakasız gibi görünebilir ama Mustafa Kemal-Latife evliliği, Mustafa 
Kemal'i, Ali Adnan Menderes'le akraba yaptı. Nasıl mı ? Adnan Menderes'in halasının 
kocası Ahmed Hamdi Efendi, Uşakîzade Hacı Ali Efendi'nin kızının çocuğuydu. 



Damadın şahitleri Kâzım (Karabekir) ve Fevzi (Çakmak) paşa- 
lar, gelinin ise, İzmir Valisi Abdülhalik ile Salih (Bozok) beylerdi. 

Mustafa Kemal'in evlenmesinde Dr. Tevfık Rüşdü nasıl aracı- 
lık yaptı ise, boşanmalarında da eşi Makbule Hanım istemeden 
aracı oldu. 

Ve bir gün Atatürk Çankaya'ya Hariciye Vekili Dr. Tevfik Rüş- 
dü'nün hanımım (Makbule Evliyazade) ve Fethi Okyar'm hammı Ga- 
libe'yi çağırdı. Galibe Hanım, Latife'nin en iyi dostuydu. İki hamm 
ne için çağrıldıklannı bilmiyorlardı. Atatürk, Latife Hanım'ı boşaya- 
cağım kısaca bildirdi. Dr. Tevfik Rüşdü'nün hammı donakalmıştı. 
Galibe Hanım direnmek istedi. 'Yok yok" dedi Mustafa Kemal, "gi- 
din kendisine bildirin, yakınlansınız. Kararımı verdim. O kafamın 
içinde bir çiviydi, çıkarmalıydım." (Nimet Arzık, Menderes'i İpe Gö- 
türenler, 1960, s. 195) 

Evliyazadelerin düğünü 

Evliyazade Refik Efendi'nin bildiğiniz gibi beş çocuğu vardı. 

Büyük oğlu Nejad, Ali Adnan'ın (Menderes) dayısının kızı Me- 
sude'yle, büyük kızı Beria ise, Doktor Nâzım'la evliydi. 

Üç çocuğu bekârdı: Ahmed, Sedad ve Binin. 

Evliyazade Refik Efendi'nin küçük kızı Bihin'e dünür gelmişti. 

Damat adayı İzmir'in tanınmış ailelerinden Birsellerin oğluy- 
du: Sadullah (Birsel). 

Sadullah, Fatma Hanım ve Rıza Efendi'nin oğluydu. 

Rıza Efendi bir süre İzmir gümrüğünde çalıştıktan sonra tica- 
ret hayatına atılmış, oldukça da başanlı olmuştu. 

Sadullah ailenin en küçüğüydü. Vedide (Sanver) adında ablası 
ve Ahmed Süreyya (Birsel) adında ağabeyi vardı. 

Ablası kentin tanınmış tüccarlanndan Selahattin Sanver'le ev- 
liydi. * 

Ağabey Ahmed Süreyya ise Şerifzadelerin kızı Fatma Sezayla 
evliydi ve çiftin oğullan Mehmet Melih o günlerde daha bir yaşın- 
daydı. 10 



9. Vedide Sanver'in eşi Selahattin Sanver 1944-1946 yıllan arasında izmir Ticaret Bor- 
sası başkanlığı; 1946-1954 yılları arasında izmirTicaret Odası Yönetim Kurulu başkanlı- 
ğı ve 1959-1965 yılları arasında izmir Ticaret Odası Meclis başkanlığı görevlerini yürüttü. 



10. Mehmet Melih büyüyüp Cenevre Üniversitesi'nin mimarlık bölümünden mezun olun- 
ca, J. Kamhi Apartmanı, Profilo Çerkezköy tesisleri, Mecidiyeköy Profilo Holding Yöne- 
tim Merkezi gibi binaları yaptı. Zaten sonra Kamhilerin sahibi olduğu Profilo Holding'in 
müşaviri oldu. 



306 



Damat Sadullah Almanya ve Viyana'da öğrenim görmüştü. An- 
cak ailesinin mesleği tüccarlığı tercih etmiş, üzüm, incir, tütün ti- 
careti yapıyordu. Zengindi. 

Gün gelecek kendi ismini taşıyan Alsancak'taki iş merkezini 
Türk Eğitim Vakfına bağışlayacaktı... 

Evliyazade Binin ile Sadııllah görkemli bir düğünle evlendiler. 

Sadullah-Bihin çiftinin tek çocuğu 26 ağustos 1925 tarihinde 
dünyaya gelecekti: Rasin Rıza Birsel. 

Gün gelecek İngilizce, Almanca ve Fransızca bilen Oxford me- 
zunu, İzmir Shell'in temsilciliğini yapacak olan Rasin Rıza Birsel, 
Ayla Muşkara'yla evlenecekti. 

Ayla Muşkara, Tevfık Muşkara'ran kızıydı. Muşkaralar da İzmir'in 
tanınmış ailesiydi. Tevfık Muşkara'nm babası Dr. Vasfı Bey, İttihat 
ve Terakkinin önemli isimlerinden Küçük Talat'ın kardeşiydi. 

Rasin'in eşi Ayla Muşkara' nın annesi İsmet (Şahingiray) Hanım 
kimin kızıydı dersiniz: Dr. Reşid Bey'in! Yani, İttihat ve Terakki 
Cemiyetinin çekirdeği sayılan "İttihadı Osmanî'yi kuran, Diyar- 
bakır valiliği sırasında Ermeni tehcirine adı kanştığı için İngiliz- 
ler tarafından Bekirağa Bölüğüne hapsedilen ve oradan kaçıp ya- 
kalanacağını anlayınca intihar eden Dr. Reşid Bey'in! 

Dr. Reşid Bey'in bir diğer kızı Nimet Şahingiray da, İttihatçıla- 
rın önde gelen isimlerinden Küçük Talat Muşkara'yla evliydi! 

Hep yazıyorum... 

İzmirli bazı aileler çocuklarını "dışarıya" vermiyorlar. 

Aralarında Küçük Talat ve Dr. Vasfı gibi tanınmış isimlerin de 
bulunduğu Muşkaralar yedi kardeşti. Kardeşlerden Servet Hanım, 
tıpkı Evliyazadelerin iki kızı Güzin ve Faire gibi Dülger ailesine 
gelin gitti, askerî doktor Mehmed Eminle (Dülger) yasanımı bir- 
leştirdi. 

Yıllar sonra Muşkaralann bir başka kızı ünlü modacı İpek 
(Kranıer), 1962 yılında Evliyazadelerin kızı Fatma Berin (Mende- 
res) Hanım'ın oğlu Yüksel Menderes'le evlenecekti. İpek Ha- 
nım'ın annesi Vuslat Muşkara'ydı. 

Konu Muşkaralardan açılmışken birkaç not verelim... 

Birbirleriyle dünür olan ailelerin bir diğer özelliği ise siyasete 
ilgi duymalarıydı. 

Dr. Vasfı Beyin kızı Hikmet Muşkara'nm eşi, CHP'den yedinci ve 
sekizinci dönem İzmir milletvekili seçilecek Dr. Kâmuran Örs'tü. 

Evliyazadelere gelin gidecek İpek Hanım'ın babası Şefik Kuın- 
baracıbaşı'nın amca çocuğu ise SHP ve CHP milletvekili ve Ba- 
yındırlık eski bakanı Prof. Onur Kumbaracıbaşı'ydı! 



307 



Bu kadar isim kafanızı karıştırıyor olabilir! 

Karışıklığın nedeni yazdığım gibi, İzmirli bazı ailelerin hep bir- 
birlerine dünür olmalarıdır. 

Alın size bir örnek daha... 

Aslında Evliyazadeler ile Birseller birbirlerinden kız alıp ver- 
meyi sürdüreceklerdir. 

Evliyazade Bihin'le evlenen Sadullah (Birsel) Bey'in amca ço- 
cuğu Mustafa Münir (Birsel), 27 aralık 1928'de Evliyazade Yüm- 
niye Hanım'la evlenecekti. 

Cumhuriyet Devrimleri'nin, sosyal yaşamdaki değişikliklerin, ka- 
dınlarla erkeklerin bir arada yaşamalarının, topluca gezmeye çıkma- 
larının tadını çıkarmaya başladılar. "Kırklar" diye anılan akraba ve ya- 
kın dostların toplu olarak geziye çıktıkları bir grup oluştu. Münir Bey, 
Yümniye Hamm'la bu grubun gezileri sırasında tanıştı, aralarında de- 
rin bir sevgi bağı doğdu. (Fatma Sezer Birkan, Üç Evlerin Öyküsü, 
2002, s. 38) 



"Evliyazade Yümniye de nereden çıktı?" diyeceksiniz, anlatayım: 

Yümniye, Evliyazade Hacı Mehmed Efendinin, Demirhan'da 
tüccarlık yapan kardeşi Evliyazade Ahmed Efendinin kızıydı. 

Yümniye, önce genç yaştaki kardeşi Mustafa'yı, ardından da 
babasını kaybetti. Annesi Zehra Hamm'la birlikte yaşıyordu. 

Mustafa Münir Birsel- Yümniye Evliyazade 'nin çocukları olma- 
yacaktı. 

Birseller siyasetle çok ilgiliydi. 

Zaman gelecek Evliyazadelerin damadı Mustafa Münir Birsel, 
1943 yılında TBMM'ye girecekti. 

Receb Peker ve Hasan Saka hükümetlerinde iki kez Millî Sa- 
vunma bakanlığı (5 eylül 1947-7 haziran 1948) yapacak ve Türki- 
ye'nin ilk İşletmeler bakanlığını (7 haziran 1949- 22 mayıs 1950) 
yürütecekti. 

Evliyazadelerin dünürleri Birsel ailesinde tek bakan sadece 
Münir Birsel değildi. Sümerbank'ın kuruluşu aşamasında göster- 
diği basandan dolayı soyadını Mustafa Kemal'in vereceği Nurul- 
lah Esad Sümer, Münir Birsel'in halasının çocuğuydu. 

Kuzen Nurullah Esad Sümer, 1939'da TBMM'ye girecek; Mali- 
ye bakanlığı (14 eylül 1944-7 ağustos 1946) ve kısa bir süre de 
Devlet bakanlığı (16 ocak 1949-7 haziran 1949) yapacaktı. 

Birseller CHP'liydi. 

CHP'nin önde gelen isimlerinden, iiçüncü-sekizinci dönemler 



308 



arasında milletvekili olarak görev yapan Halit Onaran, Birsellerin 
dünürüydü. Kızı Zerrin borsa simsarı Emin Birsel'le evliydi." 

1950 seçimlerinin galibi Demokrat Parti olacak. Halid Onaran, 
Nurullah Esad Sümer, Mustafa Münir Birsel seçilemeyecek, İz- 
mir'e geri döneceklerdi. 

Bayrağı dünürleri-akrabalan Evliyazadeler devralacaktı!.. 

Ama bu hiçbir Birsel aile mensubunun Meclise girmediği anla- 
mına gelmeyecekti: Birsellerin dünürü Selim Ragıp Emeç DP'den 
milletvekili olacaktı. 12 

Uzatmaya gerek yok. Ama bu kadar ayrıntılı yazmamın nedeni 
bir sonuca varmaktı: Türkiye'de partiler değişse de bazı aileler 
hep iktidardaydı!.. 

Örneğin, 27 Mayıs 1960 askerî müdahalesinden sonra, bu kez 
Birsellerin dünürü Halid Onaran'ın kız kardeşi Kadriye (Kaatçılar) 
Hanım'ın kızı Gülfem'in eşi Cahit İren Ticaret bakanı olacaktı! 13 

Sadece siyasette değil, edebiyatta da birçok ünlü Birsel vardı. 
Münir Birsel'in amcası Talat Birsel'in oğlu Türk edebiyatının ün- 
lü isimlerinden Salah Birsel'di. 

Selim Birsel, Ayşegül Birsel son dönemin ünlü Birsellerinden! 
Bir de gazeteci-yazar Zeynep Oral var tabiî... 

Türkiye'nin kültürel yaşamına derin izler bırakan ve ekonomi- 
de de "millî iktisadın temelini atan" yine bu ailelerdi... 

"Efendiler!" 

Tarih, 17 şubat 1923. 

İzmir İktisat Kongresi, Osmanlı Bankasının Hamparsumyan 
depolannda düzenlendi. Kongre binasının içinde ve binanın ya- 
kınlarındaki sokaklarda İktisat Sergisinin yerli mallan sergileni- 
yordu. Sergide özellikle İzmir'de üretilen sabun, makarna, üzüm, 
incir, pamuk, yağ gibi ürünler vardı. 

Kongrenin yapıldığı handa uzun yıllar tütün, incir, fıstık, üzüm, 
pamuk, zeytinyağı stoku yapıldığından ortama ağır bir koku hâkim- 
di. Bu kokuyu gidermenin yollan aranıyordu. Kongreyi düzenleme 
komitesi başkanlığını yürüten Eczacıbaşı Süleyman Ferid'den ga- 



I I. Gazeteci Murat Birsel, Zerrin-Emin Birsel çiftinin torunudur. 

12. Münir Birsel'in kız kardeşi Nebeviye (Çullu) Hanım'ın torunu Raziye, Aydın 
Emeç'le evliydi. Aydın Emeç- Çetin Emeç kardeşlerin babası Selim Ragıp Emeç doku- 
zuncu-on birinci dönemler arasında DP milletvekili seçilecekti. 

13. Cahit iren'in babası Kemaleddin iren, Yunanistan Parlamentosu'nda milletvekilliği 
yaptı. Daha sonra Türkiye'ye göç etti. Cahit iren, 19 kasım 200l'de vefat erri: vaıivpri 



309 



lon galon kolonya getirildi ve bunlar su gibi binaya döküldü. 

Kongreye 1 135 temsilci katıldı. 500'ü kadındı ve bunlardan bi- 
ri de Evliyazade Naciye Hamm'dı. 

Kongrenin başkanı Kâzım (Karabekir) Paşaydı. 

İşçi grubuna Aka Gündüz, sanayi grubuna Salaheddin Bey (Ay- 
valık), çiftçi grubuna Kani Bey (Manisa), tüccar grubuna Alaiye- 
lizade Mahmud Bey (Gediz) başkanlık etti. 

Mustafa Kemal açılış konuşmasına, "Efendiler!" hitabıyla baş- 
ladı. 

Savaştan yeni çıkan ülkenin başlıca sorunu ekonomiydi. Ulu- 
sal ekonominin nasıl oluşturulacağı toplantılann başlıca konu- 
suydu. Yabancı sermaye o günkü ekonomik koşullardan sorumlu 
tutuluyordu; yabancı sermayeye karşı kuşku ve düşmanlık duyu- 
luyor ancak yabancı sermaye olmadan ekonomik gelişmenin ola- 
mayacağının da altı çiziliyordu. 

Delegeler Türk ekonomisinin yabancılar tarafından sömürül- 
mesine kesinlikle karşıydı. Yabancılardan kastedilen Levanten- 
ler, Rumlar ve Ermenilerdi! Bunu savunanların başmda, dışında 
kaldığı savaşın nimetlerinden yararlanmak isteyen İstanbul tüc- 
carı geliyordu. İzmir daha hoşgörülüydü. 

Herkesin üzerinde hemfikir olduğu, "Ekonomik bağımsızlık ol- 
madan siyasî bağımsızlık olamaz" gerçeğiydi... 

Peki. Ulusal Kurtuluş Savaşına destek veren, ulusal ekonomi- 
nin kalkınması için seferber olan bu "Efendiler" kimdi? 

Nusret Hilmi (Meray) çok sevdiğim bir arkadaştı. Selanikli, yani 
"dönme" denen Sabetay Sevi alıfadmdandı. Nusret Mütareke'de, İz- 
mir'de işgalden sonra İstanbul'da Müdafaai Hukuk çalışmalarımızda 
bize büyük hizmetler etti. Balıkesir Kongresi Teşkilatıyla, Ankara'yla 
muhaberemizi çok tehlikeli şartlar altında yönetti. Nusret, Refik Ha- 
lid'in (Karay) Posta Telgraf Umum Müdürlüğünde maliye müfettişi 
olarak çalışıyordu. Yakınlığını temin ettiği Atatürk'ün Nutuk'unda 
bahsini ettiği telgrafçı şefle bizi tanıştırdı ve büyük yardımlar sağladı. 
Nusret İstanbul'un Selanikli tüccarlanyla da bizi temasa koydu. Bu va- 
tandaşlar Müdafaai Hukuk Cemiyetimize büyük ölçüde para yardımı 
yaptılar. Nusret, İş Bankası'nda, Ziraat Bankası Umum Müdürlüğünde 
memleket çapında tanındı. (Nail Morali, Mütareke'de İzmir, 2002, s. 
104-105) 



Sadece Yahudi'si, Sabetayist'i değil, bu topraklardan başka gi- 
decek yerleri olmayan Kürt'ü, Laz'ı, Çerkez'i ve Türkmeni'yle 



310 



Anadolu halkı Millî Mücadeleye destek vermişti... 

Anadolu'yu vatan bilenler şimdi de ulusal ekonomiyi geliştir- 
mek için çaba sarf edeceklerdi... 

Ve... 

Yeni ülkenin yapılanmasına harç koyacak binlerce insan o gün- 
lerde gruplar halinde Anadolu'ya geliyordu. 

30 ocak 1923'te Türkiye ve Yunanistan arasında "Türk- Yunan 
nüfus mübadelesi'yle ilgili sözleşme ve protokol imzalandı, iki 
ülkedeki Rumlar ile Müslümanların yer değiştirmesine 1 mayıs 
1923'ten itibaren başlandı. 

Mübadelede bir Evliyazade 

Bu sözleşme ve protokolle belirlenen "Muhtelit Mübadele Ko- 
misyonu'nun Türkiye adına başkanlığını Dr. Tevfık Rüşdü (Araş) 
yapıyordu. 

Sayılan milyonu aşan Rumlar, suyun öte yakasına giderken, 
binlerce Müslüman da Anadolu'ya geldi. Gülcemal, Akdeniz, Re- 
şidPaşa, Kızılırmak, Şam, Giresun, Ümit, Gülnihal, Bahncedit, Al- 
tay, Gelibolu, Bandırma, İnebolu, Nimet, Canik, Millet, Ereğli adlı 
gemiler günlerce göçmen taşıdı. 

1,3 milyon Rum Yunanistan'a, 500 000 kadar Müslüman ise Tür- 
kiye'ye göçtü. 

Sadece Selanik'ten 99 720 göçmen Türkiye'ye geldi. 

Dönmeler Selanik'te 1923'e kadar yaşadılar. Bu tarihte Yunanistan 
ile Türkiye arasında nüfus mübadelesini düzenleyen Lozan Antlaşma- 
sı maddelerine uygun olarak, diğer Müslümanlarla birlikte şehri terk 
etmek zorunda kaldılar. İçlerinden bazıları Amerika Birleşik Devlet- 
leri'ne ya da Batı Avmpa'ya göç etti, fakat büyük çoğunluğu İstan- 
bul'a yöneldi. (Meropi Anastassiadou, Selanik, 1998, s. 70) 



Neden Selanik'i terk etmişlerdi ? 

Yunanistan Rum mübadillere iskân sağlayabilmek için diğer 
unsurların ülkesini terk etmesini istedi. Bunu da uyguladığı, tüc- 
car defterlerinin Rumca tutulma şartı, ağır vergilerin ve cezaların 
koyulması gibi sert yöntemlerle gerçekleştirdi. Diğer yanda Yu- 
nanlılar ekonomilerini milKleştirmek istiyorlardı. Ve yeni oluştu- 
rulan Yunan millî ekonomisinde Sabetayistlere ve Yahudilere yer 
yoktu. 

1912'de Selanik'in Yunanlılar tarafından alınmasıyla başlayan 



311 



göç süreci son on yılda, eski sahiplerinin çoğunu kaybetti. 14 

Tüccar Rumların Yunanistan'a gitmesi ülke ekonomisini sekte- 
ye uğratabilirdi. Boşluğu Batıya yakın, ticareti bilen Selanik gibi 
şehirlerden gelenler dolduracaktı. Selanik, Kavala, Drama, Yan- 
ya, Kandiye, Girit, Midilli, vb. yörelerden gelen göçmenler îzmir, 
Aydın, Manisa, İstanbul, Samsun, Sinop, Adana, Amasya, Tokat, 
Sivas, Niğde, Karaman, Tekirdağ, Ankara, Denizli, Malatya gibi 
farklı yerleşim bölgelerine yerleştirildi. 

Sabetayistler kavga ediyor 

Mübadele günlerinde ilginç bir olay gazetelerin manşetlerin- 
den düşmedi. 

Selanikli Karakaş Rüşdü Bey, Meclise gönderdiği telgrafta, 
"Selanikli dönmelerin aslen, irken ve soy bakımından Türklük ve 
Müslümanlıkla ilgisi bulunmamaklığından, bunların Türk toplu- 
mu dışında tutularak veya ülkenin her tarafına dağıtılarak Türk 
nüfusuyla karışmaya mecbur edilmelerini" istemekteydi! 

İşin garip yanı, Karakaş Mağazaları sahibi Selanikli Karakaş 
Rüşdü Bey Sabetayist'ti! Adında da anlaşıldığı gibi Karakaş gru- 
bundandı. 

Ne olmuş nasıl olmuştu da Yunanistan'dan gelecek Sabetayist- 
lere düşman kesilmişti? 

Kimi ruh sağlığının bozulduğunu, kimi kadın meselesi gibi ne- 
denleri yazdı. 

Peki Selanikli Karakaş Rüşdü Bey'le ilk röportajı yapan ve sü- 
rekli onu savunan gazeteci kimdi dersiniz: Vakit gazetesi muha- 
biri Hüseyin Necati! Hüseyin Necati kimdi: eski başbakanlardan 
Tansu Çüler'in babası!.. 15 

Konuyu dağıtmadan bir tespitte bulunmak gerekiyor... 

Vakit gazetesi, Aydın (İzmir) vilayetinin Saruhan (Manisa) san- 
cağına bağlı Gördes ilçesinde saatçilik yapan Hacı Hasan Hulusi 
Efendinin oğullan Mehmed Asım Us, İsmail Hakkı Us ve Hasan 
Rasim Us'a aitti. 

Soru: XIX. yüzyılda saatçilik yapan bir Türk-Müslüman olabilir 
mi?.. 



14. ikinci Dünya Savaşı'nda ağustos 1943'te Selanik'ten ardı ardına kalkan konvoylar 
Auschwitz, Birkenau ve Bergen-Belsen gibi Nazi kamplarına 46 000 Selanikli Yahudi ta- 
şıdı ! Bugün Selanik'te çok az sayıda Yahudi nüfus vardır. 



15. Hüseyin Necati Çiller, 1895 Milas doğumlu. Babası telgraf müdürü Nuri Efendi. Hü- 
seyin Necati 1 943'te Selanikli Muazzez Hanımla evlendi Bu evlilikrpn Hnfon Tamu C\\- 



312 



Büyük ağabey Asım Us, Selanikli Ahmed Emin Yalmanla gaze- 
teyi 250'şer lira koyarak 1917'de çıkardı. Ortaklık beş yıl sürdü, 
1923'te aynldılar. Ahmed Emin Yalman aynı yıl Vatan gazetesini 
çıkardı. 

Karakaşî Rüşdü Bey'in Sabetayistleri suçlayan Vakit gazete- 
si'ndeki demeç ve yazılanna ilk yanıt kimden geldi: Vatan gazete- 
si sahibi ve yazarı Ahmed Emin Yalman'dan! 

Prof. Abraham Galante, Sabetay Sevi ve Sabetaycıların Gele- 
nekleri adlı kitabının önsözünde yararlandığı kaynaklan belirtir- 
ken, Karakaşî Rüşdü Bey'in söyledikleri ve yazdıklanyla, diğer 
gazetelerin yanıtlanndan yararlandığını belirtiyor: 

Vatan, Yakubî grubundan bir dönmenin yazdığı ilginç ve özlü bir ça- 
lışmayı ihtiva ediyor. Vakit, Karakaş grubundan başka bir dönmenin 
ilginç beyanatlannı ve Resimli Dünya ise Kapana grubundan genç 
bir dönmenin ilginç açıklamalarım ihtiva ediyor. (2000, s. 15) 

Karakaşîlere yanıt Yakubî ve Kapancılardan gelmişti! 
Gazetelerdeki bu tartışmalar ilk kez Sabetayist âdetlerin orta- 
ya çıkmasına neden olacaktı: 

- Sünnet âdetleri Müslümanlardan farklıdır. Çocuklar iki ya da 
üç yaşında sünnet ettirilir. 

- Ölen kadın bile olsa cenazeyi erkek yıkar. 

- Sabetayist olmayan kadınla ilişkiye girenler cehenneme gi- 
derler. 

- Bir toplulukta önce Sabetayist'e selam verilir. 

- Yakubîler saçlannı tıraş etmek zorundadırlar; kadınlan ise 
çok ince örerler. Kapancılara uzun saçlı anlamına gelen "kavalye - 
ros" denir. 

- Edirneli Yahudiler, Sabetayistlere, suda çeşitli dolambaçlar 
yaparken vücudunda çeşitli renkler gösteren sazan balığına ben- 
zeterek, "sazanikos" demektedir. 

- Sabetayist bir kimsenin askerlik hizmetinden muaf tutulma- 
sı için gerekli parayı, "cemaat" bir araya gelerek toplar. 

Tartışmalarda yığınla aynntı vardı. Ancak, en yoğun tartışma 
"Kuzu Bayramı" kutlamalannın içeriğinde çıktı. 

Karakaşî Rüşdü'nün tartışma çıkaran sözleri şöyleydi: 



Kuzu Bayramı. Bu bayram 22 Adarda kutlanırdı. Her sene özel bir 
törenle bir gece ilk kez bir kuzunun yendiği bir bayramdı. O halde bu 
töreni oluşturan neydi ? Evli iki erkek ve iki kadından oluşan en az 



313 



dört kişi kuzu bayramına iştirak etmelidir. Bu sayı artırılabilir ama 
daima evli karşı cinslerden oluşan çift sayıdan oluşmalıdır. Şık giyim- 
li ve mücevherlerini takmış kadınlar sofrayı hazırlarlar. Yemekten 
sonra eğlenceye başlanır ve belirli bir anda bütün mumlar söndürüle- 
rek ortalık karartılır. Kuzu bayramının anlamından kaynaklanan aşkı 
en uzun yaşamayı bilenler o gecenin kahramanıdır. Bu bayramdan 
sonra doğan çocuklar tarikatın kendisi kadar aziz sayılırlar. Bu bay- 
ram "Dört Gönül Bayramı" olarak da bilinir. 

Vakit gazetesine 8-18 ocak 1924 tarihleri arasında beş kez demeç 
veren Karakaşî Rüşdü Bey'in söylediklerine yanıt, 15 kasım 1925'te 
Sabiha-Zekeriya Sertel çiftinin çıkardığı Resimli Dünya' 6 dergisi- 
ne konuşan ve ismi açıklanmayan Kapana bir gençten geldi: 

Sanırım "Büyük mumların sönmesi" olarak anılan tören Karakaş 
grubu tarafından uygulanmaktadır. Ayrıca, benim grubumun mensup- 
larının da eskiden uyguladıklarına inanıyorum, ama itiraf etmeliyim 
ki buna benzer hiçbir şey görmedim. Henüz yakın bir geçmişe kadar, 
dönmeler "Kuzu Töreni" denilen özel bir tören yapılmadan kuzu eti 
yemiyorlar. İlkbahar mevsimine rastlayan belirli bir gecede kuzular 
özel bir ayinle kesilerek (lus) hazırlanır ve dualar edilirken pişirilirdi. 
Dönme ailelerin her birine kuzudan bir parça düşerdi ve daha sonra 
bu eti hangi kasaptan olursa olsun satın almakta serbesttiler. Kuzu 
gecesi denilen bu gece esnasından bekârların kabul edilmediği tören- 
de başka dualar da okunabilirdi. Evli erkekler eşleriyle birlikte orada 
hazır bulunurlardı. Ben, genç ve bekâr olduğum için oraya katılama- 
dım. Ama, bekârlara uygulanan yasak, tören esnasında eşlerin değiş- 
tirilmesi uygulamasına dayanıyor olsa gerek sanırım. Bu sırrı çözmek 
için harcadığım çabaların hepsi boşa çıktı. Herkesin verdiği cevap 
şuydu: "Evlen o zaman anlarsın." 

Türkiye'de Karakaşî Rüşdü Bey'in söyledikleri gazete manşet- 
lerine kadar çıkmıştı. Ama bu yazılanlar ve tartışmalar Sabeta- 
yistlerin gelmesine engel olmadı. Bunca zaman geçti, Karakaşî 
Rüşdü Bey'in bu tartışmayı niye başlattığı hâlâ anlaşılamadı. 

Mübadele aynlık açılarıyla sürdü... 

Mübadele, yıllann dostluklannın son bulması anlamına geli- 
yordu... 

Girit yağ ve sabun fabrikası sahipleri Cilivakilerin oğlu Efdal'in 



16. Prof. Abraham Galante alıntı yaparken bir hataya düşmüştür: Resimli Dünya değil 



314 



en yakın arkadaşı Rum Nikos'tan ayrılması hayli zor olmuştu. 

Gün gelecek Nikos Kazancakis, Aleksi Zorba adlı romanını ya- 
zacak, dünyada sayılı edebiyatçılar arasına girecekti. 

Önce DP sonra AP'de politika yapan Efdal Ciliv, yakın arkada- 
şının romanından beyazperdeye aktarılan Zorba filmini gözyaşla- 
rı içinde seyredecekti... 17 

Mübadele hiç kolay olmadı. Çoğu kimse evsiz, topraksız kaldı. 
Rüşvet söylentileri dillere düştü; zenginlerin komisyona para ve- 
rerek iyi yerlere yerleştirildikleri haberleri uzun süre gündemden 
düşmedi. 

Eleştiri okları Evliyazadelerin damadı Dr. Tevfık Rüşdü'yü (Araş) 
hedef alıyordu. Mübadele sırasında başarısız bulunan Dr. Tevfık 
Rüşdü'yü bir sürpriz bekliyordu... 



17. Sara Ciliv, bana eşinin ailesinin soyağaanı gösterdi. Cilivakiler arasında, 1923 mü- 
badelesiyle Girit'ten gelen bir isim de, TKP hareketinin en zengini ve o kadar da cim- 



On dördüncü bölüm 



4 mart 1925, Ankara 



Evliyazadelerin bir damadı daha bakan olmuştu. 

İttihat ve Terakkinin son kabinesinde Maarif nazın olarak gö- 
rev yapan Doktor Nâzım'dan yedi yıl sonra Evliyazadeler yine bir 
bakan çıkarmışlardı! Başbakan İsmet (inönü) Paşa'nm başkanlı- 
ğındaki hükümette Evliyazadelerin bir damadı vardı: Dr. Tevfık 
Rüşdü (Araş)! 

Dr. Tevfık Rüşdü, on üç yıl görev yapacağı Dışişleri bakanlığı 
koltuğuna 4 mart 1925'te oturdu. 

Kabineyi kuran isim görünürde İsmet Paşaydı, ama perde ar- 
kasındaki isim hiç kuşkusuz Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal'di. 
Mustafa Kemal, kendine inanan isimlerden bir kabine kurmuştu. 
Dr. Tevfık Rüşdü, bu konuda "rüştünü" defalarca ispat etmişti. 

Gazi, ilk taraftarlarından olan Dr. Tevfik Rüşdü'yü bu göreve daha 
gençliğinde Selanik kahvelerinde kehanetler savurduğu günlerde ata- 
mıştı. Dr. Tevfik Rüşdü Avrupa'yı iyi tanır, birkaç yabancı dil konuşur- 
du. İşlek bir zekâsı vardı. Bundan daha önemlisi efendisinin aklının 
nasıl işlediğini bilirdi. (...) Dr. Tevfik Rüşdü her zaman aynı düşünce- 
de olmaz ve çok kez efendisiyle birlikte siyaset konuşmalanyla oyun 
ve içkiyle geçen bir geceden sonra oldukça yorgun olurdu. (Lord Kin- 
ross, Atatürk, 1994, s. 475) 



Kısaca "Atatürk dönemi" diye bilinen 1923-1939 döneminin 
"haysiyetli dış politikasının" uygulayıcısı Dr. Tevfik Rüşdü'ydü. 

Bu politikanın temeli, ingiltere, Fransa gibi büyük devletlerin 
uydusu olmamaktı. 

Dr. Tevfik Rüşdü Bey'i zor günler bekliyordu. İtalya'da Musso- 
lini tüm sol partileri kapatmış, krala karşı sadece kendisinin so- 



316 



rumlu olduğunu ilan etmişti. Sovyetler Birliğinde Stalin, Troç- 
ki'yi "savaş komiserliği" görevinden almıştı. Yunanistan'da aske- 
rî darbe olmuş, yönetim subayların eline geçmişti. Almanya'da 
Nazilerin lideri Hitler'in ayak sesleri duyulmaya başlanmıştı. Bal- 
kanlar ve Ortadoğu siyasî istikrara bir türlü kavuşamamıştı... 

Gerek iç gerekse dış koşulların böylesine ağır olduğu bir dö- 
nemde, hükümeti kuşkusuz Mustafa Kemal kurmuştu. 

Hükümetin bir devrim kabinesi olmasını istemişti. Çünkü yapı- 
lan devrimlere, yola birlikte çıktığı bazı arkadaşları muhalifti. 
Özellikle saltanatın, ardından halifeliğin kaldırılması yol arkadaş- 
larıyla arasını açmıştı. 

İpleri kopma noktasına getiren gelişmeler bir yıl önce başla- 
mıştı... 

Devrimciler ile reformistler karşı karşıya 

Mustafa Kemal'in, "Ortaçağ'dan kalan bir çıban" olarak nite- 
lendirdiği halifeliği TBMM 3 mart 1924 gecesi kaldırdı. Aynı gece, 
kaldığı Dolmabahçe Sarayı'nda sabaha karşı uyandırılan Halife 
Abdülmecid'in, Türkiye'yi terk etmesi istendi. 

36'sı erkek, 48'i kadın ve 60'ı çocuk, 144 kişiydiler. Osmanlı ha- 
nedanının tamamı Türkiye dışına çıkarıldı. Malvarlıklan tasfiye 
edildi. Şehzadelere 24 ile 72 saat, kadınlara bir hafta ile on gün 
arasında önem sıralarına göre değişen süreler tanındı. Sadece pa- 
dişah eşleri olan kadınefendilerden ve hanımsultanlardan-sultan- 
zade çocuklarından isteyenlerin Türkiye'de kalmasına izin veril- 
di. (Murat Bardakçı, Son Osmanlılar, 1999, s. 7) 

Bu arada bazı Hint ve Mısırlı Müslümanlar, halifeliğin kaldırıl- 
masını önlemek için Mustafa Kemal'e "Halife olun" önerisi götür- 
düler. Mustafa Kemal ise, halifeliğin ne Müslüman dünya, ne de 
politik olaylar üzerinde etkisi kalmadığını düşünüyordu. 

Saltanatın kaldırılması, Cumhuriyetin kurulması ve son olarak 
halifelik kurumuna son verilmesi Mustafa Kemal ile bazı dava ar- 
kadaşlarını karşı karşıya getirdi. Tabiî bu karşı karşıya gelme me- 
selesinde kişisel çekişmeleri de unutmamak gerekir. 



Millî Mücadele sürecinde önemli roller oynayan dört arkadaş 
yan yana gelerek bir muhalif cephe oluşturma arayışına girdiler: 
Hüseyin Rauf (Orbay), Dr. Adnan (Adıvar), Refet (Bele) ve İsmail 
Canbulad. 



317 



Rauf Bey'in Şişli'deki evinde gizli gizli buluşmaların ardından 
bir yeni siyasal parti doğdu. 

17 kasım 1924'te kurulan partinin adı, Terakkiperver Cumhuri- 
yet Fırkası'ydı! Kurucuları şu isimlerden oluşuyordu: Ali Fuad 
(Cebesoy), Sabit (Sağıroğlu), Hüseyin Rauf (Orbay), Adnan (Adı- 
var), Kâzım (Karabekir), Refet (Bele), İsmail Canbulad. 

Partinin genel başkanlığına Kâzım (Karabekir) Paşa getirildi. 

İkinci Başkan Rauf (Orbay) ve Adnan (Adıvar) beylerdi. 

Genel sekreteri Ali Fuad (Cebesoy) Paşaydı. 

Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasının (TCF) kurulmasının çe- 
şitli nedenleri vardı. Örneğin, Mustafa Kemal, İttihat ve Terakki 
döneminden beri karşı olduğu bir anlayışı yeni dönemde hayata 
geçirdi: ya siyaset ya ordu! 

Yani siyasetle uğraşmak isteyen paşalar üniformalarını çıkara- 
caklardı. 

Kâzım (Karabekir) Paşa, Ali Fuad (Cebesoy) Paşa, Hüseyin 
Rauf (Orbay) Bey gibi isimler üniformalarını çıkarıp politika yap- 
maya karar verdiler. 

Fırkanın safında yer alanların başında, eski İttihatçılar, ordu- 
dan ayrılmak zorunda kalan küskünler, devrimlere mesafeli du- 
ranlar, Cumhuriyeti istemeyen hilafet yanlıları vardı. 

TCF, bir cephe örgütü hüviyetindeydi; her çeşit görüşten mu- 
halif vardı. Hepsinin karşı olduğu isim Mustafa Kemal ve devrim- 
leriydi ! 

Ne yaptıklarını, ne de yapış tarzını onaylıyorlardı. Onlara göre 
Mustafa Kemal diktatördü! 

Hadi saltanat neyse de, hilafetin kaldırılmasını bir türlü kabul 
edemiyorlardı. Ve Mustafa Kemal karşıtlığı onlan gericilerle iş- 
birliğine kadar götürdü. 

Fırkada ağırlık İttihatçılardaydı. Örneğin yapılan araseçimler- 
de eski İzmir valisi Rahmi Bey ve Halil (Menteşe) Bey TCF liste- 
sinden aday olmuşlar, ancak kazanamamışlardı. 

TCF'nin Meclis'te otuza yakın üyesi vardı. Bu isimlerin hepsi, 
Yunanistan'la olan mübadele sırasında yapılan yolsuzlukları ba- 
hane ederek Cumhuriyet Halk Fırkası'ndan ayrılmıştı. 

TBMM genel kurullarında tıpkı birinci Meclis'in tekrarı sahne- 
ler yaşanmaya başlandı. Otuz muhalif milletvekili hükümeti he- 
men her gün topa tutuyordu. Hedef, hükümet gibi görünse de as- 
lında Çankaya Köşküydü. 

Anayasal düzen içerisinde "tek kişilik zorba yönetimlere" kar- 
şı olduklarını belirtiyorlar; dinî düşünüş ve inançlara saygı isti- 



318 



yorlar; yabancı sermaye yatırımlarını destekliyorlar; basın özgür- 
lüğünden yana tavır alıyorlar; belediye başkanlarının atamayla 
değil seçimle iş başına gelmesini istiyorlardı... 

Meclis'te gergin günler yaşanıyordu. 

Mustafa Kemal muhalefetin önünü kesmek için İsmet Paşayı 
başbakanlıktan alıp yerine daha liberal bir isim olan Ali Fethi 
(Okyar) Bey'i atadı. 

Bu atama ortamı biraz yatıştırır gibi oldu. Ama önce Ardahan 
Milletvekili Halid Paşa'nm Afyon milletvekili Ali (Çetinkaya) ta- 
rafından vurulup öldürülmesi ve arkasından Şeyh Said İsyanı ül- 
keyi ve Meclis'i daha da gerdi. 

Üstelik dış politikada Musul sorunu Türkiye'nin başını ağrıtı- 
yordu... Musul aslında Birinci Dünya Savaşında kaybedilmemiş- 
ti. Hatta Mondros Mütarekesinde Musul Osmanlı vilayetiydi. İn- 
giltere Musul'u mütareke sonrasında işgal etmişti. Şimdi ise pet- 
rol zengini bu bölgeden çıkmak istemiyordu. Lozan Konferan- 
sında da taraflar uzlaşmaya varamamıştı. 

Türkiye Musul'da en yoğun nüfusa Kürtlerin, sonra Türklerin 
sahip olduğunu, hatta Kürtler ile Türklerin aslında aynı ırktan gel- 
diği tezini savunuyordu. Sanki Şeyh Said İsyanı, Kürt ile Türk'ün 
aynı olmadığını gösterebilmek için çıkarılmıştı! 

On üç şehri kapsayan Şeyh Said İsyanı Türkiye'yi sadece dip- 
lomasi masasında güçsüzleştirmemiş, savaştan yeni çıkan ekono- 
misini de zayıflatmıştı. Ayaklanmanın ardında "İngiliz parmağı" 
vardı! 

İsyan karşısında âciz kalan Ali Fethi (Okyar) hükümeti çekildi. 
Yeni kabineyi İsmet Paşa kurdu. İşte Dr. Tevfık Rüşdü böylesine 
zor bir dönemde Dışişleri bakanlığı koltuğuna oturmuştu. 

Kabinenin ilk icraatı hükümete geniş yetkiler veren Takriri Sü- 
kûn Kanununu çıkarıp, İstiklal Mahkemelerini tekrar kurmak 
oldu. 

Ve 31 mayıs 1925'te ayaklanma bastırıldı. Şeyh Said ve 39 arka- 
daşı Diyarbakır'da Ulu Cami önünde idam edildi. 

Sonra muhalefet susturuldu. 

3 haziranda Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kapatıldı. 

Eşref Edib, Velid Ebüzziya, Abdülkadir Kemali (Öğütçü), Fev- 
zi Lütfı (Karaosmanoğlu), Sadri Edhem, Ahmed Emin (Yalman), 
Ahmed Şükrü (Esmer), Suphi Nuri (İleri) gibi gazeteciler yazıla- 
rıyla halkı kışkırttıkları iddiasıyla İstiklal Mahkemelerinde yargı- 
landılar. Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal'in affıyla kurtuldular. 

Devrimciler, gericilikle mücadelede kararlıydı... 



319 



25 kasımda şapka giyilmesine ilişkin kanun Meclis'te kabul 
edildi. Kanun teklifini Meclise getiren Konya Milletvekili Refik 
(Koraltan)Bey'di! 1 

Anılarım en ince ayrıntılarıyla dile getirmesiyle ünlü Fahred- 
din (Altay) Paşa o günleri yazar Taylan Sorguna şöyle anlattı: 



Yıl 1925. Bu senenin en önemli olayı Atatürk'ün milletimizin başın- 
daki fesi atarak şapka giydirmesi ve kıyafetine benzetmesi olmuştur. 
En üzücü olay da Latife Hanım'dan ayrılmasıdır. Bu ayrılışın onu çok 
üzdüğünü fakat bunu kimseye hissettirmemeye çalıştığı hissediliyor- 
du. Odasında "Bağn yanık bülbüle döndüm" türküsünü çaldırarak hü- 
zünlendiği duyulmuştu. Sene sonunda İzmir'e geldi. Öğretmenler top- 
luluğunda konuşurken genç bir öğretmen kız (Afet İnan) dikkatini 
çekti, gece Türk Ocağında verilen bir müsamerede onu locasına da- 
vet etti, beni de çağırdı, "Öğretmen hanım" diye tamttı. Hürmetle se- 
lamladım. Çok genç, sarı saçlı, mavi gözlü, kibar tavırlı bu öğretmen 
bayam şu tarzda anlatmaya başladı: "Ailesi Selanik'te bizim aileye ak- 
raba denecek kadar yakındır. Kendisine burada tesadüf ettiğime se- 
vindim. Annesi ölmüş, babası genç bir kızla evlenmiş, bu da hayatını 
kazanmak için öğretmen olmuş. Okumaya çok meraklı, fakat tahsili- 
ni ilerletmeye imkân bulamıyormuş, kızım olmayı kabul etti. Anka- 
ra'ya gelecek, hem öğretmenlik yapacak hem de tahsilini yükseltmek 
imkânım bulduracağım." 



Atatürk'ün üzüntüsünü giderecek bir arkadaş bulmuş olmasına he- 
pimiz çok sevinmiştik (...) 

Saat 20. 30'da Atatürk tarafından yemeğe çağrıldım. Salonda müzik 
çalıyordu. Atatürk, kızların eğitimi için, Yahudi hizmetçisiyle birlikte 
İsviçre'den özel getirtilen Madam Baver ve manevî evlat edindiği dört 
küçük kızla yeşil odada oturmuş neşeli neşeli konuşuyordu. Önünde 
bir kadeh rakı ile biraz leblebi vardı. Bana da karşısında yer gösterdi. 
Bir kadeh de rakı söyledi. 

Garson Saib'e İsmet Paşa ve Dr. Tevfik Rüşdü Bey'in hemen gel- 
meleri için telefon edilmesini emretti. Dr. Tevfik Rüşdü'nün geleceği 
fakat İsmet Paşa'nm henüz evine gelmediği bildirildi. "Dairesine tele- 
fon ediniz, mutlaka gelsin, bekliyorum" buyurdular. 

Biraz sonra Dr. Tevfik Rüşdü Bey frak giyinmiş, elinde körüklü do- 
nuk siyah bir gece silindir şapkası olarak eşi, kızıyla geldi. Biz o za- 



I. O günün gazeteleri nasıl şapka giyileceği konusunda yayınlar yapıyordu. Çünkü garip 
olaylar yaşanmaya başlanmıştı. Örneğin izmir yakınlarında bir kasabada erkekler, sınır 
dışına çıkarılmış bir Ermeni'nin şapka dükkânından aldıkları tüylü kadın şapkalarını baş- 



320 



manlar ne fraktan, ne de bu gibi şapkalardan anlamıyorduk. Biraz son- 
ra İnönü de geldi. Ayaküstü birer kadeh içilerek sofraya oturuldu. (...) 

Sofradan kalkınca, "Dans edelim" dediler. Gramofon çaldı, Ata- 
türk Madam Baveri alarak güzel bir dans yaptı, bunun adının fokstrot 
olduğunu Arastan öğrendim. Biraz ara verildi. Madamı dansa kaldır - 
maklığırm işaret etti. "Hiç bilmem" dedimse de, "Olmaz, öğrenmek la- 
zım" diyerek madama, "Paşaya öğretiniz" buyurdular. (...) 

Atatürk'ün bir ara Dr. Tevfık Rüşdü'nün küçük yaştaki (11 yaşın- 
da [S. Y.]) kızı Emel gözüne ilişti. Onu okşadı. Fakat uzun saçlarım 
beğenmedi, "Bunun modası geçti" diyerek berberi Sabri'yi çağırttı 
ve orada saçları modaya uyar şekilde kestirdi. "Bak şimdi daha gü- 
zel oldun, modayı ihmal etmemeli" diyerek iltifatta bulundu. (İmpa- 
ratorluktan Cumhuriyete, 2003, s. 339-343-345) 

30 kasımda tekke, zaviye ve türbelerin kapısına kilit vuruldu. 

Kuranı Kerim'in Türkçe'ye çevrilmesi önerisi Millet Mecli- 
sinde kabul edildi. Uluslararası saat ve takvimi kullanmak için 
yasa çıkarıldı. 

Meclis kürsüsünün arkasındaki duvara "Hâkimiyet milletindir" 
levhası asıldı. İttihat ve Terakkinin yapmaya cesaret edemediği 
devrimler tek tek yaşama geçiriliyordu... 



Muhalif kanattaki Evliyazadeler! 

Evliyazadelerin bir damadı yeni düzenin inşasına çalışırken, 
diğer damadı muhalifler arasındaydı! 

Doktor Nâzım, 20 temmuz 1925'te yapılacak seçimlerde nasıl 
tavır alınacağına dair İstanbul'da, eski Maliye nazın Selanikli Ca- 
vid Bey'in evinde yapılan toplantılara katıldı. 

Dönemin yeni bir parti kurmaya elverişli olmadığım söyledi. 
Halkın Mustafa Kemal'e olan ilgisinin sona ermeden parti kurma- 
nın anlamsız olacağını ileri sürdü. Ona göre parti kurmak için za- 
mana ihtiyaç vardı. 

Doktor Nâzım hemşerisi Cavid Bey'in İstanbul'daki evine bir- 
kaç kez gitti. Bu ziyaretlerin birinde süprizle karşılaştı. Aslında 
buna süpriz de denemezdi, çünkü Doktor Nâzım, Cavid Bey'in, 
iki yıl önce İsviçre Alpleri'nin tepelerinde Luzern Gölünün üstün- 
deki Righi'de evlendiğini duymuştu. 

Selanikli Cavid Bey'in eşi Âliye Hanım, Sultan II. Abdiilha- 
mid'in en sevdiği oğlu Burhaneddin Efendinin eşiydi. Ancak 
Burhaneddin Efendi'den boşanmıştı. Âliye Hanım Cavid Bey'le 



321 



daha önceden tanışıyorlardı. Ailece sık sık yan yana geliyorlar- 
dı. Bu evlilikten Osman Şiar (Yalçın) doğdu... 2 

Doktor Nâzım eski İttihatçı arkadaşlarıyla nadiren bir araya ge- 
liyordu, çünkü fazla göze batmak istemiyordu. Ama artık o ilk gel- 
diği günlerdeki çekingenliği üzerinden atmıştı. Mustafa Kemal'den 
sürekli "Sarı Paşa" ya da "Gazoz Paşa" diye bahsediyordu. 

Evliyazadelerin iki damadı iki ayrı gruptaydı. 

Biri Dr. Tevfık Rüşdü, iktidarda; diğeri Doktor Nâzım, muhalif- 
leri perde arkasından yöneten ekip içindeydi... 

Doktor Nâzım kızım Robert Kolej'e kaydettiriyor 

O dönemde Doktor Nâzım'm bir başka derdi kızı Sevinç'in iyi 
bir okulda öğrenim görmesiydi. Bir dönem Türk öğrencilerinin 
yurtdışında öğrenim görmeleri için çaba sarf eden Maarif eski na- 
zın Doktor Nâzım, artık sadece kızının öğrenimiyle ilgileniyordu. 
Sonunda İstanbul'daki Robert Kolejde karar kıldı. Sevinç burada 
yatılı okuyacaktı. 

Kızım kendi elleriyle götürüp okula kaydını yaptırdı. Sevinç, 
Robert Kolej'deki Amerikalı öğretmenlerin babasına gösterdikle- 
ri saygıya hayret etti. 

Sevinç'i Robert Kolej'in yatılı bölümüne kaydettiren Doktor 
Nâzım İzmir'e döndükten sonra neredeyse her gün kızına mektup 
yazdı. Bu mektuplarda, birinci öğretim yılında derslerinin neler 
olduğunu; ders programını nasıl bulduğunu; hangi dersleri sevdi- 
ğini; öğretmenlerinin takdirini alıp almadığını; boş zamanlarda 
neler yaptığım aynntılanyla yazmasını istedi. 

Mektup kâğıdının bir yüzüne Doktor Nâzım, diğer yüzüne Be- 
ria Hanım yazıyordu. Beria Hanım sürekli kızından şikâyetçi gö- 
rünüyordu. Neden sıklıkla mektup yazmadığını eleştiriyordu: 

Benim ne zaman İstanbul'a geleceğimi soruyorsunuz. İstanbul'a 
gelmek kolay değil kızım. Seni görmek benim için bir emel olmakla 
bunu yapabilmenin nasıl müşkül ve masraflı olduğunu elbette bilmez 
değilsin. Senin hasretine ben senin iyiliğin için katlanıyorum. Burada 
İstanbul'daki gibi güzel ve havadar bir mektep olsaydı seni istanbul'a 
gönderir miydim ? Bu hasretin acısını senin istikbalini düşünerek gö- 



2. Selanikli Cavid Bey ölüme gitmeden önce oğlu Osman Şiar'ı. yakın arkadaşı gazeteci 
Hüseyin Cahid Yalçın'a emanet etti. Osman Şiar'ı Hüseyin Cahid Yalçın büyüttü ve ona 
kendi soyadını verdi. Cavid Bey'in akrabalarının soyadı Gerçel'dir. Kardeşleri, Mustafa 
ŞefkatîGerçelve ismail Kâzım Gerçel'in mezarları Sabetayist mezarlığı olarak bilenen Üs- 
küdar'daki Bülbülderesi Mezarlıgı'ndadır. 



322 



ze alıyorum. Sen de bunları düşünerek geceyi gündüze katmak sure- 
tiyle çalış. Tarih: 30 kasım 1924 

Sevinç 27 aralık 1924 tarihinde yazdığı yanıtta babası Doktor 
Nâzım'ı biraz hayal kırıklığına uğrattı. Doktor Nâzım, kızının 
okul hakkında bilgi vermesi yerine, ne yiyip ne içtiğini yazması- 
na kızdı. 

Bu mektuplardan Doktor Nâzım'in o günlerdeki ruh halinden, 
başına nelerin geldiğine kadar tüm ayrıntıları öğrenmek mümkün. 

Örneğin trafik kazası geçirdiğini, Memduh Bey adındaki bir ar- 
kadaşının arkasından dört yetim bırakarak öldüğünü, keza abla- 
sının eşi Oğuz'un da vefat ettiğini öğreniyoruz. 

Bir ayrıntı önemli: Sevinç'i okulda ziyaret edenlerden biri de 
Sovyetler Birliği'nin istanbul konsolosuydu! 

Bir diğer ziyaretçi ise Turan Bey. 

Turan Bey zahmet etmiş mektebine kadar gelmiş, doğrusu büyük 
insanlık göstermiş. Bunu ne deden (Evliyazade Refik [S. Y.]) ne de Se- 
dad Dayın yapmışlardır. Sen de kendisine teşekkür etmişsin. Çok iyi 
etmişsin kızım. Bilakis bu hareketini beklemezdik. Turan Bey sana 
"Ne eksikliklerin var?" dediği zaman verdiğin cevap! Bak kızım böy- 
le şeylerde vakannı muhafaza etmeli, cevap olarak, "Teşekkür ede- 
rim, bir şeye ihtiyacım yoktur, olunca babama yazarım" demeliydin. 
Turan Bey'in sana öyle sorması biraz nezakettir. Bu hatayı Rus kon- 
solosun ziyaretinde de yapmışsın. 

Ben uzun zamandır işsizim, tabiîdir ki senin de, benim de, annenin 
de birçok eksiklerimiz vardır. Şimdi ben önüme gelen dostumdan ek- 
siklerimin alınmasını istersem o dostum, "Ne arsız adam..." demez mi ? 
Birkaç defadır bu ince noktayı sana bilmünasip yazıyorum. 

Benzer eleştirileri annesi Beria Hanım da yapıyordu: 

Sen kızım anneni üzmekten zevk mi alıyorsun ? Eğer maksadın be- 
ni kahretmek ise, sana ihbar edeyim kızını ki tuttuğun bu yol iyi bir 
yol olamaz... 10 ocak 1925 



Yine bu mektuplardan, Evliyazade Refik'in oğlu Sedad'ın o 
günlerde İstanbul'un en lüks semti olan Şişli'de oturduğunu; Ev- 
liyazade Naciye Hanım'ın kızı Berin'in ayağını İzmir'de kuduz bir 
kedi ısırdığı için tedavisini yaptırmak maksadıyla istanbul'a git- 
tiklerini öğreniyoruz... 



323 



Bu arada Beria Hanım da kızının hasretine dayanamayıp solu- 
ğu bir süreliğine İstanbul'da almıştı. 

Doktor Nâzım sadece kızı Sevinç'e mektup yazmıyor. Sela- 
nik'teki arkadaşı Castro'ya Fransızca yazdığı mektupta, babasın- 
dan kalan mirası nasıl alabileceğini soruyordu. 3 

Doktor Nâzım, ailesine daha rahat bir yaşam sunmak için Sela- 
nik'teki malvarlığının peşinde koşarken, 30 haziran günü hiç bek- 
lemediği bir durumla karşı karşıya kalacaktı... 



3. Doktor Nâzım'in babasından kalan mirası alabilmek için çok çaba sarf etti ama pek 
başarılı olamadı. Ancak kızı Sevinç, 1972 yılında Selanik'e gitti, başta çarşı içindeki dük- 
kânlar olmak üzere tüm malvarlığını sattı. Doktor Nâzım'in torunu Tülin Hanım'ın söy- 
lediğine göre annesi Sevinç Hanım Selanik'ten hayli yüklü bir parayla dönmüştü. 
Bu arada torun Tülin Hanım, Alman imparatoru II. VVİlhelm'in, dedesi Doktor Nâzım'a 
hprlivp prri5i 



On besinci bölüm 



30 haziran 1926, İzmir 



Doktor Nâzım, Karşıyaka Hayreddin Paşa Caddesi'ndeki 18 
numaralı evinin kapısı sabah saatlerinde çalındığında bahçesiyle 
uğraşıyor, ağaçların altını çapalıyordu. 

Emniyet görevlileri sokağı doldurmuştu. Emniyet adlî kısım 
amiri Midhat Bey, evde arama yapacaklannı söyledi. 

Doktor Nâzım, Midhat Bey 'in Selanik'teki çocukluğunu biliyordu. 

Doktor Nâzım güvenlik güçlerini evine buyur etti. 

Niye geldiklerini anlamıştı!.. 

Polislerin Doktor Nâzım'in evine baskın yapar gibi gelmelerine 
neden olan olayın başlangıcı on üç gün öncesine dayanıyordu... 

17 haziran 1926'da İzmir Polis Müdürlüğü siyasî kısım amiri 
Mehmed Ali'nin yanına çıkan Giritli Şevki, Mustafa Kemal'e su- 
ikast yapılacağını ihbar etti. 

Polis müdürlüğü vilayet binasının alt katıydı. Mehmed Ali Bey 
telaşla İzmir Valisi Kâzım (Dirik) Paşa'nın 1 makamına çıktı. 

Giritli Şevki bir kez daha dinlendi. Şevki saldırıyı yapacak kişi- 
lerin saklandığı yerleri de söyledi: Gaffarzade Oteli ve Ragıb Pa- 
şa Oteli. Önce Gaffarzade Oteli polis müdürü Mehmed Ali Bey ve 
ekibi tarafından basıldı. Otelde saldın planını yapan Lazistan es- 
ki milletvekili Ziya Hurşid 2 vardı. 



1 . Kâzım Dirik'in kızı Şükran Hanım tiyatro sanatçısı Muammer Karaca'yla evlendi. Şük- 
ran Hanım'ın Muammer Karaca tarafından kaçırılarak evlenmesi gazetelerin manşetle- 
rine de yansıdı. Karaca'ya kaçırma olayı sırasında yardım eden ve daha sonra çiftin ni- 
kâh şahitliğini yapan kişiler meslektaşlarından Suzan Hanım ve Lütfullah Bey'di. Yani ti- 
yatro sanatçısı Gülriz Sururi'nin anne ve babası. Vali Kâzım (Dirik) Raşa bu olay üzeri- 
ne görevinden istifa etti ama istifayı Mustafa Kemal kabul etmedi. 

2. Ziya Hurşid I892'de Trabzon'da doğdu. Osmanlı yönetiminin kadı ve valilerinden 
Hurşid Efendi'nin oğluydu. Hurşid Efendi Erzurum Kongresi'ne katkıları nedeniyle 
1920'de milletvekilliğiyle ödüllendirilmek :ndi. Ziya Hurşid Almanya'da gemi inşa 
mühendisliği ve telsiz-telgraf üzerine öğrenim gördü. Eskişehir'de öğretmenlik vamr. 



525 



Sonra Gaffarzade Otelinde diğer suikastçılar ele geçirildi ve 
suikast girişimi "çorap söküğü" gibi çözüldü. 

Savcı Hasan ve Ekmel beyler yakalanan suikastçıların ilk sor- 
gusuna başladı, ifadeler alındıkça olayın vahameti ortaya çıkıyor, 
perde arkasında bir sürü tanınmış politikacının, paşanın adı geçi- 
yordu. (Osman Selim Kocahanoğlu, Atatürk'e Kurulan Pusu, 
2002, s. 45) 

Suikastçılar neden Mustafa Kemal'i öldürmek istemişlerdi? 

Birinci Meclis'ten atılan Ziya Hurşid, Mustafa Kemal'i öldürme- 
yi kafasına birkaç yıl önce koymuştu. Bunu da kendi kişisel soru- 
nu nedeniyle değil de, Mustafa Kemal'in Karadeniz kıyılarının, 
Yahya Kaptan, Topal Osman, Ali Şükrü gibi "büyük adamlarım 
tek tek kıymasını" gerekçe gösteriyordu! 3 

Tabiî suikastın tek amacı salt Mustafa Kemal'i ortadan kaldır- 
mak değil, yeni iktidarı, yeni rejimi yıkmaktı. 

Ziya Hurşid, Enver Paşa ve arkadaşlarının 1913'te yaptığı Babı- 
âli Baskınının bir benzerini hayata geçirmek istiyordu... 

Fikrini ilk açtığı Maarif eski nazın Ahmed Şükrü, Ankara eski 
valisi Abdülkadir, emekli albay Ayıcı Arif gibi eski İttihatçılar su- 
ikasta destek vermişlerdi. Bir diğer iddiaya göre suikastm fikir 
babası ve finansman kaynağı Ahmed Şükrü, organizasyonu üstle- 
nen ise Ziya Hurşid ile Abdülkadir' di. 

Suikastı önce Ankara'da Bakanlar Kurulu toplantısında ya da 
Meclis'te yapmayı planlamışlar ama tetikçilerin "Ankara'dan can- 
lı çıkamayacaklannı" hesap etmeleri üzerine vazgeçmişlerdi. 

Burada önemli bir aynntıyı vermeliyim: Ziya Hurşid'in Musta- 
fa Kemal'e suikast hazırlığı içinde olduğunu Ankara'da eski İtti- 
hatçıların çoğu biliyordu. Öyle ki, Hüseyin Rauf (Orbay), suikas- 
tın Ankara'da olmaması için çaba sarf etmişti! Keza Adnan (Adı- 
var) Bey ve Halide Edib (Adıvar) Hanım, suikastın başansız olma 
ihtimaline karşı Londra'ya gitmeyi tercih etmişlerdi! 

Mustafa Kemal ve aıkadaşlannın Ankara'da bu kadar konuşu- 
lan, tartışılan bir suikast hazırlığını duymaması mucizeydi. 

Ziya Hurşid'in kardeşi, suikast döneminde Ordu mebusu olarak 
Meclis'te bulunan Faik (Günday) Bey, otuz yıl sonra 3 eylül 
1956'da Dünya gazetesine yaptığı açıklamada, suikastı paşalann 
bildiğini itiraf etti! Hatta Kâzım Karabekir Paşa'nm suikasttan on 



3. Günümüz insanına bu suikastın nedeni son derece saçma gelebilir. Ama dün gerçek- 
ten öyleydi. Örneğin, Enver Paşanın Kafkasya macerasında bir dönem yanında olan 
Kuşçubaşı Eşrefin kardeşi Hacı Sami, Enver Paşa'nın intikamını almak için, 1927 yılında 
gizlice Yunanistan üzerinden Anadolu'ya gelmiş, Mustafa Kemal'e suikast düzenleyecek- 



r\\\\< CTİİrlfırivlp oiı-Hic 



526 



gün önce, İsmet Paşa'nm cumhurbaşkanı olup olamayacağını ken- 
disiyle konuştuğunu yazacaktı... 

Eylemciler Ankara olmayınca bu kez suikastı İzmir'de yapma- 
ya karar verdiler. 

Ziya Hurşid'in yönlendirdiği saldın ekibinin başında, emekli 
jandarma yüzbaşısı San Efe Edib vardı. Millî Mücadele günlerin- 
de Refet (Bele) Paşanın Ege yöresindeki faaliyetlerine yardımla- 
nndan dolayı, San Efe Edibe, Değirmendere'de Rumlardan kal- 
ma bir çiftlik hediye edilmişti. 

San Efe Edib'e, Çopur Hilmi, Laz İsmail, Gürcü Yusufve Girit- 
li Şevki yardım edecekti. 

Saldırı 15 haziran günü îzmir Kemeraltı'nda gerçekleşecekti. 
Ancak Mustafa Kemal 14 haziranda Bursa'ya ulaştı -ve nedeni 
hâlâ bilinmemekle birlikte- İzmir'e vanş tarihini bir gün erteledi. 

Gezi programının değişmesi üzerine San Efe Edib suikastı 
beklemeden İzmir'den aynldı. 

San Efe Edib'in İzmir'den aynlmasmdan şüphelenen motorcu 
Giritli Şevki kendini kurtarmak için suikastı ihbar etti... 



Kırk dokuz kişi gözaltına alındı 

Suikast ortaya çıkanlınca Mustafa Kemal gezisine kaldığı yer- 
den devam etti; 16 haziranda İzmir'e geldi. Burada ünlü sözünü 
söyledi: "Benim naçiz vücudum bir gün elbet toprak olacaktır, fa- 
kat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır!" 

18 haziranda hükümet, Kel Ali (Çetinkaya) başkanlığındaki 
Ankara İstiklal Mahkemesini olayı sonışturmakla görevlendirdi. 

Yapılan ilk soruşturmalar sonucu, birinci Meclis'teki muhalif- 
ler, ittihat ve Terakki Cemiyeti ile Terakkiperver Cumhuriyet Fır- 
kası'nın eski üyelerinden oluşan kırk dokuz isim gözaltına alındı. 

San Efe Edib, Lazistan eski mebusu Ziya Hurşid, Laz İsmail, 
Gürcü Yusuf, Çopur Hilmi, Lazistan eski mebusu Necati, İzmit 
Mebusu Şükrü, Ordu Mebusu Faik, Sanman Mebusu Abidin, Es- 
kişehir Mebusu Ayıcı Arif, Maliye eski nazın Cavid, Çolak Sala- 
heddin, Trabzon eski mebusu Rahmi, Erzurum Mebusu Hazım, 
Mersin Mebusu Besim, Afyon Mebusu Kâmil, Gümüşhane Mebu- 
su Zeki, Tokat. Mebusu Bekir Sami, İzmit Mebusu Mustafa, Bursa 
Mebusu Necati, Bursa Mebusu Osman Nuri, Erzurum Mebusu 
Rüşdü Paşa, İstanbul Mebusu İsmail Canbulad, Kara Vâsıf, Karşı- 
yaka'dan Bahçıvan İdris, Şahin Çavuş, ihtiyat subaylanndan Ba- 
haeddin, Baytar Albay Rasim, Diş Doktonı Şevket, Ziya Hurşid'in 



327 



kardeşi Fazıl, Kadı namıyla tanınan Hüseyin Avnî, Trabzonlu Ni- 
met Naciye, Lazistan eski mebusu Necati'nin kardeşi Hasan Tah- 
sin, kayınbiraderi Hasan Rıza ve ortağı Mustafa Efendi bu liste 
arasında yer alan isimlerdendi. 

ittihat ve Terakki Cemiyetinin çekirdeği "Ittihad Osmanî" kuru- 
cusu Bakülü Hüseyinzade Ali de gözaltına almanlar arasındaydı. 

Mustafa Kemal'le yollan aynlan Kâzım (Karabekir), Ali Fuad 
(Cebesoy), Refet (Bele), Cafer Tayyar (Eğilmez), Mersinli Cemal 
paşalar da gözaltına alınanlardandı. 

Başbakan ismet (İnönü) Paşa, Ankara Etlikteki evinde yapılan 
bir operasyonla gözaltına alınan Kâzım Karabekir'i emir verip 
serbest bıraktırdı; ancak İstiklal Mahkemesi Başkanı Kel Ali, Kâ- 
zım Karabekir'i tekrar gözaltına aldınp, tutuklattı. Hatta devreye 
Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal girmese Başbakan İsmet Paşayı 
da gözaltına aldıracaktı. 

Keza bu konuda da Mustafa Kemal ile İsmet Paşa anlaşmazlı- 
ğa düşmüştü. Mustafa Kemal bizzat suikastçılan da dinleyerek 
olayın arkasında ittihatçılardan Terakkiperver Fırkası'na men- 
sup birçok kişinin ismini öğrenmişti ve en yakın arkadaşlan bile 
olsa herkesin gözaltına alınmasını istiyordu, ismet Paşa ise yaşa- 
mı boyunca olduğu gibi serinkanlıydı. Deliller tam ortaya çıkma- 
dan operasyonlann kamuoyunda sevilen paşalara kadar uzanma- 
sına karşı çıkıyordu. 

Refet (Bele) Paşa, Mustafa Kemal'in Selanik'ten hemşerisiydi. 
Ali Fuad (Cebesoy) Paşa ile Mustafa Kemal sınıf arkadaşıydı. Di- 
ğer paşaların durumu farklı değildi. Hepsi İttihatçıydı, hepsi Mi- 
lî Mücadeleye omuz vermişlerdi. Ama Mustafa Kemal düne değil, 
yarına bakıyordu. 

Peki ne olmuştu da yollar aynlmıştı? 

"Temmuz Devrimi'ni gerçekleştirenler Cumhuriyete giden yo- 
lu döşememiş miydi ? Tank Zafer Tunaya'nın dediği gibi, "ikinci 
Meşnıtiyet Cumhuriyet'in siyasî laboratuvan" değil miydi ? 

Aklı egemen kılma mücadelesini ittihatçılar başlatmamış mıy- 
dı ? "Temmuz Devrimi'ni gerçekleştiren kadrolar şimdi karşı dev- 
rimci mi olmuştu? Cumhuriyete mi karşıydılar; Medenî Kanuna, 
şapkaya, yeni takvime, tevhidi tedrisata mı; yoksa tekke ve zavi- 
yelerin kapatılmasını mı kabul etmiyorlardı ? 4 

Tüm bunların tek yanıtı vardı: Osmanlı reformculan ile Cum- 
huriyet devrimcileri karşı karşıya gelmişti. 



4. Falih Rıfkı Atay, Çankaya adlı kitabında yazdığına göre, Selanikli Cavid Bey'in sırf lius- 

ı:ı{n knm-ıl . 



328 



işin özüne baktığınızda görüyorsunuz ki Mustafa Kemal yalnız 
bir jakobendi!.. 

Gelelim tekrar suikast meselesine... 

İstanbul'da, Ankara'da gözaltına alınanlar izmir'e getirildi, iz- 
mir halkı paşaları görmek için rıhtımı doldurdu. 

Duruşmalar 26 haziran günü İzmir Elhamra Sinemasında baş- 
ladı. Mahkeme Başkanı Kel Ali (Çetinkaya), üyeleri Kılıç Ali ve 
Reşid Galib'di... Savcı ise Necib Ali'ydi (Küçüka). 3 

Doktor Nâzım tutuklanıyor 

Doktor Nâzım 30 haziran günü evinden alınıp izmir Polis Mü- 
dürlüğü'ne götürüldü. Polis Müdürü Azmî Bey'in odasına alındı. 
Ne Midhat Bey ne de Azmî Bey neden emniyete getirildiğini açık- 
lamıyorlardı. Doktor Nâzım sinirlenmeye ve sabırsızlanmaya baş- 
ladı. Bunun üzerine Azmî Bey, mahkeme heyetinin kendisine bir- 
kaç soru soracağını söyledi. 

Yıllardır başından o kadar olay geçen Doktor Nâzım evinin 
aranması ve emniyete getirilmesinin alelacele bir soru için olma- 
yacağını anlamıştı. 

Küçük Talat (Muşkara) ile Galatah Şevket'in gözaltına alınıp ay- 
rı ayrı odalarda tutulduğunu öğrendi. Morali bozuldu. Az sonra itti- 
hatçıların önemli isimlerinden, kendisi gibi izmir'de yaşayan hem- 
şerisi Midhat Şükrünün de (Bleda) karakola getirildiğini duydu. 

Anlamıştı: bir devrin hesaplaşması daha bitmemişti... 

Neden gözaltına alındığını öğrenince tepki gösterdi: "Beni 
Mustafa Kemal Paşayla yüzleştirin, 'Suikast yaptın' derse kendi- 
mi asarım" dedi. 

Üzeri arandı, kendisine zarar verecek maddeler alındı. Tek ba- 
sma hücreye kondu. 

Ancak günlerce ne ifadesi alındı ne de duruşmalara çıkarıldı. 
Kimseyle de görüştürülmedi. Sadece eşi Beria'ya mektup yazma- 
sına izin verildi. 

Doktor Nâzım mektuplarında mutlaka hep bir noktanın altını 
çiziyordu: "Suçsuzum ve bu hemen anlaşılacak." 

Bu arada Kel Ali başkanlığındaki mahkeme 13 temmuz günü 
kararını açıkladı: altısı milletvekili olmak üzere on beş kişiyi ölü- 
me mahkûm etti. 

Ve on üçü hemen o gece, saat 03.00'te asıldı... 



5. Yılmaz Karakoyunlu'nun izmir Suikastı'nı konu eden kitabının adı ÜÇ/4//7e/"Divonı'dır. 
Ne var ki, onlar aslında dört Ali'ydiler! Çünkü idamları yerine getiren kişinin adı da Se- 



129 



idam edilenler 

Selanik İdadisinde öğretmenlik yaparken İttihatçı olmuştu. 
Selanik Hukuk Mektebi müdürlüğü, Selanik Maarif müdürlüğü 
görevlerinde bulunmuştu. İttihat ve Terakki iktidarında dört yıl 
Maarif nazırlığı yapmış; 1923 seçimlerinde Mustafa Kemal'in mu- 
halefetine rağmen Cumhuriyet Halk Fırkası listesinden Meclise 
girmeyi başarmış; sonra Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasına 
seçmiş, yazar Süleyman Nazifin eniştesi Ahmed Şükrü Bey o ge- 
ce asılan isimlerden biriydi... 

Diğer bir isim İsmail Canbulad, Selanik'teki ilk İttihatçılardan- 
dı, istanbul Belediye başkanlığı ve valiliği, Stockholm elçiliği, Da- 
hiliye nazırlığı yapmıştı. Mustafa Kemal'i Anadolu'ya çıkması için 
ikna eden isimlerden biriydi. Malta esirliğini yaşamış, 1923 se- 
çimlerinde Cumhuriyet Halk Fırkası milletvekili olmuştu. TCF'yi 
ilk kuran dört isimden biriydi. 

Bir dönem "kellelerim koltuklarına alıp" II. Abdülhamid istib- 
dadına karşı mücadele verenler şimdi bölünmüştü. O gün izmir 
valisi olan ve Mustafa Kemal'e karşı yapılacak suikastı ortaya çı- 
karan Kâzım (Dirik) Paşa, ittihat ve Terakki Cemiyetine İsmail 
Canbulad tarafından alınmıştı! 

Ve Kâzım Paşa, o gece tek tek idam edilen arkadaşlarını seyre- 
derken terden sırılsıklam olmuştu... 6 

Mustafa Kemal'in o gece idam edilenler arasında en çok üzül- 
düğü isim hiç kuşkusuz "Ayıcı" lakabıyla bilinen Albay Mehmed 
Arifti. Sınıf arkadaşıydı. 19 mayıs 19 19'da Samsun'a ulaşan Ban- 
dırma vapurunda o da vardı... 

Ulusal Kurtuluş Savaşında 11. Tümen komutanı olarak bulun- 
duğu sırada İnegöl dolaylarında Mezit ormanlarında üç aylıkken 
yakaladığı ayı yavrusunu hiç yanından ayırmayıp, büyütmesi ne- 
deniyle "Ayıcı" lakabıyla anılıyordu. 

Mustafa Kemal'in sırdaşı, çapkınlık arkadaşıydı. Halide Edib'in 
(Adıvar), Mustafa Kemal'e ikiz kardeş kadar benzettiği Ayıcı Arif, 
idam sehpasında arkadaşının kendisim affedeceğini bekledi... 

Diğer idam edilenler: Lazistan eski mebusu Ziya Hurşid, tetik- 
çi Gürcü Yusuf, tetikçi Laz ismail, tetikçi Çopur Hilmi, emekli 



6. Adı Nuriye'ydi. Şehremini Rıdvan Paşa'nın kızıydı. Konaklarda, köşklerde büyümüş, 
sultanların gördüğü ihtişamı görmüştü, ittihat ve Terakki Cemiyeti'nin önde gelen ismi 
ismail Canbulad'la evlendi. Kocasının tehlikeli yaşamına ayak uydurdu ama fiütareke'- 
de on dört yaşındaki tek oğlu Safi'nin ispanyol gribinden ölümü ona ilk darbe oldu. Son- 
ra izmir Suikastma adı karıştığı iddiasıyla kocası ismail Canbulad idam edildi. Ve sonra 
Doktor Nâzım'ın eşi Beria'yla aynı kaderi paylaştı: hafızasını kaybetti!.. Bizim tarihimiz 



330 



yüzbaşı ve İttihatçı silahşor San Efe Edib, emekli baytar albay 
Rasim, Saruhan Mebusu Abidin, Sivas Mebusu Halis Turgut, Er- 
zurum Mebusu Rüşdü Paşa, Trabzon eski mebusu ve Adliye veki- 
li Hafız Mehmed. 

Gıyaben ölüme mahkûm edilen İttihatçıların önde gelen isim- 
lerinden, İaşe eski nazın Kara Kemal 27 temmuzda, yakalanaca- 
ğını anlayınca kafasına dayadığı tabancasıyla intihar etti. Ünlü İt- 
tihatçı fedai ve Ankara eski valisi, İsmet Paşa'nın Harbiye'den sı- 
nıf arkadaşı Abdülkadir ise, Bulgaristan'a kaçarken Çatalca'da 
yakalandı ve hemen 31 ağustos günü idam edildi... 

Bu arada Kâzım (Karabekir), Ali Fuad (Cebesoy), Refet (Bele), 
Mersinli Cemal paşalann yargılanması orduda huzursuzluk yarat- 
tı. Bunun üzerine paşalar Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal'in özel 
isteğiyle beraat etti. 

Geriye kalan Doktor Nâzım, Selanikli Cavid, Midhat Şükrü 
(Bleda) gibi ittihatçıların "beyin kadrosunun" yargılanması Anka- 
ra'da sürecekti... 



Evliyazadeler Paris'te 

Evliyazadeler, damatları Doktor Nâzım'ın adının suikast giri- 
şimine karışmış olmasından çok korktular. Doktor Nâzım'ın 
sağda solda Mustafa Kemal'e ilişkin olarak, "Gazoz Paşa", "Kü- 
çük Napolyon", "San Paşa" gibi yakıştırmalarda bulunduğunu 
biliyorlardı ama tepkisini suikasta kadar götüreceğine inanamı- 
yorlardı. 

Bu arada eşinin tutuklanması Beria'nın ruh sağlığını iyice boz- 
du. Odasından hiç dışan çıkmıyordu. Aslında "çıkanlmıyordu" 
demek daha doğru olur. 

Evliyazade Refik Efendi, kızının moralini düzeltmek ve tutuk- 
lamaların kendisine kadar uzanacağından çekindiği için, Beria'yı 
alıp Fransa'ya gitti. 

Doktor Nâzım'ın kızı Sevinç Robert Kolejdeki öğrenimi yanm 
bıraktı. 

Üçünü Paris'te yeni bir- hayat bekliyordu. 

Beria doktor doktor dolaştırılıyordu. 

Sevince, sesi güzel olduğu için şan ve piyano dersleri aldınlı- 
yordu. 

Evliyazade Refik Efendi'nin iki oğlu Ahmet ve Sedad Sorbonne 
Üniversitesi'nde okuyorlardı. İki kardeş fırsat buldukça babalarıyla 
birlikte Paris'i geziyorlar ve at yanşlannı takip ediyorlardı. Paris'te- 



331 



ki at severler arasında Evliyazadeler tanınmaya başlamıştı. 

Evliyazade Sedad bazı koşularda jokeylik bile yapıyordu. Hat- 
ta bir yanşa katılabilmek için kilo vermesi gerekince, hemen re- 
jime girmiş ve kısa sürede on kilo vermişti. Kısa sürede bu kadar 
kilo vermesine herkes şaşmıştı. Ancak sonra anlaşılmıştı ki, se- 
dad rejimle kilo vermemiş, verem olmuştu! Paris'teki tıbbî ola- 
naklar sayesinde hastalığı zor da olsa yenebilmişti. 

O günlerde İzmir'den yurtdışına çıkan sadece Evliyazadeler 
değildi. Soruşturmanın kapsamının her geçen gün büyümesi ve 
ittihatçıları hedef alması birçok kişiyi korkuttu. 

Bunlardan biri de İzmir eski valisi Rahmi Bey'di! 

Rahmi Bey'in Rusya'ya gitmesi hayatını kurtaracaktı... 



Doktor Nâzım Ankara'ya naklediliyor 

Doktor Nâzım ise 17 temmuz sabahı yediyi çeyrek geçe kalkan 
trenle Ankara'ya yol alırken, kendisini nasıl bir sonun beklediği- 
ni bilmiyordu... 

Ankara'nın Cebeci semtindeki İstiklal Mahkemesi salonunda 
yapılan ilk duruşmaya, 19 temmuz günü çıktı. 

Mahkeme başkanı Kel Ali (Çetinkaya) kimlik tespitinden son- 
ra Doktor Nâzıma İkinci Meşrutiyete kadar olan yaşamını anlat- 
masını istedi. 

Doktor Nâzım, bir dönem İttihat ve Terakki Cemiyeti içinde 
birlikte çalıştığı Kel Ali'ye, Selanik'le başlayıp, Askerî Tıbbiye, 
Paris, Selanik ve İzmir'de süren yaşamım özet halinde anlattı. 

Kel Ali Doktor Nâzım'ın anlattıklannı sözünü kesmeden, soru 
sormadan dinledi. Sonra bir öğretmen tavnyla, "Şimdi de Balkan 
Savaşına kadar olan bölümü anlat" dedi. 

Doktor Nâzım, Balkan Savaşı sonuna kadar İttihat ve Terakki 
Cemiyeti Merkezi Umumîsi 'nde çalıştığını, yalnız bir yıl umumî 
kâtip olarak görev yaptığını, bir kez Bosna-Hersek sorununa iliş- 
kin lobi yapmak, bir kez de Türk öğrencilerin Avrupa'da öğrenim 
görmelerine olanak sağlamak amacıyla yurtdışına çıktığım, Bal- 
kan Savaşı sırasında Selanik'te Hilali Ahmer Hastanesi müdürü 
ve baştabibi olarak memleketini savunduğunu söyledi. Selanik'in 
düşüşünün ardından Atina'da on bir ay tutuklu kaldığını, sonra 
İstanbul'a gelip yine İttihat ve Terakki Cemiyetinde görev yaptı- 
ğını da anlattı. 

Mahkeme başkanı Kel Ali, Osmanlı Devletini Birinci Dünya Sa- 
vaşı'na sokmak için hangi faaliyetlerde bulunduğunu sordu. Kel 



332 



Ali, Midhat Şükrü (Bleda), Süleyman Askerî ve Doktor Nâzım'ın 
savaşa girilmesini teşvik ettiklerini düşünüyordu. 

Doktor Nâzım kendisinin değil ama bugün başbakanlık koltu- 
ğunda oturan ismet (İnönü) Paşanın Birinci Dünya Savaşına bir 
an evvel girilmesi için çalıştığını söyledi! Başbakan İsmet Pa- 
şayla ilgili sözleri ortamı gerginleştirdi. Kel Ali, Doktor Nâzım'ı 
olayları saptırmak ve yaptıklarını gizlemekle suçladı. Ortamın da- 
ha da gerginleşmesi üzerine duruşmaya son verildi. 



Hapishane günleri 

Doktor Nâzım, eni 18, boyu 15 adım olan odasında tek başına 
kalıyordu. Önceleri kitap okumalarına izin verilmiyordu. Bu yüz- 
den Doktor Nâzım sıklıkla zihin egzersizleri yapıyor, aklında kalan 
şiirleri ya da etkisinde kaldığı makaleleri hatırlamaya çalışıyordu. 

Tıpkı diğer mahkûmlar gibi tüm gününü pijamayla geçiriyordu. 
Tahtakuruları, pireler ve sineklerden rahatsızdı. 

Sıcak su olmadığından soğuk suyla banyo yapıyordu. Bazen 
kolonyayla tüm vücudunu sildiği de oluyordu. Genel temizlik cu- 
ma günleri yapılırdı. Koğuşlar silinir, çarşaflar değiştirilirdi. 

Kendilerine zarar verirler endişesiyle yanlarında jilet bulun- 
durmalarına izin yoktu. Doktor Nâzım tıraş olmak istediğinde 
jandarmalara haber verirdi. 

Yemek saatleri düzenli değildi Anadolu Lokantasından getiri- 
len yemekler ona eşi Beria'mn zeytinyağlı yemeklerini aratıyor- 
du. Kimi zaman birkaç gün arka arkaya aynı yemekler gelirdi. Ço- 
ğunlukla yemekten sonra ispirto ocağında kahve pişirirdi. 

Duruşmaların olmadığı günlerde savunması için hazırlıklar ya- 
pıyordu. Kendisinin değil, bir dönemin savunmasına hazırlanı- 
yordu. Enver Paşa, Talat Paşa ve Cemal Paşa öldürülmüş, bir dö- 
nemi savunmak sadece birkaçının omuzlarına kahvermişti... 

Hapishanedeki tüm tutuklulara yalnız bir jandarma düşüyor- 
du. Bu yüzden bir şeye ihtiyaç duyduğunda jandarmaya sesleni- 
yordu. Görevli jandarma kimi zaman aynı anda gelen isteklere 
yetişemediği için yanıtını hep geç alıyordu. 

Doktor Nâzım'ın çoğunlukla istediği kâğıt ve kalemdi... 

Eşi Beria'dan gelen mektuplar "görüldükten" sonra Doktor Nâ- 
zım'm eline ulaşıyordu. Doktor Nâzım da eşine yazdığı mektupla- 
rın sansürlenmemesi için özen gösteriyordu. 

Ankara'daki tutukluların ziyaretine kimse gelmeye cesaret 
edemiyordu. Sadece mahkeme üyesi Kılıç Ali hemen her gün ge- 



333 



lip hatırlarını soruyor, ihtiyaçları olup olmadığını öğreniyordu. 7 

Cavid Bey'i cezaevinde ziyaret edebilen tek dostu Akşam gaze- 
tesinin sahibi ve geleceğin Dışişleri bakanı (1947-1950) Necmed- 
din (Sadak) Bey olmuştu! 

Doktor Nâzım'ın ikinci duruşması 21 temmuz günü yapıldı. 

Mahkeme heyeti Doktor Nâzım ve arkadaşlarının neden yurdu 
terk ettiklerini anlatmasını istedi. 

İlk duruşmadaki sorulardan kuşkulanmıştı ama artık emindi; 
mahkeme Mustafa Kemal'e yapılan suikast girişimini sorgulamı- 
yor, bir dönemle hesaplaşıyordu. 

Mahkeme İttihatçıların gelir kaynaklarından, yurtdışında nasıl 
geçindiklerine kadar her ayrıntıyı soruyordu. 

Mahkeme soruyor, Doktor Nâzım bıkmadan usanmadan yanıt- 
lıyordu. 

22 temmuz günü yapılan üçüncü duruşma, Doktor Nâzım'ın İz- 
mir'e geldikten sonra neler yaptığı üzerine yoğunlaştı. Mahkeme 
1923'te seçim karan alındıktan sonra İstanbul'da Maliye eski na- 
zın Cavid Bey'in evinde Kara Kemal, İsmail Canbulad, Şükrü Bey 
gibi isimlerle neden toplandıklarını açıklamasını istedi. 

Doktor Nâzım, eşi ile kızlannı görmek için İstanbul'a gittiğini, 
Cavid Bey'in daveti üzerine evine uğradığını, burada on iki arka- 
daşının daha bulunduğunu ve sohbet ettiklerini anlattı. 

Doktor Nâzım'ın ifadesi pek doğruyu yansıtmıyordu. Çünkü 
Cavid Bey, toplantı için İzmir'den Rahmi Bey ile Doktor Nâzım'ı 
özel olarak çağırdıklannı söylüyordu. 

Mahkemenin "toplantı", Doktor Nâzım'ın "sohbet" dediği gö- 
rüşmenin içeriği, milletvekili seçimlerindeki tavn belirlemekti. 

Doktor Nâzmı, evde bulunanlann ortak görüşünün blok halinde 
Cumhuriyet Halk Fırkası adaylanm desteklemek olduğunu söyledi. 

Mahkeme, Doktor Nâzıma inanmıyordu. Çünkü, Doktor Nâ- 
zım'ın evinde yapılan aramada, İstanbul'daki toplantıda anlaşmaya 
varılan dokuz maddelik bir parti program taslağı bulunmuştu. Kel 
Ali'ye göre bu, parti kurma çalışması yaptıklarının açık bir deliliydi. 

Doktor Nâzmı, dokuz maddelik program taslağını, Kara Ke- 
mal'in İzmir'deki evine gönderdiğini ve böyle bir projeyi nasıl bul- 
duğu konusunda fikrini sorduğunu ama mektuba yanıt vermediği- 
ni açıkladı. Aynca bu programı ne kimseye göstermişti ne de bi- 



7. Yıllar sonra basında Kılıç Ali'nin oğlu Altemur Kılıç ile Cavid Bey'in oğlu ŞiarYalçın'ın 
arkadaş olmaları ve yan yana gelip röportajlar vermesi çok kişiyi şaşırtmıştır. Oysa, Kılıç 
Ali'nin cezaevinde yaptığı insanî yardımlar, ileride oğullarının arkadaşlık kurmalarına ne- 
den olmuştu. Ayrıca her ikisi de Nişantaşı'ndaki English High School'da okudular; öjret- 



riyle tartışmıştı. Üstelik bunun suikast teşebbüsüyle ne ilgisi ola- 
bileceğini anlamakta zorlandığını söyledi. 

Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasına bile girmediğini anımsat- 
tı. Doktor Nâzım muhalif bir parti kurmanın mümkün olmadığını 
bildiğini, bunun Mustafa Kemal'in nutkundan kolayca anlaşıldığı- 
nı sözlerine ekledi. 

Mahkemede Doktor Nâzım'ın, tıpkı İkinci Meşrutiyet öncesin- 
de olduğu gibi halk arasında dolaşarak propaganda yaptığı iddia 
ediliyordu. Doktor Nâzım, izmir'deki günlerini anlattı: 

İzmir'e geleli dört seneye yakın zaman geçti. Çeşme ilçesine yaptı- 
ğım üç günlük seyahatten başka eski izmir vilayetinin ne sancağına ne 
bir kazasına hatta ne bir nahiyesine gitmişimdir. İzmir'in en ücra bir ye- 
ri olan, Daragoz'da emsali bir fabrikanın bürolarında teneke çemberi, 
petrole mahsusu ile Rus müessesesi ile sabahtan akşama kadar petrol 
ve benzin tenekeleri veya buz kalıplarını satmakla ve bu meşguliyetten 
artan zamanımı da evimdeki bahçemle ve aileme refakatle geçiririm. 

23 temmuz 1926. "Temmuz Devrimi"nin on sekizinci yılıydı. 
Doktor Nâzım özgürlüğünden uzak, hapishanedeki hücresinde sı- 
kıntıyla volta atıp duruyordu. 

Karşı hücrede bulunan Maliye eski nazın Cavid Bey de, bu bay- 
ram günü camına küçük bir bayrak dahi aşamamanın sıkıntısını 
yaşıyordu. Aklına şampanya aldırıp günün anlamı nedeniyle birer 
kadeh Doktor Nâzım'a ve cezaevi komutanına ikram etmek gel- 
di, isteği kabul edilmez diye fikrinden vazgeçti. 

2 ağustos günü yapılan duruşma hareketli geçti. Sanıklar mah- 
keme salonuna süngüler arasında getirildi ve sıralara oturtuldu. 
Salonda silah ve süngü şakırtıları hâkimdi. 

Duruşmanın hareketli olmasının nedeni, sanıkların sorgusu 
bitmişti ve savcı Necib Ali (Küçüka) iddianameyi okuyacaktı. 

Doktor Nâzım, Cavid Bey'in sol tarafında oturuyordu. Cavid 
Bey'in yanında, yıllar boyu hep birlikte olduğu can yoldaşı Hüse- 
yin Cahid (Yalçın) vardı. 8 

Doktor Nâzım'ın üzerinde gülkurusu bir takım elbise vardı. 
Sessizce önüne bakıyordu. Sanki yapılanları protesto etmek ister 
gibi sakal bırakmıştı. 



8. Hüseyin Cahid (Yalçın) ile İttihatçıların önde gelen Maliye eski nazırı Cavid Bey bir- 
birleriyle çok samimiydiler. Mülkiye'deki yıllarında başlayan arkadaşlıkları ölene kadar 
sürdü. Bu iki arkadaşın birbirinden hiç ayrılmamaları nedeniyle, özellikle muhalifler ken- 
dilerine bir isim takmışlardı. O yıllarda Avrupa'da dünyaya gelen yapışık ikizler Radika 
ve Rodika'yla özdeşleştirerek, onlara "Radika-Rodika" derlerdi. 



335 



Savcı Doktor Nâzım'ı İzmir Suikastına karışmak ve taklibi hü- 
kümet (hükümet darbesi) teşebbüsüyle itham etti. Aynca, 

- Mütereke yıllarında yurtdışında Ankara Hükümeti aleyhine 
Enver Paşayla gizli bir teşkilatta çalışmak, Batum seyahatine ve 
Batum Konferansı macerasına katılmak; 

- Cavid Bey'in evinde yapılan gizli toplantıya katılmak; 

- Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasına maddî ve manevî yar- 
dımda bulunmak ve idam edilen Ahmed Şükrü Bey'e İzmir'deki 
seçim sonuçlan hakkında 17 eylül 1921 tarihli mektubu yazmak; 

- istiklal Mahkemesi başkanının sorduğu sorulara verdiği ce- 
vaplarda samimi ve doğru olmamak; 

- Gizli bir teşkilat adına izmir'de propaganda yapmak, şüpheli 
ifadeler ve sözler söylemek; 

- Halil (Menteşe) Bey'e yazdığı tarihsiz mektupta kendisinin 
himaye edilmesini istemiş olmak; 

- İzmir Suikastı hazırlıklanndan ve teşebbüslerinden haberi 
bulunmak; 

- Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal Paşaya karşı tereddüt- 
lü olmak ve mevcut iktidara karşı düşmanca davranmakla itham 
ediliyordu. 

Doktor Nâzım'ın evinde yapılan aramada "ele geçirilen", Enver 
Paşanın 17 eylül 1921 tarihli mektubu da davanın önemli delille- 
rinden biriydi! 



Enver Paşayı savunuyor 



Savcının iddianamesinden sonra sanıkların savunmasına geçildi. 

Duruşmalar ağustos ayı boyunca sürdü. 

Doktor Nâzım savunmasında İttihat ve Terakki Cemiyetinin 
para işlerini de anlattı. İkinci Meşrutiyet ilan edildikten sonra İz- 
mir'de 30 000, İstanbul'da 4 000 lira topladığını, ancak cemiyetin 
para işlerine kanşmadığmı; vatandaşlar arasında tarla, arsa ve 
mücevher bağışında bulunanlann olduğunu; bizzat kendisinin ce- 
miyetin kasasına 70 000 altın teslim ettiğini; sandıkta 9 000 lira 
değerinde yüzük ve şamdan olduğuna kadar bildiği tüm hesapla- 
n aynntüanyla ortaya döktü. 

Ne mahkeme sordu ne de dönemin gazeteleri bu konuya eğildi, 
ama insan ister istemez merak ediyor: İttihat ve Terakki Cemiyeti 
kasasmdaki mücevherler, II. Abdülhamid'in Yıldız Sarayından Se- 
lanik'e giderken kaybolan çantasının içinden çıkanlar mıydı?.. 

Doktor Nâzım savunmasında, yaptığı "sosyal uğraşılarından" bi- 



le bahsetti. İttihat ve Terakki Cemiyeti dışında, Avrupa'ya Talebe 
Gönderme Cemiyeti; eski eserlerin tarihçesini yazdırarak koruma 
altına alan, Asarı Atikanın Muhafazası Cemiyeti ve ülkenin iktisadî 
yönden kalkınması amacıyla Bilgi Cemiyeti kurduğunu ve üye ol- 
duğunu belirtti. Aynca Meni İhtikâr Komisyonu aracılığıyla, savaş 
döneminde, altı kat yükselen fiyatları aşağıya çektiklerini söyledi. 
Doktor Nâzıma, Almanya ve Fransa'yla ilişkileri soruldu. Türk 
öğrenci ve öğretmen değişimlerinde yaptığı katkılarından dolayı 
Alman imparatoru tarafından verilmek istenen ödülü bile reddet- 
tiğini açıkladı. Sadece Alman imparatorunun üzerine resmini yer- 
leştirdiği vazoyu hediye almak zorunda bırakıldığını söyledi. Ama 
uğruna on bir ay hapis yattığı Hilali Ahmer'den bile ödül kabul et- 
mediğini, bunun üzerine kendisine bir sandık dolusu sosyoloji ki- 
tabı hediye edildiğini sözlerine ekledi. 

Mahkeme heyeti Doktor Nâzım' in duygusal bir insan olduğunu 
biliyordu. Bu nedenle sürekli "yurtdışına kaçtınız" sözünü tekrar- 
layarak onu sinirlendirmek istedi. Biliyorlardı ki, Doktor Nâzım 
sinirlenince ağzına geleni söylerdi. Ama hiç sinirlenmemişti. Fa- 
kat, bir dönem birlikte çalıştığı arkadaşlarının Enver Paşa aley- 
hinde sözler sarf etmelerine çok kırılmıştı. 

Her seferinde, Enver Paşa'nm "devrim arkadaşı" olduğunu, ha- 
tası yüzünden şehit düştüğünü, Enver Paşa'nm ruhunu tazip et- 
mek istemediğini, Ankara tarafından kabul edilmeyişine çok üzül- 
düğünü, buna rağmen Ankara'nın namusunu kendisinden daha 
fazla koruduğunu ve bu nedenle duygularına yenik düşüp bile bi- 
le ölüme koştuğunu anlattı. 

Mahkeme heyeti ikna olmuyordu. Moskova ve Batum'da, Ana- 
dolu'daki Ulusal Kurtuluş Savaşını baltalamak için çaba sarf et- 
tiklerini söyleyince dayanamadı; Millî Mücadeleyi başaran Mü- 
dafaai Hukuk Cemiyetinin 179 şubesinin 164'ünü ittihatçılar kur- 
mamış mıydı ? Anadolu'ya silah sevkiyatını kim yapmıştı ? Yurti- 
çinde ve yurtdışında hangi İttihatçı ülkesinin bağımsızlığı için 
mücadeleye katılmamıştı ? Hâlâ hükümet olarak görev yapan 
kadrolar, bürokratlar hangi cemiyete, fırkaya mensuptu? 

Sabetayistlerin gücü 



25 ağustos günü sanıklar son savunmalarını verdi. 
Cavid Bey'in savunması kırk dakika sürdü. 
Duruşmalar boyunca "neden Ulusal Kurtuluş Savaşına katıl- 
madığı" sorusuyla karşılaşmıştı. Net yanıt vermediğini düşünerek 



337 



savunmasının ağırlığını bu sorunun yanıtına ayırdı: "Bir akşam, 
temmuzun ortalarına doğruydu. Tanımadığım bir zattan aldığım 
tezkerede diyordu ki: 'Yann İstanbul murahhası (delegesi) olarak 
Sivas'a gider misiniz ?' O zatı nihayet aradım, bulamadım. Fevzi- 
ye Mektebi Müdiresi Nakiye Hanım'ı çağırdım. Dedim ki, 'Şöyle 
bir tezkere aldım. Gideyim mi ? Gidebilir miyim ? Bu salahiyete 
(yetkiye) haiz miyim ?' dedim. Bu işlerle meşgul Adnan (Adıvar) 
Bey ve Halide Edib (Adıvar) Hanıma gönderdim. Aldığım cevap- 
ta 'Bu işlerle meşgul mahafil (toplanan kişiler) sizin murahhas 
olarak gitmenize muvafakat (kabul) etmemektedir' denildi. Ve iki 
gün sonra kaçtım." 

Bu savunmada dikkat çekici iki nokta vardı: İstanbul'un işga- 
linden sonra Cavid Bey 175 gün İstanbul'da kaçak yaşamış ve ya- 
kalanmamıştı! Cavit Beyi saklayanların başında Feyziye Mektep- 
leri Müdiresi Nakiye Hanım geliyordu. 

Sabetayistler, Karakaşîlerin liderleri Osman Baha'nın soyun- 
dan gelen Cavid Bey'i, hiçbir iz bırakmadan İstanbul'da 175 gün 
saklama beceresini göstermişlerdi! 

Saklanma ve kılık değiştirme konularında hayli becerikliydi- 
ler. Anımsayınız: hakkında II. Abdülhamid tarafından verilmiş 
idam kararı bulunan Doktor Nâzım'ın, Selanik'te "Hoca Meh- 
med Efendi" ve İzmir'de "Tütüncü Yakub Ağa" kimliğiyle rahat- 
ça dolaşabilmesi bunun ayrı bir örneği değil midir? Üç yüz elli 
yıldır gizlilik içinde yaşayan Sabetayistler bu konuda çok maha- 
retliydiler! 

Diğer bir ayrıntı: Cavid Bey, Sivas Kongresine katılıp katılma- 
ma kararını Nakiye Hanım'a mı bırakmıştı? Hayır! Cavid Bey, Na- 
kiye Hanım'm kişisel görüşünü değil, mensubu olduğu Karakaşî 
Sabetayistlerin tavrını merak ediyordu. 

Peki neden Sivas'a gitmemişti ? Karakaşîler Anadolu'daki ulu- 
sal hareketin başarılı olmayacağına mı inanıyordu ? Yoksa Cavid 
Bey'in ifadesinde söylediği gibi, Mustafa Kemal ve arkadaşlan 
onu yanlannda istememiş miydi ? Cavid Bey gibi Avrupa'daki lo- 
bilere yakın bir ismi aralarında görmek istememeleri doğru ola- 
bilir mi ? Olabilir, çünkü istemedikleri bazı isimler vardı. 



Karar: idam! 



Cavid Bey'in ardından Doktor Nâzım da son savunmasını yaptı: 
"Müddeiumumi (savcı) beyin benim hakkımdaki en ağır itham- 
ları benim gizli bir teşkilata intisabım (girdiğim) ve bu münase- 



betle Kara Kemal ve arkadaşlarının tertip ettiği suikast cürmün- 
den haberdar bulunmaklığımdır. Şükrü, Canbulad ve Kemal bey- 
lerle iki seneden beri ne görüştüm, ne muhaberem olmuştur. En 
mukaddes şeyler üzerine yemin ederim ki, hadise, duyulmasın- 
dan evvel tamamıyla habersizdim." 

Mahkeme heyeti inanmış mıydı ? 

Ankara İstiklal Mahkemesi kararını 26 ağustos 1926 perşembe 
günü açıkladı. Mahkeme heyeti saat 17.00'ye kadar hiç kimseyi 
salona almadı. Saat 17. OO'de bazı sanıklar salona getirildi. Doktor 
Nâzım, Cavid, Filibeli Hilmi ve Yenibahçeli Nail salona getiril- 
medi. Karar gıyaplarında okundu. 

İstiklal Mahkemesinin Doktor Nâzım hakkındaki karan şuydu: 

Devlet işlerini iyi idare edemeyerek memleketi tehlikeye düşü- 
rüp kaçmış, Millî Mücadele yıllarında kurtuluş mücadelesi veren 
milletin aleyhinde Berlin'den başlayarak Moskova ve Batum'da 
kongreler düzenlemiş, zaferden sonra ülkeye dönerek ülke idare- 
sine sahip olmak istemiş, suikast teşebbüslerine, gizlice kurduk- 
lan teşkilatta karar vermiş, gizli hedef ve amaçlannı gerçekleştir- 
meye yönelik eylemler yapmıştır... 

Doktor Nâzım Ceza Kanununun 55. ve 56. maddelerine aykm 
davrandığı için idama mahkûm edilmişti. 

Doktor Nâzım dışında üç kişiye daha idam kararı çıkmıştı: Se- 
lanikli Cavid, Yenibahçeli Nail ve Filibeli Hilmi!.. Yurtdışında bu- 
lunan Rauf (Orbay) ve Rahmi beyler gıyaplannda on yıla mah- 
kûm olmuşlardı. 9 Kara Vâsıf, Küçük Talat, Haindi Baba, Dr. Ru- 
suhî, polis müdürü Azmî, Eyüb Sabri, Midhat Şükrü, Salah Cim- 
coz, Hüseyin Cahid (Yalçın), Dr. Hüseyinzade Ali, Ahmed Emin 
(Yalman) gibi çoğu İttihatçı otuz beş kişi beraat etmişti. 

Son gece 

Aynı günün akşamı. 

Yani 26 ağustos 1926. 

Doktor Nâzım gün boyu hakkındaki karan bekledi. 

Canı çok sıkkındı. O gün hiç yemek yemedi. Ardı ardına sigara 
içti. Kalın duvarlarla çevrili hücresinde akşam olmasına rağmen 
lambasını yaktırmadı. Gardiyan ısrar etti. "Yakın" diye emretti! 
"Yanmasa ne olur? Yoksa intihar ederim falan diye mi korkuyor- 
sunuz? Günahkâr değilim ki öyle şeyler yapayım. Merak etmeyin, 



9. Rauf Orbay Cehennem Değirmeni adlı hatıratında, I928'de Fransa'da, I929'da Mı- 
sır'da ve 1932'de isviçre'de üç kez suikast teşebbüsünden kurtulduğunu yazıyor! (2000, 
c 2, s. 226-230) 



339 



adaletin hükmünü metanetle bekleyeceğim" dedi. 

Üzerinde bulunan pijamayla yatağa uzandı. Sineklerden ko- 
runmak için beyaz mendilini yüzüne örttü. 

Doktor Nâzım suçsuz olduğuna ve bacanağı Dışişleri Bakanı 
Dr. Tevfık Rüşdü'nün kendisini kurtaracağına inanıyordu. 

Saat 22.00 sulan... 

Hücresinin kapısı açıldı. 

Anlamıştı. 

Yaşamı boyunca hakkında daha önce iki idam karan verilmiş- 
ti. İkisinde de yurtdışındaydı, kurtulmuştu. 

Ve şimdi yine idam cezasına çarptırılmıştı ve ne yazık ki bu kez 
tutukluydu... 

Elleri kelepçelendi. Bölük komutanının odasına götürüldü. Bu- 
rada okunan karan soğukkanlılıkla karşıladı ve "Adaletin hük- 
münü metanetle kabul edeceğim, merak etmeyin" dedi. 

Karann açıklanmasından sonra menkul ve gayri menkul tüm 
mallannı eşi Beria Hanım'a ile kızı Sevinç'e bıraktığını söyledi. 
Sonra cebinden bir mektup çıkardı. Mektubu idam karanndan 
önce o sabah kaleme almıştı. Mektubu uzattı, "Bunu eşime ulaş- 
tınr mısınız" dedi. Son mektubuydu: 



Güzel Beriacığım, 

Biraz evvel uzun bir telgrafınızı aldım. Benim için çok ıstırap için- 
de kaldığını anlıyorum. Bundan dolayı çok müteessir oluyorum. 
Yavrucuğum, senin ve Sevinç yavrumun bilakis üzerine kasem (ye- 
min) ederim ki ben tamamıyla masum ve bigünahım, bunu bir mak- 
sadı menfaatle değil, tamamıyla müsterih olmanın neden ileri geldi- 
ğini anlatmak, seni de benim gibi müsterih görmek için yazıyorum. 
Masumiyetime bu derece kani olduktan sonra adil olarak bir mahke- 
menin beni mahkûm etmesine bir türlü akıl erdiremiyorum. Ve kuv- 
vetle ümit ederim ki korktuğum netice yerine, inşallah hepimizi se- 
vindirerek ve bu ıstıraplı günlere nihayet verecek bir karara mazhar 
olacağım. 

Beriacığım, böyle günlerde seni ne kadar aradığımı, ne kadar çok 
sevdiğimi daha iyi anlıyorum. Hayatı zevciyeni bedbaht geçirmeye se- 
bep olduğumdan mı nedir bilmiyorum. Hatıran, çehren zihnimde te- 
mas eder etmez gözlerimin nemlendiğini hissediyorum. 

Beriacığım, seni ağlatmayı hiç arzu etmiyorum. Ama sen de beni 
müteessir etmemek için metin ve mütevekkil ol da bana fazla üzüntü 
verecek şeyler yazma. Malum ya insan uzun zaman yalnız başına ka- 
lınca muhabbet ve şeffcıt hislerini kalbinde hissetmek zarureti olunca 



540 



tesir veren sözlere karşı çok zayıf olur. Her gün jimnastik yaparak bü 
tün asabiyetimi takviye ettiğim halde, kalbimin asabiyetini bir türlü 
kuvvetlendiremiyorum. Sevinç'in mektebini düşünüyor musunuz? P a 
ra için sıkıntıda ise belki acentelik hakkımdan inkişafta (açıkta kalan) 
biraz param kalmıştır, onları isteyiver. 

Güzel gözlerinden hasretle öperim yavrum Beriacığım. 

Perşembe, 26 ağustos 1926 
Nâzım 

Ankara'daki İstiklal Mahkemesi dört kişi hakkında idam kara- 
rı vermişti: 

Yenibahçeli Nail: Birinci Dünya Savaşında Teşkilatı Mahsu- 
sa'nın Trabzon ve yöresindeki komutanıydı. Savaş sonrasında 
Enver Paşa'run kardeşi Nuri Bey'i Batum'daki cezaevinden kaçır- 
dı. Enver Paşayla Kafkasya'da bir süre birlikte oldu. İdam kara- 
rını dinlerken, "Evet adilanedir, tamam adilanedir" dedi. 

İdamından önce yazdığı mektubunda, "Çocuklarıma 1 ° amcala- 
rı (Yenibahçeli Şükrü Bey) baksın" dedi. Ne tuhaf rastlantı... Bir 
yıl önce, Nail'in ağabeyi Yenibahçeli Şükrü 1925 yılında evlendi- 
ğinde nikâh şahitleri kimdi dersiniz: Kel Ali (Çetinkaya) ile Kılıç 
Ali Bey! Nikâh şahitleri, bir yıl sonra, İstiklal Mahkemesinin iki 
üyesi olarak Yenibahçeli Şükrü'nün kardeşi hakkında idam kara- 
rı verdi. 

Yenibahçeli Nail, "Konuyla kesin olarak hiçbir ilgim yoktur. 
Yalnız mahkeme başkanı Ali Bey'i kınamayınız. Doktor Fikret 
Bey'in bir sözü beni idam ettiriyor" diyerek vasiyetinin oğluna 
verilmesini istedi. Hapishane müdürüne dönerek, "Başkan ve 
Kılıç Ali beylere selamlarımı iletin, dargın olmadığımı söyleyin" 
dedi. 

Yenibahçeli Nail idam sehbasına yürüdü, masaya çıktığında, 
"Ulus sağ olsun, yurt payidar olsun!" diye bağınp darağacının al- 
tındaki sandalyeye oturuverdi. Herkes şaşırdı, o da şaşkındı. Cel- 
lat, kalkmasını isteyince gülmeye başladı. "Ne bileyim ben, her 
zaman sandalye görünce otururduk, meğer bu başka sandalye 
imiş; daha önce hiç idam edilmediğim için teşrifatını (kuralını) 
bilmiyorum, kusura bakmayın!" dedi. 

İttihatçı fedailerinden, gözünü budaktan esirgemeyen Enver 
Paşa'mn yaveri Yenibahçeli Nail'in son sözleriydi bunlar... 

Ve bir diğeri... 



10. Yenibahçeli Nail'in torunu ünlü reklamcı Nail Keçeli'dir. Bu ailede Nail ismi bao 
dan nöııta opror IVTİI Kprpli'nin hahacmın aHı rta Marlir Nail Kprpli'vHİ 



341 



Şavşat doğumlu olmasına rağmen ataları Filibeli olduğu 

"Filibeli Hilmi" diye tanınıyordu. Asker kökenliydi. Gerici 31 

"\ Aya klanması'ndan sonra Hareket Ordusuyla İstanbul'a ge- 

ien subaylar arasındaydı. 

" „ ,ı ntıya bakınız ki, 1913'teki Babıâli Baskını nda Enver Pa- 

Rast a J ' 

•nm bir yanında Yenibahçeli Nail, diğer yarımda Filibeli Hilmi 
di! Şimdi birinin cesedi avlunun bir köşesine bırakılmıştı. Di- 
ğeri ise idam sehpasına çıkıyordu. 

Son sözü, "Vazifenizi yapınız. Beni asanlara hakkımı helal edi- 
yorum. Allahaısmarladık" oldu. 

Ancak, tam idam edilirken masanın devrilmesiyle yere düştü. 
Yüze gözü kan içinde kaldı. Cellat, Filibeli Hilmi'nin yüzünü te- 
mizledikten sonra idam ilmiğini boğazına geçirdi... 

Sırada Maliye eski nazın Selanikli Cavid Bey vardı. Karar yüzü- 
ne okundu. "İdam" kelimesini duyunca sarsıldı. "Demek böyle, 
yazıklar olsun" dedi. 

İdam sehpaları hapishanenin avlusuna kurulmuştu. Cavid Bey 
sehpalara doğru yürürken, son arzusunu sordular. Adlî tabibe döne- 
rek, "Hüseyin Cahid Bey buradadır, selam söyleyiniz, çocuklarımın 
ve refikamın gözlerinden öpsün" dedi. Ardından sandalyeye çıktı, 
"Haydi, vazifenizi görünüz" dedi. İp boynuna geçirilirken son sözü 
"Zulümdür bu, zulüm! Allah'ın laneti zalimin üstünedir" oldu. IJ 

Maliye eski nazın Selanikli Cavid Bey idam edildikten sonra 
bir diğer Selanikli, Doktor Nâzım hapishane müdürünün odasına 
getirildi. Mahkeme karan okundu. 

Titriyordu... 

Sehpaya götürüldü... 

Doktor Nâzım'ın boynuna ipi geçiren, diğer üç idamı da ger- 
çekleştiren Selanikli Cellat Ali'ydi. 

ip boynuna geçirildiğinde son sözlerini söyledi: 
Efendiler bu meselede katiyen alakam ve kusurum yoktur. Ma- 
sumum."" 



• Yazdığım gibi, Selanikli Cavid Bey, Karakaşî Sabetayistlerin lideri Osman Baba'nın so- 

laan 8 e "yordu. Bizzat bu kitabın yazan olarak, bazı Karakaşîlerin Cavid Bey'i astırdı- 

1 Mustafa Kemal'e hâlâ mesafeli durduklarını ve onu eleştirdiklerine şahit oldum. 

doktor Nâzım, Selanikli Cavid Bey, Yenibahçeli Nail ve Filibeli Hilmi Bey ölüm ce- 

1 950'r" 1 " e " n e getirilmesinin ardından hemen o gece cezaevinin avlusuna gömüldüler. 

yılların başında Cavid Bey'in eşi Âliye Hanım'ın girişimi ve dönemin cumhurbaş- 

lus r" y arln verdiği emir üzerine asılan bu dört ittihatçı'nın kemikleri cezaevi av- 

"" """p Ankara Asrî Mezarlığı'na gömüldü. Kitabın hazırlık aşamasında Avukat 

"- en giz mezarların yerini bulmak amacıyla Ankara Asrî Mezarlığı'nda araştırma 

... • >ncak mezarların hanpi ada ve oarselde olduğunun bilinmediği ortava çıktı. Bir 



342 



Dr. Tevfîk Rüşdü'nün zor günleri 

Doktor Nâzım'ın idam bilgisi Paris'e ulaştığında, Evliyazade 
Refik Efendi haberi kızı Beria'dan sakladı. İzmir'e dönene kadar 
Evliyazade Naciye Hanım, Beria'ya Doktor Nâzım imzasıyla mek- 
tuplar gönderdi. Mektupları bazen de Berin yazıyordu... 

Ama bir gün, Beria gerçeği öğrenecek ve bir daha onunla diya- 
log kurmak mümkün olmayacaktı... 

Beria kendi hayatına çekilecekti sessizce... 

Refik Efendi başta olmak üzere Evliyazadeler, Dışişleri Bakanı 
Dr. Tevfik Rüşdü'nün idamı önlemek için gerekli çabayı göster- 
mediğini düşünüyorlardı. 

Aslında Dr. Tevfik Rüşdü de Doktor Nâzım'ın idam edileceğini 
hiç tahmin etmemişti. Bu nedenle Mustafa Kemal nezdinde pek 
girişimlerde bulunmamıştı. 

Sadece bacanağının idam edildiğini öğrendiğinde hışımla girdi- 
ği Mustafa Kemal'in yanından sinirleri yatışmış bir şekilde çık- 
mıştı. Mustafa Kemal, bacanağının neden asıldığını soran Dr. Tev- 
fik Rüşdü'ye, "Asmak zorundaydım, yoksa onlar seni ve beni asa- 
caklardı" demişti! (Orhan Tahsin, Yeni Asır, 1978) 

Peki Doktor Nâzım suçlu muydu ? 

Hüseyin Cahid Yalçın, Siyasal Anılar adlı kitabında Doktor Nâ- 
zım'ın suçlu olup olmadığı konusundaki düşüncelerini bir temele 
dayandırıyor: 

Doktor Nâzım vardı ki, özgürlük ülküsündeki hizmet ve özverile- 
rinden ötürü arkadaşlarının saygı ve güvenini tam olarak kazanmış 
olmakla birlikte, son yıllarda, belki de yaşının ilerlemiş olmasından 
ötürü, biraz fazla konuşur, çevresine de çevresindekilere de dikkat 
etmez bir hal almıştı. Ortada bir suikast hazırlığı varsa, bunu yapan- 
lar maddece bu işte hiç yararı dokunamayacak olan Doktor Nâzıma 
ihtiyatsızlığından ve boşboğazlığından ötürü böyle dehşetli bir sırrı 
haber vermezlerdi. (2000, s. 383) 



Uğur Mumcu Gazi Paşaya Suikast, Falih Rıfkı Atay Çankaya 
adlı kitaplarında Doktor Nâzım'ın suçsuz olduğunu yazıyorlar. 

İzmir Suikastım Atatürk'e Kurulan Pusu adlı kitabında ayrın- 
tılarıyla inceleyen yazar Osman Selim Kocahanoğlu'na, Doktor 
Nâzım'ın suçlu olup olmadığı konusundaki fikrini sordum. "Dok- 
tor Nâzım'ın bu suikastın dışında olmadığını düşünüyorum" dedi. 



343 



Terakkinin kumlusundan itibaren her suikastından 

ve 

'olan Doktor Nâzım'ın, İttihatçı fedailerinin son suikast gi- 
den haberi yok muydu ? Kuşkusuz, Cavid Bey'in evinde 
ntı yapmak, çalışma programları hazırlamak, Terakkiperver 
mhuriyet Fırkası'm perde arkasından yönetmek suç sayılamaz. 



Şurası da bir gerçek ki, suikast fikri, ev toplantılanndaki kışkırt- 
ılar sonucu doğmuştu. İttihatçıları tekrar bir hükümet darbesiy- 
, itti dara taşıma fikri, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kapatı- 
bnca asıl amaç haline gelmişti. Ancak 1913 Babıâli Baskını'nı tek- 
rarlama girişimi bu kez başarısızlıkla sonuçlanmıştı... 

Sonuç: 

Doktor Nâzım'ın idamı, Evliyazade ailesinin karşılaştığı ilk idam- 
dı. 

Ancak son olmayacaktı... 



On altıncı bölüm 



2 eylül 1928, İzmir 



... ve uzaklarda gizlenir Karşıyaka, 
yapraklann gölgesinde, 
ilkbahar kendinden geçer, 
uykuya dalar neşe!.. 

GustaveCirilli 



Evliyazadelerin evinde bambaşka bir heyecan yaşanıyordu. 

O gün Karşıyaka'daki konakta düğün vardı. 

Evliyazade Naciye Hanım'ın kızı Fatma Berin, Hacı Ali Paşaza- 
delerin oğlu Ali Adnan'la (Menderes) evleniyordu. 

Evliyazadelerin yeni damadı Ali Adnan ile Fatma Berin, birbir- 
lerini çok eskiden tanıyorlardı. Ali Adnan gençliğinde Karşıya- 
ka'da bisiklete binerken, bir küçük kız hep onun yanında koşar- 
dı. Örgülü saçları olmasa bir erkek çocuğu andıran Fatma Berin, 
Ali Adnan'ın "Yanımda koşma, dikkatimi dağıtıyorsun" demesine 
aldırmazdı bile. Ali Adnan sinirlenip Fatma Berin'in örgülü saçla- 
rından çekerek onu ağlattığı olurdu. 

Ali Adnan ile Fatma Berin'in "bisiklet maceraları" yıllar önce- 
sinde kalmıştı. Her ikisi de kavgalarını çoktan unutmuştu. 

Ali Adnan'ın Karşıyaka'da en yakın arkadaşı, Hamdi Fuad'dı 
(Dülger). 

Hamdi Fuad, bir süre önce Berin'in ablası Güzin'le evlenmişti. 

Ali Adnan ile Fatma Berin'in evlenmesine kim aracı olmuştu? 

îki ihtimal var. Birincisi Hamdi Fuad'ın aracılık yapması. 

ikincisi ise daha güçlü olasılık: Ali Adnan'ın dayısı Refik'in kı- 
zı Mesude birkaç yıl önce Evliyazadelere gelin gitmişti. 

Mesude, Evliyazade Refik Efendinin oğlu Nejad'la evlenmişti. 

Ayrıca Mesude'nin üvey annesi Feriye Hanım ile Evliyazade 
Naciye Hanım yakın görüşüyorlardı. 

Feriye Hanım tıpkı Naciye Hanım gibi faal bir kadındı. Örneğin 
1921'in kasım ayında İzmir'deki tutsakların yaşam koşullarım dü- 
zeltmek için İzmirli Türk kadınların girişimiyle kurulan yardım 
komisyonunda aktif olarak görev almıştı. 

Bu tür sosyal faaliyetlerde sık sık yan yana geliyorlardı. 



345 



, r e k Mesude gerekse Feriye Hanım, yirmi dokuz yaşına gel- 

.. Adnan'ı evlendirmek için çok çaba sarf ediyorlar, ama Ali 

'ı bir türlü ikna edemiyorlardı. Evlendirilmek istemelerinin 

deni aile soyunun devamıydı. Dündar akıl hastasıydı, Sami 

Fransa'ya gitmişti. Tek erkek Adnan'dı. 

Çakırbeyli Çiftliği' nde yaşanan bir olay Ali Adnan'ın görüşünü 
değiştirecekti... 

Bir yıl önce Çakırbeyli Çiftliğinde bir cinayet işlendi. 

Cinayete nedeni Ali Adnan'dı! 

Budaklı Osman, çiftliğin eski kâhyalarından biriydi. Bu neden- 
le Budaklı ailesi çiftlikte yaşıyordu. 

Ayşe bu ailenin henüz gelişme çağındaki kızlarından biriydi. 

Bir gün Budaklıların en küçük oğlu Mehmed, kız kardeşi Ay- 
şe'yi, çiftliğin beyi Ali Adnan'ın konağından çıkarken gördü ve 
kardeşini iki kurşunla öldürdü. Ali Adnan'ı da öldürmek istedi. O 
yıllarda çiftlikte Ali Adnan'la birlikte yaşayan Edhem (Menderes) 
devreye girdi ve olayları yatıştırdı. 

Ali Adnan bitkindi, katil Mehmed cezaevine girmişti ama dört 
erkek kardeşi daha vardı. Her an öldürülme korkusuyla yaşıyordu. 
Çakırbeyli Çiftliğinden ayrıldı ve Aydına yerleşti. Araya çok hatır- 
lı dostlar girdi, Ali Adnan ile Budaklılar barıştırıldı. Hatta Ayşe'yi 
vuran Mehmed'e, Reşad (Ok) adındaki avukatı Ali Adnan tuttu. 

Bu olayın üzerinden kısa bir zaman geçtikten sonra Ali Adnan 
evlenmeye karar verdi. Kan davasmın sürüp sürmeyeceği daha 
belli ohnadan İzmir'in tanınmış ailelerinden Evliyazadelerin, kız- 
ları Fatma Berini, Ali Adnan'la evlendirmesini çok cesurca alı- 
nan bir karar olarak mı görmek lazım ? 

Evliyazadeler Ali Adnan'ı damat olarak görmekte istekliydi. 
Üstelik bu evlilik Fatma Berine rağmen gerçekleşmişti. 

Fatma Berin bu evliliğe soğuk bakıyordu. Aklında bir çiftçiyle 
evlenme düşüncesi yoktu. Çiftlik yaşamım sevmiyordu. Bu ne- 
denle evliliğe razı olmadı. 

Bir gün, her hafta sonu yaptığı gibi önce İpekçi ailesinin işlet- 
tiği Elhamra Sinemasına, oradan da Ali Galib Pastanesine git- 
mek için hazırlık yapıyordu. Naciye Hanım kızı Fatma Berin'in 
odasına geldi. Berin kendisine "şık giyin" denmesini ve ardından 
saçına, kıyafetine sürekli müdahale edilmesini hiç anlamadı. An- 
nesinin daha önce yapmadığı davranışlardı bunlar. 

Fatma Berin ağabeyi Samim'le birlikte evden çıktı. Sinemadan 
sonra pastaneye gittiler. Masaların birinde Ali Adnan oturmak- 
taydı. Berin göz ucuyla ona baktı. 



346 



Karşı masada oturan genç adam, 1,70 boylarında, bebek yüzlü, 
çekik gözlü, sivri burunluydu; yanık pekmez renkli saçlarını li- 
monla yapıştırmış, kalın kaşlarını hafif inceltmişti; boyuna göre 
geniş omuzlu, güzel elli, şık giyimliydi. 

Ali Adnan'ın hayatı boyunca tercih edeceği koyu renkli kruva- 
ze takım elbisesi vardı üzerinde. Ayakkabılan hep temiz, hep bo- 
yalı olacaktı. Bir diğer vazgeçemediği ise ipek çoraplarıydı. 

Ağabeyi Samim'in "Tanışmak ister misin?" sorusuna Berin çok 
sinirlendi ve hışımla pastaneden çıktı. Hemen ardından da Sa- 
mim çıkarak kız kardeşinin gönlünü almaya çalıştı. 
Ama zamanla Fatma Berin ikna edildi... 

Hep yazıyorum: Evliyazadelerin kızlarının evlenmelerinde hep 
bir tuhaflık var!.. 

iyi okulda okumuş, Fransızca'yı anadili gibi konuşan, piyano 
çalan "Batılı" Fatma Berin, tahsilini tamamlamamış, çiftlikte yal- 
nız yaşayan ve her an öldürülme tehlikesi altında bulunan Ali Ad- 
nan'la neden evlendirilmek istenmektedir? 

Fatma Berinin birçok talibinin olmaması imkânsız. O halde 
Evliyazadelerin "Ali Adnan" ısrarı nedendir? 

Kızlarını el üstünde tutan, yetişmeleri için her türlü olanağı se- 
ferber eden Evliyazadeler, Fatma Berin'in istememesine rağmen 
ona neden sürekli baskı yapmıştır? 

Ve Fatma Berin neden boyun eğmiştir? Neden Aydın'in bir kö- 
yünde yaşamaya mecbur bırakılmıştır ? 

Berin'in bu evliliği kabul etmesinin nedeni yaşı olabilir mi; yir- 
mi üç yaşındaydı. O dönem için evlilik yaşını çoktan aşmıştı. Pe- 
ki ama neden? 

Ablası Güzin de geç evlenmişti; üstelik kocası Hamdi (Dülger) 
Efendi'den üç yaş büyüktü! 
Bir sır var!.. 

Ali Adnan ile Fatma Berin, bir gün Ali Galib Pastanesinde bir 
araya gelip, tanıştılar. 

Sonra birkaç kez daha buluştular. 

Ali Adnan, Fatma Berine Çakırbeyli Çiftliği'ndeki yaşama 
uyum sağlayıp sağlayamayacağını soruyordu sürekli. 

Fatma Berin ise Ali Adnan'dan bir söz istiyordu; siyasetle ilgi- 
lenmeyecekti ! 

Eniştesi Doktor Nazım'ın başına gelenler tüm Evliyazade ailesi 
gibi Fatma Berin'i de çok sarsmıştı. Fatma Berin, babası Yemişçi- 
zade İzzet Beyin ruh sağlığının bozulmasında, içinde yer aldığı ve 
o dönemde II. Abdülhamid istibdatına karşı mücadele veren Itti- 



347 



hat ve Terakki Cemiyetinin gizli faaliyetlerinin de etkisi olduğunu 
düşünüyordu. 

Dayısının kızı Beria'nın ruh sağlığının bozulmasında da siyase- 
tin rolü olduğu fikrindeydi. 

Siyasetten nefret ediyordu... 

Ali Adnan, Fatma Berine siyasetle ilgilenmeyeceği sözünü verdi. 

Aileler anlaştı ve 2 eylül 1928'de Ali Adnan ile Berin'in nişanla- 
rı ve düğünleri bir arada yapıldı. 

Ve... 

Çakırbeyli Çiftliğine önce Evliyazade Berin Hamm'ın piyano- 
su gitti... 

Balayı dönüşü genç evliler çiftliğin yolunu tuttular. 

Çiftliğin hanımını ve beyini yeni kâhya Gözkoyah Abdi (Ak) 
Ağa karşıladı. 

Dededen kalan topraklar eskisi kadar olmasa da bir hayli ge- 
nişti. Çiftlik, sulanabilir bir ovaya yayılmıştı. Çiftlikte on bir ar- 
tezyen kuyusu vardı. Aydın'dan gelen yol ile Koçarlı yönünden 
gelen yolun kesiştiği yerde ise bir köşk vardı. Köylüler buraya 
"Kule" derdi. 

Köşk iki katlı, yedi odalıydı. Yapımında Macar ustalar çalışmıştı. 

Evin yakınında kâhya ve hizmetlilerin kaldığı bir de ev vardı. 
Bir dönümlük sebze bahçesinde yetiştirilen ürünlerle çiftlikte ya- 
şayanların ihtiyaçları karşılanırdı. 

Ali Adnan çiftlikle bizzat ilgileniyordu. Onun girişimiyle Çakır- 
beyli Çiftliğinde son yıllarda pamuk yetiştirmeye başlamışlardı. 

Çiftlik hayatı Fatma Berin'i mutlu etmeye başladı. 

Tek istemediği ve hayatı boyunca sevmeyeceği kişi, eşinin ya- 
kın dostu Edhem Bey'di!.. 

1 haziran 1930'da hayatında en çok sevdiği oğlu Yüksel'i do- 
ğurdu. 

O günlerde Türkiye yeni bir siyasal doğuma hazırlanıyordu. 

Ve bu siyasal hareketin içinde, Berin'in muhalefetine rağmen 
Ali Adnan da (Menderes) olacaktı... 



Serbest Fırka 



Paris Büyükelçisi Ali Fethi (Okyar) , yapacağı ziyaretin yeni bir 
partinin doğumuna neden olacağını hiç talimin etmiyordu. 

Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'nın olaylı bir şekilde kapan- 
masının üzerinden beş yıl geçmişti; İzmir Suikastı davasıyla İtti- 
hatçıların yok edilmesinin üzerinden ise dört yıl... 



348 



Türkiye'de herkes artık kolay kolay yeni bir parti deneyiminin 
yaşanmayacağını düşünüyordu. 

Ta ki o ziyarete kadar... 

Paris Büyükelçisi Ali Fethi Türkiye'ye geldi. 

Mustafa Kemal Yalova'da dinleniyordu. Ziyaretine gitti. Kısa 
bir ziyaret için gitmişti ancak altı gün Yalova'da kaldı. 

Çok yakın arkadaştılar. Ali Fethi, Mustafa Kemal'in sözlerine 
değer verdiği isimlerden biriydi. 

Ali Fethi, İttihat ve Terakki Cemiyetinin önemli kurmayların - 
dandı. Hatta bir dönem cemiyetin kâtibi umumîsi oldu. Mustafa 
Kemal'le birlikte "İttihatçı subayların siyasetten uzaklaşmasını" 
savunduğu ve liberalizmi benimsediği için Enver Paşa ve arka- 
daşlarıyla ters düştü, Mustafa Kemal'le birlikte İstanbul'dan 
uzaklaştırılmak için Sofya'ya elçi tayin edildi. 

Birinci Dünya Savaşından sonra kurulan İzzet Paşa kabinesin- 
de iki ay Dahiliye nazırlığı yaptı. 

Millî Mücadeleye Mustafa Kemal'i ikna eden isimlerden biriy- 
di. 23 nisan 1920'de açılan Büyük Millet Meclisinin ilk başkanı 
oydu. 1920-1925 yıllan arasında Ankara'nın en önemli "beyinle- 
rinden" biriydi. Ali Fethi Bey, Terakkiperver Cumhuriyet Fırka- 
sı'nın kurulduğu günlerde Mustafa Kemal tarafından başbakanlı- 
ğa atandı. Ancak Şeyh Said İsyanı, nasıl Terakkiperver Cumhuri- 
yet Fırkası'nın siyasal hayatına son verilmesine sebep olduysa, 
bu fırkaya hep hoşgörüyle bakan Başbakan Ali Fethinin siyasal 
sonunu da hazırladı; Paris'e büyükelçi olarak atandı. 

Beş yıldır Paris'te bulunuyordu. 

Mustafa Kemal, Yalova'da altı gün boyunca, Ali Fethinin İngil- 
tere ve Fransa'dan örnekler vererek Türkiye siyasal sistemine yö- 
nelik eleştirilerini dinledi. 

Ali Fethi, ülkenin içinde bulunduğu ekonomik sıkıntıdan kur- 
tulabilmesi için, Fransızların yardıma hazır olduğunu ve bunu el- 
çi olarak kendisine bizzat bildirdiklerini söyledi. 

Bizim çoğu tarih kitabımız der ki: "Mustafa Kemal bir muhale- 
fet partisi kurduracaktı, bu nedenle Paris'ten Ali Fethi Bey'i ça- 
ğırdı, ona parti kurduracağını açıklamadan, altı gün dinledi, son- 
ra İstanbul Büyükdere'deki Necmeddin Mollanın (Kocataş) evin- 
de, kafasındaki düşünceyi Ali Fethi Bey'e açtı." 

"Mustafa Kemal kafasında bir muhalefet partisi düşüncesi 
oluşturmuş ve buna uygun genel başkan bulmak için Paris Büyü- 
kelçisi Ali Fethi Bey'i çağırıp onu dinlemiştir" tezi pek gerçekçi 
görünmüyor. 



349 



Doğrusu, Ali Fethi gerek Yalova gerekse İstanbul'da söyledik- 
leriyle Mustafa Kemal'i etkilemiştir. 

Nasıl yüzyıl önce, Londra Sefiri Reşid Paşa İstanbul'a gelip İn- 
giltere hükümetinin Osmanlı Devleti hakkındaki görüşlerini Sul- 
tan Abdülmecid'e arz etmiş, sonra ikisi, gerek ekonomik gerekse 
siyasal ıslahatların yapılmasına karar vermişlerse, yüzyıl sonra 
benzer olay Yalova'da yaşanmıştı. 

Mustafa Kemal, Ali Fethi'yi bu nedenle altı gün yanında tut- 
makla kalmamış, İstanbul'a da birlikte gitmişlerdir. 

Mustafa Kemal, Necmeddin Mollanın evinde, Ali Fethiye şun- 
ları söylemiştir: 

Ben bunun çaresini buldum. Memlekette muhalif bir fırka kurmak 
lazımdır. Böyle bir fırka vücuda gelirse Meclis'te münakaşa daha ser- 
best olur. Mesela siz böyle bir fırkanın başına geçerseniz bildiklerini- 
zi serbestçe Meclis'te söylersiniz; bu surette tatbikatta görülen bir- 
çok hataların önü alınmış olur. (Afet İnan, Atatürk Hakkında Hatı- 
ralarve Belgeler, 1959, s. 263) 



Evet, Mustafa Kemal, Ali Fethi'den etkilenmişti ancak onun 
kafasında da "demokrasi devrimi" vardı. Ve hemen bunu hayata 
geçirmek istiyordu. 

Türkiye siyasal yaşamına, yani tek partili otoriter bir sisteme, 
demokratik Batı ülkelerinin küçümseyerek baktığını biliyordu. 
Bundan rahatsızdı. Tek partili rejimde hükümet Meclis'te eleşti- 
rilmiyordu. Milletvekilleri sadece yeniden seçilmenin kulisini ya- 
pıyordu. 

Üstelik dünya, 1929 ekonomik bunalımını yaşıyordu ve Türki- 
ye ister istemez bu krizden epey etkilenmişti. 

Mustafa Kemal kararını vermişti; Cumhuriyet Halk Fırkası ya- 
nında Meclis'te bir parti daha olmalıydı! 

Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kendi denetimi dışında ku- 
rulmuştu. Yeni oluşumun tüm safhasında kendisi olacaktı. 

Fırkanın başkanlığına Mustafa Kemal'in emriyle Ali Fethi gel- 
di. "Emriyle" geldi, çünkü Ali Fethi bu görevi hiç istememişti. 

Fırkanın adını da Mustafa Kemal koydu: Serbest Cumhuriyet 
Fırkası! 

Kimlerin kurucu olacağmı da tek tek saptadı. Kız kardeşi Mak- 
bule (Atadan) Hanım'ı kurucu yaptı. Kardeşini kurucu yaparak, ye- 
ni bir fırkaya katılmakta terüddüt eden kişilere güvence verdi. Ya- 
ni, Serbest Cumhuriyet Fırkası hakkında ileride bir soruşturma-ko- 



350 



vuşturma açılmayacağının en somut örneğiydi Makbule Hanım l 1 

Fırkanın güvencesinin bir diğer ismi, Nuri (Conker) Bey' di. 
Mustafa Kemal'in Selanik'ten çocukluk arkadaşıydı. Aynı mahal- 
lede büyümüşler, tüm askerî okullarda birlikte okumuşlardı. 
Mustafa Kemal Paşaya "Kemal" diye adıyla hitap eden tek kişiy- 
di ! Nuri Bey Serbest Cumhuriyet Fırkası'nın umumî kâtipliğine 
(genel sekreterliğine) getirildi. 

Mustafa Kemal "hocam" diye hitap ettiği, Selanik Askerî Rüşti- 
yesinden Fransızca öğretmeni Yüzbaşı Nakiyettin'i de (Yüce- 
kök) kurucu yaptı. 

Bir diğer Selanikli, Talisin (Üzer) Bey de kurucular arasındaydı. 

Türk Ocağı kurucularından şair Mehmed Emin (Yurdakul) ve 
Ağaoğlu Ahmed gibi isimler de Mustafa Kemal'in isteğiyle zoraki 
kurucu oldu. 2 

Serbest Cumhuriyet Fırkası'nın kurucuları arasında Selanikli 
ağırlığı vardı! 

Mustafa Kemal Serbest Fırkaya on beş milletvekili sözü verdi. 
Onun direktifiyle on beş milletvekili CHF'den istifa ederek he- 
men yeni fırkaya geçti. 

Fırkanın çizgisi, kuruculara bakıldığında belliydi; liberal Türk- 
çü bir parti olacaktı Serbest Cumhuriyet Fırkası! 

Ama programında Türkçülükten çok liberalizm vurgusu ön 
plandaydı. Serbest Cumhuriyet Fırkası'nın programını Ağaoğlu 
Ahmed yazdı. Programda yer alan, "serbest piyasa" "yabancı ser- 
maye", "kambiyo kuru", "ihracatın teşviki" gibi ekonomi kavram- 
larıyla Türkiye ilk kez karşılaşıyordu. Ama bu on bir maddelik 
programa Mustafa Kemal'in tek bir eleştirisi vardı. 

Beşinci madde, ekonomik anlayışta liberalizmin benimsene- 
ceğine ve kişisel girişimin fırka tarafından destekleneceğine 
ilişkindi. "Bireysel girişim ve özel sermayenin gücünün yeterli 
olmadığı durumlarda devlet; desteğinin gerektiğine" dair ifade 



1. Serbest Cumhuriyet Fırkası'nda Mustafa Kemal'in tek akrabası yoktu. Mustafa Ke- 
mal'in annesi Zübeyde Hanım'ın yeğeni Türkiye Komünist Partisi genel sekreterliği gö- 
revinde bulunan Fuad Reşad Baraner'di. Baraner'in eşi dönemin ünlü yazarı, TKP'Iİ Su- 
at Derviş de (Saadet Baraner) 25 ağustos 1930 tarihli Cumhuriyet gazetesinin haberine 
göre Serbest Cumhuriyet Fırkası'na katılmıştı. 

2. 1938 yılında ingiltere'nin Ankara büyükelçisi Percy Loraine "gizli" kaydıyla Londra'ya 
gönderdiği "Notes On Leading Turkish Person Alities" adlı raporunda Türkçülük fikri- 
nin önde gelen isimlerinden Ağaoğlu Ahmed hakkındaki notu ilginçtir: "Ahmed Ağaoğ- 
lu, islamiyet'i seçmiş Kafkas kökenli birYahudi'nin oğludur." Bu raporun yazar Halide 
Edib Adıvar'ın verdiği bilgilere göre yazıldığı iddia edilmektedir. Halide Edib Adıvar'ın 
Sabetayist olduğu bilinmektedir; bu nedenle Ağaoğlu ailesi hakkında verdiği bilgiye gü- 
venebiliriz. Bir benzer iddia, yine Türkçülüğün ideologlarından, Kazanlı bir fabrikatörün 

nSlu Yııcrrf 4 



351 



daha sonra Mustafa Kemal tarafından eklendi. 

Cumhuriyet Halk Fırkası ile Serbest Cumhuriyet Fırkasının 
tek ayrıştığı nokta ekonomiye bakıştı. İttihat ve Terakki Cemiye - 
ti'ndeki günlerinden beri liberal iktisadı benimseyen Ali Fethi 
ile Ağaoğlu Ahmed beylerin, Başbakan İsmet (İnönü) Paşayla 
bu konuda farklı görüşte olduğu aşikârdı. Zaten o günlerde, Baş- 
bakan İsmet Paşa, ilk kez 30 ağustos 1930'da Sivas'ta "ılımlı dev- 
letçi" olduğunu açıklayarak, devletçilik terimini siyasal literatü- 
re sokacaktı. 

CHF'nin mi yoksa SCF'nin mi daha sol bir parti olduğu o gün- 
lerde ilginç tartışmalara neden oldu. Ali Fethi, Cumhuriyet gaze- 
tesine verdiği demeçte şöyle diyordu: 

Fırkam, Halk Fırkasının sol cenahında, liberal ve laik Cumhuriyet- 
çi bir fırka olarak çalışacaktır. Sol cenaha teveccühün miyarı (ölçü- 
sü) halkın seviye ve temayülüne, umumî efkânn (kamuoyunun) kar- 
şılayış ve yükselişi olacaktır. (11 ağustos 1930) 

11 ağustos 1930 tarihli Hâkimiyeti Milliye'de de, "Fırkamız 
sola mütemayildir (eğilimlidir)" diyordu. 

Aynı gazetede CHF'nin açıklaması 21 ağustosta yayımlandı: 

Bu memlekette padişahlığı, halifeliği, Şarklılığı kaldıran, dini, dünya 
işlerinden ayıran, Latin harflerini alan, şapka giydiren bir fırkanın daha 
solu yoktur. İsmet Paşa'nın soluna ancak hürmet icabı geçilebilir. 

Anlaşılıyor ki sol kavramı o günlerde pek korkulu görünmü- 
yor, özgürlükçü bir düzeni tanımlamak için kullanılıyordu... 

Türkiye Cumhuriyeti, ikinci kez muhalefet oluşturma çabasını 
başanyla uygulayabilecek miydi?.. 

Ali Adnan (Menderes) Serbest Fırka'da 

Ali Adnan (Menderes) yeni kurulan Serbest Cumhuriyet Fırka- 
sı'na nasıl katıldı ? Teklifi getiren kimlerdi ? 

Ali Adnan yıllar sonra avukatı Orhan Cemal Fersoy'a Serbest 
Fırka ve CHP'yle ilişkileri konusunda bakın ne diyor: 



Halk Partisi ileri gelenleriyle tanışıyordum. Dr. Reşid Galib, Necib 
Ali hemşerim, dostlarımdı. Fethi Bey'in Serbest Fırkası ortaya çıkın- 
caya kadar ise, Halk Partisi'ne onların rica ve ısrarlarına rağmen gir- 



352 



memiştim. O devredeki mutemetler saltanatı idaresini beğenmiyor- 
dum. (Başbakan Adnan Menderes, 1978, s. 61) 

Samed Ağaoğlu Arkadaşım Menderes adlı kitabında, şunları 
yazmaktadır: 

Menderes politika hayatına yine Edhem Bey'le beraber, rahmetli 
Dr. Reşid Galibin teşvikiyle Fethi Okyar'm başında bulunduğu Ser- 
best Cumhuriyet Fırkasına girerek başladı. (1967, s. 27) 



Yazılanlara bakılırsa, Ali Adnan'ın aktif siyasete girmesini, 
Dr. Reşid Galib ve Necib Ali (Küçüka) sağlamıştı! 

Ne garip değil mi ? Ali Adnan'ın "hemşerim, dostlarım" dediği 
bu iki isim, daha iki yıl önce Doktor Nâzım'ı idama gönderen İs- 
tiklal Mahkemesinin iki önemli üyesiydi! 

Bu bir tesadüf mü? 

Evliyazadelerin bir damadını, Doktor Nâzım'ı idama gönderen- 
ler, Evliyazadelerin bir diğer damadını, Ali Adnan'ı politikaya 
sokmak için çaba mı sarf etmişlerdi ? 

Özel bir nedeni veya vicdanî bir sebebi var mı bilemiyoruz!.. 

Bu sorunun yanıtını Dr. Reşid Galib'in kimliğinde bulabiliriz. 

Arkadaşları arasındaki adı, "Köylü Reşid Galib"di! Bu ismin 
verilmesinin nedeni şuydu: 

Birinci Dünya Savaşının ağır mütareke koşullarında İstan- 
bul'da bazı gençler, 25 kasım 1918'de "Köycüler" adı altında bir 
cemiyet kurdular. Köylere yerleşip bir misyoner gibi çalışacaklar, 
böylece Batı düşüncesini ve pratiğini köylüye öğreteceklerdi. 

"Misyonerlik" Dr. Reşid Galibe yabancı bir duygu değildi. Doğ- 
duğu Rodos'ta Alliance İsraelite UniverseUe'de öğrenim görmüştü! 

Sonuçta siyasal yaşamı boyunca köylülerin politikaya girmesi- 
ni isteyen Dr. Reşid Galib'in, iyi eğitimli çiftçi Ali Adnan'a sürek- 
li teklif götürmesinde şaşılacak bir durum yoktu. 

Sonuçta "köylü misyoneri" Dr. Reşid Galib ile çiftçi Ali Adnan 
aynı partide buluştular. 

Ali Adnan sadece fırkaya katılmakla kalmadı, Serbest Cumhu- 
riyet Fırkasının Aydın il başkanı oldu. 

4 eylül 1930 Serbest Fırka için bir dönemeç oldu. Serbest Cum- 
huriyet Fırkası "teşkilatlanma gezisi" düzenledi ve bunu İz- 
mir'den başlattı. Gezi daha sonra Aydın, Manisa, Balıkesir ve Ak- 
hisar'da devam edecekti. 

Ali Fethi (Okyar) başkanlığındaki Serbest Fırka heyeti 3 eylül- 



553 



de gemiyle İstanbul'dan yola çıktı. Bir gün sonra İzmir limanında 
gördükleri manzaraya inanamadılar. Binlerce insan fırka yöneti- 
cilerini karşılamak için limanı doldurmuştu. 

Yüzlerce insan ise kayıklardaydı. Kayıklarla vapura yaklaşan- 
lar güverteye atlamaya başladı. Gemiye her atlayan doğruca Ali 
Fethi'nin boynuna sarılıyordu. 

Gemi limana ulaştığında binlerce insan "Yaşasın Fethi!.. Yaşa- 
sın Gazi!.." diye bağırmaya başladı. Heyet güçbela bir otomobile 
bindirildi. Kalınacak otele gittiler, arkalarında binlerce İzmirliyle 
birlikte! 

Bu coşkulu kalabalık Halk Fırkası'nı kızdırdı. Kentte yer yer 
olaylar çıkmaya başladı. Bu arada çıkan çatışmada biri on dört 
yaşında bir çocuk olmak üzere iki kişi hayatını kaybetti. 

Olaylar güçlükle yatıştırıldı. 

Peki gerçekte neler oluyordu ? Binlerce İzmirli Ali Fethi Bey'e 
neden hep "Kurtar bizi!" diye bağırıyordu? Dokuz yıl önce kurta- 
rıcılarını bağrına basan İzmir, şimdi neden muhalefet fırkasına 
kucak açmıştı ? 

1929 dünya ekonomik krizi Türkiye ekonomisinin "belkemiği" 
İzmir'i fena vurmuştu. Dış kredi olanağı yok denecek kadar azal- 
mıştı. Hükümet, gelirleri artırmanın tek yolunu vergileri artırmak- 
ta bulmuştu. Ayrıca her geçen gün artan yolsuzluklar halkın mo- 
ral değerlerini çökertiyor, "kurtarıcılarına" inancını azaltıyordu. 

Bu arada dünya ekonomik krizi yetmezmiş gibi, 1927 ve 1928 
yılındaki kuraklıklar, hâlâ bir tarım ülkesi olan Türkiye'yi derin- 
den etkilemişti. 

Serbest Fırkanın mitingine binlerce İzmirli katıldı. Ali Fethi 
Bey, çıktığı kürsüden, sesini herkese duyurabilmek için var gü- 
cüyle bağırıyordu. Ama insanlar onu dinlemek yerine, bağırmayı 
yeğliyordu. 

Bu arada Ankara'ya mitingle ilgili giden raporlar Mustafa Ke- 
mal'i etkilemeye yönelikti. Mitinge katılanlar onun ve Başbakan 
İsmet Paşa'mn aleyhine slogan atmışlardı! 

İstanbul ve Ankara basını Serbest Fırka ve Ali Fethi Bey aleyhin- 
de yayınlar yaparak Mustafa Kemal'i etkilemeyi sürdürüyordu. 

Ali Adnan ile Ali Fethi Bey bu gezi esnasında tanıştı. İl başka- 
nı Ali Adnan bölge halkının fırkalarına gösterdikleri ilgiyi örnek 
olaylarla anlattı. 

Ali Adnan sadece Aydm'ın değil, Denizli, Nazilli, Muğla'daki ör- 
gütlerin kurulmasında da aktif olarak görev almıştı. 

Ancak Ali Adnan'ın moral verici haberlerini heyetten kimse din- 



lemiyordu sanki. Herkes Ankara'nın tavrını merak ediyordu. Bası- 
nın ortamı sürekli gerginleştiren yayınları morallerini bozuyordu. 
Sonunda Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal siyasal tavrım açıkladı: 

Ben Cumhuriyet Halk Fırkasının umumî reisiyim. Cumhuriyet 
Halk Fırkası Anadolu'ya ilk ayak bastığım andan itibaren teşekkül 
edip benimle çalışan Anadolu ve Rumeli Müdafaai Hukuk Cemiye- 
ti'nin mevlududur (çocuğudur). Bu teşekküle tarihen bağlıyım. Bu 
bağı çözmek için hiçbir sebep ve icap yoktur ve olamaz. 

Mustafa Kemal tavrını apaçık ortaya koymuştu. Bu şartlar altın- 
da 23 eylül 1930'da yerel seçimler yapıldı. Bu seçimin en önemli 
özelliklerinden biri, ilk kez kadınların da oy kullanmasıydı... 

Serbest Fırka yurt çapındaki örgütlenmesini tamamlamamış 
olmasına rağmen seçimlere katılma karan aldı. 502 seçim bölge- 
sinin 31'inde Serbest Cumhuriyet Fırkası kazandı. Ege ve Trakya 
en çok oy aldığı bölgelerdi. 

31 yerin 10'u İzmir, 8'i ise Aydın'dan kazanılmıştı. 



Serbest Cumhuriyet Fırkası kurulduğu günlerde Büyük Millet 
Meclisi tatildeydi. 22 eylülde Meclis yeni yasama yılına başladı ve 
başlamasıyla birlikte, iktidar partisi Cumhuriyet Halk Fırkası ile 
muhalefet partisi Serbest Cumhuriyet Fırkası milletvekilleri ara- 
sında hemen her oturumda tartışmalar yaşanmaya başlandı. 

Örneğin, SCF Genel Başkanı Ali Fethi Bey, hükümetin demiryol- 
ları politikasını eleştiriyor, "Efendiler, bugünkü asırda, bu XX. asır- 
da bütün dünyada şimendifer, yollar, tayyareler ve her türlü vasıtai 
nakliyenin (ulaşım araçlarının) bu kadar tekessür ettiği (çoğaldığı) 
bir devirde bu hükümetin şimendifer siyaseti diye bir siyaseti yok- 
tur. Böyle bir şeyi tanımıyorum. Bu memlekette şimendifer yap- 
mak bedihî (kanıt ve tanıt gerektirmeyecek derecede açık, kesin) 
bir şeydir, tabiî bir şeydir. Yol yapmak da aynı veçhile ona göre lü- 
zumlu bir şeydir. Bunların her birini bir siyaset haline koymak ve 
bunlara birer abide gibi herkesin tapınacağı bir şekil vermek doğ- 
ru mudur?" diyordu. 

Bir diğer tartışma konusu yabancı sermayeydi. SCF, hükümeti 
ülkeye yabancı sermaye getirememekle, hükümet ise SCF'yi ya- 
bancı sermaye taraftan olduğu için millî ekonomiyi baltalamaya 
kalkışmakla suçluyordu!.. 

Başbakan İsmet Paşa, Ali Fethi Bey'i açıkça yabancı sermaye- 
nin simsan olmakla itham ediyordu. 



355 



Genel seçimler yaklaşıyordu. Genel seçimler öncesi Mustafa 
Kemal'in tarafsız kalacağına ilişkin söylentiler dolanıyordu. An- 
cak Mustafa Kemal, Ali Fethi Bey'le yaptığı görüşme sonunda, 
Cumhuriyet Halk Fırkasını destekleyeceğini açıkladı. 

Bu arada Başbakan İsmet Paşa ordu komutanlarım ve müfet- 
tişlerini Ankara'da toplantıya çağınp, onlan Mustafa Kemal'le bu- 
luşturdu. Komutanlann ortak görüşü Serbest Cumhuriyet Fırka- 
sı'nın, Türk Silahlı Kuvvetleri üzerinde olumsuz tesirler yapmak- 
ta olduğuydu!.. 

Asker ağırlığım yine koymuştu. 

SCF yönetimi, durumu kavramakta zorlanmadı. Fırkayı kapat- 
ma karan aldı. Böylece Serbest Cumhuriyet Fırkası 17 kasım 
1930 tarihinde siyaset sahnesinden çekildi. 

Ali Fethi Bey Londra büyükelçiliğine tayin olundu. 3 

Cumhuriyet'in ikinci muhalefet denemesi ancak üç ay sürebil- 
mişti... 

Mustafa Kemal, Serbest Cumhuriyet Fırkasının kendini fes- 
hettiği gün, halkın dertlerini dinlemek için uzun bir Anadolu ge- 
zisine çıktı. Bu gezi Evliyazadelerin damadı Ali Adnan'm siyasal 
geleceğini de yakından ilgilendiriyordu. 

Mustafa Kemal bu gezilerinden sonra Serbest Cumhuriyet Fır- 
kası'nın başarılı olduğu yerlerde, Cumhuriyet Halk Fırkası teşki- 
latlannm yenilenmesini istedi. Üstelik bu örgütlere eski Serbest 
Cumhuriyet Fırkası üyelerinin alınmasını istedi. 

Aynı zamanda bu gezi, yoksulluk içinde kıvranan köylülere yö- 
nelik, iktisadî politikalann çoğunun formüle edilmesine de neden 
olmuştu. "Köylü milletin efendisi" olacaktı! Ali Adnan'ın, Cumhu- 
riyet Halk Fırkasına geçişinin nedeni, hem seçim başarısı hem 
de Mustafa Kemal'in bu köylü stratejisiydi. 

Ali Adnan'ın yeni partisi 

Ali Adnan'ın 1931 seçimlerinde Cumhuriyet Halk Fırkası'ndan 
milletvekili seçilmesine yönelik dört olasılık vardı: 



3. Ali Fethi (Okyar) Bey ile ismet (inönü) Paşa arasında Ulusal Kurtuluş Savaşı günle- 
rinden başlayan bir gerginlik vardı. Son olarak, Paris Büyükelçisi Ali Fethi'nin Osmanlı 
borçlarının ödenmesi konusunda Fransızlarla yaptığı antlaşmayı Başbakan ismet Pa- 
şa'nın hiçe sayıp, yenisini yapması Ali Fethi'yi çok kızdırmıştı. Kim bilir, belki de politi- 
kaya yeniden girmesinde bu kızgınlığın da rolü vardı, ilginçtir, Fransızlara ödenecek 
borçlar konusu Lozan Konferansı'nda da Maliye eski nazırı, o günün heyet danışmanı 
Selanikli Cavid Bey ile ismet Paşa'nın arasını açmıştı. Cavid Bey'in, idam edilmesine ne- 
den olan ittihat ve Terakki'yi yeniden diriltme çabalarına girmesinde, kim bilir belki de 



356 



1- Bacanağı Dışişleri Bakanı Dr. Tevfik Rüşdü'nün kişisel kuli- 
si: dönemin en kudretli isimlerinden Dr. Tevfik Rüşdu nün Ali Ad- 
nan'ı milletvekili yapmak için Mustafa Kemal nezdinde kulis yap- 
tığı hep iddia edildi. Ve Ali Adnan bunu hep reddetti. 4 

2- CHP'li Halid Onaran'ın desteği: 

Ali Adnan güçlü bir aileye damat olmuştu. Fatma Berin (Evli- 
yazade) Hanımla evliydi. 

Berin, Sadullah Birselle evli olan Bininin teyzesinin kızıydı. 

Bihin Birselin eltisi Zerrin (Onaran) Hamm'dı. 

Zerrin Hanım, Halid Onaran'ın kızıydı. 

Halid Onaran CHP milletvekilliği yanında Maraş, Adana ve Ay- 
dın illerinin parti müfettişiydi. 

Bir diğer iddiaya göre, Ali Adnan'ın CHP'ye katılmasında en 
önemli desteği, uzaktan akrabası Halid Onaran vermişti! 

3- İzmir'deki olaylardan sonra Serbest Cumhuriyet Fırka- 
sından istifa eden ve Mustafa Kemal'in yurt gezisindeki heyette 
bulunan Dr. Reşid Galibin ısrarlı isteği. 

4- Bu gezisi sırasında, Ali Adnan'ın Aydın'da Cumhuriyet Halk 
Fırkası il binasında "köylülük" üzerine söylediklerinin, Mustafa 
Kemal'i çok etkilemesi milletvekili olmasının yolunu açmıştı... 

Hepsini toparlarsak, "köylü ideolojisi" oluşturulmaya çalışıldı- 
ğı o günlerde, "köylü" Ali Adnan, yeni döneme uygun bir politika- 
cı "prototipi" çiziyordu. 

"Köylü milletin efendisi" oluyordu!.. 

Siyasette Evliyazade sayısı artıyor 

Fatma Berin Hanım, eşi Ali Adnan'nın milletvekili olduğunu 
öğrenince ona hemen bir telgraf çekmeye karar verdi. 

Telgraf üç sözcükten oluşuyordu: "Hani söz vermiştin!" 

Berin eşine siyasete girmeyeceğine dair verdiği sözü anımsat- 
mak istiyordu. 

Annesi Evliyazade Naciye Hanım kızını bu karardan vazgeçir- 
meye çalıştı ama ikna edemedi. Berin telgrafı çekti. Çekti ama 
oğlu Yükseli yanına alıp eşiyle birlikte başkent Ankara'nın yolu- 
nu da tuttu! 

Ali Adnan ve Berin hiç görmedikleri, bilmedikleri Ankara'da 
ilk günler Dışişleri Bakanı Dr. Tevfik Rüştü- Makbule çiftinin Mal- 
tepe'deki Dışişleri Konutuna misafir oldular. 



4. Dr. Tevfik Rüşdü Aras'ın yaptığı kulisi inkâr etmeyen bir isim vardı: Cemal Tunca! 
Dr. Aras'ın kız kardeşi Fahriye'nin eşi olan Cemal Tunca, Dr. Tevfik Rüşdü sayesinde 



357 



Dr. Tevfik Rüşdü, baldızı Naciye'nin kızı Fatma Berini evladı 
gibi severdi. Teyzesi Makbule (Araş) ise Berine hep ikinci anne- 
lik yapmıştı. 

Ankara siyasetini, diplomasinini Berine öğretecek kişi, yakla- 
şık on yıldır başkentte yaşayan teyzesi Makbule Hanım olacaktı... 

Makbule Hanım o dönemde Ankara'daki en güçlü kadınlardan 
biriydi. Mustafa Kemal sık sık evlerine ziyarete gelip sohbet eder- 
di. Onlar da Mustafa Kemal'in her davetine katılırlardı. 

Ali Adnan-Berin çifti yakında başkent Ankara'da bu çevreyle 
tanışacaklardı... 

Ama Ali Adnan'ın öncelikle yapması gereken işleri vardı. Önce 
Ankara Kavaklıdere Güven Evler'de iki katlı bir eve taşındılar. 

Sonra... 

Cumhuriyet Halk Fırkası Genel Sekreteri Receb (Peker) Beyin, 
bir gün ona öğrenimini neden tamamlamadığını sorması üzerine 
üniversite diplomasına sahip olmaya karar verdi. 

Amerikan kolejinden aldığı mezuniyet belgesiyle Ankara Hu- 
kuk Fakültesine kaydoldu. 

Yıl 1932, yaş otuz üçtü. 

Fakültede yalnız değildi. Kendi gibi yaşı ilerlemiş, iş sahibi in- 
sanlar vardı. Amaçlan ortaktı. Savaş yıllarında çeşitli nedenlerle 
yarım kalan öğrenimlerini tamamlamak istiyorlardı. 

Ali Adnan'ın sıra arkadaşları arasında, Selim (Sarper) ve Ahmed 
Salih (Korur) gibi uzun yıllar dostluk sürdüreceği isimler vardı. 

Kısa bir süre sonra Edhem de (Menderes) Ankara'ya gelip Hu- 
kuk Fakültesine yazıldı! 

Bir yandan üniversiteye giden milletvekili Ali Adnan, diğer 
yandan Meclis'teki oturumları kaçırmamaya çalışıyordu. Çok gö- 
ze batan bir milletvekili değildi. Utangaçtı. Meclis kürsüsüne çok 
nadir çıkıyordu. 

Arzıhal (Dilekçe) Encümeni, Büyük Millet Meclisinin en renk- 
li komisyonuydu. Bu komisyonda görevliydi. 

Bu arada spora olan düşkünlüğü nedeniyle, "Türkiye İdman 
Cemiyetleri İttifakı" ikinci başkanlığına getirildi. Bu görev ona 
yeni ilişkiler kurma, İstanbul ve İzmir gibi büyük şehirlerin spor 
ve gençlik çevrelerinde tanınma olanağı sağladı. 

Yavaş yavaş Ankara'ya ve politikaya ısınmaya başladı. 

Hırslı bir kişiliği vardı. Parti içinde yükselmek istiyordu, hatta 
bakan olmayı kafasına koymuştu. Tarım bakanlığını istiyordu. Bu 
nedenle birkaç kez Başbakan İsmet Paşa'mn huzuruna çıktı. Ama 
görüşmelerden bir sonuç alamadı. 



Ali Adnan'ın, hükümete girme arayışını sürdürdüğü o günlerde, 
Türkiye, siyasal kimliğini sağlamlaştırmak ve yeni kültürel kimli- 
ğini oluşturma çabası içindeydi. Yeni bir millet doğuyordu! 

Yeni ulusa yeni kültür gerekiyordu... 

Konuştuğu dilinden okullarda öğretilen tarihine, ticaret ha- 
yatından bürokrasiye, hukuktan kültürel hayata kadar, toplum- 
sal yaşamın her boyutunda Türkleştirme politikalarına hız ve- 
rildi. 

Kollar sıvandı. "Yeni millete" uygun "yeni bir tarih" yazılıyor, 
"yeni bir dil" öğretiliyordu... 

Önce "yeni milletin" kökeni üzerinde duruldu: Türkler sarı ır- 
kın mensupları değildi. Örneğin Moğollarla hiçbir akrabalığı yok- 
tu. Türkler Ari ırktandı. Kökü ve adı Muaftan 9 000 ya da 12 000 
yıl ve hatta 20 000 yıl öncesine dayanıyordu. 

"Güneşdil teorisf ne göre, Türklerin dili dünyadaki diğer bü- 
yük diller üzerinde etki yapmıştı... 

Türkiye'de yaşayan her vatandaşın, etnik kimliği, anadili ne 
olursa olsun, Türkçe konuşması isteniyordu. 

Örneğin, İzmir ve Milas Yahudileri Ladino yerine Türkçe konu- 
şulmasını sağlamak için "Türkçe Konuşturma Birliğf ni kurdular. 
Türkçe'yi Yahudilerin anadili yapmak istediklerini bildirdiler. İz- 
mir Yahudileri arasında Yahudi adlan yerine Türkçe adların alın- 
ması yaygınlaştı. Erkekler arasında en çok Yakub, Kemal, Yusuf; 
kadınlar arasında Feride, Saadet adlanna rastlandı. Milas'taki 
Türkçe Konuşturma Birliğinin kurucularından Yakub Kemal Be- 
ri çocuklarına, Altay, Cengiz, Kaya adlarını verdi. (N. Rıfat Bali, 
Bir Türkleştirme Serüveni, 2000, s. 161) 

Bu "yeni ülkede" ibadet bile Türkçe yapılacaktı... 
Her cumartesi günü ve önemli dinî bayramlarda okunan "Berih 
Seme de mare alma" Yahudi duasını Hayim Davila ve Moiz Paral- 
lı; düğünlerde, Pesah bayramının birinci günü ve Kipur günü oku- 
nan "Anoten Teşua la melahim" Yahudi duasını ise Bursa cemaati 
başkanı Avukat Kemal Levent Türkçe'ye tercüme ettiler... 

Türkleştirme politikalarının en başlıca savunucusu, Moiz Ko- 
hen olan adını değiştiren Munis Tekinalp, Yahudilerin "Türk mil- 
lî birliğine" uyum sağlamaları için "on emir" hazırladı: " 1 . Adları- 
nı Türkçeleştir. 2. Türkçe konuş. 3. Havralarda duaların hiç ol- 
mazsa bir kısmını Türkçe oku. 4. Mekteplerini Türkleştir. 5. Ço- 
cuklarım memleket mekteplerine gönder. 6. Memleket işlerine 
karış. 7. Türklerle düşüp kalk. 8.Mİ11Î iktisat sahasında vazifei 
mahsusanı yap. 10. Hakkını bil!.." 



359 



Ve ezan da Türkçe okunacaktı artık... 

Devrim dalgası her kurumu, her toplumsal katmanı etkiliyor- 
du. Darülfünun ve ona bağlı tüm bölümler kadrolanyla birlikte 
lağv edildi. Yeni üniversiteler kuruldu. Emekli edilen Darülfünun 
hocaları yerine, Nazilerin iş başına gelmesiyle Almanya üniversi- 
telerinden kovulan 144 Yahudi öğretim üyesi getirildi. Bunlardan 
38'i dünyaca ünlü ordinaryüstü. 

Tüm bu operasyonların arkasındaki önemli isimlerden biri, Al- 
liance îsraelite Üniverselle mezunu Millî Eğitim Bakanı Dr. Reşid 
Galib'di! 

Yani, İstiklal Mahkemelerine gönüllü üye olarak katılan; Da- 
rülfünun'un feshedilmesi için Mustafa Kemal'le tartışan ve dedi- 
ğini yaptıran; Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti (Türk Tarih Kurumu) 
ile Türk Dili Tetkik Cemiyetinin (Türk Dil Kurumu) kurucuların- 
dan olan ve Ali Adnan'ı siyasete sokan Dr. Reşid Galib! 

Ve ne ilginçtir ki, Dr. Reşid Galib ipin ucunu kaçırmıştı; "çok 
sayıda yabancı profesör atadığı için görevinden alındı". (Philipp 
Schwartz, Kader Birliği, 2003, s, 57) 

İlk gelen öğretim üyelerinden Philipp Schwartz, Kader Birliği 
adlı kitabında o günleri anlatmaktadır: 

Bu süreçte ortaya çıkan ufak pürüzlerin aşılmasında Mazhar Os- 
man gibi Türk yüksekokul öğretim görevlilerinin katkıları dikkate de- 
ğerdi. Bu hareketi kararlılıkla yürüten İstanbul Üniversitesi rektörü, 
hukukçu ve yönetici Ankaralı Cemil Bilsel oldu. (2003, s. 16) 



Tıpkı Dr. Reşid Galib gibi Samih Rifat da Türk Tarih Kurumu 
ve Türk Dil Kurumu kurucusuydu. "Yeni düzenin" mimarlarından 
biri de oydu. 1848 Macar İhtilaline karışıp Osmanlı'ya sığınan 
Macar Ali Rifat Paşa'mn oğluydu. 

Macar Ali Rıfat Paşa Çamlıca Bektaşî dergâhına bağlıydı. Bek- 
taşî "cemlerine Batı müziğini sokan isimdi. Türkiye'nin ilk ope- 
rası olan Bülbül Operası onundu. 

Samih Rifat'ın fikir hayatının oluşmasında babası kadar -eşi 
Münevver'in dedesi- büyük kayınpederinin de etkisi vardı. Ka- 
yınpeder, 1849'da Polonya'dan kaçıp Osmanlı'ya sığınan Mustafa 
Celaleddin Paşaydı. 1869'da kaleme aldığı Les Turcs Anciens et 
Modernes (Eski ve Yeni Türkler) adlı kitabında, Türklerin Avru- 
palı, yani Ari ırktan olduğunu ilk yazan kişiydi. Ona göre, Türk- 
ler, İslamiyet nedeniyle arîliklerini unutmuşlardı! 

Prof. Şerafettin Turan, Atatürk'ün Düşünce Yapısını Etkile- 



360 



yen Olaylar, Düşünürler, Kitaplar adlı çalışmasında, Mustafa 
Celaleddin Paşanın, Mustafa Kemal'i en çok etkileyen isimlerin 
başında geldiğini yazmaktadır. (Mahmut Çetin, Boğazdaki Aşi- 
ret, 1998, s. 20) 

Mustafa Celaleddin Paşa'nm kitabından sadece Mustafa Kemal 
etkilenmemişti; İttihat ve Terakki Cemiyetinin temelini oluştu- 
ran, İttihadı Osmanî'nin dört kurucusundan biri olan Abdullah 
Cevdet, Osmanlı gençlerinin Macarlarla evlenmesiyle yeni ve 
sağlıklı kuşakların yetişeceği fikrini ortaya atmıştı! (Naci Kutlay, 
İttihat Terakki ve Kürtler, 1991, s. 30) 

Samih Rifat kayınpederinin tezini hayata geçiriyordu... 5 

"Türklerin -Osmanlı ve İslam dışında- kimliklerini Orta As- 
ya'da araması gerektiğini" yazan Fransız Yahudisi Leon Cahun da 
Mustafa Kemal'i ve dönemin aydınlarım etkileyen önemli düşü- 
nürlerden biriydi. 

Yeni ülkeye, yeni kültürel hayata, Fevziye Mektebi mezunu Ya- 
kub Kadri (Karaosmanoğlu) gibi yazarlar gerekiyordu. 

Radyolarda alaturka müzik yayını yasaklandı! 

Kudüs'te doğduğu için "Kudsî" adını alan Ahmed Kudsî (Tecer) 
yeni şairler "keşfedip," Halk Şairleri Bayramı düzenleyip bu ozan- 
ları gün ışığına çıkarıyordu. 

Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak'm kızı A. Muazzezle evli, 
Güzel Sanatlar Akademisi Müdürü Burhan Toprak, Yunus Em- 
re 'yi baş tacı yapmıştı. Ortodoks Sünnîliğe karşı Anadolu kültü- 
rüne sahip çıkılıyordu. 

"Köylülük" yüceltiliyordu! 

Dr. Reşid Galib'in "buluşu", Alliance İsraelite Üniverselle ben- 
zeri, köy çocuklanna Batılı yaşam biçimini öğreten Köy Enstitü- 
leri yakın bir gelecekte hayata geçirilecekti. Değişimin önündeki 
tek engel olan halkın yoksulluğu ve cehaleti, Köy Enstitüleriyle 
aşılacaktı. 

Anadolu, klasik müzikle, tiyatroyla, Cumhuriyet balolanyla ta- 
nışıyordu. Okullar öğrencilerine günün moda danslarını öğreti- 
yordu. "Garson bira getir, garson bira getir, yaşa çarliston!" naka- 
ratı dillerden düşmüyordu. 

Gazeteler Türkiye güzeli yarışması düzenliyordu. 
Yani, tıpkı Ulusal Kurtuluş Savaşında olduğu gibi, Türkiye'yi 
uygarlaştırma çabalarının ardında birçok Sabetayist aydının im- 
zası vardı... 



5. Samih Rifat aynı zamanda şairdi. 'Yaslı gittim şen geldim" adlı lirik şiir onundur. Oğ- 
lu Oktay Rifat da ünlü bir sairdir. Samih Rifat'ın kardeşi ise ünlü antikomünkr anri<;e- 



361 



"Ertekin" neden "Menderes" oldu? 

Yeni süreçte, "ağa", "hacı", "hoca", "hafız", "molla", "bey", "efen- 
di", "hanım", "paşa" gibi unvanlara yer yoktu. 

Soyadı kanunu çıktı. 

Ali Adnan 1934 yılının 21 haziranında Meclis'te kabul edilen bir 
yasayla soyadını seçti. 

"Ertekin" soyadını aldı. 

O artık Ali Adnan Ertekin'di! Eşi Fatma Berin Ertekin, oğlu 
Yüksel Ertekin'di. 

Ancak iki yıl sonra soyadını değiştirdi. 

"Menderes" soyadını aldı! 

Niye bu değişikliği yaptı ? 

Yorumlar muhtelif. En güçlü olanı şu: 

Yıllardır birlikte yaşadığı yakın dostu Edhem, "Menderes" so- 
yadını almıştı. O da aynı soyadı taşımak istemişti, hepsi bu... 

Berin Hanım'ın, Edhem Menderes'i sevmemesinin nedenleri 
arasında bu soyadı meselesi olduğu da söyleniyor. 

Peki kişi en sevdiği arkadaşının soyadını aradan iki yıl geçince 
mi sever? 

Adnan Menderes ile Edhem Menderes arasındaki ilişkiyi bugü- 
ne kadar kimse anlayamamıştır. 

Adnan Menderes, nasıl arkadaşının soyadını almışsa, Edhem 
Menderes de doğan oğluna Adnan adını vermişti! 

Ali Adnan Ertekin nüfusta bir değişiklik daha yaptı: "Ali" ismi- 
ni de sildirdi! 

O artık sadece "Adnan Menderes"tiL 

Mustafa Kemal, Dr. Tevfık Rüşdü'ye önce "Uygur" soyadını 
vermek istedi; vazgeçip "Araş" soyadını verdi. Gerek "Uygur" ge- 
rekse "Araş" soyadının verilmesinin nedeni, Dr. Tevfık Rüşdü'nün 
ailesinin Kafkas göçmeni olması mıydı ? Ya da bir sır mı var ? 

Meclis'in verdiği "Atatürk" soyadını alan Mustafa Kemal'in özel 
dostlarına verdiği soyadlarını akrabaları bile kullanamayacaktı. 

Örneğin İsmet Paşaya verdiği "İnönü" soyadını kardeşlerinin 
bile kullanmasına izin verilmemişti. 

Keza Kâzım Paşaya verdiği "Özalp" soyadını alamayan akraba- 
ları ona en yakın "Eralp" soyadını almışlardı. 6 

Atatürk nedense isim vermeyi çok seviyordu; kendi okulu Feyzi- 



6. Selanik-Köprülü doğumlu Kâzım Özalp'in dokuz kardeşi vardı. On yıl TBMM başkan- 
lığı, dört yıl Millî Savunma bakanlığı yapan Kâzım Paşa, Dışişlerinin efsanevî isimlerin- 
den Orhan Eralp'in amcasıydı; Mustafa Kemal'in "koyduğu kural" nedeniyle Atatürk'ün 



362 



363 



ye Mekteplerinin adının "Işık" olarak değiştirilmesini de istemişti! 
Kitabın birinci bölümünde, Evliyazadelerin Buldanlı olup ol- 
mayacağı konusunda, O. Zeki Avralıoğlu'nun Buldan ve Yöresi- 
nin Tarihçesi adlı çalışmasından yararlandığımı, fakat bu konu- 
da somut bir olguya rastlayamadığımı yazmıştım. 

Gazeteci Orhan Tahsin, 1978'de Yeni Asır gazetesinde yayım- 
lanan "Büyük Menderes ve Küçük Menderes'ler" adlı yazı dizisin- 
de Evliyazade ailesine mensup bakanlar arasında Behçet Uz'un 
da 7 adını verdi. Şuna dayandırıyordu: "Behçet Bey de bir Evliya- 
zade'ydi. Ama Atatürk soyadı dağıtımı sırasında 'Evliyazade'yi 
çizmiş, 'Uz' soyadını uygun görmüştü..." 

Neden? 

Dinsel bir anlamı olabilir mi ? 

Behçet Uz'un babası Salih Efendi Buldan müftüsüydü. Neden- 
se 1880 yılından 1951 yılına kadar Buldan'daki müftülüğü hep "Uz 
ailesi" yaptı. Salih Efendi'den sonra göreve Mehmed (Uz) Efendi 
ve kardeşi Rasih (Uz) geldi. 

Ancak İslam'da "Uz'un hiçbir anlamı yoktu! 
Bir alıntı: 

İbranîce'de "uz" "güç" anlamındadır; Sağlık eski bakanlarından 
Behçet Uz'da bu soyadma rastlıyoruz. "Uzan" bir türev mi bilmiyo- 
rum; ancak aynı sözcüğün İbranîce'de "oz" olarak yazılıp okunduğu- 
nu biliyoruz. Bu sözcükle yapılan "Migdal Oz" bilinen bir tamlamadır; 
çünkü Köprülü Ahmed Paşa, Osmanlı düzeninde isyan etmiş sayılan 
Sabetay'ın başını vurdurmayıp zindana atmakla birlikte hemen rahat 
bir bölmeye geçirilmesine izin veriyor ve buraya, Sabetay Sevi taraf- 
tarlarım kabul edecek konfora kavuştuğu için "kuvvet kalesi" anla- 
mında "Migdal Oz" deniyor; "Oz" daha yaygındır. "Oz" dilimizde ge- 
nellikle "öz" olarak biliniyor ve tek başına soyadı olabiliyor veya so- 
yadma giriyor, "Özerman" soyadım biliyoruz. (Yalçın Küçük, Tekelis- 
tan, 2002, s. 58) 



Evliyazadeler, Mustafa Kemal'e artık mesafeli davranıyorlardı. 
Evliyazade Refik Efendinin belediye başkanlığını istememesi; 
Doktor Nâzım'ın idamını istemesi nedeniyle Mustafa Kemal'e so- 
ğuktular. 

Örneğin... 

Bir gün İzmir'de Giraudların yatında ilginç bir olay meydana 
geldi. Alman film yıldızı Marlene Dietrich'e benzeyen genç kıza 
Mustafa Kemal, "Siz kimin kızısınız?" diye sordu. Yanıtı duyunca 
kısa bir şaşkınlık yaşadı. Genç kız, biraz da sesini yükselterek, 
"Astırdığınız Doktor Nâzım'ın kızı" dedi. Bu hiç beklenmeyen ya- 
nıt yatta herkesi şoke etti. Doktor Nâzım'ın kızı Sevinç apar topar 
bir kamaraya gönderildi. Mustafa Kemal hüzünle nmişti... 

Tekrar soyadı meselesine dönelim... 

Naciye Hanım eşinin soyadını aldı: "Yemişçizade", "Yemişçibaşı" 
oldu. 

Artık hayatta olmayan Gülsüm Hamm'ın gelin gittiği Giridîza- 
delerin bir bölümü "Akça" diğer bir bölümü ise "Karaosmanoğlu" 
soyadını aldı. 

Gülsüm'ün tek oğlu Giridîzade Kemal, Evliyazade Refik Efen- 
di'ye "Evliyazade" soyadını almak için ricada bulundu. Kabul 
edildi. "Giridîzade Kemal", "Kemal Evliyazade" oldu! 

Burada yine acı bir ayrıntı yazmak zorundayım. O günlerde Re- 
fik Evliyazade'nin evinde sadece kızı, Doktor Nâzım'ın eşi Beria 
sinir hastası değildi. Kemal Evliyazade de, Beria kadar olmasa 
da, akıl hastasıydı! Konağın alt katında yıllarca tek başına bir ha- 
yat süren Kemal Evliyazade uzun bir yaşam sürdü... 

Evliyazade soyunu sürdüren Refik Efendi artık "Refik Evliya- 
zade" olmuştu! 

"Bey" ve "efendi" ayırımı artık tarihe karışmıştı!.. 



Evliyazadeler soyadı olarak "Evliyazade'yi seçti. 

Bu istisnaydı; "zade'yle biten unvanlar çoğunlukla "oğlu" ekini 
aldı. Ancak Mustafa Kemal, İzmirli Evliyazade ailesine "zade'li 
soyadı kullanma izni verdi! Niye onlara böyle bir ayrıcalık tanın- 
dığı bilinmiyor... 



7. Dr. Behçet Uz Tıbbiye'yi bitirdikten sonra İzmir Memleket Hastanesi'nde çalıştı. 
1932-1939 arası İzmir Belediye başkanlığı yaptı; 1939,1943 ve 1946 seçimlerinde De- 
nizli milletvekilli seçildi. 1942-1943 yıllarında Ticaret bakanlığı, 1946-1948 yılla 




On yedinci bölüm 
30 ağustos 1934, İstanbul 



Davetiyeyi Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği 1 dağıttı: "Ha- 
riciye vekilinin kerimesi Emel Hanım ile sefaret kâtiplerinden Fa- 
tin Rüşdü Bey'in evlenmeleri münasebetiyle ağustos ayının 
30'uncu perşembe günü saat 22.00'de Dolmabahçe Cumhuriyet 
Sarayı Muayede Salonunda yapılacak kabul törenini onurlandır- 
manızı arz ederiz." 

Dışişleri Bakanı Dr. Tevfık Rüşdü Aras'ın kızı Emel ile Dışişle- 
ri Bakanlığı meslek memuru Fatin Rüşdü Zorlunun düğününün 
onur konuğu Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk'tü. 

Evliyazadeler yıllar sonra ilk kez bir düğünle yine yan yana gel- 
mişlerdi. Zaman, Dr. Tevfık Rüşdü Aras'a duyulan kızgınlıkları 
azaltmıştı. 

Ancak yine de gelinin dedesi Refik Evliyazade, Cumhurbaşka- 
nı Mustafa Kemal'le sadece tokalaşmış, sohbet etmemişti. Refik 
Evliyazade yaşamı boyunca Mustafa Kemal hakkında ne olumlu 
ne de olumsuz söz sarf etmeyecekti... 

Mustafa Kemal düğünü, gelin Emel Aras'la dans ederek başlattı... 

Genç çiftin bir yıl önce yapılan nişanı, 29 ekim 1933 tarihine, 
yani Cumhuriyet Bayramına tesadüf ettirilmişti. Ankara Palas'ta- 
ki törende yine Atatürk bulunmuş ve yüzükleri takmıştı. Hatta 
yüzük takma töreni biraz da sorunlu geçmişti: Fatin Rüşdü Zorlu 
nişan yüzüklerini evde unutunca, davetliler arasından iki yüzük 
bulunup nişanlıların parmaklarına geçirilivermişti. 

Nişan töreninde Cumhurbaşkanı Atatürk Emel Aras'a altın bir 
iğne takmıştı. Düğündeki hediyesi ise sade bir broştu. 

Atatürk'ün hem nişanda hem de düğünde bulunmasının nede- 
ni, Dışişleri Bakanı Dr. Tevfık Rüşdü Aras'a ve ailesine çok yakın 

I. O dönemdeki adı "Riyaseticumhur Umumî Kâtipliği"ydi. 



365 



olmasıydı. Bu öylesine bir yakınlıktı ki, Dr. Tevfık Rüşdü Araş, kı- 
zını evlendirmek için Atatürk'ten izin almıştı. Tabiî Atatürk'ün da- 
madı beğenmesi gerekiyordu ki, o da kolaylıkla halledilmişti. 

Mustafa Kemal evliliğe hemen onay vermişti; ama Emel Aras'ı 
ikna etmek zor olmuştu... 

Düğüne dönmeden önce, iki gencin evlenmelerine neden olan 
olayları anlatmak gerekiyor: 

Her şey bir yıl önce Ankara'da Almanya Büyükelçiliğinin ver- 
diği bir resepsiyonda başladı. Dışşileri Bakanı Dr. Tevfık Rüşdü 
Aras'ın eşi Evliyazade Makbule Hamm'm dikkatini, "görgüsü art- 
sın" diye bu tip davetlere gönderilen genç diplomat adaylarından 
biri çekti. Fırsat yaratıp yanına gitti. Sohbet etti. 

Makbule Hanım kararını o günkü davette verdi. Kızını bu genç 
diplomatla evlendirecekti! 

Araştırdı ve damat adayının adının Fatin Rüşdü Zorlu olduğu- 
nu öğrendi. 

Makbule Hanım niyetini, Ankara'daki en yakın dostu Mustafa 
Atıf Bayındır'ın eşi Ruhiye Hanım'a anlattı. 

Makbule Hanım ile Ruhiye Bayındır dost olmalarının yanında, 
akrabaydı. Mustafa Atıf Bayındır Rodoslu'ydu ve Dr. Tevfık Rüş- 
dü Aras'ın babası Hacı Rüşdü Paşanın kardeşinin oğluydu. Yani 
Dr. Tevfık Rüşdü ile Mustafa Atıf amcazadeydi. 

Tarım Bakanlığı Müsteşarı Mustafa Atıf Bayındır, amcazadesi 
Dr. Tevfık Rüşdü Araş sayesinde İstanbul milletvekili olarak 
TBMM'ye girmişti, ama bu siyasete ilk adım atışı değildi. Osman- 
lı Meclisi Mebusam üyeliği yapmıştı. 2 

Ankara'da yeni yeni oluşmaya başlayan sosyetenin bu iki önem- 
li hanımefendisi Evliyazade Makbule Hanım ile Ruhiye Hanım, da- 
mat adayını sorup soruşturmaya başladılar. Onlara bu konuda en 
çok yardımı Ruhiye Hamm'm yeğeni Sabri Bayındır yaptı. 

Sabri Bayındır, Fatin Rüşdü Zorlunun yakın arkadaşıydı. Pa- 
ris'te başlayan okul arkadaşlıkları kısa zamanda dostluğa dönüş- 
müştü. 

Bir anekdot daha vereyim: Sabri Bayındır, 1926'daki îzmir Su- 
ikastı'na adı karışıp idam edilen eski Maarif nazın Ahmed Şük- 
rü'nün oğluydu! 

Yani Dışişleri Bakanı Dr. Tevfık Rüşdü Araş, 1926 idamlarında 
sadece bacanağı Doktor Nâzım'] değil, amcazadelerinden Ahmed 
Şükrü'yü de kaybetmişti!.. 



2. Mustafa Atıf-Ruhiye Bayındır çiftinin üç kızı vardı. Atıfa Hanım, DP Milletvekili Hu- 



366 



Bir ayrıntı daha vereyim: Sabri Bayındır, Doktor Nâzım'in kızı 
Sevince âşıktı. Onunla evlenmeyi çok istedi. Ancak bu isteği tüm 
çabasına rağmen gerçekleşmedi. Sevinç'ten umudunu kesen Sab- 
ri Bayındır, Mısır Sarayından bir prensesle evlendi ve "Prens 
Sabri" unvanını aldı... 

"Prens Sabri" Evliyazade ailesinin en yakın dostlarından biriy- 
di. Ailenin neşe kaynağıydı. 

Bu bilgilerden sonra dönelim "çöpçatanlık" meselesine... 

Sabri Bayındır, yengesi Makbule Aras'ın düşüncesini arkadaşı 
Fatin Rüşdü Zorluya açıkladı. Fatin gülümseme kle yetindi ve ko- 
nuyu hemen İstanbul'da yaşayan annesi Güzide Hanıma açtı. Gü- 
zide Hanım önce şaşırdı; çünkü oğlunu dönemin içişleri bakanı 
Şükrü Kaya'mn kızı Bisan'la evlendirmeyi düşünüyordu. 3 Güzide 
Hanım "oğluna talip olan" aileyi onun geleceği için iyi bir fırsat 
olarak değerlendirdi. Oğluna evlenmesi için izin verdi, hatta biraz 
da teşvik etti. 

Erkek evindeki gelişmeler olumlu gözükürken, kız tarafında 
kafalar karışıktı. Emel Araş, Fatin Rüşdü Zorluyu uzaktan tanı- 
yordu. Ve onunla evlenmek istemiyordu. Nedenini son derece 
açık ortaya koydu: Fatin yakışıklı, hırslı ve iddialı bir gençti. Et- 
rafında çok kadın olabilirdi. Bunlarla uğraşmak istemiyordu! Ay- 
rıca Fatin'in, Dışişleri bakarımın kızı olduğu için kendisiyle evlen- 
diğini düşünüyordu. 

Tüm Evliyazade kızları gibi, İngilizce ve Fransızca bilen Emel 
Aras'ı ikna etmek kolay olmadı. Makbule Hanım kızının en yakın 
arkadaşlarını devreye soktu. 

Emel Aras'ın Ankara'da en yakın arkadaşları Numan Mene- 
mencioğlu'nun yeğenleri Nevin ve Berin'di. Tüm dertlerini onlar- 
la paylaşırdı. O günlerde günde iki saat bu evlilik konusunu tele- 
fonda konuştukları oluyordu. 

Sonunda bir iki ev partisinde yan yana gelen Fatin ile Emel bir- 
birlerine ısındılar. Bu gelişmede Fatin Rüşdü Zorlunun nükteli 
sözlerinin de hayli payı oldu. Evlenmeye karar verdiler. 

Soru: Dışişleri Bakanı Dr. Tevfık Rüşdü Araş dönemin en güçlü 
isimlerinden biriydi. Atatürk'ün en yakın arkadaşıydı. Araslar, tek 
evlattan Emel'i, daha mesleğinin başında olan Fatin Rüşdü Zorluya 
vermek için neden ısrarcı oldu? Tek neden olarak, Fatin Rüşdü Zor- 
lu'nun yakışıklı olduğunun söylenmesi size inandırıcı geliyor mu? 

Bu evlilikte de bir sır var mı ? 



3. Bisan Kaya, diplomat Namık Kemal'in torununun oğlu ilhan Savut'la evlendi. 17 şu- 



367 



Zorlu ailesini yıkan intihar 

Evliliğe uzanan gelişmeleri aktardıktan sonra, şimdi biraz da 
Zorlu ailesini yakından tanıyalım. 

Fatin Rüşdü Zorluyu son olarak kırk günlük bebekken ailesiy- 
le birlikte Midilli'ye sürgüne gittiği sırada bırakmıştık. 

Rus İbrahim Paşa'nm oğlu, II. Abdülhamid'in yaveri Rüşdü Pa- 
şa, bir yıl sonra eşi Güzide ve oğlu Fatin'le birlikte sürgünden dön- 
dü. Ama Rüşdü Paşa bir daha asker ocağına adım atmadı. 

Güzide Hanıma babası Hüseyin Rıfkı Paşa'dan yüklüce miras 
kalmıştı. Bu mirasın bir bölümüyle İstanbul Suadiye'de büyük 
toprak parçası aldılar. Rüşdü Paşa at çiftliği kurmak istedi ama 
ömrü yetmedi, 1916'da vefat etti. 

Evin geçimi, çocukların geleceği Güzide Hanım' in omuzlarına 
kaldı. Ailesi zengin olduğu için yoksulluk çekmedi. 

Kocasının ölümü değil ama Paris'ten aldığı bir haber Güzide 
Hanım'ı uzun süre kendine getiremedi. Paris'te okuyan oğlu Ef- 
dal karşılıksız bir aşkın kurbanı olmuş ve şakağına dayadığı ta- 
bancasıyla intihar etmişti! 

Güzide Hanım'ın bu ilk evlat acısı değildi... 

Oğlu Ender minik yaşında kuşpalazından ölmüştü. Diğer oğlu İs- 
mail Nejad ise Galatasaray'da okurken menenjit olup hayata veda 
etmişti. Ve şimdi de Efdal kendi elleriyle yaşamına son vermişti... 

Hayatta iki oğlu kalmıştı: Rıfkı Zorlu ve Fatin Rüşdü Zorlu! 

İkisi de Dışişleri Bakanlığında çalışıyordu. 

İkisi de Galatasaray mezunuydu. 

Fatin Rüşdü Dışişlerine annesinin zoruyla girmişti... 

Üç ağabeyi gibi altı yaşında Galatasaray'a kaydedildi. Okul nu- 
marası 64'tü. Yatılıydı. 

Cılızlığı, yüzünün renginin solukluğu, avurtlarının çöküklüğü ve 
kemerli burnuyla pek dikkati çeken bir öğrenci değildi. 

Mahcup, sıkılgan, içine kapanık, az konuşan, yaramazlık yapma- 
yan ve arkadaş edinmekte zorlanan bir öğrenciydi. Settar İlksel, Sa- 
di Kavur, Muharrem Nuri Birg'i, Nurettin Vergin 4 ilk arkadaşlarıydı. 

Fransızcası iyiydi; bunun nedeni Fransızca'yı küçücük bir ço- 
cukken dadısından öğrenmiş olmasıydı. 



4. Bazı kitaplarda Büyükelçi Nurettin Vergin, Türkiye'nin en tanınmış siyaset sosyolo- 
gu Prof. Nur Vergin'in babası olarak yazılmaktadır. Doğrudur. Ancak üvey babasıdır. 
Prof. Nur Vergin'in babası Atatürk'ün çocukluk arkadaşı Nuri Conker'in oğlu 1912 Se- 
lanik doğumlu Mahmut Conker'dir. Diplomat Mahmut Conker istanbul Park Otel'den 
atlayarak intihar edince Müşerref Hanım ikinci evliliğini Büyükelçi Nurettin Vergin'le 



Küçük bir kusuru vardı: "r" harfim telaffuz edemiyordu. 

Sporda hayli başarılıydı... Gençlerde, Türkiye eskrim birincili- 
ği vardı. 

İyi yüzücüydü. Güzide Hanım yaz aylarında Büyükada'da köşk 
kiralıyordu. Fatin gün boyu denizden çıkmazdı. İyi yüzmesi ona 
sosyalleşmeyi de sağlamıştı. Rum ve Yahudi kızlar oldukça iyi yü- 
zen Fatin Rüşdü'ye yakınlık göstermeye başlamışlardı. Onun 
gönlü ise Suphi Ziya Bey'in kızı Mihriman'daydı!.. 

1926-1927 döneminde Galatasaray'dan mezun oldu. 

Ailenin diş doktoru Yahudi Sami Günzberg'e hayrandı. Bu hay- 
ranlık sonucu önce diş doktoru olmayı düşündü. Bu nedenle öğ- 
renimini Amerika Birleşik Devletlerinde sürdürmeye karar ver- 
di. Ama her kritik kararında olduğu gibi Güzide Hanım hemen 
devreye girdi ve oğlunu bu kararından vazgeçirdi. 

Güzide Hanım tıpkı ağabeyi gibi Fatin'in de diplomat olmasını 
istiyordu. Büyük oğlu Rıfkı Zorlu, o yıl Fransa'nın Grenoble şeh- 
rinde siyasal bilgiler okumuş ve ardından sınavı vererek Dışişle- 
ri Bakanlığına girmişti. 

Güzide Hanım, çocuklarının "rotasını" çizmişti: Fatin Rüşdü de 
Dışişleri Bakanlığına girecek ve diplomat olacaktı! 

Öyle de oldu. O da Paris'e gitti, önce siyasal bilgiler okudu. 

Ama ağabeyi gibi derslerinde pek başarılı değildi. Nurettin Ver- 
gin ve Muharrem Nuri Birgi'yle aynı evde kalıyor ve bol bol gezi- 
yordu. Paris gece hayatı, derslerinde başarılı olmasını etkiledi. 
Ancak, zorlukla da olsa okulu bitirdi. Ardından Muharrem Nuri 
Birgi'yle birlikte Cenevre'ye hukuk okumaya gitti. 

Fatin Rüşdü Zorlu, okulu bitirip Türkiye'ye dönünce 21 kasım 
1932'de görev almak için Dışişleri Bakanlığına başvurdu. Kabul 
edildi, sınavları başarıyla verdi. İlk görevi Siyasî İşler Dairesinin 
Birinci Şube'sinde kâtiplik oldu. 

Bedirhanlarla akraba 



Bir ayrıntı daha yazmama izin verin: 

Aile neden "Zorlu" soyadını almıştı ? 

Fatin Rüşdü Zorlunun dedesi Rus İbrahim Paşa Osmanlı'ya sı- 
ğınınca Yusufelili Zor Derebeyi Ali Paşa'mn kızıyla evlendirildi. 
Zor Ali Paşa da tıpkı Rus İbrahim Paşa gibi sonradan Müslüman- 
lığı seçmişti. 

Parantez: Fatin Rüşdü Zorlunun Bedirhan aşiretinin akrabası 
olduğu bazı yayın organlarında yazılmıştır. Doğrudur. Bu akraba- 



lığın kökeni şudur: Rus İbrahim Paşa'mn kayınpederi Zor Dere- 
beyi Ali Paşa'mn eşi Bedirhanlann kızıdır. Yani Rus İbrahim Pa- 
şa'nın kayınvalidesi Bedirhanlardandır. 

Ayrıca Rus İbrahim Paşa, oğlu Ömer'i de, Bedirhanlann kızı 
Belkıs Hanımla evlendirdi. Yani Fatin Rüşdü'nün amcası da Be- 
dirhanlann kızıyla evlidir. 

Bu evlilikten üç kız doğdu: Celile, Mevhibe ve Perihan. 

İlginçtir üçü de kocalanna "Zorlu" soyadını kabul ettirdiler! 

Celile 5 -Muzaffer Zorlu çiftinin kızı Semiramis Zorlu dünyaca 
ünlü bir heykeltıraştır. 6 

Bu kadar bilgi "bombardumam altında" biz tekrar Emel Aras- 
Fatin Rüşdü Zorlu çiftinin, 30 ağustostaki düğününe dönelim 

İki aile tam kadro düğündeydi. Erkeklerin tümü frak, kadınlar 
ise siyah gece elbisesi giymişti. 

Güzide Hanım gelinine kıymetli taşlarla süslü büyük bir broş 
hediye etti. Ancak broş o kadar ağırdı ki gelinin elbisesini yırttı! 
Emel Hanım bu değerli hediyeyi ömür boyu takamadı ve hep 
evinde saklamak zorunda kaldı. 

II. Mahmud zamanı yadigân altın kaplama tabak ve çatal takımla- 
nnın sıralandığı, çiçeklerle süslü, bir baştan bir başa uzanan bir büfe. 
İki köşede iki ayrı caz. İstanbul'un en seçkin kişileri ile İstanbul'da 
bulunan kalburüstü Ankaralılardan oluşma bir çağrılı kalabalığı. 

Vakit ilerliyor. Başlar dumanlı. Çağrılılardan tanıştırıldığım bir ha- 
nımla dans ettik. Biraz hava almak için nhtımda dolaşmak üzere bah- 
çeye çıkacağız. Dışarki salonda kulak kesilmiş bir grup görerek, dur- 
duk. İçlerinde Moskova Büyükelçisi Vâsıf Beyi (Çınar) seçebiliyo- 
rum. Ortada Yahya Kemal (Beyatlı), çevresini saran hayranlarına şiir 
söylüyor: "Bin atlı... akınlarda... çocuklaaar... gibi şendik... "Ağır, bari- 
ton sesle, kimi heceleri, üzerinde özellikle durup uzatarak. Ünlü oza- 
nı ilk kez dinliyorum. (Haldun Derin, Çankaya Özel Kalemini Anım- 
sarken, 1995, s. 78) 



5. Dünyanın en büyük deniz kabuğu koleksiyonunun sahibi Celile Zorlu 'ydu. Bu kolek- 
siyonu yeğeni Aslan Yener'e bıraktı. O da Beykoz Su Ürünleri Müzesi'ne bağışladı. 

6. Bedirhanlann Kürt olduğunu bilirdik. Son yıllarda başta Prof. Yalçın Küçük olmak üze- 
re bazı araştırmacılar ailenin Yahudi kökenli olduğunu iddia etmektedir. Bedirhanlar ara- 
sında çok sayıda ünlü sima vardır: Rauf Orbay'ın kız kardeşi Melike Hanım bu aileye gelin 
gitmiştir. Melike Hanım'ın kızı ise ünlü senarist-AtıfYılmaz Batıbeki'nin eski eşi-Ayşe Şa- 
sa'dır. Yahudi bakıcının elinde büyüyen, Arnavut köy Ameri kan Kız Koleji mezunu Ayşe Şa- 
şa, bugün "çileli hayatına son verip" kapanmış ve Nakşibendî şeyhi Prof. Esat Coşan'ın 
"müridi" olmuştur. Atatürk'ün Milli Eğitim bakanı Vâsıf Çınar, Türkçe ibadet kitabını yazan 
tarihçi Cemal Kutay (kızı Süreyya inci tanınmış Yahudi fotoğraf sanatçısı Moris Maçoro'yla 
evlidir), Dışişleri Bakanı Emre Gönensay, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın başdanışma- 
nı Cüneyt Zapsu, yazar Musa An ter ve yazar Cenab Şahabeddin bu aileye mensuDtur. 



Geceyarısından sonra Atatürk salonun ortasına geldi. Konuk- 
lar hemen etrafını çevirdi. Bir kadın bağırarak şiir okumaya baş- 
ladı. Ama şiirin uzunluğu Atatürk'ü sıktı. Devreye hemen Fatin 
Rüşdü Zorlu'nun akrabası, Moskova Büyükelçisi Vâsıf Çınar gi- 
rip, kadını uzaklaştırdı. Atatürk, İktisat Bakam Celal Bayar'ı yanı- 
na çağırdı, Türkiye ekonomisiyle ilgili birkaç soru sordu. Celal 
Bayar ceketinin cebinden hiç eksik etmediği siyah kaplı defteri- 
ne bakarak sorulan tek tek yanıtladı. Terledi. 7 

Bir dönem omuz omuza çalışacak, Celal Bayar, Adnan Mende- 
res ve Fatin Rüşdü Zorlu kim bilir belki de ilk kez bu düğünde 
yan yana gelmişlerdi!.. 

Atatürk düğüne ağırlığını koydu. 

Düğünün sonuna doğru davetliler hep birlikte "Dağ başını du- 
man almış" diye başlayan "Gençlik Marşı"nı söylediler. 8 

Finali Deniz Kızı Eftalya yaptı: "Yalova'nın şen bülbülü..." 

Önce "içgüveysi" oldu 

Fatin Rüşdü Zorlu belki de ilk o gece, nasıl bir aileye damat ol- 
duğunu yakından gördü... 

Kendisini nasıl bir geleceğin beklediğine ilk o gece şahit oldu. 
Dışişlerinin sıradan bir memuru birdenbire üst düzey siyasetçile- 
rin ve bürokratların saygı gösterdiği biri oluvermişti. 

Çevresi değişecekti. Atatürk'ün Çankaya Köşkünde sık sık gö- 
rülmeye başlanacak, bakanlarla arkadaşlık kuracak ve büyükelçi 
davetlerinin vazgeçilmez isimlerinden biri olacaktı... 

Evliliğinin ilk günlerinde eşiyle birlikte kayınpederinin Dışişle- 
ri Konutu'nda kaldılar. Ancak annesi Güzide Zorlu bu durumdan 
rahatsızdı. Oğluna hemen Bahçelievler semtinde müstakil bir 
bahçeli ev aldı. Oğluna "içgüveysi" denilsin istemiyordu. Biliyor- 
du ki eşine yıllarca böyle bakılmıştı ve Rüşdü Paşa dışan vurma- 
sa da, bu duruma hep üzülmüştü. 

Fatin Rüşdü Zorlu 1934-1935 döneminde askerlik görevini Ha- 
hcıoğlu İhtiyat Zabit Okulu ve Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayı 
Süvari Bölüğünde yaptı. 30 ekim 1935'te terhis olunca, Dışişleri 



7. Celal Bayar o tarihlerde, Türk bayrağındaki ay-yıldızt Şarklılığın, geriliğin belirtisi ola- 
rak görüp, "Partinin altı okunu miltî bayrağımız yapalım" diyecek kadar ilericiydi! (Be- 
dii Faik, Matbuat Basın derkeen... Medya, 2002, c. 3, s. 140) 

8. Aradan bunca yıl geçmesine rağmen bugün bile coşkuyla söylediğimiz "Gençlik Mar- 
şıYıın müziği bir isviçre okul şarkısından alınmadır. Söz yazan ise şair Ali Ulvi Elöve'dir. 
Mustafa Kemal'le aynı yerde (Selanik) ve aynı yıl (1881) doğan Ali Ulvi, 15 ağustos 
I975'te vefat etmiştir. Üsküdar Bülbülderesi Mezarlığındaki aile mezarlığına defnedil- 
mistir. 



371 



Bakanlığı Siyasî Dairesindeki görevine döndü. Bir yıl sonra hu- 
kuk müşaviri muavini oldu. 

Ve Dışişleri kariyerindeki en önemli görevini 22 haziran- 
20 temmuz 1936 tarihleri arasında İsviçre'de Montreux Sözleşme- 
si görüşmelerine katılarak yaptı. 

Boğazlarla ilgili kararların alınacağı bu önemli görüşmelerde 
Türkiye'yi, Dışişleri Bakanı Dr. Tevfık Rüşdü Araş başkanlığında- 
ki heyet temsil etti. Heyet kalabalıktı: Londra Büyükelçisi Ali Fet- 
hi Okyar, Paris Büyükelçisi Suat Davas, Dışişleri Genel Sekreteri 
Numan Menemene ioğlu, Genelkurmay İkinci Başkanı Korgeneral 
Asım Gündüz, Milletler Cemiyetinde Türkiye daimî temsilcisi Si- 
vas Milletvekili Necmeddin Sadak, Roma Büyükelçiliği Deniz 
Ataşesi Binbaşı Fahri Korutürk. Heyetin genel sekreteri Cevad 
Açıkahn. 9 Fatin Rüşdü Zorlu'nun heyetteki unvanı ise, "büyükel- 
çilik sekreteri'ydi. 

Lozan'dan sonra en önemli sınav Montreux'de verilecekti. 

Türkiye, Çanakkale ve İstanbul boğazlarının denetimini "Bo- 
ğazlar Komisyonu'ndan alınıp kendisine verilmesini ve Marma- 
ra ile Ege Denizindeki adaların silahlardan arındırılmasını isti- 
yordu. 

20 temmuzda görüşmeler bittiğinde başta Ankara olmak üzere 
Türkiye'de bayram havası esti. İsteklerin hemen hepsi kabul edil- 
mişti. 

Dışişleri Bakanı Dr. Araş tüm heyet üyelerini takdirnameyle 
ödüllendirdi. 

Kendisine ve damadı Fatin Rüşdü Zorluya en büyük hediyeyi 
kızı Emel verdi. Montreux görüşmeleri sırasında İsviçre'nin Le- 
man Gölü kenarındaki küçük bir kasabada doğum yaptı. 

Bir kız çocukları olmuştu. 

Söylenenlere göre Dışişleri Bakanı Dr. Araş, Montreux görüş- 
melerindeki diplomatik zaferi simgelesin diye torununa "Sevin" 
adını verdi! 

Sevinç... Sevin... Sevim... 

İsterseniz biraz Evliyazade ailesine dönelim. 
Ama önce sır çözmeye yarayan sorular... 

Dr. Araş'in torununa "Sevin" adını vermesiyle, Doktor Nâzım'in 
kızına "Sevinç" adının koyması arasında bir ilişki var mıdır? 



9. Cevad Açıkahn Atatürk'ün eşi Latife Hanım'ın küçük kardeşi Uşakîzade Rukiye Ha- 
nımla evliydi. 



Birkaç yıl sonra Refik Evliyazade Nejad'dan sonra diğer oğlu 
Ahmed'i de evlendirdi. Gelininin adı "Sevim"di. 

Sevinç... Sevin... Sevim!.. 

Tesadüf mü? 

"Sabetay Sevi" ismiyle bir ilgi kurulması çok mu abartılı olur? 

Neyse... 

Yeri gelmişken Evliyazadelerin bir oğlundan bahsedelim: 

Ahmed Evliyazade'nin eşi Sevimin annesinin adı Nefise Sami- 
ye, babasının ise Zühtü Bey' di. Annesi ikinci evliliğini ünlü jine- 
kolog doktor Mahmut Bayata'yla yapmıştı. Sevim ile Ahmed ara- 
sında on beş-yirmi yaş farkı vardı. 

Ahmed Evliyazade 1903 doğumluydu. İzmir Kızılçullu Ameri- 
kan Koleji ve Paris Sorbonne mezunuydu. Yedi dil biliyordu. 
Eniştesi Dr. Tevfik Rüşdü Araş'in zorlamasıyla Dışişleri Bakanlı- 
ğı'na girmişti. Şair Yahya Kemal'in elçi olarak bulunduğu Mad- 
rid'de, o da kâtip düzeyinde görevliydi. 1 ° 

Her Evliyazade erkeği gibi çapkındı! Adı ispanya Kraliyet aile- 
sinin kızlarıyla aşk söylentilerine kanşınca, Türk Dışişleri, Ah- 
med Evliyazade'yi apar topar Meksika'ya atadı! Bir dönem Al- 
manya'da da görev yaptıktan sonra mesleği bıraktı. İzmir'e dö- 
nüp önce kız kardeşi Bihin'in eşi Sadullah Birsel'le tütün işine 
girdi. Sonra Efes Oteli karşısında (bugün Kordon İş Hanı'nm bu- 
lunduğu yerde) benzin istasyonu işletti. Bu benzin istasyonunun 
müdürü ise, halası Gülsüm'ün damadı Mihrî Dülgerdi. 

Sevim'i, kendinden yaşça çok büyük Ahmed Evliyazade 'yle ev- 
lenmeye Doktor Nâzım'ın kızı Sevinç Hanım ikna etmişti. 

Sevim-Ahmed Evliyazade çiftinin çocukları Ata Refik Evliyaza- 
de anlatıyor: 

Anneannem Nefise Hanım, Doktor Nâzım'ın yakın akrabasıydı. Yani 
Sevinç Teyze ile annem Sevim akrabaydı. Ama sormayın, nereden nasıl 
bağlan vardı, bilmiyorum. Ama anneannemin, Doktor Nâzım'dan "da- 
yım" diye bahsettiğini biliyorum. Anneannemin Selanik'te Atatürk'ün 
annesi Zübeyde Hanımla aynı mahalleden, hatta kapı komşusu olduğu- 
nu biliyoruz. Aynca Süreyya İlmen de yine akrabamız oluyor. 

Ata Refik'in "akrabamız" dediği Süreyya İlmen'in annesi Uşakî- 
zadelerin kızı Adviye Hanım'dı. Babası II. Abdülhamid'in son se- 
raskeri (Millî Savunma bakanı) Mehmed Rıza Paşaydı. 



10. Yahya Kemal, Dr. Tevfik Rüşdü Aras'tan nefret etmesine rağmen Evliyazadelerin 
oğlu Ahmed Evliyazade ve damatları Sadullah Birselle dostluğunu ölene kadar sürdürdü. 



373 



Süreyya İlmen, Cumhuriyetin ilk yıllarının moda merkezleri 
Süreyya Sineması ve Süreyya Plajlan'nın sahibiydi. 1927-1930 yıl- 
lan arasında CHP milletvekilliği yaptı. Serbest Cumhuriyet Fırka- 
sı'nın kuruculanndandı. İstanbul Balat'ta devlet desteği olmadan 
kurulan ilk mensucat fabrikasının da sahibiydi. 

Süreyya İlmen'in oğlu Hayri İlmen, Uşakîzadeler'in kızı -aynı 
zamanda kuzeni- Vecihe'yle evlendi. Vecihe, Mustafa Kemal'le 
evlenen Uşakîzade Latifenin kız kardeşiydi. 

Uzatıyorum ama akrabalık bağlarının nerelere kadar gittiğini 
göstermek istiyorum: 

Hayri İlmen- Vecihe Hanım çiftinin kızları Erdem, İsmet İnö- 
nü'nün kardeşi Rızanın oğlu Mutlu Temelliyle evlendi. 

Yani Uşakîzadeler sadece Atatürk'le değil, zamanla İsmet İnö- 
nü'yle de akraba olmuşlardı! 

Bitmedi. Erdem (İlmen)-Mutlu Temelli çiftinin kızları, Cum- 
hurbaşkanı Fahri Korutürk'ün eşi Emel Hanım'ın yeğeni Ömer 
Aral'la evlendi. 

Bitirelim, yoksa böyle gidersek bütün cumhurbaşkanlarını ak- 
raba çıkaracağız!.. 

Ahmed-Sevim Evliyazade'nin tek çocukları Ata Refik, ilk evlili- 
ğini Leyla Hanım'la yaptı. Kerem adlı çocukları oldu. Ata Bey, 
ikinci evliliğini İzmir'in tanınmış ailelerinden Fetvacıların kızı 
Esin'le yaptı. Esin Hanım'ın dedesi Hacim Muhiddin Çarıklı, birin- 
ci-sekizinci dönemler arasında CHP milletvekili olarak TBMM'de 
bulundu. 

Tamam tamam... Konuyu kapatıyorum. Ama sanıyorum "derdi- 
mi" anlatabildim: hepsi akraba!.. 

Torunu Sevin'in dünyaya geldiği o günlerde Dışişleri Bakanı 
Dr. Aras'ı sevindirecek bir başka müjdeli haber İzmir'den geldi. 

Cumhuriyet Halk Fırkası Antalya Milletvekili Cemal Tunca'yla 
evli olan kız kardeşi Fahriye, oğlu Faruk Tunca'yı evlendirmişti. 
Faruk Tunca, Kapanîzade Tahir Beyin kızı "Sevim" Kapanî'yle ev- 
lenmişti. ' ' 

Sevinç, Sevin ve Sevim'den sonra aileye bir Sevim daha katıl- 
mıştı ! 

Daha önce de yazdığımız gibi Kapanîler (Kapancılar) Sabetay 
Seviye bağlı üç gruptan biriydi.' 2 



1 1. Sevim Kapanfnin iki ağabeyi de Türkiye'nin tanıdığı iki ünlü isimdi: Profesör Münci 
Kapanîve DP'nin Devlet bakanı Osman Kapanı. Atatürk'ün eski eşi Latife Hanım'ın er- 
kek kardeşi Uşakîzade Ömer de, Kapanîzade Tahir Bey'in diğer kızıyla evliydi. 

1 2. Soyadı kanunu çıkınca Kapancılar, "Kapanî," 'Kapancıoğlu", "Kapana" soyadlarını 



Refik Evliyazade'nin eşi Hacer Hanım da Kapana ailesine men- 
suptu. 

Evliyazadeler, Uşakîzadeler ve Kapanîler akrabaydı. Çocukları 
birbirlerine "şer kuzin" derlerdi. 

5 temmuz 1937'de Evliyazadelere yeni bir üye daha katıldı. 

Berin-Adnan Menderes yeni doğan çocuklarına "Mutlu" adını 
verdiler. 

Menderesler, çocuklarına "Mutlu" adını neden vermişlerdi? 
"Sevin'le aynı anlamı taşıdığı için mi? 

Naciye Hanım torunu Mutlu'nun dünyaya gelmesine çok sevin- 
di. Mutlu ikinci torunuydu. îlk göz ağrısı Yüksel'di. 

Berin Menderes annesini hep mutlu etmişti. Ama diğer çocukla- 
rı, Güzin ve Samim torun konusunda Naciye Hanım'ı üzüyorlardı. 

Güzin eşi Hamdi Dülgerle anlaşmış, çocuk istemiyordu. 

Otuz beş yaşma gelen Samim'in ise evlenmeye hiç niyeti yoktu. 

Samim'in geleceğinde iki eniştesinin büyük rolü olmuştu. 

Doktor Nâzım, Maarif nazırlığı döneminde ziraat eğitimi alması 
için Samim'i Macaristan'a göndermişti. Paris Sorbonne siyasal bi- 
limler mezunu Samim'i, diğer eniştesi Dışişleri Bakanı Dr. Tevfik 
Rüşdü Araş ise Dışişleri Bakanlığına idare memuru olarak almıştı. 

Diplomat Samim, annesinin ısrarlarına rağmen evlenmek istemi- 
yordu. Bunun nedeni olarak Samim'in Macaristan'da bir sevgilisi 
olması ve onu unutamaması gösteriliyordu. Samim, sevgilisi "Ole- 
ick'in adı yazılı künyeyi uzun yıllar bileğinden çıkarmayacaktı. 

Samim'in bir diğer özelliği ise çok iyi briç oynamasıydı. 

Briç, Evliyazadelerin tutkusuydu. İçlerinde en iyisi Doktor Nâ- 
zım'ın kızı Sevinç'ti! Usta briç oyuncuları arasında Dr. Tevfik 
Rüşdü Aras'ı da saymak gerekiyor. 

Sadece oyun masasında değil, yukarıda yazdığım gibi diploma- 
si masasından da çoğu kez başarıyla kalkan Dr. Aras'ın diploma- 
sideki basanları bazı politikacıları kıskandırmıyor da değildi. 

Montreux Konferansından memleketime döndüğüm gün Florya 
Köşkünde ziyaretine koştuğum Atatürk, beni öğle yemeğine alıkoymuş 
ve yemek sırasında iltifatlı sözlerini şu cümleyle bitirmişti: "Dr. Tevfik 
Rüşdü, yeni yeni muvaffakiyetler için acele etme. Kıskançlıktan kafam 
koparacaklar ama, ben hayatta oldukça hiçbir şeyden endişe etme !" 
(Dr. Tevfik Rüşdü Araş, Görüşlerim, 1968, s.l) 



Atatürk'ün Ankara'da en sık misafirliğe gittiği yerlerin başında 
Dr. Aras'ın evi geliyordu. Ve evde her şeye kanşıyordu. Örneğin 



375 



Sevin Zorlunun saçı mı uzatılmış, hemen müdahale ediyordu: 
"Kısa, kâküllü kesilecek!" Atatürk uzun saçı hiç sevmiyordu! 

Dr. Aras- İsmet Paşa kavgası 

Türkiye'nin ekonomik ve siyasal bağımsızlığından ödün veril- 
meyen yıllardı o dönem. 

Dünün en büyük iki düşmanı, Yunanistan ve Rusya (SSCB), 
Türkiye'nin en büyük dostuydu. 

Türkiye, Milletler (Birleşmiş Milletler) Cemiyetine girmeye 
çok istekliydi. Ama başvurarak değil, davetle katılmayı uygun bu- 
luyordu. Nitekim öyle de oldu. Ancak yine de şart koymuştu: 
"Dostumuz Sovyetler Birliğine karşı haklı görmeyeceğimiz her- 
hangi bir tedbire katılmak zorunda değiliz." 

Ve çok geçmeden Türkiye, Sovyetler Birliğinin Milletler Cemi- 
yeti'ne katılmasında başrolü oynadı. 

Türkiye saygı duyulan bir ülke olma yolunda hızla ilerliyordu. 
1937 martında Mısır'ın, Milletler Cemiyetine kabulü için toplanan 
olağanüstü oturuma Dışişleri Bakanı Dr. Araş başkanlık yaptı. 

Uluslararası siyasette giderek önemli görevler üstlenen Türki- 
ye, hep barışçıl politikaları savunuyordu. Örneğin Balkanlarda 
hiçbir devletle düşmanlığı yoktu. Oysa diğer ülkelerin aralarında 
sayısız anlaşmazlık vardı. Buna rağmen Türkiye öncülüğünde 
Balkan Paktı kuruldu. 

"Balkan Paktı kuruldu" diye sadece bir cümleyle yazıp geçiyo- 
ruz. Halbuki özellikle son yarım asırdır birbirlerinin boğazına sa- 
rılmış ülkeleri bir paktta buluşturmak hiç de kolay olmamıştı. 
Zorluğu anlatmak için bir örnek vereyim: Dışişleri Bakanı Dr. 
Tevfik Rüşdü Araş, bu birliği sağlayabilmek için Atina'da o kadar 
çok bulunuyordu ki, eşi Makbule Hanım da Atina'ya taşınmak zo- 
runda kalmıştı. Araslar Atina'da bir yıl kaldı. ' 3 

Balkan Paktının ardından benzer çalışmalar Ortadoğu için de 
yapıldı. "Sadabat Paktı" kuruldu, geliştirildi. 

Atatürk'ün Türkiye'si Üçüncü Dünya Ülkelerine örnek oluyor- 
du. Irak'ta Cumhuriyet Halk Partisini örnek alan Bağdatlı aydın- 
lar Halk Grubunu kurdular. Köklü reformları savundular, iktida- 
ra geldiler. Başbakan olan kişi Türkiye'ye yabancı değildi: Midhat 
Paşa'nın Bağdat'ta himayesine aldığı, Hareket Ordusu Komutanı 



13. Balkan Paktı'nın mimarı Dr. Tevfik Rüşdü Araş, ittihat ve Terakki Cemiyeti'nin te- 
meli sayılan "ittihadı OsmanT'yi kuran dört isimden biri olan ve daha sonraki yıllarda 
memleketi Romanya'ya dönen Dr. ibrahim Temo'nun heykelinin Bükreş Tıp Fakültesi 



ve 1913'te uğradığı suikast sonucu ölen Sadrazam Mahmud Şev- 
ket Paşa'nın kardeşi Hikmet Süleyman'dı. 

"Atatürk devrimlerini" ülkesinde gerçekleştirmeye çalışan 
Başbakan Hikmet Süleyman kısa bir zaman sonra, ingilizlerin or- 
ganize ettiği bir askerî darbeyle yıkıldı. 

1935'te Almanya'nın Versailles Antlaşmasını yırtması ve Ren 
bölgesine girmesi, ardından İtalya'nın Habeşistan'a saldırması, 
ufukta büyük bir savaşın başlayacağının deliliydi. 

Türkiye iki düşman kutbun, İngiltere -Fransa ile Sovyetler Bir- 
liği'nin yakınlaşmasında da etkin rol oynuyordu. 

Keza Montreux Sözleşmesi bu politikaların sonucunda başa- 
rıyla noktalanmıştı. 

Bütün bu açık, dürüst, tarafsız ve barışçıl dış politikanın mima- 
rı Mustafa Kemal, icracısı Dr. Tevfık Rüşdü Aras'tı. 

Ancak Dr. Aras'ın yıldızının parlaması Türkiye'nin yakın gele- 
ceğinde bir fırtınanın kopacağının da işaretiydi. 

10 eylül 1937'de İsviçre'nin Nyon kentinde yapılan toplantı, 
Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal ile Başbakan İsmet İnönü'nün 
yollarını ayırdı. 

Olay aslında son derece basitti... 

1937'de dünyanın gündeminde korsan denizaltılar olayı vardı. 
Kimliği saptanamayan denizaltılar, ticaret gemilerini vurup kaçı- 
yordu. Saldırılar Türkiye karasularında da olmaya başladı; Sovyet- 
ler Birliğinden malzeme yüklenen iki İspanyol gemisi Çanakkale 
Boğazı önünde batırıldı. Marmara Denizinde yabancı bir denizal- 
tının bulunduğu iddiası Avrupa gazetelerinde manşetlere taşındı. 
Korsan denizaltılar olayı, Sovyetler Birliği ile İtalya'yı karşı karşı 
getirdi; sert notalar verildi. Bu tartışmalar üzerine Akdeniz Konfe- 
ransı düzenlenmesi fikri ortaya atıldı. Almanya ve İtalya konferan- 
sa katılmayı reddetti. Buna rağmen Türkiye, Sovyetler Birliği, İn- 
giltere, Fransa, Mısır ve Balkan ülkeleri katılma karan aldı. 

Konferansta alınan işbirliği karan Dışişleri Bakanı Dr. Araş ile 
Başbakan İsmet İnönü'nün arasını açtı. 

Başbakan İnönü, İngiltere ve Fransa'nın Türkiye'nin başını be- 
laya sokmak için korsan denizaltılar sorununu abarttığını düşü- 
nüyor ve işbirliğinin sadece Türk karasulan içinde yapılmasını 
ileri sürüyordu. Dr. Araş (ve dolayısıyla Atatürk) açık denizlerde 
de sınırlı bir işbirliğinden yanaydı. 

Görüldüğü gibi mesele o kadar önemli değildi. Nyon Konferan- 
sı aslında son dönemde Çankaya Köşkü ile hükümet arasındaki 
görüş farklılığının somut olarak ortaya çıkmasına neden oldu. 



377 



Hatay sorununun çözümü konusunda da Atatürk ile İnönü ara- 
sında önemli yaklaşım farklılıklan vardı. Atatürk askerî müdaha- 
leyi de dışlamayan "şahin" bir diplomasiden yanayken, İnönü, 
Türkiye'yi Fransa'yla karşı karşıya getirmeyecek daha ılımlı bir 
siyaset izlenmesinden yanaydı. 

Sadece diplomaside değil, uygulanan ekonomik politikalarda 
da Mustafa Kemal ile İsmet İnönü arasında görüş farklılığı vardı. 
Örneğin, Mustafa Kemal, Başbakan İnönü'nün ekonomiye devlet 
müdahalesini genişletme eğilimini dengelemek için, özel sektöre 
yakınlığıyla bilinen Celal Bayar'ı İktisat bakanı yapmıştı. Fakat 
Başbakan İnönü, Celal Bayar'ın elini kolunu bağlıyordu. 

Uzatmayayım, sonuçta Nyon Konferansı bardağı taşırdı. Cum- 
hurbaşkanı Atatürk, Başbakan İsmet İnönü'nün istifasını istedi. 

Başbakan İnönü 20 eylül 1937'de "hastalığı nedeniyle" görevin- 
den aynldığını açıkladı. 

Gariptir, İsmet İnönü bundan önceki başbakanlıktan aynlma- 
lannda da hep "hastalığını" mazeret göstermişti. 

Ama gerçek bir hasta vardı ki, onun ömrü çok azalmıştı. 

Ve onun ölümü, Evliyazade ailesini derinden etkileyecekti... 



On sekizinci bölüm 



11 kasım 1938, Ankara 



Mustafa Kemal Atatürk'ün ölümünün üzerinden bir gün geç- 
mişti. Türkiye matemdeydi... Türkiye ağlıyordu... 

Gazi Mustafa Kemal Atatürk İstanbul'da ölmüştü. 

Ankara'da siyasî hareketlilik yaşanıyordu. 

Olağanüstü toplanan Türkiye Büyük Millet Meclisi oybirliğiyle 
ismet İnönü'yü cumhurbaşkanı seçti. 

İsmet Paşa Meclis kürsüsüne çıktığında göğsündeki İstiklal 
Madalyası ve Birinci Dünya Savaşından kalma nişanı hayli dik- 
kat çekiciydi. Türkiye Cumhuriyetinin cumhurbaşkanının göğ- 
sünde neden Osmanlı madalyası taşıdığı merak konusu oldu. 
Ama bunun nedenini kimse soramadı... 

Meclis'ten kendi evi Pembe Köşke dönen Cumhurbaşkanı İs- 
met İnönü, annesi Çevriye Temellinin odasına girip elini öptü. 

Başbakan Celal Bayar, o gün istifasını Cumhurbaşkanı İsmet 
İnönü'ye sundu. İsmet Paşa, hükümeti kurma görevini yine Celal 
Bayar'a verdi. 
Ama... 

Özel bir özel isteği vardı: Dışişleri Bakanı Dr. Tevfık Rüşdü Araş 
ile İçişleri Bakam Şükrü Kayayı yeni kabinede istemiyordu! 
Neden? 

Döneme ait tüm anı kitaplarının İsmet İnönü hakkında ortak 
bir görüşü varchr: "İsmet Paşa kincidir!" 

İsmet Paşanın, Dr. Araş ve Şükrü Kayayı kabinede görmek is- 
tememesinin haklı bir nedeni var mıydı ? 

Bu soruyu yanıtlayabilmek için birkaç ay öncesine gitmekte 
yarar var... 

Dışişleri Bakanı Dr. Tevfık Rüşdü Araş, İçişleri Bakanı Şükrü 
Kaya başta olmak üzere Atatürk'ün yakın çevresi onun vefatıyla 



379 



boşalacak Cumhurbaşkanlığı makamı için kulis faaliyetlerine gir- 
diler. Biliyorlardı ki, sık sık komaya giren Atatürk'ün kurtulma 
umudu çok azdı... 

Atatürk'ün yakın çevresinin, Çankaya Köşkü için üzerinde uz- 
laştıkları isim TBMM Başkanı Abdülhalik Renda'ydı. 

Yanya doğumlu Meclis Başkanı Abdülhalik Renda ile Şükrü 
Kaya Malta sürgününde birlikteydiler. Dosttular. 

Abdülhalik Renda'yı İstanbul'a çağırdılar. 

Renda'yı Haydarpaşa Gan'nda karşılamaya gelenler sadece 
özel isimlerdi. Birlikte Pera Palas'a gittiler. 

Dr. Araş ve Şükrü Kaya burada tekliflerini yaptılar. 

Bu özel görüşmede olduğunu söyleyen Yakub Kadri Karaosma- 
noğlu, yapılan teklifi ve Abdülhalik Renda'nın bunu duyar duy- 
maz reddettiğini, yıllar sonra İsmet İnönü'nün damadı Metin To- 
ker'e anlattı. 

Diyelim ki Yakub Kadri Karaosmanoğlu doğru söylüyor, Mec- 
lis Başkanı Renda 1 Çankaya Köşküne çıkmayı reddetti. Peki ni- 
ye? Dünürü Orgeneral İzzeddin Çalışlar, kulağına bazı bilgiler fi- 
sıldamış olabilir mi? 

Teklif Atatürk ölmeden hemen önce yapılmıştı; o günlerde İs- 
met İnönü'nün adı telaffuz bile edilmiyordu. 

Üstelik teklifi kabinenin iki önemli bakanı getirmişti. 

TBMM Başkanı Renda teklifi neden reddetmişti? 

Bilinmiyor! 

Devam edelim, belki yanıtı bulabiliriz. 

Yazılanlara bakılırsa Dr. Araş ve Şükrü Kayanın başını çektiği 
grup, Celal Bayar'a, Ali Fethi Okyar'a da teklif götürdü; onlar da 
hemen reddetti! 

Bırakın bu yazılanların doğru ya da yanlış olduğu polemiğini, o 
günlerde Celal Bayar'ı Dr. Araş ve Şükrü Kaya' dan ayrı tutmak sa- 
dece saflık olur! 

Keza yine yazılanlara göre bu grup, Mareşal Çakmak'a da tek- 
lif götürmek istiyor, ancak Mareşal Çakmak, "Hayır hayır... Çan- 
kaya Köşkü için en iyi aday İsmet İnönü'dür" diyor! 

Bunların hepsi kötü senaryolardır. 

Erkânıharbiyei Umumiye reisliği, Harbiye nazırlığı, başbakan- 
lık, Genelkurmay başkanlığı yapmış Fevzi Çakmak'ın Çankaya 
Köşkünü istemediğine dair hiçbir belge ve bilgi yoktur! 



'• Abdülhalik Renda'nın torunu Bedriye Renda, ünlü reklamcı Jefi Medina'yla evlidir. 
Medina ailesi istanbul'un köklü Yahudi ailelerindendir. Bir kolları ise Paris'tedir. 



380 



Cumhurbaşkanlığını istemiyor, onun yerine eski müsteşarı, 
Heybeliada'da emekliliğin tadını çıkaran İsmet Paşanın emrine 
girmeye razı oluyor! Teklif götürülse kabul eder miydi, bilinmez, 
ama götürülmediği açıktır. Zaten götürülemezdi, Atatürk'ün yakın 
çevresi ile Mareşal Fevzi Çakmak'ın arasının "gergin olduğuna" 
ileride değineceğiz. 

Devletin tepesinde ideolojik bir çatışmanın olduğunu söyleye- 
bilir miyiz ? Dr. Aras'ın siyasî çizgisini biliyoruz. 

içişleri Bakanı Şükrü Kaya için sadece tek bir olgu yeterli ola- 
caktır: Charles Rist ile Charles Gide'in Günümüze Kadar İktisa- 
dî Mezfıepler Tarihi gibi, bazı Marksist "klasikleri" Türkçe'ye çe- 
virmişti ! 2 

Atatürk'ten sonra Çankaya Köşküne çıkan İsmet İnönü'nün 
nasıl cumhurbaşkanı olduğu konusunda ne yazık ki hiçbir çalış- 
ma yoktur. Bol bol "hamaset edebiyatı" vardır! 

Bir yıl önce, 1 kasım 1937'de Atatürk tarafından başbakanlık- 
tan uzaklaştırılan İsmet İnönü, bir yıl sonra "kuyudan" nasıl çıka- 
rılmıştır? 

Bu konuda yapılan tek yorum, "Türk Silahlı Kuvvetleri ve onun 
başındaki Mareşal Fevzi Çakmak, İnönü'nün cumhurbaşkanı ol- 
masını istedi" şeklindedir. Buna eklenen cümle ise, "Başka adam 
yoktu" değerlendirmesidir. Bu size inandırıcı geliyor mu ? 

Eğer bunu doğru kabul ederseniz, başka yorumlara neden 
olursunuz. 

Soruyorum: Atatürk'ün başbakanlıkta istemediği birini, ordu na- 
sıl Cumhurbaşkanlığı Köşküne oturtmuştur ? Üstelik Atatürk'ün 
yakın çevresine rağmen! Biliniyor ki bu çevre İsmet İnönü'yü hiç 
sevmiyordu. 

Ama siz, "Atatürk'ün çevresinin ve bakanlarının hiçbir siyasal 
ağırlığı ve gücü yoktu" derseniz bu da bir başka tartışmaya neden 
olur. Çünkü bu sözler, "o dönemde Atatürk kültü yoktu" sonucu- 
nu doğurur! 

Neyse. Meseleyi çözmek için biz yine bir yıl öncesine gidelim. 
Atatürk'ün ağır hasta olduğu biliniyor ve Çankaya Köşküne ki- 
min geleceği hesaplan gizli kapılar ardından utangaç da olsa ya- 
pılıyordu. Atatürk sonrasına ilişkin hesap yapan iki grup vardı ve 
bunlar birbirlerine hayli mesafeliydi. 



2. ismet Bozdağ, Bitmeyen Kavga adlı kitabında, Şükrü Kaya'nın yazmış olduğu üç cilt- 
lik anılarının, onun ölümünden sonra kaybolduğunu, bunun da sorumlusunun ismet 
inönü olduğunu yazar. Doğan Hızlan ise Şükrü Kaya'nın "özel koleksiyonunun" tas- 
nif edilmeden Beyazıt Devlet Kütüphanesi'nde olduğunu belirtmektedir. (Hürriyet, 
27 kasım 2000) 



381 



İsmet İnönü ile Fevzi Çakmak'ın başını çektiği bir grup; Şükrü 
Kava ü e D f - Tevfık Rüşdü Aras'ın bulunduğu diğer grup. Bu duru- 
mu "kabaca" İttihat ve Terakki Cemiyeti içindeki asker-sivil grup- 
laşmasına benzetebiliriz. 

İsmet Paşa, karşı grubun sol eğilimlilerle ittifak içinde olduğu- 
nu biliyor ve etkisizleştirmek istiyordu. 

"Kurt politikacı" İsmet Paşa, Şükrü Kaya ve Dr. Tevfık Rüşdü 
Aras'ı, "komünistlerle işbirliği içinde" göstererek, özellikle asker 
çevrelerin onlara karşı tavır almalarına neden olacak bir hesap 
içindeydi. 

Bu ucuz oyunu Şükrü Kaya ve Dr. Tevfik Rüşdü Aras'ın bilme- 
mesine olanak yok. Bu nedenle, İçişleri Bakanı Şükrü Kaya ile Nâ- 
zım Hikmet arasında, sol çevrelerin bir türlü anlamlandıramadığı 
ve yanlış değerlendirmelere yol açan bir görüşme yapıldı. Şükrü 
Kaya, Nâzım Hikmete uyarıda bulundu: 

Türkiye büyük bir hızla Mareşal Fevzi Çakmak inisiyatifiyle faşiz- 
me doğru kaymaktadır. Ben bütün gücümle bunu önlemeye çalışıyo- 
rum. Fakat buna gücüm yetmiyor. Beni devirdikleri anda Türkiye fa- 
şizmin kucağına düşecektir. Faşizm geldiği an, benden evvel siz tasfi- 
yeye uğrarsınız. Bu itibarla sosyalistlik-komünistlik propagandasını 
bırakın. Faşizme karşı mücadelede bana yardımcı olun. (Abidin Nesi- 
mi, Yuların İçinden, 1977, s. 146) 



Sonra ne oldu ? 

İsmet İnönü-Fevzi Çakmak ittifakı, Türkiye'nin tanık olacağı 
en büyük "senaryolarından" birini hayata geçirdi: "Bir komünist 
isyan nasıl önlenir" oyunu sahneye kondu. 

Nâzım Hikmet, Hikmet Kıvılcımlı, Kemal Tahir, Kerim Korcan, 
A. Kadir (Abdülkadir Meriçboyu) ve arkadaşları "orduyu ve donan- 
mayı isyana teşvik" suçuyla 29 ağustos 1938'de hapse atıldılar! 

Tarihe dikkatinizi çekerim! 

Olayı o kadar büyüttüler ki, "komünistler her an darbe yapabi- 
lir" diye duruşmaları Erkin gemisine taşıdılar! 

Bu topraklardan uzun yıllar kullanılacak "komünizm öcüsü" 
yaratılmıştı! 

İttihatçılar arasında nasıl asker kanadın sözü geçiyorsa, "Ke- 
malistler" için de durum değişmemişti. Siviller asker karşısında 
yine hazır ola geçti! 

Yaratılan "canavar" askerleri ürküttü! 

Askerleri harekete geçiren isim ise 1. Ordu Komutanı Fahred- 



din Altay Paşaydı. Paşa, Genelkurmay ikinci Başkanı Orgeneral 
Asım Gündüze, cumhurbaşkanının kim olacağını sorup, ordunun 
bu konuda tarafsız kalacağını öğrenince, hemen harekete geçip, 

1. Ordu'nun kolordu ve tümen komutanlarıyla toplantı yaparak, 
adaylarının İsmet İnönü olduğunu, diğer ordu komutanlarına ve 
Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral Asım Gündüze bildirdi. 

İstiklal Savaşının önde gelen komutanlarından Orgeneral Fah- 
reddin Altay'ın ordu üzerinde ağırlığı büyüktü. 1924-1933 yıllan 
arasında 2. Ordu komutanlığı yapmıştı, 1933'ten beri de 1. Ordu 
komutanlığı görevini yürütüyordu. 

Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak, Orgeneral Al- 
tay'ın lobi yaptığından haberdar oldu. Ordunun kararına saygı 
duyduğunu açıkladı. 

İsmet Paşanın adaylığı hükümetin gündemine de geldi. Dışiş- 
leri Bakanı Dr. Tevfık Rüşdü Araş, İçişleri Bakanı Şükrü Kaya ve 
Başbakan Celal Bayar son kez yan yana geldiler. İsmet İnönü adı 
üzerinde istemeden de olsa fikir birliğine vardılar. Askerler gibi 
hükümetin de cumhurbaşkanı adayı İsmet İnönü'ydü. 

Dr. Tevfık Rüşdü Araş o gün yani 1 1 kasımda cumhurbaşkanlı- 
ğı oylaması yapılmadan önce İsmet İnönü'yü Ankara'daki Pembe 
Köşkünde ziyaret etti. İsmet İnönü'yü dalgın buldu. 

"Başımız sağ olsun paşam, milletçe öksüz kaldık" dedi. 

Kısa cümlelerle sohbet ettiler. İsmet Paşa, Dr. Tevfık Rüşdü 
Arasa soğuktu. 

Sonra Dr. Araş, oy kullanmak için Meclis'in yolunu tuttu. TBMM 
çevresindeki olağanüstü askerî önlemler, herkes gibi onun da dik- 
katinden kaçmadı! 

Askerler Meclise ağırlığını koymuştu... 
Dr. Araş tasfiye ediliyor 



Bir saat sonra. 

İsmet İnönü Çankaya Köşküne çıktı. TBMM'de oylamaya katı- 
lan 348 oyun hepsini almıştı. 

İsmet Paşa, gerek başbakanlıktan ayrılmasına neden olanları, 
gerekse cumhurbaşkanı yapılmaması için kulis faaliyetinde bulu- 
nanları hiç unutmadı. 

Özellikle Atatürk'ün son günlerinde bile yanına gitmesini en- 
gelleyenleri affetmedi. 

Beş ay sonra yapılan genel seçimlerde, Atatürk'ün yakın arka- 
daşlarının hemen hepsinin üstünü çizdi, milletvekili olmalarını 



383 



bile istemedi. Artık TBMM'de, Atatürk'ün "sofra arkadaşların- 
dan" Kılıç Ali, Ali Çetinkaya, Şükrü Kaya, Hasan Rıza Soyak, Ce- 
vad Abbas Gürer, Tahsin Üzer, Hüsrev Gerede, Nakiyettin Yüce- 
kök, Fuad Bulca gibi isimler yoktu. 3 

İsmet İnönü bazı isimleri hiç affetmeyecekti... 

Buna karşılık... 

İsmet Paşa, Atatürk'ün "dışladığı" Kâzım Karabekir, Hüseyin 
Rauf Orbay, Hüseyin Cahid Yalçın, Seyfı Düzgören gibi isimleri 
TBMM'ye taşıdı. Ali Fuad Cebesoy ile Refet Bele'ye kol kanat 
gerdi. 4 

Enver Paşa'nın çocuklarının, torunlarının Türkiye Cumhuriye- 
ti vatandaşlığına alınmalarına ve yurda girişlerine izin verdi. Ama 
bir dönem özel kalem müdürlüğünü yaptığı Enver Paşa'nın meza- 
rını getirmeye yanaşmadı! Diğer yandan Talat Paşa'nın naaşım İs- 
tanbul'a getirtti! 

Peki tüm bunlar ortadayken hâlâ "İsmet İnönü kincidir" deni- 
lebilir mi ? 

Hem evet, hem hayır! 

İsmet İnönü pragmatist bir politikacıydı. Eğer duygularına esir 
olsaydı, Atatürk döneminde hiç anlaşamadığı Hüseyin Rauf Or- 
bay ve Ali Fethi Okyar'ı tekrar milletvekili, bakan yapmazdı! 

Gerçi bunun da yanıtı vardı: güya İsmet Paşa, kendine muhale- 
fet olacak güçlü isimleri yanına çekerek, "siyasî hasımlarının" 
kuvvvetini azaltan bir stratejiyi hayata geçiriyordu! 

Kendisine yöneltilen, "Atatürk'ün muhaliflerini neden hemen 
Meclise taşıdınız?" sorusuna, "Mustafa Kemal'e dil uzatmamaları 
için yaptım" diye, hiç de inandırıcı olmayan bir yanıt verecekti... 

Refii Bayar intihar ediyor 

Bu notlardan sonra tekrar 1 1 kasım 1938 tarihine dönelim. 
İsmet İnönü'nün Çankaya Köşkündeki ilk konuğu Başbakan 
Celal Bayar' di. Görüşme kısa sürdü. 



3. O çevreden milletvekili yapılan nadir isimlerden biri, Mustafa Kemal'in vefat habe- 
rini alınca intihara kalkışan yaver Salih Bozok'tu. Ama Bozok'un milletvekilliği sadece 
bir dönem sürecekti, ilginçtir: Atatürk'ün iki çocukluk arkadaşı Salih Bozok ve Nuri 
Conker Atatürk gibi 1881 Selanik doğumluydu. Nuri Conker Atatürk'ten beş ay son- 
ra, Salih Bozok ise on sekiz ay sonra vefat etti! Nuri Conker, Salih Bozok'un ablasıy- 
la evliydi. 

4. O kadar çok savaş cephesinde bulunan Refet Paşa, seçim gezisi için gittiği Trak- 
ya'da bir çocuğun trene attığı taşın gözüne rast gelmesi sonucu yaralandı. Ameliyat- 
lar geçirdi. "Biz Halide Edib Hanım'ı Müslüman ettik zannediyorduk. Meğer Halide 
Hanım, Adnan (Adıvar) Bey'i Yahudi etmiş" diyen Refet Paşa'ya, bu zor günlerinde 



Celal Bayar Çankaya Köşkünden çıkıp Başbakanlık'a gitti. R^ 
bineyi olağanüstü toplantıya çağırdı. Bakan arkadaşlarına hükü- 
meti kurmakla yeniden görevlendirildiğini söyledi. 

Dr. Araş yılların politikacısıydı. Söz aldı: "Dünyanın İkinci Dün- 
ya Savaşına sürüklendiğini sanırım hepimiz farkındayız. İstendiği 
takdirde görev almaktan kaçınmayacağımı sizlere bir kez daha 
anımsatmak isterim." 

Dr. Araş sanki gelişmelerden haberdardı. 
Kabine dağılınca Başbakan Celal Bayar, Dr. Aras'ın evine ziya- 
rete gitti. Bayar, İsmet Paşayla yaptığı görüşmeyi aktardı. 

(inönü Celal Bayar'a) Benim uzun yıllar boyunca iyi işler gördüğü- 
mü fakat çok yorulduğumu düşünerek bir müddet istirahat etmemin 
iyi olacağım söylemiş. {Hürriyet, 12 kasım 1987) 



Dr. Araş, Başbakan Celal Bayar'a kırıldı. Atatürk son dönemle- 
rinde Dr. Araş, Şükrü Kaya ve Celal Bayar'a "ayrılmaz üçlü" diye 
bakıyordu. Bu üçlü de prensipte birbirlerinden kopmama sözü 
vermişlerdi. Ama Celal Bayar'ın başbakanlıkta kalabilmek için 
kendilerinin saf dışı edilmesine ses çıkarmadığını düşünüyorlar- 
dı. Dr. Araş çevresine, "Oysa Atatürk bizi Celal Bayar'a emanet 
etmişti" diyordu buruk bir ses tonuyla. 

Arkadaşlarının saf dışı edilmesine tavır koyamayan Celal Ba- 
yar'ın başbakanlığı da ancak üç ay sürecekti... 

Fakat bu üç aylık başbakanlığı döneminde, İmpeks şirketinde 
çalışan oğlu Refıi Bayar'ın, devletten aldığı ihalelerde çıkar sağ- 
ladığı gerekçesiyle yargılanması, yaşamı boyunca unutamayacağı 
bir acıya neden olacaktı. 

Mahkemelerin aklamasına rağmen, babasını çok üzdüğünü dü- 
şünen Refıi Bayar intihar ederek yaşamına son verecekti... 5 

Celal Bayar oğlu Refıi Bayar'ın Başbakan Refik Saydam'ın ter- 
tibi sonucu canına kıydığı kanısındaydı. Hiçbir zaman bu olayla 
ilgili İsmet İnönü'nün adını telaffuz etmedi ama ona karşı olan 
nefretinin altında bu duygunun yatmadığını düşünmek saflık 
olur! 

Ne yazık ki gün gelecek bazı DP'liler ve DP'nin yayın organı 
Zafer gazetesi, İsmet İnönü'nün oğlu Ömer İnönü'nün adının 
bir cinayete karıştığını iddia edecek ve Türkiye'nin gündemini 
on dört ay bu olayla oyalayacaklardı. Kâbus dolu günler sonun- 

5. Celal Bayar'ın torununa, yani Refii Bayar'ın oğluna, "Demirtaş" adını Atatürk koy- 
muştur. Celal Bayar'ın diğer oğulları Atilla ABD'de, Turgut ise isviçre'de yaşamaktadır. 



Ömer 



5 temmuz 1951'de beraat edecekti. 



inlerdeki söylentiler Celal Bayar'ın İsmet İnönü'den oğlu Refii 
intikamını almakta olduğudur. (Metin Toker, DP'nin Altın 
„ (1950-1954), 1991, s. 60) 

t anmak zor. Ama alıntı yaptığımız cümlenin sahibi Metin To- 
vani İsmet İnönü'nün damadı olunca, İnönü Ailesinin bu dü- 
şüncede olduğunu çıkarabiliriz... 

Neyse, Bayarlar ile İnönüler arasındaki kavgayı bırakıp biz yi- 
ne Dr. Aras'ın tasfiyesine dönelim... 

13 yıl 8 ay Dışişleri bakanlığı yapan Dr. Tevfik Rüşdü Araş gö- 
revini Anglosakson taraftarı bilinen Şükrü Saraçoğlu'na devretti. 

Evliyazadeler damatlarının başına gelenlere çok üzüldüler. 
Ama küçük bir teselliyle avundular. Gerek Dr. Aras'ın eşi Makbu- 
le Hanım gerekse Berin Menderes'in Ankara'daki en yakın ahbap- 
ları Şükrü Saraçoğlu'nun eşi Saadet Saraçoğlu'ydu. Evliyazade- 
ler'in hanımlanyla Saadet Saraçoğlu yakınlığı İzmirli olmaların- 
dan kaynaklanıyordu. O yıllarda Ankara'daki İzmirliler birbirleri- 
ni çok tutup kolluyorlardı. 7 

Dışişleri Bakanı Şükrü Saraçoğlu ertesi gün yakın arkadaşı 
Dr. Aras'ı ziyaret etti. Hem İzmir'den hem de mübadele komisyo- 
nu günlerinden tanışıyorlardı. Saraçoğlu, büyük bir nezaketle, "İs- 
met Paşa sizin Londra büyükelçiliğine tayininizi düşünüyor" dedi. 

Dr. Araş bu karara pek de şaşırmadı ve yıllar öncesine döndü. 

Atatürk, İsmet İnönü'yü başbakanlıktan alınca devreye Dr. Araş 
girmiş ve İnönü'ye Washington büyükelçiliği görevini teklif etmişti. 

Şimdi İsmet İnönü yıllar önce gerçekleşen bu olayın rövanşını al- 
mak istercesine Dr. Arasa Londra büyükelçiliğini teklif ediyordu! 

Dr. Araş, "çiçeği burnunda" Dışişleri bakanı Şükrü Saraçoğlu'na 
dönerek, "Peki Londra Büyükelçisi Ali Fethi Okyar ne olacak?" 
dedi. 



'• Türk siyasal tarihindeki intiharları bir meslektaşımızın yazmasını umut ediyorum. 
Dönemin Genelkurmay başkanı Orgeneral Kâzım Orbay'ın oğlu Haşmet Orbay, 
17 ekim I945'te Ankara'da Dr. Neşet Naci Arzan'ı öldürdü. Cinayeti parayla Reşit 
nercan'a kabul ettirdi. Ancak olay sonradan aydınlandı. Haşmet Orbay cezaevine gir- 
di. Suçu üstlenmesi için Reşit Mercan'a baskı yaptığı iddia edilen Ankara Valisi Nevzat 
Tandoğan 9 temmuz I946'da canına kıydı! Kâzım Orbay da istifa etti! Son bir örnek da- 
ha vereyim: MHP Genel Başkanı Alparslan Türkeş'in Hacettepe Üniversitesi'nde öğre- 
tim görevlisi olarak çalışan damadı Dr. Turgut Günay, 14 aralık 1978'de intihar etti. ile- 
ri sayfalarda okuyacaksınız, bir intihar da Evliyazadaleri şoke edecekti. . . 

7. 1947-1950 yılları arasında Dışişleri Bakanlığı yapan Necmeddin Sadak'ın eşi ilhan Sa- 
dak da Berin Menderes'in izmir Notre-Dame de Sion'dan okul arkadaşıydı. Ancak il- 
han Hanım okulu dördüncü sınıfta terk etmişti. 



387 



"Milletvekili" yanıtını aldı. 

İsmet Paşa, siyasî muhalifi Ali Fethi Okyar'm 31 aralık 1938'de 
yapılan araseçimde milletvekili seçilerek, Meclise girmesini sağ- 
ladı! 

Dr. Araş Londra büyükelçiliği teklifini kabul etti. Ancak kırgındı. 

İsmet Paşa onu Çankaya Köşküne çaya davet etti. 

"Paşam sizin devlet reisi olmanız üzerine benim hükümetin dı- 
şında kalmam hazin değil mi ?" dedi. İnönü'de, "Evet hazindir iki 
gözüm, ancak kısa bir süre için gidiyorsunuz, sizi uzun süre ora- 
da bırakmam" diyerek Dr. Aras'ın gönlünü aldı. 

"İki gözüm" İnönü'nün sık kullandığı bir deyimdi. 

Dr. Araş İsmet Paşa'nın sözlerine inandı mı bilinmez. Ama pa- 
şayı hayat boyu affetmeyecek bir kişi vardı: Makbule Araş! 

Halbuki daha düne kadar, İsmet Paşa'nın eşi Mevhibe ve Kâ- 
zım Orbay'ın eşi Mediha'yla (Enver Paşa'nın kız kardeşi) ne ka- 
dar samimiydiler. Birlikte Ankara'daki büyükelçi eşlerinin beş 
çaylarına giderlerdi. Kokteyllerin vazgeçilmez isimleriydiler. 

Makbule Hanım, sakil sakil elbiseler ve şapkalar giyer, eski mo- 
daya göre de elinden birkaç numara küçük beyaz glase eldiven gi- 
yerdi. Bu dar eldivenler içinde elleri sakat gibi bir şey tutamaz, fa- 
kat bu dar eldivenlerin içinde büzülmüş ellerini bol bol büyükelçile- 
re uzatır, onlar da bu acayip elleri tazim ile öperlerdi. Hele zavallı 
Hariciye mensupları, yamna pek yaklaşamazlar, şayet yaklaşabilir- 
ler ise, "Arzı tazimat ederiz hanımefendiciğim" demek mecburiyetin- 
de kalırlardı. (Münevver Ayaşlı, işittiklerim Gördüklerim Sildikle- 
rim, 2002, s. 125) 

Makbule Hanım "Türkiye'nin gücünü yabancı konuklara gös- 
tersin" diye som altından yapılan Hariciye Köşkü'ndeki o tabak- 
larda artık yemek yiyemeyecekti. (Orhan Dirik, Babam General 
Kâzım Dirik ve Ben, 1998, s. 54) 

Ama çocukluğundan beri zengin bir ailede büyüdüğü için bun- 
ları sorun yapmıyordu. Onun kızdığı İsmet Paşa'nın, "Rüşdüm" 
dediği eşine yaptığı haksızlıktı! Herkese soruyordu: "Söyleyin ba- 
na, biz Dışişlerinde başansız olduğumuz için mi alındık ?" 

Atatürk'ün vefatıyla Ankara'da bir dönem artık sona ermişti- 
Sofralarda saatlerce oturma, balolarda dans etme gibi, bir döne- 
min simgeleri yok olmaya başladı. Atatürk otoriterdi. İsmet Pa- 
şanın liderliğinde totaliter bir süreç başlamıştı... 

Başkentte artık Atatürk'ün sofrası boşalmıştı, devir "İnö- 




nü'nün adamlarının" devriydi. Refik Saydam, Saffet Arıkan, Nev- 
zat Tandoğan gibi isimlerin yıldızı parlıyordu... 8 

CHP'lüer de Cumhurbaşkanı İnönü'yü göklere çıkarıyordu. 
26 aralık 1938'de olağanüstü toplanan CHP kurultayı İsmet İnö- 
nü'yü "millî şef ve "değişmez genel başkan" seçti! 

Kurultayın İnönü'ye bağlılığını bildiren mesajını kongre kâtibi 
CHP Aydın Milletvekili Adnan Menderes okudu: "Partimizin de- 
ğişmez genel başkanlığına intihap olunan Türkiye devletinin bü- 
yük reisicumhuru ve kahraman Türk ordusunun yüce başbuğu, 
Millî Şef İsmet İnönü'ye büyük kurultayın yürekten saygı ve bağ- 
lılığının arzına karar verilmesini ve bu kararın kendisine sunul- 
masını, derin saygılarımızla teklif ederiz." 

Bu teklif sürekli alkışlar arasında kabul edildi. Kurultay başka- 
nı Celal Bayar, kongrenin bu saygı ve bağlılıklarını kendi saygıla- 
nyla beraber İsmet İnönü'ye sunarak vazifesini yerine getirdi. 
(Şevket Süreyya Aydemir, ikinci Adam, 1993, c. 2, s. 39) 

Ankara "Millî Şef İsmet İnönü'nün etrafında hemen kenetleni- 
vermişti... 

Adnan Menderes bakan olacaktı 

Dışişleri Bakanlığından tasfiye edilen Dr. Tevfık Rüşdü Araş 
Hariciye Köşkünü boşaltmak için acele davrandı. Ancak bu iş 
sandığı kadar kolay değildi. Örneğin, kayınçosu Refik Evliyaza- 
de'nin hediye ettiği, Hariciye Köşkünün bahçesinde bakılan ve 
özel konuklara iftiharla gösterilen İngiliz atı ne olacaktı ? 

Bir diğer sorunu ise, tabanca koleksiyonunu ne yapacağıydı. 
Yıllardır topladığı tabancalarla zengin bir tabanca koleksiyonuna 
sahip olmuştu. 

At İzmir'e gönderildi. Tabancalar Bahçelievler'deki eve taşındı. 

Dr. Araş özel sorunlarını hallettikten sonra, İngiltere'ye gitme- 
den önce, ocak ayının ilk günü Cumhurbaşkanı İnönü ve Dışişle- 
ri Bakanı Saraçoğlu'yla Çankaya Köşkünde bir akşam yemeğin- 
de yan yana geldi. Bu üçlü özel toplantı Dr. Aras'ın Dışişleri bri- 
fingiyle başladı. 

Görüşme sonunda Cumhurbaşkanı İnönü, Londra Büyükelçisi 
Dr. Aras'a şu direktifleri verdi: 



«•• Saffet Arıkan, Ulusal Kurtuluş Savaş sırasında Sovyetler Birliği'yle yapılan askerî yar- 
dım görüşmelerinde Türk askerî heyetinde "ataşemiliter erkânıharp binbaşısı" unvanıy- 
la bulundu. Daha sonra Millî Savunma ve Millî Eğitim bakanlıkları yapan Saffet Arıkan, 
"'Hetvekiliyken 26 kasım I947'de elli dokuz yaşında intihar etti. Keza Nevzat Tando- 
lan'ın intihar ettiğini de yazdık. 



389 



- Savaş çıktığı takdirde Türkiye tarafsız kalacaktır. 

- Ancak saldırıya uğradığında Türkiye kendini savunacaktır. 

- Bu koşullar altında yeni Londra büyükelçisi İngiltere hükü- 
metinin bize ne gibi yardımlarda bulunabileceğini öğrenmeye ça- 
lışacaktır. (Doğan Avcıoğlu, Millî Kurtuluş Tarihi, 191 A, s. 1479) 

Bir ufak not eklemem gerekiyor: sadece kabinede değil, bürok- 
raside de yer yer değişikliklere gidiliyordu. Yurtdışına göreve ata- 
nan tek isim Dr. Tevfık Rüşdü Araş değildi. Damadı Fatin Rüşdü 
Zorlu da kabinenin değişikliğinden payına düşeni almıştı! Genç 
hariciyecinin yeni görevi Paris Büyükelçiliği başkâtipliğiydi. 

Bir yanda Makbule Hanım, diğer yanda Emel Hanım hazırlıkla- 
rını tamamladılar. Artık Ankara'da olduğu gibi sık sık görüşe meye - 
çeklerdi. Arasların, torunları Sevinden ayrılmaları çok zor oldu... 

Dr. Tevfık Rüşdü-Makbule Araş çiftini Ankara'da uğurlamaya 
gelenler arasında 26 aralık 1938'de toplanan CHP 1. Olağanüstü 
Kongresinde on altı kişilik genel yönetim kuruluna seçilen, Dr. 
Aras'ın kız kardeşi Fahriyenin eşi Dr. Cemal Tunca ve Adnan 
Menderes gibi akraba CHP'liler vardı. 

Atatürk'ün ölümü Adnan Menderes'in bakan olmasını da "suya 
düşürmüştü": 

Cumhurbaşkanı Atatürk, Tarım bakanlarının icraatlarını be- 
ğenmiyordu. Son iki yılda ardı ardına Muhlis Erkmen, Şakir Ke- 
sebir, Faik Kurtoğlu'nu Tarım bakanı yapmış ama yine de mem- 
nun kalmamıştı. İsmet İnönü'nün başbakanlıktan ayrılmasının 
nedenlerinden biri de, Atatürk'ün bir kabine toplantısında Şakir 
Kesebir'i sertçe azarlaması ve Başbakan İnönü'nün sesini yüksel- 
terek bakanını savunmasıydı. 

Atatürk, Dr. Arasa sık sık, "Bana bir Tarım bakanı bulamadı- 
nız" diye yakınıyordu. Dr. Araş, Tarım bakanlığı için Adnan Men- 
deres'i hazırlamaktaydı. Atatürk ölmeseydi, büyük ihtimalle Ad- 
nan Menderes Tarım bakanı olacaktı... 

Londra günleri 

Dr. Araş, on üç yıllık Dışişleri bakanlığı yıllarının ardından 
büyükelçiliğe birdenbire uyum sağlayamadı. Ankara Hüküme- 
tinin temsilcisi gibi değil, adeta kendi basma bir kabine başka- 
nı gibi davranıyordu. 

Dünya hızla yeni bir paylaşım savaşına hazırlanırken büyükel- 
çi Dr. Aras'ın, Londra'da hâlâ Atatürk'ün geleneksel dış politika- 
sını, yani tam bağımsızlıkçı ve Sovyetler Birliğini dost gören bir 




çizgiyi savunması ve Sovyetler Birliğinin Londra büyükelçisiyle 
samimi diyalogları tepki çekiyordu. 

Tepki karşılıklıydı. Dr. Araş da Ankara'ya kızıyordu. Yazdığı 
]<riptolarda, İngiltere ve Fransa'yla askerî ittifak aramanın Ata- 
türk'ün çizdiği tarafsızlık siyasetinden uzaklaşmak olduğunu vur- 
guluyordu sürekli. 

Tek kızgın Dr. Araş değildi. Adolf Hitler de Türkiye'nin yeni dış 
politikasına öfke duyuyordu. 22 ağustos 1939'da generalleriyle 
yaptığı bir toplantıda Türkiye yöneticilerine ateş püskürdü: "Tür- 
kiye'yi Kemal'in ölümünden sonra, budala ve aptallar yönetmek- 
tedir." (Doğan Avcıoğlu, Millî Kurtuluş Tarihi, 1974, s. 1487) 

Hitler'i kızdıran gelişme, Türkiye'nin Fransa ve İngiltere'yle 
Ankara'da imzalayacağı Üçlü İttifak Antlaşmasıydı. Türkiye bir 
Avrupa devletinin saldırıya uğraması durumunda, Fransa ve İn- 
giltere tarafından korunacaktı! 

Türkiye yaptığı bu antlaşmayla tepki çekse de, iki yıl sonra Al- 
manya'yla saldırmazlık antlaşması imzalayacaktı. 

Ankara, başından beri Hitler'le ilişkileri sıcak tutma niyetin- 
deydi. Örneğin, doğum gününü kutlamak için Berlin'e giden, Ali 
Fuad Cebesoy, Yunus Nadi, Necmeddin Sadak, Hüseyin Cahid 
Yalçın, Falih Rıfkı Atay, Orgeneral Asım Gündüz, Pertev Demir- 
han'dan oluşan heyeti Hitler sevinçle kabul etmişti. 

Başta Hitler olmak üzere o dönemin Alman politikacı ve asker- 
lerinde Birinci Dünya Savaşındaki ittifak nedeniyle Türkiye'ye 
büyük bir sempati vardı. 

Parantez: dün Amerikan mandasını isteyen bazı isimler şimdi 
de Türkiye'nin Almanya'yla ittifak kurmasını istiyorlardı! Örne- 
ğin bu isimlerden biri olan Yunus Nadi'ye meslektaşlarınca 'Yu- 
nus Nazi" adı takılmıştı!.. 

Bu arada başta Almanya olmak üzere Avrupa'da yaygınlaşan an- 
tisemitik hareketlerin Türkiye'yi de etkilemesi uzun sürmeyecekti... 

Sabetayist gazeteciler 

Türkiye Yahudileri, İsmet İnönü'nün kendilerine karşı hasma- 
ne duygular beslediğine, Atatürk'ün bu olumsuz hissiyatı frenle- 
diğine inanıyorlardı. 

Atatürk'ün vefatından sonra İnönü'nün cumhurbaşkanı seçil- 
mesinden dolayı Yahudiler endişe duydular. Onları tek rahatlatan 
gelişme, Serbest Cumhuriyet Fırkası eski başkanı Ali Fethi Ok- 
yar'ın Londra büyükelçiliği görevinden ayrılıp milletvekili ve ar- 



dindarı Adalet bakanı olmasıydı. (N. Rıfat Bali, Musa'mn Evlat- 
ları, Cumhuriyet 'in Yurttaşlara, 2001, s. 327-328) 

Yahudiler, ismet inönü konusunda belki peşin hükümlüydüler 
ama ikinci Dünya Savaşı döneminde onları karamsarlığa düşüre- 
cek gelişmeler de olmuyor değildi. 

8 ağustos 1939'da 600 Yahudi mülteciyle Panama bandıralı Pa- 
rka gemisi izmir limanına geldi. Hükümet Yahudilerin karaya çık- 
masına izin vermedi. Gemi bir hafta sonra limandan bir bilinme- 
ze doğru yelken açtı. 

12 ağustos 1939'da Çekoslovakya Yahudilerini taşıyan iki ge- 
minin Finike limanına yolcu çıkarmasına izin verilmedi. 

15 aralık 1941 'de 769 Rumen Yahudisi'ni taşıyan Struma gemisi- 
nin İstanbul'a yolcu indirmesi yasaklandı. Ancak bazı yolcular 
şanslıydı. Bu yolcular, hamile olduğu ve kanama geçirdiği için ge- 
miden alınan Medea Salamovvitz, Filistin'e giriş vizesi bulunan 5 ki- 
şi ve Segal ailesiydi. 9 Karadeniz'e açılmaya zorlanan Struma gemi- 
sini 24 şubatta kimliği belirsiz bir denizaltı torpilleyerek batırdı. 

Başbakan Refik Saydam Meclis'te yaptığı konuşmada, "Türki- 
ye başkaları tarafından arzu edilmeyen insanlar için vatan hizme- 
ti göremez. Bizim tuttuğumuz yol budur. Kendilerini bu sebepten 
İstanbul'da alıkoymadık" dedi. 

Struma faciasında ölenlerin anısına 27-28 şubatta Filistin'deki 
tüm sinagoglarda dualar okundu. Yahudiler kendilerini evlerine 
kapatarak olayı protesto ettiler. Anadolu Ajansının bunu haber 
yapıp abonelerine göndermesi üzerine Başbakan Refik Saydam 
ajansta çalışan 26 Yahudi gazetecinin işine son verdiğini açıkladı! 
İstanbul Musevî Lisesi Müdürü David Markus, Cumhurbaşkanı 
İsmet İnönü'ye başvurup Alman uyruklu binlerce Yahudi hekim 
ve eczacının Türkiye'ye göç etmelerine izin verilmesini istedi. 
Teklif reddedildi. 

Bu arada, yoğun iç ve dış sorunlara kalbi dayanamayan Başba- 
kan Refik Saydam 7 temmuz 1942'de vefat etti. Yerine Şükrü Sa- 
raçoğlu getirildi. 10 



9. Martin Segal, Standard Oil Company of Nevvyork (SOCONY şimdiki adıyla Mobil 
Oil) şirketinin Romanya'daki müdürüydü. SOCONYnin Türkiye genel müdürü Wal- 
ker, şirketin Türkiye temsilcisinden ailenin kurtarılmasını istedi. Yoğun çabalar sonucu 
içişleri Bakanı Faik Öztrak'ın özel izniyle Segaller kurtarıldı. Onlara yardım ederek ha- 
yatlarını kazandıran şirketin Türkiye temsilcisi ise Vehbi Koç'tu. 

10. "Zamanın başbakanı kadınlara ister yedi yaşında olsunlar, ister yetmiş yaşında olsun- 
lar, 'Güzel çocuk' diye hitap ederdi. Erkeklere de 'Delikanlı'. Güzel kadınların kulağına 
kükrerdi: 'Neden bu kadar güzelsin l/Aynı adamın devlet adamlığı da ancak o alaturka- 
lıkta olabilirdi... Saraçoğlu hem efe başvekil, hem çapkın başvekildi." (Nimet Arzık, Men- 
deres'i ipe Götürenler, 1960, s. 17) 



391 



Başbakan Saraçoğlu 11 temmuz 1942'de açıkladığı kabinesin- 
de Ticaret bakanlığını Behçet Uz'a verdi. 

Evliyazadeler uzaktan da olsa bir akrabalarının yıllar sonra hü- 
kümette yer almasına çok sevindiler. 

Burada bir parantez açayım: Saraçoğlu- Uz ikilisi o tarihe kadar 
kimsenin cesaret edemediği bir karara imza atarak, fiyatları ser- 
best bıraktılar! Doğal olarak savaş koşullarında fiyatlar alabildi- 
ğine yükseldi. Haberi önceden öğrenen İzmirli bazı tüccarlar o 
günlerde olağanüstü kazançlar elde etti. Altının değeri yükseldi, 
Türk lirası değer kaybetti. Bu enflasyonist ortam sekiz ay sonun- 
da Behçet Uz'u bakanlığından etti. 

Neyse... 

Şükrü Saraçoğlu'nun başbakan olmasıyla Dışişleri bakanlığına 
"vatan şairi Namık Kemal'in" torunu, Maliye Nazın Menemenliza- 
de Mehmed Rıfat Bey'in oğlu Numan Menemencioğlu atandı. 

Tesadüf mü? 

Baba Menemenlizade Mehmed Rıfat Bey, Birinci Dünya Sava- 
şı'na girmeme taraftarıydı. İttihatçıların askerî kanadıyla ters dü- 
şüp Maliye nazırlığından ayrılmıştı. 

Şimdi oğul Numan Menemencioğlu Dışişleri bakanlığı koltu- 
ğundaydı ve o da tıpkı babası gibi, İkinci Dünya Savaşına giril- 
mesine karşıydı... 

Bu zor göreve atanan Numan Menemencioğlu ilk ve ortaokulu 
Selanik'te okumuş, lise öğrenimini İstanbul Fransız For Lise- 
si'nde görmüş, Lozan Hukuk Fakültesini bitirmişti. 

Bekârdı. 

Dayısı -şair Namık Kemal'in oğlu- Ali Ekrem Bolayır'ın kızı 
Masume'yle nişanlanmış ancak evlenmemişti. 

İsviçre'de okurken evlendiği İsviçreli eşini genç yaşta kaybet- 
tiği, onu unutamadığı ve bu nedenle bir daha hiç evlenmediği 
söyleniyordu... 

Numan Menemencioğlu "kemik veremiydi"; iki yılda bir ameli- 
yat olmak zorundaydı. Zor görevi bu şartlar altında yürütüyordu. 

Örneğin, Türkiye'nin savaşa girmesini görüşmek için Kahi- 
re 'de bir araya gelen İnönü, Churchill ve Roosevelt zirvesine ta- 
nıklık yaptı. 

Ancak 15 haziran 1944'te istifa etti. 

Almanların, savaş gemilerini ticaret gemisi biçimine soka- 
rak, Boğazlar'dan geçirip işgal altındaki SSCB topraklanndaki 
askerlerine silah götürmesini İngiltere'nin protesto etmesinin, 
Menemencioğlu'nun bakanlıktan ayrılmasıyla aynı döneme 



denk düşmesi bir anlam taşıyor herhalde! 

Türkiye dış politikasında ikili oynamayı sürdürüyordu. 

Almanlar Türkiye'nin yanı başında faaliyet içindeydi. 5 ağustos 
1944'te Yahudi mültecileri taşıyan Mefkure motoru İğneada ya- 
kınlarında kimliği belirsiz bir denizaltı tarafından batınldı, 312 
Yahudi mülteci öldü. 

Türkiye'nin Yahudilere yönelik ölümcül hareketlere sessiz kal- 
ması dünya kamuoyundan tepki almaya başlamıştı. Bunun sonu- 
cu olarak, Yahudi cemaatinin ileri gelenlerinden Haim Barlas, 
Hanri Soriano, Edmond Goldenberg, Rifat Karako, Sami Günz- 
berg'in çabalarıyla Yahudi mültecilerin Türkiye'ye ayak basma- 
maları şartıyla gemiyle ve karayoluyla geçişlerine izin hakkı ve- 
rildi. Buna karşılık Yahudiler de Kızılay'a 1 000 Türk lirası yar- 
dımda bulundular. 

İttihat ve Terakki iktidarı boyunca yer yer alevlenen Yahudilik, 
masonluk, Sabetaycılık polemiği İkinci Dünya Savaşında tekrar 
gündeme geldi. 

Sağcı muhafazakârlar, Sabetayistleri Türkiye'ye çağdaş Batı 
tarzı yaşamı ve laikliği getiren, hatta böyle bir yaşam tarzını Müs- 
lümanlara dayatan ve dolayısıyla millî ve manevî değerleri eroz- 
yona uğratan bir düşüncenin temsilcisi olarak görüyordu! 

Özellikle İslamcı gazete ve dergiler, Türkiye basınının Yahudiler 
tarafından yöneltildiğini iddia edip, Tan, Son Posta, Akşam gazete- 
lerinin sahiplerinin Sabetayist; Cumhuriyetim sahibi Yunus Na- 
di'nin ise Karay (Kırım) Yahudisi olduğunu yazıyorlardı. (N. Rıfat 
Bali, Musa'nın Evlatları, Cumhuriyet'in Yurttaşları, 2001, s. 437) 

Sadece bu çevreler değil, bazı sosyalistler de aynı iddiayı yazı- 
yordu: 

Büyük gazetelere gelince bunlar da Yahudilere aittir. Örneğin Ah- 
med Emin Yalman, Enis Tahsin Til Sabetayist Yahudisi'dir. Yunus Nadi 
ise Karaim Yahudisi'dir. Bu suretle matbuat Yahudilerin ellerinin altın- 
da olmuş olmaktadır. (Abidin Nesimi, Yılların İçinden, 1977, s. 118) 

Ve o dönemde hayata geçirilen bir vergi yasası, bugün bile hâ- 
lâ Türkiye'nin gündemindedir... 

Varlık Vergisi ve C ahide Sonku 



11 kasım 1942'de TBMM'de pek de tartışılmadan kabul edilen 
Varlık Vergisi Kanununun Almanya'daki Yahudi soykırımı döne- 



393 



mine rastlaması Türkiye'deki azınlıkların korkulu yıllar geçirme- 
sine neden oldu. 

Konuya "sınıfsal" bakanlarla, "etnik-dinsel" görenler arasında, 
bugün bile hâlâ süren tartışmalar yaşanmaktadır. 

İşin özü şuydu: 

Türkiye İkinci Dünya Savaşıyla birlikte 1 milyonu aşkın insa- 
nı silah altına almıştı. Askere alınanların büyük bölümü tanm ke- 
simi çalışanıydı. Doğal olarak tanm üretimi düştü, talep karşıla- 
namaz oldu. Buna Avrupa'nın da savaş ortasında kalması sonucu 
ithal malların yurda girememesi eklenince piyasada sıkıntılar baş 
gösterdi. Doğal olarak karaborsa ve vurgunculuk Birinci Dünya 
Savaşından sonra tekrar ortaya çıktı. Ve bunu da piyasaya hâkim 
olan azınlıklar yapıyordu. 

Özetle, devlet yeni kaynak bulmak; piyasadan para çekip enf- 
lasyonu indirmek; azınlıklardan oluşan karaborsacı ve stokçula- 
rın aşırı kârlarını yok etmek için varlık vergisi istiyordu. 

Benzer uygulamalar Almanya, Fransa gibi savaşan diğer ülke- 
lerde de uygulanıyordu. İngiltere'de gelirler yüzde 98'e kadar 
yükselen oranlarda vergilendirilmişti. KezaABD'de "Victory Tax" 
(Zafer Vergisi) alınmaya başlanmıştı. Savaşa girmeyen İsviçre bi- 
le beş yıllığına varlık vergisi alıyordu. 

Savaş dünyadaki her evin kapısını çalmıştı! 

Varlık Vergisi Kanunu'na göre kim ne kadar vergi verecekti? 

Bunu belirlemek için il ve ilçelerde komisyonlar kuruldu. İşte 
problem bu komisyonların yapısında ve uygulamalarında çıktı. 
Örneğin İstanbul'da kimin ne kadar vergi vereceğini, Vali Lütfi 
Kırdar, vali yardımcıları, CHP İstanbul İl Başkanı Suat Hayri Ür- 
güplü, Maliye Teftiş Kurulu Başkanı Şevket Adalan, Belediye 
Meclisi üyeleri ve Mithat Nemli, Nuri Dağdelen, H. N. Barlo, Mu- 
hittin Alemdar, Vâkıf Çakmur gibi bazı işadamlan belirlemişti. 

Maliye müfettişleri vergilendirilecek mükelleflerin listelerini 
hazırladı. Bu listelerde mükellefler hakkında bilgiler de yazılıydı. 
Komisyon bir ay gibi kısa sürede kimin ne kadar vergi vereceğini 
tespit etti. Ve sonunda ödenecek vergi miktarlarını gösteren liste- 
ler, il ve ilçe vergi dairelerine asıldı. 

Ve asıl fırtına bundan sonra koptu. 

Vergilendirilenler dört gruba ayrılmıştı: Müslümanlar, gayri- 
müslimler, dönmeler ve ecnebiler. 

Müslümanlar takdir edilen matrahın yüzde 12,5'ini, gayrimüs- 
limler yüzde 50'sini, Sabetayistler yüzde 25'ini ve yabancılar yüz- 
de 12,5'ini ödeyecekti. 



Sonuçta gayrimüslimler Müslümanların dört katı, Sabetayist - 
ler ise iki katı kadar vergiyi, üstelik on beş gün içinde ödeye- 
cekti. 

İlk bakışta haksızlık var gibi görülüyor. Ama Osmanlı'dan o gü- 
ne uzanan dönemde piyasaya gayrimüslimlerin hâkim olduğunu 
düşünürseniz, bunun "o kadarda" haksız olmadığını düşünebilir- 
siniz. Savaş zenginleri arasında Müslüman sayısı bir elin parma- 
ğını geçmeyecek kadar azdı. 

Peki Varlık Vergisi uygulamasında hata yok muydu? Olmaz olur 
mu ? En birinci yanlış, Yahudilerin, Rumların, Ermenilerin hemen 
hepsinin zengin olduğu düşüncesiyle hareket edilmesiydi! 

Kuşkusuz alelacele hazırlanan listelerde tutarsızlıklar ve yan- 
lışlıklar vardı; bazı isimler özellikle kayrılmış, bazıları ise yok 
edilmeye çalışılmıştı. Öyle yanlışlıklar vardı ki, örneğin Mareşal 
Fevzi Çakmak'a büyük bir vergi konmuştu! 

Başka "nedenlerle" vergi borcu çıkarıldığını iddia edenler de 
yok değildi. 150 000 lira vergi borcu çıkarılan kereste tüccan er- 
meni Parseh Gevrekyan, bu kadar büyük bir rakamın karşısına 
çıkarılmasını şöyle açıklıyordu: 

Cahide Sonküyla (dönemin ünlü sinema oyuncusu) birlikte yaşar- 
dım. Ona hoca tuttum, Yazlık ve kışlık ev aldım. Araba aldım. Onunla 
ilişkimizi kıskananlann Varlık Vergisini fırsat bilip bana yüklendikle- 
rini biliyorum. (Rıdvan Akar, ^Â:a/e Yolcuları, 2000, s. 235) 



Vergi oranlan için itiraz "mevzubahis" edilmiyordu. Ama her 
devirde olduğu gibi "işini bilenler" yok değildi. Çoğu tüccar, Baş- 
bakan Şükrü Saraçoğlu, İstanbul Valisi Lütfı Kırdar vb. nezdinde 
girişimlerde bulunup borçlarını küçük miktarlara indirdiler. 

Türkiye'de Yahudiler, Ermeniler, Rumlar ve Sabetayistler Var- 
lık Vergisini hep "büyük sorun" yaptılar. 

Öyle bir hava yaratıldı ki, sanki ülke güllük gülistanlıktı ve dev- 
let azınlıkları acımasızca soymuştu! Kimse savaş ekonomisinden 
bahsetmiyordu! 

Bir kez daha altını çizmek gerekiyor: 

18 milyonluk bir ülkenin 1 milyon askeri nasıl beslenecekti? Fi- 
yatlar 1940'ta yüzde 39, 1941 'de yüzde 93 oranında artmıştı. Cumhu- 
riyet altını savaş öncesi 10,78 lirayken 1942'de 32 liraya çıkmıştı. 

Aksini düşünmek Türkiye tarihine şaşı bakmaktır. Bu dönemin 
koşullarını göz önüne getirmeden yorum yapmaktır. 

Bezmenler, Atabekler, Dilberler gibi bilinen Sabetayist ailele- 



rin korkunç parasal miktarlar ödemek durumunda bırakıldıkları 
sürekli yazılmaktadır. 

Ancak bu "korkunç parasal ödeme" yapanlardan Refik Bezmen, 
ortağı Yahudi Leon Toranto'ya ait 200 hisseyi o kaos ortamında, 
gerçek değerinin yaklaşık onda birine karşılık gelen, 400 000 liraya 
satın alabilecek kadar zengindi. İki ortak biri Yahudi diğeri Sabeta- 
yist, ikisi de varlık vergisi "mağduru"! 

Ve Bezmenler ortaklarının hisselerini 400 000 liraya alacak ka- 
dar zenginler. 

Bu biraz kafa karıştırmıyor mu? 

İki ortak arasındaki gelişmeler aslında bir gerçeği gözler önü- 
ne seriyor. İki eski ortak bu hisse satışı meselesinden dolayı so- 
nunda mahkemelik oldu. Davayı Bezmenler kazandı. Leon Toran- 
to mahkemeyi CHP'li çıkar gruplarının etkilediğini iddia etti. 

Varlık Vergisiyle Türkiye'de para el değiştirdi. Doğrudur. Ama, 
gayrimüslimlerin paralarının kimlere gittiği de araştırma konu- 
sudur ! 

Varlık Vergisi Kanununu çıkararak Sabetayistleri ezdiği iddia 
edilen CHP " vergi borçlarını ödeyebilmek için mallarını kaptıran 
Yahudi Leon Toranto'ya karşı Bezmenlerin yanında yer almıştı. 
Yahudi Leon Toranto'nun parası Sabetayist Bezmenlere geçti. 

Not: Türkiye'nin her karışık siyasî- iktisadî döneminde bir aile 
hep gündeme geliyor: Bezmenler! 

1980'li yıllarda Santral Holding operasyonunda Refik Bezmen 
ve Fuat Bezmen'den, 1990'lı yıllarda Halil Bezmenin ABD mace- 
ralarına kadar özellikle son yirmi beş yıldır medya manşetlerinde 
hep Bezmenler var! 

Keza "Toranto davası" nedeniyle 1940'lı yılların gazete manşet- 
lerinde yine Bezmenler vardı... 

Varlık Vergisinin büyük yanlışı borcunu ödeyemeyen 1 229 ki- 
şinin Aşkale gibi -kışm Eskişehir Sivrihisar- çalışma kamplarına 
gönderilmesiydi. 

Gidenlerin çoğu İstanbul'dandı. 

İzmir'deki sürgün sayısı sadece 88 kişiydi. 

Varlık Vergisi öncelikle İstanbul piyasasını etkilemişti. İzmir, 
Bursa, Çanakkale, Balıkesir, Manisa, Mersin, Edirne, Samsun, 
Kayseri gibi yerler ikinci plandaydı. 

Ama Varlık Vergisi'nin etkisi salt ekonomik yaşamda hissedil- 
medi. Örneğin İzmir Karataş'ta ve Bahribaba Parkı'nda yapılan 



I I. ismet Paşa'nın kardeşi Rıza Temelli'nin adı Varlık Vergisi mağdurlarının mallarını 
alanlar arasında geçti. Borçlarını ödeyemeyen Idrofil Pamuk Fabrikası'nı ve kömür nak- 
liyatı için 300 tonluk bir gemi almıştı. (Emin Karakuş, /ste Ankara, 1977, s. 69) 



iki binanın Yahudilerin yakılması amacıyla hazırlandığı dediko- 
dusu kenti sarsacaktı. 

Keza İstanbul'da Or Hayim Hastanesi yanındaki Et ve Balık 
Kurumuna ait arazide inşa edilen binanın Yahudileri yakmak için 
yapıldığı iddiası da bu kentteki Musevileri korkutmuştu. Üstelik 
bırakın o dönemi, bugün bile, merkezi İsrail'de bulunan Siyonist 
Arşivinde "Türkiye Yahudi vatandaşlarını imha etmek için fırın- 
lar hazırlamıştı" diye yazılan raporlar vardı. (Rıdvan Akar, Aşka- 
le Yolcuları, 2000, s. 178) 

Peki bir abartı yok mu ? 

Dönemin ünlü gazetecisi "Kandemir" İstanbul'dan Aşkale'ye 
ilk giden 45 kişilik heyetle yolculuk yaptı, yolda ve ilçede gördük- 
lerini kaleme aldı. Başbakan Şükrü Saraçoğlu, "Neden bu kadar 
ağır yazılar kaleme aldın, bunlar memleketimize zarar vermiyor 
mu?" diye sorunca şu yanıtı verdi: 

O günlerde yalnız İstanbul'da şevke tâbi elli binden fazla Aşkale 
yolcusu vardı. Bunların büyük bir kısmının, "Adam sen de, varsınlar 
sürsünler, ömrümün sonuna kadar orada bırakacak değiller ya, bir 
müddet sonra kurtulunca gelir, yine parama kavuşurum" diye Aşka- 
le'de yan gelip oturacaklarını zannederek borçlarım ödememekte ta- 
allül gösterdiklerini duymayanımız yoktur. Böylelerini orada sefa sü- 
rülmediğini, aksine en ağır mahrumiyetler içinde çalışıldığım anlatıp 
korkutmak suretiyle borçlarını ödemeye teşvik etmek, memleketin 
menfaatinden başka bir gayeye matuf olabilir mi ?.. (Kandemir, Yakın 
Tarihimiz, 1962, c. 1, s. 183) 

Bu Varlık vergisi nelere mal olmuştu ? 

İsrail 14 mayıs 1948'de bağımsızlığını ilan ettikten sonra Türki- 
ye'den binlerce Yahudi'nin "anavatanlarına" dönme nedenleri 
arasında Varlık Vergisi de gösterilmektedir. 12 

Bu konuda çeşitli "komplo teorileri" de mevcuttur. Millî Gaze- 
tenin köşeyazan Afet İlgaz, Varlık Vergisi'ni "Yahudi-dönme kom- 
polosu" olarak görmektedir. Yazar İlgaz'a göre, "İsrail'in devlet 
olabilmesi için 'bölgedeki Filistin nüfusunu geçecek' rakamı tuttu- 
rabilmek amacıyla" Varlık Vergisi "dönme gazetecilerin" oyunuyla 
yürürlüğe sokulmuş ve böylece Türkiye'den Yahudilerin İsrail'e 



12. Cumhuriyet'in ilanından itibaren Yahudi göçü: 1923-1931 arası I 339; 1932'den 
1940'akadar2 363ve 1940-1947 arası3606 kişidir. 1948'de4362, 1949'daise26306 

kişidir. 1950'de bu rakam 2 491'e ve 1955'te 339'a kadar düşer. I956'da I 7IO'a ve 
I9*57'de I I97'ye kadar çıkar. 1960'ta 387'ye düşer ama 196l'de tekrar I 829'a çıkar. 

İnişli çıkışlı Yahudi göçü devam eder gider. 



göçü gerçekleştirilmişti. Zaten "kanunu imzalayan bakanlardan 
üçü dönme, üçü de masondu"! (Millî Gazete, 23 ağustos 2002) 

Afet İlgaz'ın makalesine "komplo teorisi" diyebilirsiniz; ama 
aklınızda şu soru da bulunsun: yaklaşık beş yüz yıldır hiçbir soy- 
kırım felaketi yaşamamış, Osmanlı'nın ve Türkiye'nin diğer teba- 
ası ve yurttaşından çok ayrı bir muamele görmemiş -hatta son 
otuz yılda Rum ve Ermeni azınlığa göre daha yakınlık hissedil- 
miş- 90 000 nüfuslu bir topluluğun 35 000'i neden göç etmiştir? 13 

Nedeni ne olursa olsun bir gerçek vardı: çeyrek yüzyıl önce 
"tek dil, tek kültür, tek ulus" ilkeleriyle kurulan ve daha "emekle- 
me çağında olan" Türkiye'ye, Yahudiler sadakatsizlik yapmıştı! 

Ne yazık ki bazı Yahudilerin ilk fırsatta Türkiye'den kaçarcası- 
na uzaklaşmaları, kalan Yahudileri zor durumda bırakacaktı... 

Uzatmak istemiyorum. Varlık Vergisi konusunda yapılan bir di- 
ğer yorum da şudur: Varlık Vergisinin en olumsuz sonucu ise, her 
an bir devlet müdahalesiyle karşılaşıp mallarını kaybedeceğini 
sanan gayrimüslimlerin artık Türkiye'de kolay kolay yatırıma yö- 
ne lmeyip, her an ülkeyi terk edecekmiş gibi para kazanma yolla- 
rını tercih ettiler! 

Hiç şöyle bir araştırma gördünüz mü: Cumhuriyet dönemin- 
deki yatırımları kimler yapmıştır? Evet, biliyoruz ki devlet; ama 
özel sektör yatırımları da yok değildi. Peki bu özel sektör yatı- 
rımlarının yüzde kaçını azınlıklar yapmıştır ? Böyle bir çalışma 
yapılmadığı için bilmiyoruz. Ama Ermenilerin ve Rumlann 
Cumhuriyet döneminde ne tarım ne de sanayi yatırımı yapma- 
dığını biliyoruz. Peki Yahudiler?.. İşte konunun hassas noktası 
burasıdır. 

Önce bir soru: Yahudiler dünyada neden borsa, sanat, edebi- 
yat, bilim alanlarında çok başarılıdır ? Örneğin Yahudi kâşif ne- 
den çoktur ? 

Yamtı basittir: başta Avrupa olmak üzere çoğu yerde Yahudile- 
rin toprak, mülk sahibi olması yasaktı. Aynca sürekli sürgün edi- 
len Yahudiler de tarım, sanayi gibi kalıcı yatıranlara yönelmek is- 
temiyorlardı. 

Gelelim bizim topraklara... Gerek Osmanlı'da gerekse Türki- 
ye'de büyük yatırımcı kaç Yahudi tanıyorsunuz? Bir elin parma- 



13. Hacı Bayram Veli soyundan gelen Fuad Bayramoğlu Vehbi Koç'un ablası Zehra Kü- 
tükçüoğlu'nun kızı Nesteren'le evliydi. Bayramoğlu, Varlık Vergisi döneminde Başbakan 
Şükrü Saraçoğlu'nun özel kalem müdürlüğünü yaptı. Aradan yıllar geçti, I992'de, Yahu- 
dilerin ispanya'dan Osmanlı topraklarına gelişinin 500. yılında kurulan, "500. Yıl Vak- 
fi"nın kurucularından biri oldu. Şimdi bu iki olayı nasıl "okumamız" gerekiyor ? Özeleş- 
tiri mi yapıp vakfa kurucu olmuştu; yoksa Varlık Vergisi fazla mı abartılmıştı ?Yadatüm 
bunlar bir oyunun parçası mıydı ? 



ğını geçmez! Kompradorların çoğunluğunun Yahudi olmasının 
kuşkusuz tarihsel nedeni vardı. 

Toparlarsak, Varlık Vergisinden sonra Yahudilerin Türkiye'ye 
yatırım yapmaktan vazgeçtiklerinin hiçbir gerçekliği yoktur. 

Biliyorum, uzattım ama, bir noktanın daha altım çizmek istiyo- 
rum. Türkiye'de Varlık Vergisi konusunda fikir yürütenlerin he- 
men hepsi bir kitabı kaynak gösteriyor: Faik Ökte'nin, Varlık 
Vergisi Faciası. 

Varlık Vergisinin uygulayıcısı İstanbul Defterdarı Faik Ökte, 
"vicdan azabına dayanamamış" bu kitabı yazmıştı! 
Sahi öyle mi ? 

Dönemin bürokratı Cahit Kayra'mn '38 Kuşağı adlı kitabına gö- 
re, DP hükümetinin geldiğini gören Faik Ökte, "korktuğu bir akı- 
betten kurtulmak için" bu kitabı kaleme almıştı! Ayrıca Faik Ök- 
te'nin en büyük hatası ve korkusu, Varlık Vergisi nedeniyle elden çı- 
karılan bir Ermeni vatandaşın evini satın almasıydı! (2002, s. 139) 

Üstelik Faik Ökte bir Sabetayist'ti! 

"Faik Ökte, Yahudi kaynaklarda Yahudi olarak tasnif edilmek- 
tedir." (Yalçın Küçük, Tekeliyet, 2003, s. 342) 

Son bir ayrıntıyı daha vermem gerekiyor: Varlık Vergisinin ka- 
rarını CHP hükümeti vermişti. Peki uygulayıcıları kimdi ? 

Sıtkı Yırcalı, Emin Kalafat, Halil Ayan, Nedim Ökmen, İhsan 
Baç gibi Demokrat Partinin önde gelen maliyecileri... 

Keza Lütfı Kırdar da daha sonra DP'ye geçecekti. 

Geçelim... 

Büyükelçi Dr. Aras'a büyük oyun 



Biz yine Evliyazadelerin damadı Dr. Tevfık Rüşdü Aras'ı bırak- 
tığımız Londra'ya dönelim... 

Ankara'nın, Londra Büyükelçisi Dr. Araş'tan ilk isteği hayli il- 
ginçti: Türk lirası üzerinde artık İsmet Paşa'nın fotoğrafı basılma- 
ya başlanmıştı. Üzerinde Atatürk resmi bulunan eski para kalıp- 
lan Londra darphanesinde imha edilecekti. İmha sırasında Türk 
Büyükelçiliğinden bir görevlinin darphanede bulunması gereki- 
yordu. Dr. Araş, Büyükelçilik müsteşarını darphaneye yollarken, 
dost sohbetlerinde Ankara'ya gönderdiği "terbiye dışı" sözler kı- 
sa sürede "millî şefin" kulağına kadar gidecekti... 

Aslında Atatürk fotoğrafı bulunan paralanıl İngiltere'de imha 
edilmesi yeni bir dönemin başladığının en somut göstergesiydi. 
Fakat Dr. Araş inandığı siyasal yoldan şaşmıyordu. Türk dış poli- 



399 



tikasmdaki tercihi Ankara'yla yollarını tamamen ayıracaktı... 

Yukanda yazdığım gibi Dr. Araş ile İsmet Paşa'nın arasında, 
İkinci Dünya Savaşında izlenecek dış politika konusunda farklı- 
lıklar vardı. 

Dr. Araş hâlâ Sovyetler Birliğiyle ittifakın sürdürülmesinden 
yanaydı; İsmet Paşa ise "çok seçenekli" İngiltere, Fransa, Alman- 
ya ve Sovyetler Birliğiyle dostluk ilişkilerinden yanaydı. Ancak 
Sovyetler Birliğiyle ilişkilerin, Atatürk döneminde olduğu gibi sı- 
cak devam etmediği de aşikârdı. 

Türk dış politikası değişiyordu ama Dr. Araş hâlâ Atatürk dö- 
nemi siyasal çizgisinde ısrarlıydı. Bu nedenle bazı ülke başkent- 
lerinin de tepkisini çekmiyor değildi! Örneğin Arnavutluk'un iş- 
gali sırasında İtalya'ya karşı Balkan devletlerini birlikte harekete 
geçirmek amacıyla yaptığı "diplomatik çabalan" öğrenen İtalya, 
Türkiye'ye şikâyette bulundu. Ankara, İtalyan elçisini, "Türki- 
ye'nin dış politikasını artık Dr. Tevfık Rüşdü Araş yönetmiyor" di- 
ye yatıştırdı! 

Ve bir olay İsmet Paşa' ya, Dr. Araş'tan kurtulma olanağı verdi: 
Almanya'nın Sovyetler Birliğine saldırması üzerine İngiltere Dı- 
şişleri Bakanı Anthony Eden ittifak görüşmeleri yapmak için 
Moskova'ya gitti. Başta Stalin olmak üzere önde gelen isimlerle 
toplantılar yapıp ülkesine döndü. Türkiye neler konuşulduğunu 
merak ediyordu. 

Dr. Araş, Moskova'daki görüşmelerde bulunan yakın dostu 
Sovyetler Birliğinin Londra büyükelçisi îvan Mihayloviç Mays- 
kiy'den bilgiler aldı. 

Diplomasi kurallanm aşmamak için İngiltere nezdinde de giri- 
şimde bulundu. Dışişleri Bakanı Eden önce Moskova'dan Türki- 
ye'ye geçmekte olan Ankara büyükelçisinin yerine ulaşmasının 
ardından bilgi vereceğini söyledi. Aslında İngiltere, Dr. Aras'ın 
Sovyetler Birliğinin Londra büyükelçisiyle çok samimi olmasın- 
dan rahatsızdı. Ve bunu her fırsatta Ankara'ya bildiriyordu. 

Artık Ankara da bu ilişkiden rahatsızlık duymaya başlamıştı. 
Diğer yandan Dr. Aras'ın Sovyetler Birliği nezdindeki ağırlığını 
bildiği için, damadı Fatin Rüşdü Zorluyu, Alman ordulannın 
Moskova smınna kadar dayanması üzerine Sovyetlere yeni baş- 
kent yapılan Kuybişev'e, maslahatgüzar olarak tayin etmişti! 

Dr. Aras'ın her ne kadar Sovyetler Birliği nezdinde güçlü ilişki- 
leri olsa da Ankara artık İngiltere'nin basküarma dayanamayacak 
noktaya gelmişti. Sonunda Dr. Aras'ın "ipinin çekilmesi" için Lond- 
ra ve Ankara anlaştı. 



Dışişleri Bakanı Anthony Eden, Dr. Aras'ın randevu tekliflerine 
bir türlü yanıt vermedi. Ankara bunu sorun yaptı. Dr. Aras'm işini 
savsakladığını iddia etti ve ona üç seçenek sundu: ya istifa ede- 
cek, ya vekâlet emrine alınacak ya da emekliye sevk edilecekti. 
Dr. Araş son şıkkı seçti. 1943'te emekli olmak zorunda kaldı. 
Atatürk'ün dış politikası artık tamamen rafa kaldırılıyordu... 
Dr. Aras'ın yerine, Londra büyükelçiliğine, Atatürk'le görüş ayrı- 
lığına düşen, İzmir Suikastı davasında yurtdışında olduğu için gıya- 
bında yargılanan, on yıl hapse mahkûm edilen ve Mustafa Kemal 
vefat edince Türkiye'ye gelen Hüseyin Rauf Orbay atandı! 

Dr. Araş emekli olur olmaz, Moskova Büyükelçiliği müsteşarlı- 
ğına kadar yükselen damadı Fatin Rüşdü Zorlu da Beyrut konso- 
losluğuna atandı! 

Evliyazedaler ile ismet Paşa arasındaki mücadele hiç bitmeye- 
cekti... 



Evliyazadelerin yeni yıldızı 



Toprağı olmayan köylülere geçimlerine yetecek kadar toprak 
verilmesini öngören "çiftçiyi topraklandırma" yasa tasarısının 
Meclis'te yeni bir partinin doğumuna vesile olacağını sanırım o 
günlerde kimse tahmin etmiyordu. 

Köylüye öncelikle devletin elinde olup da kullanılmayan top- 
raklar dağıtılacaktı. Buna ek olarak, tarıma elverişli bölgelerde, 
toprak ağalarının elindeki arazinin 5 000 dekardan fazlası, tarıma 
elverişsiz yerlerde ise 2 000 dekardan fazlası kamulaştınlıp köy- 
lüye verilecekti. 

İşte bu madde CHP'yi ikiye bölecekti. Parti içinde Adnan Men- 
deres, Emin Sazak, Cavit Oral gibi büyük toprak sahibi milletve- 
killeri yasa tasarısının bu maddesine şiddetle karşı çıktılar. 

Hükümet yasa tasarısını TBMM'ye gönderince, Meclis otuz iki 
kişiden oluşan bir karma komisyon seçti. Komisyon üyelerinde 
ağırlık büyük toprak sahiplerinindi. Adnan Menderes komisyo- 
nun "mazbata muharriri", yani raportörü olmuştu. 

Gerek bu komisyondaki çalışmaları ve gerekse Meclis'te yasa 
tasarısına karşı yaptığı konuşmalar, Adnan Menderes adının, baş- 
kent siyasî çevrelerinde duyulmasını sağladı. 

Evliyazadelerin damadı Menderes tasarıya karşı savaş açmıştı. 

Toprak reformu komisyonda görüşülürken, 1945 bütçe yasası 
Meclise geldi. Adnan Menderes, Refik Koraltan ve Emin Sazak 
hükümeti ve ülkenin ekonomik durumunu eleştiren konuşmalar 



401 



yaptılar. Oylama sırasında bu üç milletvekilinin yanı sıra Celal 
Bayar ve Fuad Köprülü de ret oyu verdiler. 

CHP içinde muhalefet hareketi ortaya çıkmaya başladı. 

Bunun önemli nedeni, ikinci Dünya Savaşı liberal-demokrat ül- 
kelerin üstünlüğüyle sonuçlanıp, tek partili otoriter faşist yöne- 
timlere dayalı siyasal sistemlerin gözden düşmesiydi. 

Batı, Nazi Almanyası'na karşı ittifak yapmıştı; şimdi ise aynı 
cephe Sovyetler Birliğine karşı kuruluyordu. 

inönü Türkiyesi safını Batı olarak belirlemişti. Ama burada yer 
almanın koşullan vardı. Örneğin, tek partili siyasal yaşama son 
vermek gerekiyordu. Cumhurbaşkanı İnönü de demokrasi sinyal- 
leri veriyordu. Bu demeçler, konuşmalar CHP içindeki muhalifle- 
ri umutlandırıyordu. 

Londra'dan Ankara'ya dönen Dr. Tevfik Rüşdü Araş altmış ya- 
şındaydı, ama çok zinde ve kabına sığmayan biriydi. Ankara Bah- 
çelievler'deki evini İsmet Paşa muhaliflerinin merkezi haline ge- 
tirmişti. Ve bu muhalefetin başını çeken isimlerden biri ise Evli- 
yazadelerin diğer damadı Adnan Menderes'ti... 

İttihat ve Terakki döneminde Evliyazadelerin güçlü ismi Dok- 
tor Nâzım'dı; Atatürk döneminde ise Dr. Tevfik Rüşdü Araş! 

Çok partili siyasal yaşama geçecek Türkiye'nin, bu yeni döne- 
minde ise, bir diğer damadın, Adnan Menderes'in yıldızı parlaya- 
caktı... 



On dokuzuncu bölüm 



21 haziran 1945, Ankara 



Zonguldak'tan döneli daha üç gün olmuştu. 

Ankara Bahçelievler'deki evinde yaptığı "perşembe toplantıla- 
rına yetişebilmek için seçim döneminde kendisine yardımcı olan 
çok kişiye teşekkür ziyaretine bile gidememişti. 

Perşembe toplantılarına Dr. Araş çok önem veriyordu. Siyasî 
stratejilerin tartışıldığı Bahçelievler'deki ev, CHP muhalefetinin 
merkeziydi. 

Bu toplantılara sürekli gelen iki isim vardı: Adnan Menderes ve 
Fuad Köprülü. Sonradan Celal Bayar ve onun aracılığıyla Refik 
Koraltan.' 

TBMM'de bütçeye ret oyu verilmesi, bazı yasa maddelerinin 
değiştirilmesi gibi, siyasal tavırların konuşulup tartışıldığı yerle- 
rin başında Dr. Aras'ın evi geliyordu. 

Dr. Araş kendisini o grubun gerçek ruhu, beyni sayıyordu. Fakat 
Meclis'te olmamasının büyük handikap teşkil ettiğini görüyordu. 
Memleket süratle çok partili sisteme gidiyordu. Manzara, ikinci 
partinin Meclis içinden çıkacağını belli ediyordu. Çankaya'dan ve 
CHP başkanlık divanından sızan haberler böyleydi. Eski Dışişleri 
bakanı ancak Meclise girmek suretiyle hukukî statüsünü de duru- 
ma uygun hale getirebileceğini biliyordu. Zonguldak işçi muhitiydi. 



I. Refik Koraltan, DYP'Iİ Mehmet Ali Bayar ile Özelleştirme idaresi eski başkanı Uğur 
Bayar'ın büyük dayılarıdır! Refik Koraltan'ın yeğeni Sevinç Hanım, DP döneminin istan- 
bul valisi ve Belediye başkanı Kemal Aygün'le evliydi. Bu evlilikten doğan Baysan Hanım, 
AP'nin ünlü Sanayi ve Ticaret bakanı Nuri Bayar'ın eşi, Mehmet Ali Bayar ile Uğur Ba- 
yar'ın anneleridir. 

Bir ek: Refik Koraltan'ın oğlu Oğuz'un eşi Gülseren (Bereket) ile Dışişleri eski bakanı 
Vahit Halefoğlu'nun eşi Fatma Zehra (Bereket) kardeştir. 

Son not: Kemal Aygün'ün yeğeni Oğuz Aygün yıllarca AP grup başkanvekilliği yapmış, 
1999 seçimlerinde DSP'den milletvekili seçilmiştir. 



Eee, kendisi de soldaydı. O halde en uygun seçim bölgesi Zongul- 
dak olacaktı. (Metin Toker, Tek Partiden Çok Partiye (1944-1950), 
1998, s. 64-65) 



Dr. Araş adaylığını koymadan önce, "CHP makamının" bu duru- 
mu nasıl karşılayacağını öğrenmek istedi. Bilgi alamadı. CHP ta- 
rafından hâlâ "istenmeyen adam" olduğunu bir kez daha anladı. 

O dönemde herkese "damadım" diye tanıttığı Adnan Mende- 
res'in ve Celal Bayar'ın tavrını merak etti. Bayar, "Kazanma ihti- 
maliniz az, ancak ne olur, sadece bir maç kaybetmiş olursunuz" 
dedi. 

Dr. Aras'ın Zonguldak'tan aday olmasının nedeni başkaydı. 

Zonguldak seçimi bir simgeydi. 

Her şey on gün önce Başbakan Şükrü Saraçoğlu'nun bir tebli- 
ğiyle başlamıştı: 

"Açık bulunan Kocaeli, Zonguldak, Sivas, Burdur, İstanbul ve 
Çorum milletvekillikleri için haziranın 17. pazar günü seçim ya- 
pılmasına ve bu seçimde partimiz merkezi tarafından aday göste- 
rilmemesine Genel Başkanlık Divanında karar verilmiş bulun- 
maktadır." 

Bu açıklama herkesi şoke etmişti. Ne demekti şimdi bu; bir 
seçim olacak ve tek parti döneminde CHP merkezi aday belirle- 
meyecek ? Rejim liberalleşme yönünde ilk adımı bu tebliğle at- 
mıştı!.. 

Türkiye'de ilk kez bu araseçimde adaylar birbirleriyle yarışa- 
caktı. Bildirilerle, mitinglerle, nutuklarla propaganda yaparak 
halktan oy isteyecekti. 

Dr. Tevfık Rüşdü Araş bu nedenle Zonguldak'tan adaylığını 
koydu. 

Adaylığını koymasının bir diğer nedeni ise, Metin Toker'in yaz- 
dığı gibi, perşembe toplantılarında bir konu dikkatini çekmişti: 
ev toplantısında milletvekili olan muhaliflerin diğerlerine göre 
daha bir siyasal ağırlığı vardı. Sözleri daha çok dinleniyor, düşün- 
celerine daha çok önem veriliyordu. Eğer ileride Bahçelievler'de- 
ki evden bir parti doğacak olursa, onun başına geçebilmek için 
milletvekili olması gerektiğini düşünüyordu. 

Bu hesabı yapan sadece kendisi değildi. îsmet Paşa'nın o ara- 
seçimde Zonguldak'a ayrı bir önem verip, Dr. Aras'ın seçilmeme- 
sini önlemesinin altında bu gelecek hesabı yatıyordu! 

Sonuçta Dr. Araş seçimi kaybetti. 

Ama pes etmiyordu. 



O günlerde SSCB'nin Türk- Sovyet Dostluk ve Saldırmazlık 
Antlaşmasının günün koşullarına uygun hale getirilerek yenilen- 
mesini istemesi, Ankara tarafından abartılarak, kuzey komşusu- 
nu tekrar Osmanlı Devleti döneminde olduğu gibi bir "korku im- 
paratorluğuna" dönüştürüvermişti! 

Yeni dünya düzeni kuruluyordu ve Türkiye Batıyla ittifak pe- 
şindeydi. Bunun yolunun Sovyetler Birliği düşmanlığından geçti- 
ğini biliyordu! 

Dr. Araş, Ulusal Kurtuluş Savaşının ilk İçişleri bakanı Cami 
Baykurt ile Zekeriya-Sabiha Sertel çiftinin Tan gazetesindeki, bu 
politikalara karşı çıkan, Sovyetler Birliğinin Türkiye toprakların- 
da gözü olmadığını analiz eden makaleleri Ankara'da bazı çevre- 
lerin tepkisini çekiyordu. 2 

Sonunda 4 aralık 1945 sabahı İstanbul Beyazıt Meydanında 
toplanıp slogan atarak Babıâli'ye yürüyenler Tan gazetesini yerle 
bir ettiler! 

Bu terör hareketinin amacı sadece Tan gazetesini susturmak 
mıydı? Hayır. CHP içindeki Bayar, Menderes, Köprülü, Koraltan 
ile sol muhaliflerin arasını açmak için mi yapılmıştı? 

Meselenin gerisinde çok ince bir siyasal taktik yatıyordu... 

Birkaç ay önce Celal Bayar, Fuad Köprülü, Adnan Menderes, 
Zekeriya Sertel, Dr. Tevfık Rüştü Araş, "faşizme ve her türlü dik- 
tatörlüğe karşı demokrasi yanlısı" herkesi bir partide toplamayı 
planlamışlardı. 

İlkeler üzerinde anlaşmaya bile varmışlardı: 

- Yeni parti burjuva demokratik hak ve özgürlüklerini savuna- 
cak. 

- İleri devletçi olacak. Ancak devletin yapamadığı işler özel te- 
şebbüse bırakılacak. Ama onlar da devletin kontrolü altında çalı- 
şacak. 

- Türk- Sovyet dostluğu dış politikanın temeli olacak. 

- Türkiye bağımsız ve barışçı olacak. (Zekeriya Sertel, Hatır- 
ladıklarım (1905-1950), 1968, s. 261) 

Bu hareketin bir yayın organı olması için kolları sıvamışlardı. 

Görüşler adlı dergide Celal Bayar, Adnan Menderes, Fuad 
Köprülü, Behice Boran, Niyazi Berkes, Pertev Nailî Boratav, Ze- 
keriya Sertel, Dr. Tevfık Rüşdü Araş, Halide Edib Adıvar, Cami 



2. ilginçtir; Dr. Araş, Sovyetler Birliği'yle dostluk ve işbirliği yapılmasını belirten maka- 
lelerini Tan gazetesinde; iç politikaya ilişkin demokrasi, hürriyet isteyen değerlendirme- 
leriniAhmed EminYalman'ın Vatan gazetesinde yazıyordu! Ahmed Emin Yalman Sov- 
yetler Birliği'yle yakınlık politikasına karşı olduğu için Dr. Aras'ın gazetesinde dış poli- 
tika yazmasına izin vermiyordu! 



Baykurt 'un adı makale yazacak yazarlar olarak kamuoyuna açık- 
lanmıştı. 

Toplantılar Dr. Aras'ın Bahçelievler'deki evinde oluyordu. 

"Celal Bayar ve arkadaşları" denilince sonraki olayların tesiriy- 
le akla Bayar, Menderes, Koraltan ve Köprülü gelir. Halbuki bu 
dörtlü 1942'lerden itibaren Dr. Aras'ın Bahçelievler'deki ikametgâ- 
hında sürüp giden görüşmelerin, sohbetlerin bir araya getirdiği bir 
gruptur. tarihe kadar Bayar ile Menderes arasındaki ilişki aynı 
meclisteki iki milletvekilinin birbirlerini başlarıyla selamlamaların- 
dan, çok çok el sıkışmalarından ibarettir. Bayar ne başbakanlığın- 
da ne de ondan önce Menderes hakkında iyi veya kötü bir şey dü- 
şünmüştür. (Metin Toker, Tek Partiden Çok Partiye (1944-1950), 
1998, s. 529) 

Dr. Aras'ın evindeki toplantılarda, Celal Bayar, Adnan Mende- 
res, Fuad Köprülü ve İstanbul'dan gelen Zekeriya Sertel başı çe- 
kiyordu. Toplantılarda bazen Sabiha Sertel de bulunuyordu. Sol- 
cu Serteller ile "Demokratlar" o günlerde çok samimiydi. Öyle ki 
trenle Ankara'dan İstanbul'a dönecek Sabiha Sertel'i uğurlamaya 
Adnan Menderes ve Fuad Köprülü geliyordu. 

Serteller istanbul'a dönerken Adnan Menderes istasyona kadar 
gelerek kendilerini uğurlamıştı. Trenin penceresinden Sabiha Sertel 
bana, "Karakuş yazıları alıp göndermekte acele et" diye ricada bulu- 
nuyor, Adnan Menderes de, "Merak etmeyin hammefendi, yazılar ar- 
ka arkaya gönderilecektir" diyordu. (Emin Karakuş, İşte Ankara, 
1977, s. 98) 

Aslında dergi çıkarma ve siyasal parti kurma fikri İstanbul'da- 
ki dost ortamlarında doğmuştu: 



Sertellerinkine ev değil de bir aydınlar kulübü, bir kültür ocağı, 
bir mektep demek lazım. Orada kimler yok ki ? Sadreddin Celal ile 
eşi Nâzıma Hanım, Nâzım'in kız kardeşi Samiye ile kocası Şeyda 
Bey, Halet Çambel Hanım ile Nail Bey, Sabahattin Ali ile Âliye Ha- 
nım, Mehmet Ali Aybar ile Siret Hanım, Kemal Salih'ler, Cami Bey, 
Dr. Adnan Adıvar, Bal Mahmut'lar, Adnan Cemgil'ler, Celal Bayar 
Bey, Ramazan Arkın'lar ve Babıâli'den, üniversiteden, politikacılar- 
dan adı saymakla bitmeyecek pekçok şahsiyet. (Sadun Tanju, Eski 
Dostlar, 2000, s. 16-17) 



Bugün, Celal Bayar'ın adının sosyalistlerle birlikte görünmesi 
çok kişiye şaşırtıcı gelebilir. Ama dün öyle değildi. Örneğin, İkti- 
sat Vekili Mahmud Celal (Bayar), 1921 yılında Hâkimiyeti Milli- 
ye gazetesine bakın nasıl bir açıklama yapmıştı: 

"Devlet sosyalizmine karşı olanlar, ferdiyeti kuvvetli, sermaye- 
si zengin memleketler ahalisidir. Tanzimat'tan beri, elverişsiz 
şartlar altında Avrupa kapitalinin memleketimize imtiyazlı bir şe- 
kilde girmesinin ve iktisadî kaynaklarımıza hâkim bulunmasının 
esef verici neticeleri göz önündedir." 

Keza Celal Bayar, "İslam sosyalizmi'ni savunan Yeşilordu için- 
de de yer almıştı. 

Sosyalizm, Celal Bayar için o yıllarda öcü değildi. Seçim gezisi 
için gittiği izmir'de, 6 nisan 1947'de şöyle konuşacaktı: 

"Ben eğer Türk milletine fayda temin ediyorsam, kanaatlerim- 
den fedakârlık yaparak sosyalist de olurum." 

Söylemek istediğim şudur: 1940'lı yılların ikinci yansında İs- 
tanbul ve Ankara'da yan yana gelen isimler tesadüfen bir araya 
gelmiş değillerdi. Buna bir "demokrasi, özgürlük veya muhalefet 
ortak cephesi" denebilir. 

Siyasal ortaklık yanında, arkadaşlık, akrabalık gibi bağlar da 
yok değildi. Örneğin, Zeke riya- Sab İha Sertel çiftiyle, Adnan Men- 
deres'in samimi olmasının özel bir nedeni vardı. Zekeriya Ser- 
tel'in kız kardeşi Belkıs Halim Vassaf, Prof. Dr. Edhem Vassafin 
eşiydi. 

Edhem Vassaf, Adnan Menderes'in hem çocukluk arkadaşı 
hem de Serbest Cumhuriyet Fırkası Aydın teşkilatından "dava 
arkadaşı'ydı. Bu nedenle Edhem Vassaf 1950'de Kocaeli'den 
DP milletvekili olacaktı. (Gündüz Vassaf, Annem Belkıs, 2000, 
s. 260) 3 

Bir dönem sosyalistler Cumhurbaşkanlığı Köşkünde bile çalı- 
şabiliyordu ! 24 mayıs 1946'da Türkiye Sosyalist İşçi Partisi kuru- 
cusu Sabit Şevki Seren Atatürk döneminde Cumhurbaşkanlığı 
Özel Kalem müdür muavinliği yapmıştı. 4 

Liberaller ile solcuların ittifakı aslında Terakkiperver Cumhu- 
riyet Fırkası ve Serbest Cumhuriyet Fırkası'nda da olmuş ama so- 
run çıkmamıştı. 

Ancak. Şimdi sorun vardı. 



3. Edhem Vassaf, Mustafa Kemal Atatürk'ün halası Nimet Hanım'ın torunu Münire Ha- 
nım'ın oğludur. Mazhar Osman'ın asistanıydı. Radikal gazetesi köşeyazarı Gündüz Vas- 
saf, Belkıs-Edhem Vassaf çiftinin oğludur. 

4. Sabit Şevki Seren, Galatasaray ve millî takımın unutulmaz kalecisi Turgay Şeren'in ba- 
basıdır! 



İsmet Paşa, liberaller ile solcuların yan yana gelip parti kurma- 
larını istemiyordu. 

Sonuçta Tan gazetesi provakasyonu amacına ulaştı: "Ortak 
muhalefet cephesi" dağıldı. Görüşler adlı dergide yazacakları ka- 
muoyuna açıklanan Bayar, Menderes, Köprülü dergide yer alma- 
yacaklarını belirttiler. 

"Millî şef amacına ulaşmıştı: liberaller, solcularla yollarını ayır- 
dılar. 

İsmet Paşa'nın peşine polis taktığını Sertellere dert yanarak 
anlatan Celal Bayar, artık "millî şeften icazet almanın yollarını 
arıyordu. Aldı da! 

Serbest Fırka döneminde Arapça'dan siyasî terminolojiye gi- 
ren "muvazaa" (danışıklı dövüş) sözcüğü dillerde yine dolaşmaya 
başladı. 

Celal Bayar, "millî şefle gizli gizli buluşuyordu. 

"Millî şef ancak kendi kontrolünde Celal Bayar'ın bir parti 
kurmasına sıcak bakıyordu. 

Demokrat Parti muvazaalı doğuyordu... 

Program ve tüzük çalışmalarında "Dörtlere iki yardımcı katıldı. 
Bunlardan biri İzmir'den gelen Refik Şevket înce'ydi. 5 

Öteki yardımcı Dr. Tevfik Rüşdü Araş 'ti. *> Çalışmalara zaten onun- 
la birlikte başlanılmıştı. Bir noktaya kadar birlikte gelinmişti. Fakat o 
noktada görüşler ayrıldı. Dr. Rüşdü Aras'ın bana anlattığı şudur: "Par- 
ti programını beraber yaptık. Sosyal adalet konusuna sıra geldiğinde 
ben ısrar ettim. Dedim ki: Bizim programımızda sosyal adelet fikri as- 
lı CHP'dekinden geri olmayacaktır, ileri olacaktır.'" 

Dr. Araş, o konuda nasıl bir madde istediğini, yarısını Fransızca te- 
lim kullanarak izah etti. Herkesin çalışacağı belirtilecek ve "De cha- 
cun selon ses capasites, a chacun selon son travail (Herkesten yete- 
nekleri ölçüsünde herkese çalışması ölçüsünde)" denilecekti. Bilindi- 
ği gibi bu sosyalizmin sloganıdır. Komünizmin değil. Dörtler bunu ka- 
bul etmediler. 



5. 1885 Midilli doğumlu, Selanik Hukuk Mektebi mezunu Refik Şevket ince, Gazeteci 
Emin Çölaşan'ın dedesidir. Kastamonu istiklal Mahkemesi başkanlığı yapmış olan ince, 
altı dönem milletvekili olarak TBMM'de bulundu. 

Refik Şevket ince, Celal Bayar'ın yakın arkadaşıydı, izmir Yunanlılar tarafından işgal edi- 
lip, ittihatçıların önde gelen ismi Celal Bayar aranmaya başlayınca onu evinde saklayan 
isimdi. 

6. Demokrat Parti'nin kuruluş çalışmasına ilk katılan ekip içinde yer alan Refik Şevket 
İnce, Refik Koraltan, Muhiddin Baha Pars ve Dr. Tevfik Rüşdü Aras'ın istiklal Mahke- 
meleri'nde görev yapmış olmaları ilginçtir. Parti program ve tüzüğünü hazırlayan ince 
ve Dr. Araş Kastamonu'daki istiklal Mahkemesi'nde birlikte çalışmışlardı. 



Koraltan'a göre, program çalışmaları başladığında ve Dr. Araş ba- 
zı fikirlerini, tasavvurlarını belli ettiğinde onu ne kendisi, ne üç arka- 
daşı istemişlerdir. Fakat Dr. Araş toplantılara gelmekte devam etmiş- 
tir. Koraltan üç arkadaşının Dr. Arasa kendisini istemediklerini söy- 
lemek için yüzlerinin tutmadığını anlayınca onlara, "O halde ben söy- 
lerim" demiştir. Gerçekten de kendi evindeki bir program toplantısın- 
da Koraltan, Dr. Arasa dönmüş ve ona şöyle hitap etmiştir: "Sizin aki- 
deniz bizlerden farklı. Siz sosyal-demokrat bir parti kurmak istiyorsu- 
nuz. Bizim aramızda ne işiniz var ? Çıkın gidin. Sizin komünist oldu- 
ğunuzu bile söylüyorlar. İnansam değil evime kabul etmek, sizi yolda 
görsem selam vermem. Ama herhalde bizden değilsiniz. Lütfen artık 
gelmeyiniz. " DrAraş bunun üzerine kendilerini rahat bırakmıştır. (To- 
ker, Tek Partiden Çok Partiye (1944-1950), 1998, s. 77-78) 

Refik Koraltan, İsmet Paşa'nm damadı gazeteci Metin Toker'e 
o günleri biraz mübalağa ederek anlatmış olabilir mi ? Koraltan 
renkli bir kişilikti. Örneğin, Atatürk, Refik Koraltan'ı Vâsıf Çı- 
nar'la güreş tutturur, keyifle izlermiş! 

Ancak Refik Koraltan'ın "patavatsızlığı" da bilinmekteydi. Bu 
tür davranışları birkaç yıl sonra başına olmadık iş açacaktı. 

1950'li yıllarda büyükelçi olarak son görevinde bulunduğu Tok- 
yo'da Süreyya Anderiman ve eşi bir bunalım sonucu birlikte kendile- 
rine kıyacaklardı. O günlerde bir Japonya gezisi yapmakta olan 
TBMM Başkam Refik Koraltan'ın davranış tarzından alınmalarının, 
büyükelçi ile hanımını bu faciaya sürüklediğine sonradan basında de- 
ğinilecekti. (Haldun Derin, Çankaya Özel Kalemini Anımsarken, 
1995, s. 82) 

Evliyazadelere göre, İsmet İnönü, parti kurucusu olmasını iste- 
mediği bazı kişilerin isimlerini Celal Bayar'a vermişti. Bunların 
başında Dr. Tevfik Rüşdü Araş geliyordu. İkinci sırada ise Ahmed 
Ağaoğlu'nun oğlu Samed Ağaoğlu'nun adı vardı! O günlerde Sa- 
med Ağaoğlu'nun en yakın arkadaşlan Orhan Veli gibi solcu şair 
ve yazarlardı! 



Evliy azadelerin partisi 

Dr. Aras'ın kurucu olması istenmiyordu ama, Demokrat Par- 
ti'nin kuruluş çalışmalarında birden çok Evliyazade vardı. 

Örneğin, Refik Evliyazade 'nin torunu -Nejad Evliyazade 'nin 



409 



oğlu- Mehmet Özdemir Evliyazade ve Dr. Aras'ın kız kardeşi 
Fahriyenin eşi CHP milletvekili Dr. Cemal Tunca da vardı. 

Dr. Cemal Tunca, Ankara Sümer Sokağında bahçe içinde tek 
katlı villasını kuruluş aşamasındaki DP'ye vermişti. Bu villa 
DP'nin ilk genel merkezi olarak kullanılacaktı. 

Cemal Tunca DP'nin önde gelen isimlerinden biri olacaktı; 
CHP'den istifa edip DP'ye geçmiş ve hemen partinin beş kişilik 
genel idare kurulunda görev almıştı. 

Dr. Aras'ın İnönü tarafından tasfiye edildiği bir dönemde, onun 
kız kardeşinin kocasının CHP yönetimine seçilmesi, Cemal Tun- 
ca'nın parti içindeki gücünü göstermekteydi... 

Dr. Araş ile Adnan Menderes'in akrabalığı sadece Evliyazadele- 
re damat olmalarından kaynaklanmıyordu. Ayrıca Dr. Tevfik Rüş- 
dü Aras'ın kız kardeşi Fahriyenin ilk kocası Salepçizade Mehmed 
Niyazi'nin babaannesi Emine ile Adnan Menderes'in dedesi (Fit- 
nat Hanım'm eşi) Halepçizade İsmail Efendi kardeşti!.. 

Bazı ailelerden nedense sürekli politikacı çıkıyordu! 

Nihad Anılmış Paşa'nın adım daha önce yazmıştım. Adnan 
Menderes'in halası Sacide'nin kızı Güzideyle evliydi. Hani Birin- 
ci Dünya Savaşı döneminde Adnan Menderes Suriye cephesine 
giderken hastalanınca İzmir'e götürülmüştü de, oradaki komutan 
Nihad Anılmış Paşaydı! 

Paşa, Ulusal Kurtuluş Savaşında da çok önemli cephelerde gö- 
rev yapmıştı. Korgeneral rütbesinden emekli olduktan sonra 
1939 ve 1943 seçimlerinde CHP'den Ankara milletvekili seçilmiş- 
ti. Yani, Adnan Menderes iki dönem halasının kızıyla evli eniştesi 
Nihad Paşayla birlikte Meclis'te görev yapmıştı! 

İlginçtir, Nihad Paşa nedense DP kuruluş çalışmalarında yer 
almadı. Bunun önemli nedeni sağlık sorunuydu, Alzheimer hasta- 
sıydı. Bir süre sonra 31 mayıs 1954'te vefat edecekti... 

İzmir'in tanınmış aileleri nasıl akraba ise DP kurucuları arasın- 
da da akrabalık bağlan vardı. 

Örneğin... 

O günlerin birbirlerinden aynlmaz ikilisi Adnan Menderes ile 
Fuad Köprülü akrabaydı. Yıllarca Hürriyet gazetesinin Washing- 
ton temsilciliğini yapan, Köprülü ailesinin gelini Tuna Köprülü 
akrabalık bağını şöyle anlatmaktadır: 



Osmanzadeler, İzmir'in köklü ailelerindendi. Soyadı Kanunu uygu- 
lanmaya başladığı sırada Atatürk, büyük amcam Hamdi Bey'e "Os- 
manzade" yerine "Aksoy" soyadını almasını söylemiş. Babamın amca- 



sı Osmanzade Hamdi Bey, İstiklal Savaşı öncesi yakın arkadaşı Celal 
Bayar'la birlikte hoca kılığına girerek, Anadolu'yu eşek sırtında karış 
karış dolaşmış, misyonları, milletin nabzını tutmak ve savaş öncesi 
destek toplamakmış, Hamdi Bey 23 nisan 1920'de toplanan ilk Millet 
Meclisi'ne İzmir milletvekili seçilmiş. Aile büyüğü olarak, her konuda 
son sözü Hamdi Bey söylermiş. 1930 yılında babam Hasan Lemi Ak- 
soy, Almanya'da eğitimini tamamlayarak İzmir'e döndüğünde, baba 
mesleği olan ticarete başlamış. Ailemizin Kemalpaşa'da üzüm bağları 
ve bağ evi varmış. Hatta annemle babam evlendikten sonra balayım 
bu bağ evinde geçirmiş. (...) 

Osmanzadeler, Evliyazade ve Uşakîzade aileleriyle akrabadır. Zira 
İzmir'in tanınmış aileleri, genellikle kendi aralarında evlenirlermiş. (...) 

Annemin İzmir'deki Fransız Kız Lisesi Notre-Dame de Sion mezu- 
nu olması yabancı dil bakımından diplomatik ilişkileri kolaylaştırırdı. 
(...) 

Ancak babam zamanın elverişsiz koşullarına ayak uyduramaymca, 
ticareti bırakmış, amcamız Hamdi Bey'in desteğiyle, 1936 yılında, Ce- 
lal Bayar'ın İktisat ve Ticaret bakanlığı döneminde Ankara'da Ölçü ve 
Ayarlar genel müdürü olmuş, daha sonra, İkinci Dünya Savaşı'nm ar- 
dından, ithalat-ihracat yapmak için gelen Avrupa'ya giden ticarî he- 
yetlere başkanlık yapmaya başlamış. (...) 

İlkokulu bitirdikten sonra, babamı Almanya'ya, akrabası, Atatürk 
döneminin ilk Dışişleri bakam Dr. Tevfık Rüşdü Araş Bey götürmüş. 
Babam, bize Almanya anılarını anlatırken, "Almanya'ya, kısa panto- 
lonlu gittim" derdi. Babaannem ve dedem, Yunan işgalinden önce 
(1919) yanlarına bir miktar para, altın ve mücevher alarak İzmir'den 
ayrılmış ve çocuklarının yanma, Almanya'ya gitmişler. Çocukları 
okula devam ederken, onlar da Dresden kentinde dört apartman ala- 
rak Almanya'da kendilerine yeni bir hayat kurmuşlar. Babaannem ço- 
cukları mezun olup Türkiye'ye döndükten sonra iki ülke arasında gi- 
dip gelmiş. Ancak orada yaşamına veda etti. (...) 

Eşim Ertuğrul Köprülü, Prof. Puad Köprülü'nün -amcasının oğlu- 
dur- yeğenidir. Kayınpederim Kemal Köprülü, Cevat Açıkalın ve Nu- 
man Menemencioğlu'yla birlikte kırk yaşında büyükelçi atanan üç kişi- 
den biriymiş. (Tuna Köprülü, Beyaz Saray Anıları, 2003, s. 24-26) 7 

DP'nin dört isminden Celal Bayar ve Adnan Menderes'i yakın- 
dan tanıttık. Şimdi sırada, "hareketin" üçüncü ismi Mehmed Fu- 
ad Köprülü var. 



7. Tuna Köprülü, ekonomiden sorumlu eski Devlet Bakanı Kemal Derviş'le yakın iliş- 
kileri bulunan "Arı Hareketi'Vıin başında yer alan Kemal Köprülü'nün annesidir. 




"Köprülüler tarihine" farklı bakış 

Soyadından da anlaşılacağı gibi Mehmed Fuad Köprülü, Sadra- 
zam Köprülü Mehmed Paşa'nm soyundan geliyor. 

Tarihte ilk bilinen Köprülü, Sadrazam Mehmed Paşa! 

"Birinci vatanım Arnavut Belgradı kazasına bağlı Rudnik nam ka- 
riye" diyen Mehmed'in ikinci vatanı Köprü kazası sayılıyor. Burada 
evlenip, sipahilikle taşraya çıktı. (Nâzım Tektaş, Sadrazamlar "Os- 
manlı'da îkinci Adam Saltanatı", 2002, s. 277) 

Mehmed Paşa burada yörenin varlıklı ailelerinden Yusuf 
Ağa'nm kızı Ayşe Hatunla evlendi (1634). Yusuf Ağa'nın Köp- 
rü'de 110 dükkanlı bir çarşı ile kervansarayı; kızı Ayşe Hatun'un 
ise Çifte Hamam, Kale Hamamı gibi yapılan vardı. 

Evet, görünen o ki, Mehmed Paşa "Köprülü" namını eşinden 
dolayı almıştı. 

Osmanlı tarihinin en önemli ailesi Köprülülerin soyu konu- 
sunda elimizde tutarlı bir bilgi yoktur. Sadece değişik rivayetler 
vardır. 

Köprülü ailesinin "tarih sahnesine" çıkış "hikâyeleri" ilginçtir... 

Osmanlı tarihinin bu önemli devşirme sadrazamlarından Meh- 
med Paşa'nm Saray'daki ilk görevi mutfakta çıraklık oluyor. 

Saray'a nasıl geldiği, neden mutfakta görev aldığı bilinmiyor! 

Mehmed Paşa, sonradan nedense birdenbire 1628 yılında Sa- 
ray'ın hazinesini yönetmek üzere Veziriazam Hüsrev Paşa'ya haz- 
nedar oluyor. Daha sonra ise sırasıyla voyvodalığa (Rumeli valili- 
ği), İstanbul'da ihtisap ağalığına (belediye başkanlığı), Tophane 
nazırlığına, sipahi ağalığına, ardından Yeniçeri Ocağı'nda silah iş- 
lerinden sorumlu cebecibaşılığa getiriliyor. Vah ve sancak beyle- 
rinin işlerini Babıâli'de takip eden kapıcılar kethüdalığma atanı- 
yor. 1634 yılında sancakbeyi (vali) olarak Amasya'ya gidiyor. Yir- 
mi iki yıl boyunca Trabzon, Şam, Kudüs ve Trablusşam'da valilik 
yapıyor. Mehmed Paşa, bir ara devlet işlerini görüşmek üzere Di- 
van'da toplanan vezirler arasında da yer alıyor; yani kubbe vezir- 
liği görevinde de bulunuyor. 

Padişah rV. Mehmed ve annesi Turhan Sultan, İstanbul'daki 
karışıklıklara ve Çanakkale Boğazı'ndaki Venedik ablukasına 
son vermek için sadrazamlığa 15 eylül 1656'da -çok yaşlı olma- 
sına rağmen- yetmiş sekiz yaşındaki Köprülü Mehmed Paşa'yı 
getiriyor. 



Bu atama büyük bir tepki yaratıyor. 

"Bizim tarih kitaplarına" göre, din bilginleri "okuma yazma bil- 
meyen bir cahil"; Babıâli bürokratları ise "asi Vardar Ali Paşa'ya 
yenik düşmüş liyakatsiz âdem" diye atamaya karşı çıkıyorlar. 

Ancak mesele bu kadar basit olabilir mi?.. 

Yanıtı o dönemdeki Osmanlı'nın siyasî ve iktisadî yapısına ba- 
karak bulabilir miyiz ? 



Osmanlı Devleti'nin ekonomik gücü, salt ticaret güzergâhlarını 
elinde bulundurmasına ve Batıya yapılan seferlere dayanıyordu. 

Ticarî güzergâhlar, Doğu Akdeniz ve Doğu Karadeniz çıkışlı deniz, 
Önasya'da ise karayolu ticaretiydi. Batıya ihracat, Orta ve Kuzey Av- 
rupa'ya Selanik- Viyana üzerinden, Batı Avrupa'ya ise Venedik ve To- 
ulon üzerinden yapılıyordu. Karadeniz ticareti ise Orta ve Kuzey Av- 
rupa'ya Tuna, Rusya'ya Kınm-Azak üzerinden gerçekleştiriliyordu. 
Bu işlek ticarî güzergâh, Kudüs-Izmir-Selanik-Viyana güzergâhıydı. 
Bu güzergâh üzerinde İzmir, Selanik ve Viyana Musevileri egemendi. 
Üstelik ticarî münasebetler ister istemez siyasal etkileşimlere yol açı- 
yordu. Örneğin Sabetay Sevi olayı (IV. Mehmed dönemi) Kudüs- İzmir- 
Selanik sosyal yapısını temelden etkiliyordu. Mesele bununla da kal- 
mıyor, uzun vadede devletin siyasal, sosyal ve ekonomik yapısını da 
sarsıyordu. (Dönmeler daha sonra Osmanlı ticaret oligarşisi içinde 
önemli bir konum kazanacaktı. [M. Ç.]) XVI. ve XVII. yüzyıllarda Se- 
lanik ve Viyana ayrı siyasal egemenlikler altında bulunmalarına kar- 
şın büyük bir etkileşim içine girmiş durumdaydı. Bu etkileşimin te- 
mel nedeni Selanik ve Viyana kentlerinin Avrupa ticareti üzerinde oy- 
nadıkları roldü. Bu rolü ise, Ortaçağ boyunca Orta ve Kuzey Avru- 
pa'dan kaçıp Viyana'dan itibaren Doğu ve Güneydoğu Avrupa'ya yer- 
leşmiş bulunan Aşkenaziler ile İber Yarımadası'ndan gelmiş olan Se- 
faradlar oynuyordu. (...) 

XVII. yüzyılın sonunda, Osmanlı egemenliğindeki mevcut ticarî gü- 
zergâhlara bir yenisi ekleniyordu. Bu güzergâh ise Trabzon ve Kırım- 
Azak limanlarıyla bağlantılı Karadeniz-Tuna deniz ve nehir yolların- 
dan geçen, Viyana bağlantılı orta ve kuzey ticaret yoluydu. Bu ticaret 
yolu üzerinde ise Kuzeydoğu Anadolu ve Kafkasya bölgesindeki Sami 
tüccarlar (bunlar arasında ise Musevîleşmiş olan Tatarlar- Karaim Ya- 
hudileri asıl ağırlığı teşkil ediyorlardı) egemen bulunuyordu. Bir ba- 
kıma Kınm-Azak ve Viyana'da konumlanan Musevî-Bezirgân tüccar- 
lar birbirini tamamlıyordu. Kınm-Azak Musevî tüccarları hem Viyana 
Musevî lobisiyle hem de Moskova üzerinden doğrudan İngiltere'yle 
münasebet halindeydi. (...) 



XVI. yüzyılın sonuna kadar Osmanlı ekonomik zemininde Muse- 
vilerin deniz yolu ve batı (Rumeli) karayolu üzerindeki egemenliği- 
ne karşın Ermenilerin, Önasya'nm doğusundaki iktisadî konumları- 
nı muhafaza etmesi, imparatorluğu sosyoekonomik yapısı üzerinde 
oluşturduğu denge ve bu dengenin korunması bakımından büyük 
önem taşıyordu. Ancak Osmanlı siyasal güç ve amaçlarının batıya 
kayması, buna paralel olarak Osmanlı siyasal gücünün batıda, ken- 
disinden önce oluşan iktisadî altyapıyla özdeşleşmesi, Önasya'nm 
doğusundaki sermaye bakımından da çekici hale geliyordu. Böylece 
Osmanlı siyasal iradesinin teşvikiyle bu önemli ekonomik güç de ba- 
tıya kayıyordu. Ancak zanaatkar, kuyumcu ve tüccar kadrolarla bir- 
likte, sermayenin de batıya kayması, Osmanlı Devleti'nin ekonomik 
dengesini bozuyor, doğudaki ticaret ve iktisadî yaşam zayıflamaya, 
nihayet durmaya başlıyordu. Buna bir de İran'la yapılan savaşlar ek- 
lenince, başlangıçtaki sermaye ve seçkinler göçü, XVII. yüzyılın ba- 
şından itibaren yoksul halkın da göç kervanına katılmasına neden 
oluyordu. Doğuda, ekonomik düzenin bozulmasıyla başlayan göçler 
kaçınılmaz olarak İstanbul'a yöneliyor. Osmanlı Devleti'nin başken- 
tini tehdit ediyordu. Bu göçler XVII. yüzyıl boyunca devam edecek, 
hem İstanbul'da hem de Önasya'nm derinliklerinde kanlı ve sürekli 
ayaklanmaların nedeni olacaktı. Yeniçeri Ocağı'na alman askerler 
başlangıçta gayrimüslim çocukları devşirilerek alınırken, yeniçerile- 
rin edindiği servet Müslüman unsurların da iştahını kabartıyordu. 
Nihayet Müslümanların da Yeniçeri Ocağı'na yazılmalarına izin veri- 
liyordu. Ardından bir de yeniçerilerin "başıbozuk zanaatlarında" ça- 
lışmasına izin verilince, bu kurum durmadan gelir-gider kâr-zarar 
hesabı yapan bir ticarî ocağa dönüşüyor, hem savaşma arzusunu 
hem de savaşma gücünü yitiriyordu. Kaldı ki yeniçerilerin bu denli 
para işleriyle uğraşmaları onları, payitahttaki tüccar-tefecilerle iş- 
birliğine itiyordu. Bu itilme sonucu İstanbul'daki gayrimüslim tüc- 
car ve tefeciler, yeniçeriler üzerinde tesis ettikleri kontrolle yeniçe- 
rileri siyasal irade, yani sultan-halife üzerinde bir baskı unsuru hali- 
ne getiriyorlardı. 

Buna paralel olarak tüccar-tefeciler tüm dünyada olduğu gibi Os- 
manlı Devleti'nde de siyasal iradenin üzerinde, iktisadî bakımdan 
kendi kontrolleri dışında tam profesyonel, kalıcı ve düzenli bir aske- 
rî gücün varlığına katlanamıyorlardı. Tüccar-tefeci sermaye bu ne- 
denle Yeniçeri Ocağı'm piyasa işlerine bulaştırmakla kalmıyor, doğru- 
dan Müslümanların oluşturduğu sipahi teşkilatında gerçekleşen ta- 
yinlere kadar her tarafa el atıyordu. (Murat Çulcu, Marjinal Tarih 
Tezleri, 2000, s. 118-119, 132-133 ve 137) 



Köprülü Mehmed Paşa'nın sadrazamlık "tayinine" bir de bu 
açıdan bakmak gerekiyor. Yani mesele sadece "okuryazarlık" ve 
"liyakat" sorunu değildi!.. 

Özellikle Yahudiler ile Ermeniler arasında kıyasıya siyasî ve 
ekonomik güç mücadelesi vardı. Daha önce de belirtmiştik, yeni- 
çerilerle ticarî ilişkiler içinde bulunan Yahudiler 1826'da Yeniçeri 
Ocağının yıkılışına kadar, piyasanın ve dolayısıyla siyasî karar al- 
ma merkezlerinin hakimiydi. 

Bu konuyu örnekler vererek açmam gerekiyor. 

Tarihçilerin ortak tespiti: Yahudiler Osmanlı döneminde "altın 
çağlarını" XVI. yüzyılda yaşadılar. Bunda en önemli rolü oynayan 
kişilerin başında II, Selim'in eşi Yahudi asıllı Nurbanu Sultan ge- 
lir. Diyeceksiniz ki: "Ne var bunda; padişah eşleri arasında her 
milletten, her dinden kadm vardı." İlk bakışta bu görüş doğru gi- 
bi geliyor. Ama gerçek öyle değil... 

Padişah III. Murad, Yahudilikten Müslümanlığa geçen Nurbanu 
Sultan'm oğludur. 

Nurbanu Sultan, Padişah III. Murad- Safiye Sultan çiftinden 
olan torunu Fatma Sultanı kimle evlendirmiştir dersiniz? 

Mustafa Çağatay Uluçay, Padişahların Kadınları ve Kızları 
adlı çalışmasında, Fatma Sultan'm Halil Paşayla evlendirildiğini 
yazmaktadır. (1992, s. 46.) 

Peki "Halil Paşa kimdi?" sorusunun yanıtını ise Avram Galan - 
ti'nin Türkler ve Yahudiler adlı kitabından öğreniyoruz: 

III. Murad ve III. Mehmed zamanlannda yaşamış ve bu son padişah 
zamanında sadaret kaymakamlığında 8 bulunmuş olan Halil Paşa, as- 
len Yahudi olup ailesinin soyadı Pacy ve kendisinin ismi Davud yahut 
Nahman'dı. Halil Paşa zamanında yaşamış olan İbranî yazarlar kendi- 
sinden söz etmemişlerse de, sebebini ya İslamiyet'i kabul etmesinde 
yahut aslım bilmemelerinde aramalı. Fakat İmparator II. Rudolf un 
elçisi olan Von Krekowez ile Venedik elçisi kendisinden bahsettikleri 
vakit 'Yahudi Pase" diye adlandırırlardı. Pase yahut Pasi (çünkü îbra- 
nîce'de y, hem e, hem i gibi telaffuz olunur) ailesine mensup birçok 
haham vardı. (1995, s. 144) 

Yahudi asıllı Nurbanu Sultan, torunu Fatma Sultanı Yahudi 
asıllı Halil Paşayla evlendiriyor!.. 
Dışarıya kız vermiyorlar! 
Bu konuyla ilgili son sözü "makyajsız tarih yazdığını" söyleyen 



8. Sadrazamın, seferdeyken yerine başkentte bıraktığı vekiline "sadaret kaymakamı" denir. 



Murat Çulcuya bırakalım: 

Osmanlı Sarayı ve siyaseti üzerinde etkili olan Musevîlerden biri 
de Bayan Ester Kiraydı. Ester Kira, Padişah III. Murad'ın (Yahudi 
asıllı Nurbanu Sultan'm oğlu) gözdesi Venedik asıllı (Baffo ailesinin 
kızı [S. Y.]), Hıristiyanlıktan dönme Safîye Sultan'm yakın arkadaşı ve 
sırdaşı durumunda bulunuyor, sık sık Saray'a girip çıkıyordu. Ester 
Kira bu kanaldan padişah üzerinde de etkili oluyordu. Nitekim 
1580'lerde Venedik lehine ticarî ayrıcalık sağlayan bir antlaşmanın 
yapılmasında Ester Kira önemli rol oynuyor. Buna karşılık ödül ola- 
rak Venedik'te kendi menfaatine bir piyango düzenleniyordu. Ünlü 
işadamı Eliya Handali'nin eşi olan Ester Kira bu ilişkilerine dayana- 
rak ailesine de maddî çıkar sağlıyordu. Örneğin oğulları vergiden mu- 
af tutuluyor, büyük oğlu İstanbul gümrüğünün yönetimini elinde bu- 
lunduruyordu. (...) 

Ester Kira servetini artırıp siyasal etkinlik kazanırken ülke, ekono- 
mik kriz içinde bulunuyordu. Bu kriz sonucu para değer kaybediyor, 
sipahi maaşlarının satın alma gücü düşüyordu. Buna bir de Ester Ki- 
ra'nm yakınlarına çıkar ve ayrıcalık sağlaması, bu yoldan servetini ar- 
tırması eklenince sipahi ve yeniçerilerin aradığı sorumlu bulunuyor- 
du. Ayaklanma sonucu mevkiini borçlu olduğu için Ester Kirayı sak- 
layan Sadaret Kaymakamı Halil Paşanın konağı basılıyor, Musevi ka- 
dın ve iki oğlu parçalanarak öldürülüyor, üçüncü oğlu ise Müslüman 
oluyordu. (Marjinal Tarih Tezleri, 2000, s. 130) 9 

Yahudi asıllı Nurbanu Sultan kızı îsmihan Sultan'ı kimle evlen- 
dirdi: Sadrazam Sokullu Mehmed Paşayla! Öldüğünde 18 milyon 
altın miras bırakan Osmanlı'nın en ünlü sadrazamlarından Sokul- 
lu Mehmed Paşa'nın hem doktoru hem de siyasal danışmanı Ya- 
hudi Salomon ben Nathan Aşkenazi'ydi 

Yani... 

Ester Kira vahşice öldürüldü ama bu ne yeniçeri-Musevî tefe- 
ci işbirliğini ne de Osmanlı yönetimindeki Yahudi etkisini azalt- 
tı. Yahudi tefecilerden gelen faiz gelirlerinin tadına alışan yeni- 
çeriler, gerektiği zaman dostça, gerektiği zaman zorla bu ilişki- 
leri sürdürdüler. Az para verip çok gelir sağlayamadıkları za- 
man Yahudi mahallelerini ateşe vermekten, Yahudi tefeciye fa- 
izini ödemeyen tüccarlara karşı "tetikçilik" yapmaktan da geri 
kalmadılar! 



' • Çetin Altan'ın eşi yazar Solmaz Kâmuran, Ester Kira'nın yaşamöyküsünden yola çı- 
karak Kiraze adlı romanı yazdı. Orhan Pamuk ise o dönemi benim Adım Kırmızı adlı ro- 
manında anlatmaktadır. 



Damadı sadaret kaymakamı Yahudi asıllı Halil Paşa'nın canını 
zor kurtaran Padişah III. Ahmed, özel hekimi Yahudi Daniel Fran- 
seoka'yı Osmanlı Devletinin Fransa ve İsveç'le olan ilişkilerinde 
elçi olarak kullanmaktan vazgeçmedi... 

Keza Sadrazam Sinan Paşa Eliezer Eskenderi'yi, Siyavuş Paşa 
Benveniste'yi ve Baltacı Mehmed Paşa Naftali ben Mansur'u hem 
hekim hem diplomat olarak kullandı. 

Köprülü Mehmed Paşa sadrazamlığı döneminde Yahudi Moiz 
ben Yuda Beberi'den çok yardım gördü. Örneğin, Köprülü Meh- 
med Paşa Rusya'ya karşı bir birlik oluşturma olanağını araştır- 
mak üzere kendisini Stockholm'e gönderdi. Moiz ben Yuda Be- 
beri öldükten sonra bu tür özel görevleri oğlu Yuda Beberi sür- 
dürdü. 

Padişah IV. Mehmed ve Sadrazam Köprülü Mehmed Paşa dö- 
neminde Saray'da etkin olan isimlerden biri de, Moses ben Raffa- 
el Abrabanel'di; yani Hayatîzade Mustafa Feyzi Efendi! Anımsa- 
yınız: Sabetay Sevinin Müslümanlığa dönmesine neden olan 
isimlerden biri de Hayatîzade Mustafa Feyzi Efendiydi. 

Yazmıştım: Gershom Scholem Sabetay Sevi adlı kitabında, Ha- 
yatîzade'nin sultanın kız kardeşiyle evli olduğunu belirtiyordu. 

Hayatîzade Mustafa Feyzi Efendinin torunu Mehmed Emin 
Efendi, Osmanlı'da şeyhülislamlık yapan -bilinen- ilk Yahudi 
dönmesiydi!.. 

Şunu sormak istiyorum... 

İsimleri alt alta yazdığımızda şunu görüyoruz: Köprülünün 
sadrazamlığa atandığı dönemde Saray'da güçlü bir Yahudi lobisi 
vardı. Köprülü Fazıl Ahmed Paşanın sadrazamlığa getirilmesinde 
Yahudilerin ne derece katkısı ve rolü olmuştu ? Osmanlı mutfa- 
ğından haznedarlığa ve oradan da sadrazamlığa kadar hızlı yük- 
selişini sürdüren Köprülü Mehmed Paşa'nın arkasında siyasal ve 
ticarî bir gücün olmaması imkânsız. 

Ve evliliklere baktığınızda, Köprülünün arkasında hangi gücün 
olduğu apaçık ortadadır. 

Keza... 

Köprülüyü istemeyen ulema, ağalar vb'ydi; ayrıca önemli olan 
yeniçerilerin tavrıydı. Yeniçeriler "istemezük" dememişlerdi! 

Yeniçerileri "kontrol altında tutan" güç ise tefeci Yahudilerin 
elindeydi! 

Ve Köprülü, yeniçeriler sayesinde tüm kargaşahlıklann üste- 
sinden gelmesini bildi. Örneğin daha sadrazamlığının ilk günle- 
rinde 2 ekim 1656'da, camilerin birden fazla minarelerini ve tek- 



■ 



keleri yıkmak isteyen Kadızadelilerin, Halvetiye tekkelerine sal- 
dırmalanyla başlayan ayaklanmayı, Köprülü Mehmed Paşa yeni- 
çeriler sayesinde hemen bastınverdi.' ° 

Köprülü kısa sürede emirlerini yerine getirmeyenleri görevle- 
rinden aldı ve yerine kendi adamlarını yerleştirdi. Osmanlı iç pi- 
yasasını güvenilir hale getirmek için, halktan ve esnaftan haraç 
toplayanları yakalatıp hemen idam ettirdi. Köprülünün 5 000 ile 
40 000 arasında insanı idam ettirdiği yazılmaktadır. 

Köprülü Mehmed Paşa seksen üç yaşında öldü ve "vasiyeti" ge- 
reği koltuğuna yirmi altı yaşındaki oğlu Köprülü Fazıl Ahmed Pa- 
şa oturtuldu. 

İkinci Köprülü on beş yıl sadrazamlıkta kaldı. 

Babasının icraatlarını aynen devam ettirdi. O da en ufak isyan- 
da yüzlerce idam sehpası kurmaktan çekinmedi. 

Araştırılması gereken bir iddiayı ortaya atıyorum: 

Köprülüler döneminde binlerce insanın kellesi uçuruldu. Peki 
doğrudan Osmanlı Devletini hedef alan Mesih olduğunu iddia 
eden Sabetay Seviye neden hoşgörüyle bakılmıştır? 

Üstelik Sabetay Seviye yılda 150 akçe (altın sikke) maaş veril- 
miştir. Saraya "kapıcıbaşı" yapılmıştır. Yani, Saray kapılarında gö- 
revli olanların amiri olmuştur. Saray kapısını korumakta, ayrıca 
iş takipçilerinin Divanı Hümayun'a silahsız girmelerine kılavuz- 
luk yapmaktadır. 

Sevi kendisine ayrılan köşke taşınmıştır, fakat sadece kum ekmek, 
kuru üzüm, kum erik yemektedir. Sultan sorar: "Mehmed Efendi, ne- 
den bir şey yeriliyorsun ?" Sevi, "Haşmetlini" der, "benini bu alışkanlı- 
ğımın tarihi pek eskidir. Bu riyazeti terk etmem imkânsızdır." IV. Meh- 
med bunun üzerine, "Sana teyzemi karı vereyim mi ?" der. Sevi, "Haş- 
metlim, bendeniz evliyim, hanımını izmir'dedir" der demez de Serayı 
getirmesi için adamlar gönderir. 

Sera da Sultan JV. Mehmed'in annesi Haseki Hatice Turhan Sul- 
tan'ın himayesinde dönmeliğe geçecektir. Artık adı Fatma Kadm'dır. 
Sevi, Hanım Sultan'm cariyelerinden biriyle de evlenecek ve dönme- 
liğe duyulan itimadı güçlendirecektir. (Gershom Scholem. Sabetay 
Sevi, 2001, s. 340) 

Osmanlı Devletini yıkmayı planlayan "Mesih" iddiasındaki 
Sabetay Seviye bu hoşgörü nedendir?.. 

10. Yıllar sonra Köprülü Mehmed Paşa'nın torunu tarih profesörü Fuad Köprülü, Os- 
manlı'nın kuruluşunda Halvetiye dergâhının etkili olduğunu yazacaktı. 



Fazla ayrıntıya gerek yok. Sabetay Sevi döneminde Saray'da 
güçlü bir "Yahudi dönme" lobisi vardı. 

Komplo teorisine bir katkı: acaba Sabetay Sevi, başından so- 
nuna kadar bir Saray organizasyonu muydu ? 

Fazla kafa karıştırmadan biz yine Köprülülere geçelim... 

Sadrazamlıkta Üçüncü Köprülü dönemi, Mehmed Paşanın di- 
ğer oğlu Fazıl Mustafa Paşanın bu koltuğa oturmasıyla başladı. 

Ardından bir diğer Köprülü, Fazıl Mustafa Paşa'nın oğlu Nu- 
man Paşa da "dede mirası" sadrazamlık koltuğunda oturmayı sür- 
dürdü. 

Amcazade Hüseyin Paşa da sadrazamlık koltuğuna oturan bir 
diğer Köprülüydü! "Mevlevi" lakabıyla tanınan Sadrazam Köprü- 
lü Hüseyin Paşa'ın "akıl hocası" da yine bir Yahudi'ydi: İsrael Co- 
neglio! Karlofça Antlaşmasını imzalayan Osmanlı heyeti içinde 
îsrael Coneglio da vardı... 

Sadrazam Hüseyin Paşa, Köprülü Mehmed Paşa'nın kardeşi 
Hasan Ağanın oğluydu. Bulgaristan'ın Pravadi kasabasının Koz- 
luca köyünde dünyaya gelmişti. 

Köprülülerin damatları da ünlüydü: 

Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, izmirli Kaptanıderya Kaplan 
Mustafa Paşa, Bosnalı Vezir Seydî Ahmed Paşa... 

Yaklaşık üç yüz elli yıldır siyasetle iç içe olan Köprülü ailesini 
burada anlatmaya sayfalar yetmez, o nedenle artık yavaş yavaş 
DP'li Fuad Köprülüye geçmemiz gerekiyor. 

Fuad Köprülü, Sadrazam Köprülü Mehmed Paşa'nın kız karde- 
şi Saliha Sultan'm soyundandı. 

Saliha Sultan'm oğlu Ali Efendinin iki erkek çocuğu oldu: Ah- 
med ve Mehmed. 

Mehmed'in oğlu Küçük Osman Paşa'nın da iki oğlu oldu: Ali 
Paşa ve Numan Paşa! 

Numan Paşa'nın üç çocuğu oldu: Vassaf, İsmail Atıf ve Hatice. 
İsmail Atıf Bey'in bir oğlu bir kızı oldu: Nuriye ve Ahmed Ziya. 
Bükreş sefirliği yapan Ahmed Ziyanın üç oğlu oldu: Ramiz, Fa- 
iz ve Nafiz. 

Beyoğlu II. Ağır Ceza reisi ve İstanbul Belediye Meclisi üyesi 
Faiz Bey'in oğlunun adı Mehmed Fuad Köprülü'dür. 

Fuad Köprülü, 1890'da İstanbul'da doğdu. Ayasofya Rüştiye - 
si'ni ve Mercan idadisini bitirdikten sonra 1907-1910 yıllan ara- 
sında Mektebi Hukuka devam etti. 1908'de yayın hayatına atıldı 
ve Serveti Fünun dergisinde muhabirik yaptı. Başta Galatasaray 
olmak üzere çeşitli okullarda Osmanlı tarihi ve edebiyat öğret- 



419 



menliği görevini yürüttü. 1913'te İstanbul Darülfünunu Türk Ede- 
biyatı müderrisliğine atandı. 

1924'te İlahiyat Fakültesinde, 1923-1929 arasında ve 1935'ten 
sonra bir süre İstanbul'da Mülkiye Mektebinde ve Ankara'da Si- 
yasal Bilgiler Okulunda tarih dersleri verdi. 

1923'te İstanbul Darülfünunu Edebiyat Fakültesi reisliğine, 
1934'te dekanlığa seçildi. Dekan olduğu sırada yayımladığı Tür- 
kiye Tarihi, Cumhurbaşkanı Atatürk'ün de dikkatini çekti. Bü- 
yük takdir ve beğeni toplayan bu eser için Atatürk özel bir mek- 
tup yazdı. 

1924'te Maarif Vekâletinde sekiz ay müsteşar olarak çalıştı. 
Aynı yıl programını kendisinin hazırladığı Türkiyat Enstitüsünü 
kurdu. Enstitünün müdürlüğünü yaptı. 1927'de Tarih Encümeni 
reisliğine getirildi. 

31 mayıs 1935'te yapılan genel seçimlerde Kars milletvekili se- 
çilerek politikaya "resmen" adım attı... 

"Yeni bir ülke, yeni bir ulus, yeni bir kültür" oluşumuna "harç" 
koyan isimlerden biri de Fuad Köprülüydü. 

Dinde yapılacak reformlar için kurulan komisyonda yer aldı; 
yeni tarih tezlerini ortaya atan kurulda da... 

Nakşibendîlik ile Bektaşîliği Ahmed Yesevî çatısı altında bu- 
luşturmak isteyen de, Yunus Emre ve Hacı Bektaş Veliyi günde- 
me getiren de oydu! 

"Folklor" sözcüğünü dilimize o kazandırdı. 

Mustafa Kemal'in önem verdiği aydınlardan biriydi. Ancak Ata- 
türk, ondan umduğunu pek bulamadı. 

Marksist tarihçiyi de, milliyetçi-muhafazakâr çevreleri de etki- 
ledi. "Komünist" olduğu iddiasıyla üniversiteden atılan Pertev 
Nailî Boratav da, ırkçı olduğu gerekçesiyle üniversiteden kovu- 
lan Nihal Atsız da onun bir dönem asistanlığını yaptı!.. 

Kemal Tahir'i en çok etkileyen tarihçi Fuad Köprülüydü. 

Tüm bu isimleri ne bir araya getirmişti? 

Fuad Köprülünün damadı ünlü bir isimdi: Büyükelçi Coşkun 
Kırca!" 



1 1 . Filibeli Mehmed Ali Haşmet (Şişli Terakki Lisesi kurucu müdürü) ile Selanikli Celile 
Hanım'ın oğlu olan Coşkun Kırca, kayınpederi Fuad Köprülü döneminde Dışişleri'ne gir- 
di ve Beyhan Köprülü'yle evlendi. Kızları Gönül, Fransız Jerome Bay'le evlidir. Coşkun 
Kırca, Beyhan Köprülü'den 1964 yılında boşandı; izmirli Bige Ergüder'le evlendi. Bige Ha- 
nım, izmir belediye eski başkanı Osman Kibar'ın yeğeni Sevil'le (Dilber) evlenen Özcan 
Ergüder'in kardeşidir. Sevil Hanım'ın kız kardeşi Ayla Hanım ise Abdi ve Sibel (Dilber) 
ipekçi'nin yengesidir! Dilber ve ipekçilerin Karakaşî Sabetayist olduğunu yazmıştık. 
Tanık olduğum bir olayı aktarayım: nedense bu ailenin bazı üyeleri telefonu "Şalom" 
(ibranîce: "Merhaba") diye açmaktadır. 



Fuad Köprülü Samsun valiliği, Osmanlı Mebusan Meclisinde Ca- 
nik milletvekilliği yapmış Cavid Paşa'nm kızı Hadiye Hanım'la evliy- 
di. Cavid Paşanın diğer kızı Kâmile ise emekli tuğgeneral ve beşin- 
ci dönem CHP Kastamonu milletvekili Cemal Esener'le evliydi. 12 

Fuad Köprülüyü yakından tanıdıktan sonra şimdi DP'nin ku- 
ruluş hikâyesine dönebiliriz... 

"iki parmak soldayız" 

7 ocak 1946. 

Ankara Sümer Sokağındaki genel merkez binası. 

Genel Başkan Celal Bayar, evinden getirdiği masada oturuyor, 
arkasında Adnan Menderes ve Fuad Köprülü duruyor. Gazeteci- 
lerle sohbet ediyorlar. 

Sohbet sırasında Fuad Köprülü salonu sık sık terk ediyor, son- 
ra odaya geldiğinde Bayar'ın kulağına eğilerek izahatta bulunuyor. 
Refik Koraltan ise görünürde yoktur. 

Basın mensuplarıyla sohbet sürerken Köprülünün önce Ba- 
yar'ın, ardından Menderes'in kulağına yine fısıldaması bu kez sa- 
londa dalgalanma yaratıyor. 

Refik Koraltan'ın Amerikan Robert Kolej mezunu kızı Ay- 
han'ın 13 günlerdir daktilo etmeye çalıştığı Demokrat Parti'nin 
programı ve tüzüğü İçişleri Bakanlığı'na teslim edilmiş, hükümet 
de yarım saat içinde DP'nin kuruluşuna izin vermişti. 

Gelişmelerin her adımını Fuad Köprülü'den işiten Celal Bayar 
gazetecilere gülümseyerek, "Şu dakikalarda partimiz resmen te- 
şekkül etmiştir" dedi. 

Gazetecilerin "Sağda mısınız, solda mısınız?" sorusuna, "De- 
mokrattır. Programımızı inceleyiniz. Yerimizi orada bulacaksınız" 
diye yanıt verdi. Adnan Menderes ise, "Belki iki parmak daha sol- 
dadır" diyecekti. 

Bu açıklamanın ardından değil, ama solcularla ilişkiler DP'nin 
üzerinden kolay kolay atamayacağı dedikodulara neden oldu. 

Her taşın altında komünist arama dönemi başlamıştı. Ve "Mos- 
kovacılık" suçlamasına ilk muhatap olan parti DP oldu. 



12. Fuad Köprülü'nün bacanağı CHP milletvekili Cemal Esener'in oğlu Prof. Turhan 
Esener, 1974-1975 ve 1980-1984 yılları arasında iki kez Çalışma bakanlığı yapcı. Prof. 
Turhan Esener'in eşi Sabiha (Ürgüplü) ittihatçıların tanınmış isimlerinden Adliye Nazırı 
Necmeddin Molla'nın torunuydu. Sabiha Hanım'ın amcası eski başbakanlardan Suat 
Hayri Ürgüplü'dür. Sabiha Hanım'ın teyze çocukları Arif Mardin ve Betül Mardin'dir. 
Prof. Turhan Esener'in kızı Oya Hanım ise, Bülent Eczacıbaşfyla evlidir. 

13. Ayhan Koraltan, DP'den onuncu ve on birinci dönem Balıkesir milletvekili seçilen 
M. Haluk Timurtaş'la evliydi. Ayhan Hanım Yassıada'da babasının avukatlığını da yaptı. 



Bazı CHP'liler, DP'nin Sovyetler Birliğinden para aldığını iddia 
ediyordu! 

Bu komünistlik suçlamaları ve para alma yaygarası Sovyetler 
Birliği dağılana kadar Türk siyasî yaşamında varlığını sürdüre- 
cekti. Kimler suçlanmayacaktı ki ? 

DP'nin kuruluşuna dönersek; Necip Fazıl Kısakürek gibi isim- 
ler partinin ismine tavır alacaktı: 

Partinin ismi Türk lehçesine uzak ve dönme diline yakındır: De- 
mokrat Parti. Bizzat parti mi demokrat, yoksa demokratların mı par- 
tisi ? Türk dilinin dehasını inciten dönme ağzından bir örnek bu. Öy- 
leyse Demokrat Partisi olmalıydı isim. Yahut Demokrasi Partisi. (Be- 
nim Gözümde Menderes , 1970, s. 59) 



DP'nin kuruluş dilekçesi İçişleri Bakanlığına verilmeden ön- 
ce Celal Bayar programı ve tüzüğü Cumhurbaşkanı İnönü'ye 
gösterdi. 

DP programında ağırlık "demokrasi" kavramına ayrılmıştı. 
DP'nin özgürlükçü bir parti olduğunun altı çiziliyor, amacının 
Türkiye'de demokrasiyi geliştirmek olduğu bildiriliyordu. Ekono- 
mi anlayışı açıkça belirtilmiyor, özel teşebbüsün ve sermayenin 
teşvik edileceği, fakat aynı zamanda devletçilik ilkesinin koruna- 
cağı belirtiliyordu. 

DP'nin program ve tüzüğüne bakıldığında CHP'den farklı bir 
parti olmadığı ortadaydı. 

Cumhuriyet Halk Partisinin altı okla ifade edilen ilkeleri 
DP'nin de ana ilkeleriydi. Madde 2: cumhuriyetçilik; madde 13: 
milliyetçilik; madde 14: laiklik; madde 15: inkılapçılık; madde 16: 
halkçılık; madde 17: devletçilik. Bu ilkeler DP programında nere- 
deyse Halk Partisi programındaki hatlarıyla görünüyordu. 

DP programına göre, özel teşebbüsün ve sermaye faaliyetleri- 
nin bile devletçe planlanması esastı. Halk Partisinin devletçilik 
görüşüyle karşılaştırılınca DP daha devletçiydi. 

Diğer maddeler de bu şekilde karşılaştınlabilir, ancak uzatma- 
ya gerek yoktur. Özetle DP sadece kadrosunu değil, CHP'nin 
programını da almıştı. DP'nin CHP'den farkı sadece icraatlarında 
olacaktı. 

Bu arada bir noktanın altını çizmek gerekiyor. Türkiye çok 
partili hayata geçtiğinde ilk kurulan parti DP değildi. Nuri Demi- 
rağ, 18 temmuz 1945'te Millî Kalkınma Partisini kurdu. Partinin 
bir diğer önemli ismi antikomünist, antisemitik Cevat Rifat Atil- 



han'dı. Gazeteciler bu partiye "Kuzu Partisi" adını taktı. Çünkü 
Nuri Demirağ gazetecilere hep kuzu ziyafetleri veriyordu. 14 

İlk genel başkan Celal Bayar 

DP kurulduğunda Celal Bayar altmış üç, Refik Koraltan elli ye- 
di, Fuad Köprülü elli altı, Adnan Menderes kırk yedi yaşındaydı. 

8 ocak günü dört kurucu üye bir araya geldi. Kapalı oyla parti 
liderini belirlediler. Üç oy kâğıdında "Celal Bayar" yazılıydı. Ba- 
yar' in kime oy verdiği hiç açıklanmadı. 

DP hemen taşra örgütlerini kurmaya başladı. Edhem Mende- 
res Aydın, Fevzi Lütfi Karaosmanoğlu Manisa, Kenan Öner İstan- 
bul, Zühtü Hilmi Velibeşe Ankara ve Ekrem Hayri Üstündağ İzmir 
il başkanlığına getirildi. 

Haziran ortasına kadar DP henüz otuz üç ilde teşkilatlanmıştı. 

Kurucuların büyük bir bölümü tüccarlardan oluşuyordu. 

DP kadrolarının çoğunu eski CHP'liler doldurmuştu. Hatay, 
Gaziantep, Mardin, Erzincan'da CHP ve DP il başkanları aynı ai- 
leye mensuptular. 

Bayar, Menderes, Köprülü ve Koraltan teşkilatlanma çalışma- 
larına katılmak için sık sık Anadolu illerini dolaşıyorlardı. Anado- 
lu'daki DP'ye yapılan sevgi gösterileri bir dönemin Serbest Cum- 
huriyet Fırkasına gösterilenlere benziyordu. 

Adnan Menderes Kavaklıdere'de oturuyordu. Sabahlan erken- 
den evinden çıkıyor, yürüyerek Meclis'in yanındaki evlerden bi- 
rinde oturan Fuad Köprülüyü alıyor, birlikte yine yürüyerek Sü- 
mer Sokağı'ndaki parti merkezine geliyorlardı. 

O günlerde Menderes ile Köprülü ayrılmaz ikiliydi; Menderes 
Köprülüye çok saygılıydı ve ona hep "Hocam" diye hitap ediyordu. 

Celal Bayar ise Refik Koraltan'la daha yakındı. 

Adnan Menderes'in "elinin sıkı", yani cimri olduğu o günlerde 
ortaya çıktı. Parti giderlerini karşılamaya pek yanaşmıyordu. Taş- 
radan gelen partililerin götürüldüğü Kutlu Lokantasına da pek 
uğramıyordu... 

3 mayıs 1946'da üçüncü oğlu Aydın Menderes doğdu. 

Aydın Menderes "tekne kazın tısıydı". Çünkü doğduğunda ba- 
bası kırk yedi, annesi ise kırk bir yaşındaydı. 



14. Nuri Demirağ'ın torunu Prof. Banu Onaral, Dame de Sion ve Robert Kolej'den 
sonra ABD'ye gitmiş, kariyer yapmıştır. Drexel Üniversitesi Biyomedikal Mühendisliği 
Bilim ve Sağlık Sistemleri Bölümü başkanlığını yürütmektedir. Nuri Demirağ. Melike 
Demirağ'ın büyük amcasıdır. Aile "Mühürdarzadeler" diye tanınmaktadır. Sirkeci'deki 
ünlü Mühürdar Hanı bu ailenindir 



423 



Yirmi yıl önce Çakırbeyli Çiftliğinde yakın dostu Edhem Men- 
deres'le yaşayan Adnan Menderes, artık gün geçtikçe büyüyen 
bir aileye sahip olmuştu. Eşi Berin; üç oğlu Yüksel, Mutlu, Aydın; 
onları evlendikleri günden beri yalnız bırakmayan Didar Kalfa ve 
sık sık ziyaretlerine gelen Naciye Hanım! 

Adnan Menderes yeni doğan oğlu Aydın'ı yeterince sevemeden 
yine Anadolu yollarına düştü. Çünkü CHP hükümeti, 1947 yılında 
yapılması gereken tek dereceli milletvekili seçimini 21 temmuz 
1946 tarihine almıştı. 

O dönemde milletvekilleri birkaç ilden aday olabiliyordu. Ad- 
nan Menderes, Aydın, Kütahya ve Manisa'dan aday gösterildi. 

DP'nin süpriz adayı, bir süre önce emekli edilen Genelkurmay 
Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak'tı. Mareşal Çakmak CHP'nin tek- 
lifini, üstelik beş kez yinelemelerine rağmen reddetmiş, DP'yi ter- 
cih etmişti. 

DP listesinde ilginç isimler vardı. Serbest Cumhuriyet Fırka- 
sı'nm iki numaralı ismi Ahmed Ağaoğlu'nun oğlu Samed Ağaoğlu, 
ablası CHP'de olmasına rağmen DP'den adaydı. Üstelik solcu oldu- 
ğu iddiasıyla kurucu olması İsmet Paşa tarafından istenmemişti! 

Bursa listesinin sekizinci sırasında da bir solcu vardı: Mehmet 
Ali Aybar! Yani gelecekte kurulacak Türkiye İşçi Partisi genel 
başkanı! 

Yazdığımız gibi Aybar, Celal Bayar'la katıldığı ev toplantıların- 
dan tanışıyorlardı. DP listelerinden bağımsız aday olması tesadüf 
değildi. 

Dönemin ünlü gazetecileri Cihat Baban, Ziyad Ebüzziya DP lis- 
tesindeydi. Haydarpaşa Lisesi matematik öğretmeni Osman Bö- 
lükbaşı "ağzı iyi laf yapıyor" diye, önce parti müfettişi, sonra mil- 
letvekili adayı yapıldı. 

Şair Faruk Nafiz Çamlıbel, Fenerbahçe'nin efsanevî futbolcu- 
su Zeki Rıza Sporel de DP'nin milletvekili adayıydı. 

Dr. Tevfik Rüşdü Araş ve Kılıç Ali gibi Atatürk'ün yakın çalış- 
ma arkadaşları milletvekili olmak için DP'ye başvurdular. Ama 
Celal Bayar eski arkadaşlarını istemedi! 

'Yeter! Söz milletindir!" 



Bu seçimde DP'nin kullandığı bir afiş belki de, bugüne kadar 
gelmiş Türkiye siyasî tarihindeki en etkili slogandır: "Yeter! Söz 
milletindir!" 

Türkiye çok partinin katıldığı ilk genel seçime sahne oldu. Yer 



424 



yer CHP'liler ile DP'li partililer arasında kavga çıksa da, ilk seçim 
olaysız geçti. 

Asıl fırtına seçim sonrasında koptu. 

DP sandık görevlilerinin hesaplarına göre, DP 279 milletvekili, 
CHP ise 186 milletvekili çıkarmıştı. Oysa açıklanan resmî sonuç 
böyle değildi. 

CHP 395, DP 66, bağımsızlar 4 milletvekili çıkarmıştı. 

Adnan Menderes memleketi Aydın'dan değil Kütahya'dan mil- 
letvekili seçilmişti. Şaşkındı. 

Bu seçimler Türkiye tarihine şaibeli olarak geçecekti. 15 

DP'liler, hükümeti seçimlere hile karıştırmakla itham ediyor, 
seçimin iptal edilmesini istiyor, aksi takdirde DP milletvekilleri- 
nin istifa edip sinei millete döneceği tehdidinde bulunuyordu. 

îsmet Paşa ile Celal Bayar yine gizli kapılar ardında buluştular. 
Anlaştılar. DP Meclis'te kalmaya karar verdi! 

îlk gün Meclis'te "nerede oturulacak" tartışması çıktı. 

DP Genel Başkanı Celal Bayar, grubunu Meclis salonunun so- 
lunda oturtmak istedi. Böylece DP'lilerin solda oturmaları dev- 
rimci olmalarının delili olacaktı. Ama CHP'liler DP grubuna Mec- 
lis'in sağ tarafım verdiler! 

Kâzım Karabekir TBMM başkanı, İsmet İnönü cumhurbaşkanı 
seçildi. Atatürk'ün tasfiye ettiği Kâzım Karabekir, TBMM başkanlı- 
ğına getirilmişti. İzmir Suikastına karıştığı iddiasıyla gözaltına alın- 
mak istenirken dönemin başbakanı İsmet İnönü tarafından koru- 
ma altına alınmak istenen Kâzım Karabekir'in TBMM başkanı ola- 
rak yaptığı ilk konuşmada Atatürk'e dil uzatması, hesaplaşmanın 
boyutunu ve İsmet Paşanın tavrını göstermesi açısından ilginçtir! 

İsmet Paşa teşekkür konuşması yapmak için Meclise geldiğin- 
de, DP'liler bir Meclis geleneğini yıkarak, ayağa kalkmadılar. 

Meclis artık tekdüzelikten kurtulmuştu. Meclis Genel Kurulu 
iktidar ve muhalefet arasında hareketli saatlere tanıklık edecek- 
ti. İlişkiler kopma noktasına geldiğinde iki işadamı tarafları tek- 
rar yakınlaştıracaktı. Bu iki işadamı CHP'li Vehbi Koç ile DP'li 
Üzeyir Avunduk'tu /' 6 



15. DP izmir İl Başkanı Ekrem Hayri Üstündağ'ın oğlu Bülent Üstündağ, seçim sonuç- 
larının meşruluğu üzerine sahip oldukları İzmir gazetesinde "Gayri Sahih Çocuk" adlı bir 
makale yazdı. Ancak askerde olduğu için kendi adı yerine eşi Mücteba Hanım'ın ismini 
koydu. Fakat aksilik, makale hakkında dava açıldı. Mücteba Üstündağ hapse mahkûm ol- 
du; üstelik hamileydi. Bülent Üstündağ kendi yüzünden karısının hapse girmesine çok 
üzülüp canına kıydı! 

16. Üzeyir Avunduk'un üç oğlu vardı: Nail, Akil, Adil. Ailede yabancı gelin sayısı da üç- 
tü: Lucienne, Sybil ve Carmen Bonnet. Nail Avunduk Rotary Kulübü kuruculuğu ve Jo- 
key Kulübü başkanlığı yaptı. 



Yeni CHP hükümetini Receb Peker kurdu. 17 

îsmet Paşanın Receb Peker'i neden başbakanlığa getirdiğini 
Dr. Tevfık Rüşdü Aras'm tanık olduğu bir olayla analiz etmeye ça- 
lışalım: 

Büyük liderimizi Çankaya Köşkünde erken yaptığım ziyaretlerim- 
den birinde, yine yalnız bulmuştum. Elinde tutmakta olduğu kâğıtla- 
rı göstererek, Atatürk bana dedi ki: "İnanılmaz şey ! Ben memleketi 
hâlâ tek partiyle idare etmekte olduğum için utanıyorum. Halbuki ba- 
zı arkadaşlarım bu hali devamlı yapmak istiyorlar. İtalya'dan avdet 
eden (dönen) partimizin umumî kâtibi (Receb Peker [S. Y.]), bize ver- 
diği raporunda, orda gördüğü ve incelediği faşist partisinden mülhem 
bazı tavsiyelerde bulunuyor. (Necdet Ekinci, Türkiye 'de Çok Partili 
Düzene Geçişte Dış Etkenler , 1997, s. 110) 



Bu olay 1936'da geçiyor. 

Aradan on yıl geçmiş ve Receb Peker, İsmet Paşa tarafından 
başbakanlığa getirilmiştir! 

Evliyazadelerin çoğunluğu muhalefet safındaydı. Ancak iktida- 
rın kabinesinde bir Evliyazade vardı. 

Evliyazadelerin damadı Münir Birsel, yeni kabinede Millî Sa- 
vunma bakanı olmuştu. 

Münir Birsel, Evliyazade Hacı Mehmed Efendinin kardeşi Ev- 
liyazade Ahmed Efendinin kızı Yümmiye'yle evliydi. 

1943 yılından beri Meclis'te CHP milletvekili olarak görev ya- 
pıyordu. 

Kabinede Münir Birsel'in halasının oğlu Nurullah Esad Sümer 
de Maliye bakanlığı görevine getirilmişti! Yani kabinede iki "Bir- 
sel" vardı! 

Ancak bir olay Birselleri çok üzecekti. 

Receb Peker hükümetinin ilk icraatı "7 Eylül Kararlan" olarak 
adlandırılan Cumhuriyet tarihinin ilk devalüasyon kararı almak 
oldu. Türk lirasının değeri düşürüldü. Dolar 1,83 liradan 2,83 lira- 
ya çıkarıldı. İthalatta bazı sınırlamalar kaldırıldı. Altının satışı 
serbest bırakıldı. 

7 Eylül devalüasyonunu Birsel ailesinden Maliye Bakanı Nu- 
rullah Esad Sümer hazırladı. Ancak karardan bir ay önce Maliye 
bakanlığından ayrılmak zorunda kaldı. 

Çünkü Bakan Sümer'in "komünist" olduğu ortaya çıkmıştı! 

Birinci Dünya Savaşından hemen sonra Berlin'de Türk öğren- 

I 7. Başbakan Receb Peker, sinema oyuncusu Faruk Peker'in dedesidir. 



çilerle birlikte Türkiye îşçi ve Çiftçi Sosyalist Partisinin kurul- 
masında görev almıştı! 

Sümerbank'ı kuran, Yüksek İktisat Meclisinin genel sekreter- 
liğini yapan ve 1933'ten beri TBMM'de yer alan Maliye Bakanı Sü- 
mer'in "komünistliği" yeni ortaya çıkmıştı! 

Bakan Sümer'i gerici basının saldırısından koruyan Ahmed 
Emin Yalmanın sahibi olduğu Vatan gazetesiydi! Antikomünist 
Ahmed Emin Yalman bir "komünisti" neden koruyordu? 

İsmet Paşa, kamuoyunu ve yeni müttefik Batıyı "komünizm 
öcüsu'yle korkutmak için Bakan Sümer'in "kellesini" feda etti. 

Bakan Nurullah Esad Sümer gitti ama hazırladığı devalüasyon, 
dayı oğlunu bakanlıktan edecekti. Devalüasyondan önce haberin 
sızdındığı, dolayısıyla da spekülatif alımlara sebep olunduğu id- 
diasıyla, aralarında Evliyazadelerin damadı Millî Savunma Baka- 
nı Münir Birsel'in de bulunduğu bazı bakan ve bürokratlar hak- 
kında soruşturma açıldı. Bakan Birsel araştırmaların selameti 
açısından bakanlıktan ayrıldı. Soruşturma sonucu tekrar görevi- 
ne döndü. 

Evliyazadelerin bir damadı "kurtulmuştu" ama Başbakan Re- 
ceb Peker'in, Evliyazadelerin bir diğer damadına Meclis kürsü- 
sünden yaptığı hakaret siyasal sonunu getirecekti... 

Meclis'te bütçe görüşmeleri hayli sert geçiyordu. 

DP'nin görüşlerini Meclis kürsüsünde dile getiren Adnan Men- 
deres hükümeti topa tuttu. Eleştirilere yanıt vermek için kürsüye 
gelen Başbakan Peker, Menderes'in konuşmasını "maraz bir psi- 
kopat ruhun ifadesi" olarak tanımlayınca, Meclis Genel Kurulu 
karıştı, DP'liler oturumu terk etti. 

Celal Bayar gizli kapılar ardında İsmet Paşayla yine buluştu. 

Bu kez geri adım atma sırası İsmet Paşa'daydı. 

Receb Peker istifa etti. 

On altıncı hükümeti Hasan Saka kurdu. 

Başbakan Sakanın işi zordu. Türkiye bütçesi İkinci Dünya Sa- 
vaşı'ndan yenik çıkmıştı. Özellikle savunma harcamaları günden 
güne artıyordu. Ülkeye gelecek yardımlara ihtiyacı vardı. İşte 
tam o sırada Amerika Birleşik Devletleri, Truman Doktrini kapsa- 
mında Türkiye'ye yardım elini uzattı. 

Amerikan askerî heyetleri sık sık Türkiye'ye gelmeye başladı. 
İlişkiler karşılıklıydı. Ardından Türk askerî heyeti Genelkurmay 
Başkanı Orgeneral Salih Omurtak başkanlığında ABD'ye gitti. 

Türkiye o yıl Uluslararası Para Fonu'na (ÎMF) katıldı. 

Amerikalılar yardımlarda bulunmadan önce heyetlerini Türki- 



ye'ye gönderip raporlar hazırlatıyordu. 

Amerikan iktisadî heyeti hazırladığı raporda, "Türkiye'ye her 
şeyden evvel ve her türlü kalkınma planlarından evvel yol ve li- 
man lazım olduğuna inanmak icap eder" diyordu. 

Tüm bunlar, Osmanlı'nın yüz yıl önce ittifak yaptığı Fransızla- 
rın, İngilizlerin yazdığı raporlara ne kadar benziyordu: önce yol- 
lar ve limanlar yapılmalıdır! 

Sonuçta Türkiye yeni müttefikini kesinleştirdi: ABD! 

Onun düşmanı, Türkiye'nin de düşmanıydı: Sovyetler Birliği! 

Bu yeni dönemde "her taşın altında komünist aranmasına" hız 
verildi... Demokrasiye yol veren İsmet Paşa rejimi, Türkiye Sos- 
yalist Emekçi ve Köylü Partisini, Türkiye Sosyalist Partisi'ni ve 
bu iki partinin yayın organı gazete ve dergileri kapattı. 

Ankara Üniversitesi öğretim üyeleri Behice Boran, Niyazi Ber- 
kes 18 ve Pertev Nailî Boratav sosyalist oldukları için fakültelerin- 
den uzaklaştırıldılar. Boran ve Berkes ayrıca üçer ay hapse mah- 
kûm edildi. 

"Cadı avı" başlamıştı. 

Baskılardan kurtulmak için yurtdışına kaçmak isteyen yazar 
Sabahattin Ali Bulgaristan sınırında öldürüldü. 

O günlerde Mareşal Fevzi Çakmak bile "komünist damgası" ye- 
mekten kurtulamayacaktı... 

însan Haklan Cemiyeti 

Bir dönemin hızla kapandığını birileri ya anlamıyor ya da mü- 
cadelede ısrar ediyorlardı. 

Bunlardan biri de Cami Baykurt'tu... 

Asıl adı Abdurrahman'dı. Baba tarafı Irak Süleymaniyeli'ydi. 
Annesi ise Rusya'dan köle olarak getirilmiş, Osmanlı Sarayına 
satılıp cariye yapılmış ve ardından bir Osmanlı paşasıyla evlendi- 
rilmişti. 

Harbiye'de Mareşal Fevzi Çakmak'ın sınıf arkadaşıydı. 

Genç bir subayken II. Abdülhamid tarafından Trablusgarp çöl- 
lerine sürgüne gönderilenler arasında o da vardı. 

1908 Devriminden sonra yüzbaşı rütbesindeyken ordudan ay- 
rılıp İttihatçılarla birlikte çalışmış, ilk Meclise Fizan mebusu ola- 
rak girmişti. Sonra İttihatçılarla yollannı ayınp, Millî Meşrutiyet 
Fırkası'nın kurucusu olmuştu. 



18. Niyazi Berkes'in ikiz kardeşi vardı: Enver Berkes! Bir dönem aileler çocuklarına, 
dağa çıkarak 1908 Temmuz Devrimi'ne yol açan Enver Raşa ile Resneli Niyazi'nin adı- 
nı veriyorlardı. 



İzmir'de kurulan "İlhakı Red Heyeti Milliyesi" kurucuları ara- 
sında yer alarak, Ege'nin kurtuluşu için Celal Bayar'la birlikte 
omuz omuza mücadele vermişti. 

Cami Baykurt, Ulusal Kurtuluş Savaşına katılmak için Anka- 
ra'ya ilk gelen isimlerden biriydi. İlk meclise Aydın mebusu ola- 
rak girdi. Mustafa Kemal'in ilk kabinesinin İçişleri bakanıydı. 
Sonra Roma büyükelçisi oldu. Burada Malta sürgünlerinin kaçışı 
için gerekli parayı bulabilmek amacıyla elçilikteki halıları ve de- 
ğerli eşyaları ipotek etti. Bu parayla kiralanan bir İtalyan şilebiy- 
le Rauf Orbay, Ali İhsan Sabis gibi komutanlar Malta' dan kaçırıl- 
dı. Komutanların kaçırılmasının nedeni Millî Mücadele'de büyük 
komutan sayısının azlığıydı. 

Türkiye'nin kurtuluşunu sosyalizmde görüyordu. "Sosyalizm 
aslında Kuranı Kerim'in bir yorumudur" görüşüne sahipti. Müslü- 
manlık özel mülkiyeti kabul etmekle birlikte büyük servetlerin 
tek elde toplanmasına karşıydı, zekât bu nedenle konmuştu... 

Cami Baykurt, papadan ve Katoliklerden nefret ediyor, her 
düşmanlığın onlardan kaynaklandığını düşünüyordu. Ancak ken- 
disi adına talih midir, talihsizlik midir bilinmez, geçinebilmek için 
para karşılığı İncil'i Türkçe'ye çevirdi." 

Cami Baykurt Tan gazetesi yazarlanndandı. Gazete ve matbaa 
tahrip edildiğinde Sabiha-Zekeriya Sertel'le birlikte Cami Bay- 
kurt da "olayın sorumlusu ilan edilerek" üç ay tutuklu kaldı. 

Cami Baykurt'un kişiliği yenilgiyi kabul eden bir yapıda değil- 
di. Cezaevinden çıkar çıkmaz, mücadelesini Parlamento dışında 
yürütmek için "İnsan Haklan Cemiyeti'ni kurmaya karar verdi. 
Ne CHP'nin ne de DP'nin özgürlükçü demokrasiden yana olmadı- 
ğını düşünüyordu. 

Bu görüşünü uzun yıllardır arkadaşlık yaptığı Dr. Tevfık Rüşdü 
Aras'a açtı. Dr. Araş öneriye sıcak baktı. 

Cemiyet kurulması fikrinin arkasında Zekeriya ve Sabiha Ser- 
tel çifti de vardı. İlk toplantılar Sertellerin evinde yapıldı. Bu top- 
lantılarda cemiyetin başına Mareşal Fevzi Çakmak'ı getirmeye 
karar verdiler. Dr. Araş ve Cami Baykurt, mareşali Ulusal Kurtu- 
luş Savaşı'ndan beri tanıyorlardı. 

Mareşal Fevzi Çakmak, İsmet İnönü karşıtlarının simgesi hali- 
ne gelmişti o günlerde... 

İsmet Paşa, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonraki yeni dünya dü- 
zenine uyum sağlamak için orduda bir takım değişikliklere gitmiş 



19. Birinci bölümde, yaptıkları evlilikle Sabetayist KarakaşT ve Kapana ailelerinin hışmı- 
nı üzerlerine çeken, Nermin Kibar-Kâtipzade Mehmed evliliğini yazmıştım. Nermin Ha- 
nım daha sonra Mehmed Bey'den ayrıldı Cami Baykurt'un oğlu Vedat'la evlendi. 



429 



ve 1924'ten beri Genelkurmay başkanlığı görevini yürüten Mare- 
şal Fevzi Çakmak'ı emekliye sevk etmişti. 

Mareşal, ordunun başından alınmasını hiç hazmedemiyordu ! 
İsmet Paşaya kırgındı. Atatürk sonrasında ittifak yaptığı İsmet 
Paşa'nın kendisini oyuna getirdiğini bile söylüyordu. 

Mareşal bu kez 1938'de karşı çıktığı Celal Bayar'la ittifak yaptı. 

Ancak mareşal DP'de umduğunu bulamamıştı. 

Oysa, 1946 seçimlerinde İstanbul'u DP'ye kazandırmıştı. Celal 
Bayar'dan bile çok oy almıştı. Ankara'ya Meclise giden mareşali, 
Haydarpaşa'dan uğurlamaya binlerce insan gelmişti. Keza Anka- 
ra Garı'nda da durum farklı değildi. 

Ancak aradan kısa bir zaman geçtikten sonra, Mareşal Fevzi 
Çakmak DP'nin kendisini oyuna getirdiğini, sadece ismini kullan- 
mak istediğini düşünmeye başladı. 

Sonunda, Ankara'dan ayrılıp İstanbul Erenköy'deki evine çe- 
kildi. Yetmiş yaşındaydı ama "rafa konulacak yaşa gelmediğini" 
ispatlamak istiyordu. 

Mareşal bu nedenle "İnsan Haklan Cemiyeti" kurulması öneri- 
sine sıcak baktı. Başkanlığını kabul etti. Mareşalin muhalif bir ha- 
reketin başına geçtiğini düşünen DP kurmaylan telaşlandı. Ba- 
yar, Menderes, Köprülü hemen İstanbul'a gidip mareşali evinde 
ziyaret ederek, fikrinden vazgeçirmeye çalıştılar. Ama ikna edici 
olamadılar. 

DP ekibinin mareşali fikrinden vazgeçirmeye geldikleri Eren- 
köy'deki evde Adnan Menderes'in bir akrabası vardı: Mehmet Öz- 
demir Evliyazade!.. 

Evliyazadeler bölünmüştü: bir tarafta cemiyetin kurulmasına 
çalışan Dr. Tevfık Rüşdü Araş ve Mehmet Özdemir Evliyazade; di- 
ğer yanda DP'li Adnan Menderes! 



İstihbaratçı Evliyazade! 



Mehmet Özdemir, Nejad-Mesude Evliyazade çiftinin oğluydu. 

Mesude, Adnan Menderes'in dayısının kızıydı. 

Nejad ise eşi Berin'in dayısının oğluydu. 

Yani Mehmet Özdemir Evliyazade, hem anne hem baba tarafın- 
dan Adnan Menderes'le akrabaydı. 

Galatasaray Lisesi mezunuydu. İstanbul Hukuk Fakültesini 
yarıda bırakmıştı. 

Zekeriya Sertel, Hatırladıklarım, adlı kitabında Mehmet Özde- 
mir Evliyazade 'yle ilgili ilginç bilgiler yazdı: 



O sıralarda evimize en çok gelen dostlardan biri de Cami Baykurt 
idi. 20 Her hafta mutlaka bize gelir, akşama kadar bizde kalırdı. Berabe- 
rinde gölge gibi, ondan hiç ayrılmayan Özdemir adında bir genç vardı. 
Bu genç, Demokrat Parti'nin ilk toplantısına katılmak üzere Ankara'ya 
gittiğimiz zaman istasyonda bizi karşılayan bir adamdı. Sevimli, sami- 
mi, candan biriydi. Cami Bey'i gerçekten çok sever, çok sayar görünür- 
dü. Ona karşı sanki babasıymış gibi davranırdı. Cami Bey de onu oğlu 
gibi severdi. Özdemir, Adnan Menderes ile Dr. Tevfik Rüşdü Arasın ye- 
ğeniydi. Zengin bir aileye mensuptu. İşsizdi. Annesinden gelen parayla 
geçindiğini söylerdi. Bizi yan yolda bıraktıkları için Celal Bayar ile Ad- 
nan Menderes'e kızmış görünür ve onlan eleştirirdi. Hatta bizlere Ad- 
nan Menderes'in aile hayatının içyüzünü bile anlatmaktan çekinmezdi. 

Bu koşullar içinde Özdemir'in samimiyetinden şüphelenmemiz 
olanaksızdı. Günler geçtikçe hepimizin sevgisini kazandı. Evimizin 
sürekli bir ziyaretçisi oldu, evimize gelip gidenlerle dostluk ilişkileri 
kurdu, kimse de ondan şüphe etmiyordu. 

Gel zaman git zaman 1961'de Demokrat Parti elebaşlarını yargıla- 
yan Yassıada Mahkemesinde Özdemir tekrar ortaya çıktı. Mahkeme- 
de 1945'ten beri, yani bizim eve devama başladığından beri, polis em- 
rinde çalıştığım itiraf etti. Polisin aramıza soktuğu casusun o olduğu 
anlaşıldı. Doğrusu çok ustaca çalışmış, hiçbirimizde en ufak bir şüp- 
he uyandırmamıştı. Rolünü iyi oynamıştı. (1968, s. 274) 

Mehmet Özdemir Evliyazade'nin eşi Elife (Kaçel) Evliyazade 
yıllar sonra bu kitabın yazarına şu açıklamayı yapmıştır: 

Eşim, MİT görevlisiydi. Ancak MİT'e ne zaman girdiğini bilmiyo- 
rum, öyle ki biz evlendiğimizde bana bu teşkilatta çalıştığım bile söy- 
lememişti. Güven Sigortada çalışıyordu. Yıllar sonra öğrendiğimde 
niye evlendiğimizde söylemediğini sordum. "O yıllarda çok gizli bir 
görevim vardı açıklayamazdım" dedi. 2! 

Mehmet Özdemir Evliyazade'nin faaliyetlerine daha sonra 
döneceğiz. Biz kaldığımız yerden "İnsan Haklan Cemiyeti'yle il- 
gili gelişmeleri aktarmayı sürdürelim. 



20. Cami Baykurt'un soyadı birçok kitapta "Başkurt" olarak geçmektedir. Doğrusu 
Baykurt'tur. 

2 1 . Mehmet Özdemir Evliyazade 1949 yılında Elife Kaçel'le evlendi. Elife Kaçel, Şahin 
Ömer-Aliye Kaçel çiftinin kızıydı. Şahin Ömer Kaçel muhasebeciydi. Dame de Sion me- 
zunu Elife Kaçel'in dedesi ünlü Receb Paşa'ydı. Receb Raşa (1842 Debre-1908 istanbul), 
5. ve 6. Ordu komutanlığı görevlerinde bulunduktan sonra 1904-1908 arasında Trab- 
lusgarp valiliği yaptı, ikinci Meşrutiyet'in ilanının ardından 7 ağustos 1908'de Harbiye 
nazırlığına getirildi. Ancak 21 ağustosta masası başında nefes darlığından vefat etti. 



18 ekim 1946'da İnsan Hakları Cemiyeti resmen kuruldu. Kuru- 
cular arasında Mareşal Fevzi Çakmak, Dr. Tevfik Rüşdü Araş, Ca- 
mi Baykurt, emekli general ve DP milletvekili Sadık Aldoğan, 
Atatürk' ün yakın arkadaşı ve eski milletvekili Hasan Rıza Soyak, 
Berlin eski büyükelçisi Hamdi Arpağ, Zekeriya Sertel gibi isimler 
vardı. 

Tesadüf! 

Hükümet o gün Sovyetler Birliğinin Boğazların birlikte savu- 
nulması istemindeki notasına ret yanıtı verdi. 

Hükümetin, "komünistlerin" Mareşal Fevzi Çakmak'ı "kullana- 
rak" halk hareketi örgütleyeceği paranoyası, İstanbul'da üç ayrı 
eve polisin baskın yapmasına neden oldu. 

Atatürk'ün Dışişleri bakanı Dr. Tevfik Rüşdü Araş, Ulusal Kur- 
tuluş Savaşının ilk kabinesinin İçişleri bakanı Cami Baykurt ve 
gazeteci-yazar Zekeriya Sertel'in evleri basıldı. Aramalar yapıldı. 

Sonunda büyük bir "delil" bulundu!.. 

İçişleri Bakanı Şükrü Sökmensüer 29 ocak 1947 günü Meclis'- 
te yaptığı konuşmada bu "delili" açıkladı: 

Arkadaşlar, İstanbul'da Örfî İdare'nin varlığından faydalanarak ga- 
zeteci Zekeriya Sertel'in ve bu arada komünist temayüllü olduğu söy- 
lenen Dr. Tevfik Rüşdü Aras'ın ve Cami Bey'in evleri arandı. Ve Zeke- 
riya Sertel ile Cami Bey tarafından yazılıp Dr. Tevfik Rüşdü Araş va- 
sıtasıyla mareşale gönderilen mektup bulundu. Bu hal Çakmakın da 
komünistleri himaye ettiğini gösterir. (Ümit Sinan Topçuoğlu, Mare- 
şal Mustafa Fevzi Çakmak, 1977 s. 152-153) 

Peki Mareşal Fevzi Çakmak'a yazılan 2 eylül 1946 tarihli bu 
mektupta ne denilmişti: 

Mecliste kürsüye çıkın ve cumhurbaşkanının, Meclis'in, hüküme- 
tin gayri meşru olduğunu ilan edin. Böyle bir mecliste kalarak onun 
mesuliyetlerine iştirak edemeyeceğinizi bildirin. "Gemisi batmak üze- 
re bulunan bir amiral" gibi bayrağınızı alarak dışarda, halkla beraber 
onun hakkım ve davasım müdafaa ediniz. Bütün milletin böyle bir ha- 
reket karşısında arkanızdan geleceğine emin bulunuyoruz. 



Mektubu Cami Baykurt ile Zekeriya Sertel kaleme almış, Dr. Araş 
mareşale elden teslim etmişti. 

Polis, Dr. Aras'ın 9 eylül 1946'da yazdığı mektubun yanıtım da 
ele geçirmişti: 



Aziz Dostlarım Cami ve Seıtel Beyefendilere, 

Mektubunuzu mareşale kendim götürdüm. Görüşlerinizi ayrıca 
ben de izah ve teyit ettim. Müşarünileyh bu surette hareketinizden 
çok memnun oldu ve yazacağım cevapta sönmez muhabbetlerini teb- 
liğ etmekliğimi rica etti. Sizin de makul göreceğinizi kuvvetle ümit et- 
tiğim netice ve kararı Özdemir oğlumuz tafsilatıyla size arz edecektir. 

Bu münasebetle de derin hürmetlerimi sunarım. 

Sonunda mektuplardan bir sonuç çıkmadı. 

Mareşal Fevzi Çakmak, "Millet, komünist olmadığımı ve komü- 
nistlere alet olmadığımı çok iyi bilir" açıklaması yaptı. 

İsmet Paşanın damadı gazeteci Metin Toker, mareşalin yaşlan- 
dığı için İnsan Haklan Cemiyeti kurulması sırasında solcuların 
oyununa geldiğini yazdı. Toker, cemiyetin kurulmasına mareşalin 
katılımını nedense biraz karikatürize ederek küçültme eğilimin- 
deydi. 

Osmanlı'nın önde gelen paşası, Ulusal Kurtuluş Savaşı'nm kur- 
may subayı ve uzun yıllar Genelkurmay başkanlığı yapmış Fevzi 
Çakmak'ı "solcular tarafından kandırılan" biri olarak tanımlamak 
pek gerçekçi görünmemektedir!.. 

Olayın bir diğer garip yanı ise, İnsan Hakları Cemiyeti kurul- 
masına önayak olan DP İstanbul İl Başkanı Kenan Öner, Millî Eği- 
tim Bakanı Hasan Ali Yücel'i komünistlikle itham ediyordu! 

Mareşalin dergâhı! 

Basında komünist tartışması sürdü gitti. 

Bu tartışma DP'den kopmalara neden oldu. Bir grup, DP baş- 
kanlığına mareşali getirmek için kulis faaliyetlerine girdi. Bunun 
üzerine DP disiplin kurulu, başta emekli general Sadık Aldoğan 
olmak üzere, Osman Nuri Koni, Necati Erdem, Dr. Mithat Saka- 
roğlu, Ahmet Kemal Silivrili'yi partiden ihraç etti. 

Bu ihraçları diğerleri takip etti: Yusuf Kemal Tengirşenk, Enis 
Akaygen, 22 Ahmet Oğuz, Hasan Dinçer, Ahmet Tahtakılıç, Şahin 
Laçin, Reşat Aydınlı... 

DP'den kopanları ve kopanların öncülüğüyle, 19 temmuz 
1948'de Millet Partisi kurulda 



22. 1880 doğumlu Enis Akaygen, I946'da DP'den TBMM'ye girdi. I952'de Millet Par- 
tisi genel başkanlığı yaptı. Selanikli Nuri Conker ailesiyle dünürdüler; kızı Zarife, diplo- 
mat Orhan Conker'le evlendi. Enis Akaygen'in kızı Jale Viyana'da intihar etti. Enis Akay- 
gen, 1939-1945 yılları arasında Atina büyükelçiliği sırasında Yahudilere yaptığı yardım- 
lardan dolayı belgesellere konu oldu. 15 aralık 1956'da vefat etti. 



Kurucu bazı isimlerin kendi partilerinden ayrılmış olması DP 
ile MP arasında gerginliklere yol açtı. 

Bir gün gazeteler İsmet Paşa ve Celal Bayar'a suikast yapılaca- 
ğı haberini manşetlerine taşıdılar. İddiaya göre, suikastı planla- 
yanlar arasında, MP Afyon milletvekili emekli general Sadık Al- 
doğan ile MP kurucuları Osman Bölükbaşı ve Fuad Arna vardı. 
Hemen gözaltına alındılar. 23 

Sonunda iddiaların asılsız olduğu ortaya çıktı. Peki ama bu 
asılsız istihbaratı polise kim bildirmişti? 

Osman Bölükbaşı salıverildikten sonra, Suikast iftirasının 
İçyüzü ve Celal Bayar adlı bir broşür kaleme aldı! 

Millet Partisinin kurucuları arasında Başbakan Adnan Mende- 
res'in bir akrabası vardı: Dr. Mustafa Kentli! 

Dr. Kentli, Başbakan Menderes'in dayısı Sadık'ın torunu Senü- 
ha'yla (Giz) evliydi. Yani Dr. Kentli, Adnan Menderes'in kuzeniy- 
le evliydi. 

Menderesler bölünmüştü: dayısı Sadık'ın torunu Sadık Giz DP 
milletvekiliydi; Sadık Giz'in kız kardeşi Semiha'yla evli Dr. Mus- 
tafa Kentli ise Millet Partiliydi... 24 

Millet Partisinin fahrî genel başkanı Mareşal Fevzi Çakmak'tı. 

Mareşal Fevzi Çakmak, sol-sosyalistlerin "oyununa gelmemiş", 
milliyetçi bir partinin kurulmasına önayak olmuştu!.. 

Fakat, talihsizlik... 

Mareşal Fevzi Çakmak seçim çalışmaları için gittiği Trakya'da 
rahatsızlandı ve 10 nisan 1950'de vefat etti. 

Cenazesi görkemli bir şekilde kaldırıldı. İstanbul Radyosu prog- 
ramlarında değişiklik yapmayıp şarkı türkü çalmayı sürdürünce 
büyük tepki aldı. 

Dün komünist ithamlarına neden olan mareşalin cenaze töre- 
nine İslamcı-milliyetçi gençler sahip çıktı. Tabutun üzerinde İla- 
hiyat Fakültesi öğrencilerinin Ankara'dan getirdiği Kabe örtüsü 
ve Türk bayrağı vardı. 



23. Gözaltına alınan Osman Bölükbaşı'nın evi didik didik arandı. Yeni doğan oğlu yirmi 
bir günlüktü. Osman Bölükbaşı, polisler eşliğinde emniyete giderken, oğlunu öptü, her- 
kesin duyacağı bir şekilde, "Oğlum Deniz, baban gidiyor, belki geri gelmez. Bu memle- 
ketin pisliğini az su temizlemez diye adını Deniz koymuştum. Şayet gelemezsem, bu pis- 
liği sen temizle oğlum" dedi. (Emin Karakuş, işte Ankara, 1977, s. 148) 

Deniz Bölükbaşı, Irak Savaş (2003) öncesi, Türkiye'nin ABD-ingiltere yanında yer al- 
ması için yapılan "mutabakat görüşmelerinde" büyükelçi statüsüyle Türkiye tarafının 
başkanlığını yaptı. Halen Dışişleri Bakanlığı hukuk müşaviridir. 

24. 1957 seçimleri öncesi Celal Bayar DP milletvekili listesini incelerken, "Ağabeyi Sa- 
dık Giz zaten bizim milletvekilimiz, ikisi fazla olur" diye Maraş'tan aday olan Münci 
Giz'in üzerini sildi. Böylece Münci Giz, 27 Mayıs 1960 askerî müdahalesinden sonra 
Yassıada'ya gitmekten kurtuldu. 



Mareşalin tabutu tekbir sesleriyle Eyüp Mezarlığına getirildi. 
Burada Gümüşsüyü denen tepedeki Küçük Hüseyin Efendi ola- 
rak bilinen şeyhin yanına defnedildi. Mezarı başında Millet Parti- 
si Genel Başkanı Hikmet Bayur, Sadık Aldoğan, Yusuf Kemal Ten- 
girşenk, Pertev Demirhan ve Fuad Arna birer konuşma yaptılar. 

Bir parantez açmam gerekiyor; çünkü diyeceksiniz ki: "Tekke 
ve zaviyelerin kapatıldığı, bütün şeyhlerin gözden düşürüldüğü, 
Şeyh Said İsyanı, Menemen Olayı sonucu onlarca 'radikal İslam- 
cı'nın idam edildiği bir dönemde, Genelkurmay başkanlığı yapan 
Mareşal Fevzi Çakmak neden bir tarikat şeyhi Küçük Hüseyin 
Efendi'nin yanına defnedilmişti?" 

İşin daha da tuhaf yanı: yıllar sonra 25 ağustos 2001 tarihinde 
Yahudi işadamı Üzeyir Garih, Küçük Hüseyin Efendi'nin mezarı- 
nın yanı başında öldürüldü! 

Bir tarikat şeyhi, bir Genelkurmay başkanı ve bir Yahudi işada- 
mı... 

Bu sorunun yanıtı aslında bu kitabın ana fikirlerinden birini 
oluşturmaktadır. O nedenle bu konuya değinmeden geçemeyiz... 

Mareşalin şeyhi! 

Önce "Küçük Hüseyin Efendi kimdir?" sorusunun yanıtı için, 
İslamcı yayın organı İktibasta çıkan 6 eylül 2001 tarihli makale- 
ye göz atalım: 



Ankara'nın Arslan Bey Mahallesinde 1828'de doğdu. Babası Katır- 
cı Ali Abdullah Efendi'dir. Gençlik yaşma kadar Ankara'da kaldıktan 
sonra Ankara'yı terk ederek Mihalıççıka gitmek zorunda kalmış. Ba- 
basının vefatından sonra İstanbul'a gitmeye karar vermiş. İstan- 
bul'da Mevlevi tarikatına mensup bir ustanın yanında çıraklığa başla- 
mış. Mevlevi usta, okuma yazma öğrenmesi için, Küçük Hüseyin 
Efendiyi Beyazıt Camii avlusundaki bir tespihçinin yanına götür- 
müş. Tespihçinin yarımdayken, sabahları Süleymaniye Camiine gi- 
der, ders okurmuş. 

Küçük Hüseyin Efendi'nin ilk şeyhi Hacı Feyzullah Efendi'dir. 
Onun vefatından sonra, Mehmed Nuri Edirnevî Efendiye bağlanmış, 
sekiz yıl da bu zatın eğitiminden geçmiş. Bir süre Hasan Visali Efen- 
diyle sohbetlere devam eden Küçük Hüseyin Efendi, Hasan Visali 
Efendi'nin 1902 yılında vefatından sonra, 1902 yılında yetmiş dört ya- 
şındayken şeyhlikle görevlendirilir. 

İrşat merkezi haline gelen evi, Kocamustafapaşa'dadır. Çok talebe - 



435 



si olan Küçük Hüseyin Efendi 397 gün hasta yattıktan sonra 14 mart 
1930'da ahirete göçmüş. Kabri, Eyüpsultan'da, Karlıktepe (Gümüşsü- 
yü) diye bilinen yerde, ikinci şeyhi Mehmed Nuri Efendi'nin kabri ci- 
varındadır. 

O günün şartlan icabı birçok şeyhe baskı yapılırken, bunun rahat 
bir şekilde hareket etmesi, tutuklanma, takip ve baskı gibi hallere 
maruz kalmaması da dikkat çekicidir. Bunun için zamanın gerçek 
şeyhleri, âlimleri buna hep şüphe gözüyle bakmışlar, kendinden 
uzak durmuşlardır. Cenazesine bile iştirak etmemişlerdir. (www. ik- 
tibas, net) 

ABD'de Princeton Üniversitesinde Yakındoğu üzerine doktora 
çalışması yapan ve "Fevzi Çakmak Günlükleif ni derleyen Dr. Ni- 
lüfer Hatemî, 9 eylül 2001 tarihinde Milliyet gazetesinin soruları- 
na şu yanıtı verdi: 

(Fevzi Çakmak'ın) dedesi ve babasının gayrimüslimleri de üye kabul 
eden liberal bir tarikat olan Kadiri tarikatına üye olduğunu biliyoruz. 

N. Rıfat Bali Bir Türkleştirme Serüveni adlı kitabında Mare- 
şal Fevzi Çakmak ile Yahudiler arasındaki ilişkiyi yazıyor: 

Azınlıklar arasmda çok yaygın bir söylenti de (...) silah altına alın- 
malarının nedeninin kitlesel olarak imha edilmelerinin önlenmesi ol- 
duğu söylentisiydi. Utanç haline gelen bu söylentiye göre azınlıkları 
kitlesel olarak imha etme tasarısı hükümetin bir planıydı. Genelkur- 
may Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak bu tasarıdan haberdar olunca 
Nafıa Vekâletine bağlı olarak askere alınan azınlıkları Millî Müdafaa 
Vekâleti emrine aldırarak kendi emir kumandası altına soktu ve böy- 
lece onları imha edilmekten kurtardı. (!) 



Aynı kitapta Jak Kamhi, "Diyebiliriz ki, Mareşal Fevzi Çakmak 
Yahudilerin en büyük müdafiiydi" diyor. 

Evet, Yahudiler ile mareşal arasında duygusal ilişki çok güçlüy- 
dü. Mareşal Yahudilere o kadar güveniyordu ki, ölmeden kısa bir 
süre önce Ankara'daki evini bir Yahudi sefire kiraya vermişti!.. 

Mareşal Fevzi Çakmak'ı daha yakından tanımak için, Küçük 
Hüseyin Efendi'nin "üzerindeki örtüyü" kaldırmalıyız. 

Bu nedenle, 20 ağustos 2003 tarihinde İslamcı günlük gazete 
Yeni Şafak'ta başlayan "Türkeş'in Gizli Dünyası" adlı yazı dizisin- 
den bazı alıntılar yapmamız gerekiyor: 



456 



(Küçük) Hüseyin Efendinin (Alparslan) Türkeş'in ailesiyle tanıştığı 
da ortaya çıktı. Ailenin tanışıklığını açıklayan sıradan bir kişi değil, Tür- 
keş ailesinin yakından tanıdığı ve saygı duyduğu Mehmet Faik Erbil'di. 
Erbil, Arusîlerin en önde gelen isimleri arasında yer alıyor. Erbil, 
Türkeş'in sağlığında sık sık ziyaret ettiği bir kişi. Erbil yıllardır dile 
getirilen bir iddiaya da açıklık getiriyor. İddia Alparslan Türkeş'in ilk 
adının Hüseyin Feyzullah olduğudur. Hüseyin, Küçük Hüseyin Efen- 
diye; Feyzullah ise, Küçük Hüseyin Efendi'nin şeyhi Feyzullah Efen- 
diye nispettir. Bu ismi Türkeş'in babası Ahmed Hamdi Bey ve anne- 
si Fatma Zehra Hanım koydu. Türkeş'in dedesi Tuzlak Arif Ağa da 
Şeyh Feyzullah Efendiyle aynı dönemde Sultan Abdülaziz tarafından 
sürgün edildi. Arif Ağa Kayseri'den Kıbrıs'a, Nakşî Şeyhi Feyzullah 
Efendi ise İstanbul'dan Midilli'ye gönderildi. 23 

Mehmed Faik Erbil Efendi, Küçük Hüseyin Efendi'nin yanı sıra ta- 
rikatlara mensup ünlü isimleri açıklıyor: 'Yolumuz ulularından Arifi 
Zatı Bülah Esseyid Mevlana Küçük Hüseyin Efendiyi ve Halifei Has- 
sayı Zat Mürşidi Esseyid Ömer Fevzi Mardin Hazretlerini zikrettikten 
sonra terbiyesinde yetişmiş pek çok değerli dervişlerinden birkaçının 
isimlerini burada dercetmek istiyoruz: eski başvekillerimizden vatan- 
perver Hüseyin Rauf Orbay, beynelmilel tıp ilmi ile mücehhez Ord. 
Prof. Hasan Reşad Sığındım, yine tıp âleminden Ord. Prof. ve aynı za- 
manda Paşabahçe Tezyini Sanatlar Hocası Muhterem Ahmed Süheyl 
Ünver, Washington büyükelçimiz Münir Ertegün, eski Adliye ve Hari- 
ciye vekillerimizden Ord. Prof Yusuf Kemal Tengirşenk, DP'nin ilk 
Sağlık bakanı tıp profesörü Nihad Reşad Belger, Atina büyükelçimiz 
Enis Akaygen, Müzeler Umum Müdürü (Mareşal Çakmak'ın damadı 
[S. Y.]) Prof. Dr. Burhan Toprak ve Mareşal Mustafa Fevzi Çakmak ve 
teğmen rütbesiyle huzuruna varıp mübareğin kendisine gösterdiği ke- 
ramet üzerine ömrünün son demine kadar mum ışığında Kuranı Ke- 
lim okuyan Balıkesir Kumandanı Korgeneral Kurtcebe Noyan Paşa 

Musevî doktor Salih Arazraki, Üzeyir Garih'in diş hekimi babası 
Azra Garih (...) Küçük Hüseyin Efendi'nin müritlerinden. 



25. Gazeteci Hulusi Turgut, Alparslan Türkeş'in anlatımlarına yer verdiği Türkeş'in Anı- 
ları, Şahinlerin Dansı adlı kitapta konuyla ilgili şunları yazıyor: "Alparslan Türkeş baba ta- 
rafının aslen Kayserili olduğunu açıkladıktan sonra, onların Kıbrıs'a gittiklerini babasın- 
dan öğrendiği kadarıyla şu sözlerle aktarıyor: 'Bu konuda fazla bir bilgim yok. Yalnız 
duyduğum şuydu ki, dedemin dedesi Arif Ağa, Kayseri'nin Pınarbaşfndan Avşar aşireti- 
ne mensupmuş. Bir takım hadiseler olmuş oralarda. Bunlar Silifke'ye sürgün edilmişler. 
Oralara muhacirler yerleşince, bir şeyler olmuş zannederim. Dedelerim Silifke'de çok 
duramamışlar, tekrar geriye dönmüşler. 

Tekrar Pınarbaşı'na dönünce olaylara karışmışlar. Onun üzerine bu sefer Kıbrıs'a, yani 
suyun öbür tarafına, denize gönderelim da gelemesinler diye sürmüşler herhalde. 
Baba tarafımın göç hikâyesi böyle. Anne tarafımınkini bilmiyorum. Kıbrıs'a göçle mi gel- 
ı j . .. ı , i»'" S-61 



437 



Müslüman'ı, Yahudi'yi bir araya getiren bu tarikatı da kısaca 
tanımamız gerekiyor... 

Arusîlik, Tunus-Libya kökenli bir tasavvuf hareketi. Medyeni- 
ve, Şazeliye, Cestiye ve Kadiriye tarikatlarının bazı özelliklerini 
birleştirerek müstakil bir hüviyet kazandı. 

Girit, izmir, İstanbul gibi yerlere değişik zamanlarda giden 
Arusî şeyhleri, buralarda birçok müride sahip oldu. 

Arusîliği Osmanlı'da "kurumsallaştıran" kişi ise, Mardin'de Şi- 
rin Dede namıyla tanınan Kadiri şeyh Yusuf Sıdkı Efendi'nin to- 
runu Ömer Fevzi Mardin'di. Ömer Fevzi Mardin, teğmen olarak 
görev yaparken İttihat ve Terakkiye katıldı. Birinci Dünya Sava- 
şı'nda Teşkilatı Mahsusa'nın fedaileri arasında yer aldı. Harbi- 
ye'de öğretmenlik yaparken Hüseyin Rauf Orbay'ın aracılığıyla 
Küçük Hüseyin Efendiyle tanıştı. Şeyhinden icazet aldı, onun "ha- 
lifesi" oldu. 1940 yılından sonra halifeler, müritler yetiştirdi. 

Ömer Fevzi Mardin'in Kalamış'taki evi dönemin fikir ve bilim 
adamlarının sohbet yeri oldu. Bu toplantılara Prof. Hasan Reşad 
Sığındım (ünlü cildiye uzmanı; Koçların dünürü); Prof. Süheyl 
Ünver, Mehmed Ali Aynî (tasuvvuf tarihi ve Hacı Bayram Veliyle 
ilgili yaptığı araştırmalarla tanınan yazar); Prof. İsmail Hakkı İz- 
mirli (1868 İzmir doğumlu. Tarihçi. Türk Tarih Kurumu 1932-1937 
toplantılarına katılıp tebliğ sundu. Jübilesi 8 aralık 1944'te Kadı- 
köy Halkevi'nde yapıldı. 1946 'da vefat etti.) ve "İslamcı sosyalist" 
Cami Baykurt gibi isimler kalıyordu. 

Minik not: "Arusî şeyhi Ömer Fevzi Mardin'in Varlık Vergisinin 
uygulandığı 1940'larda zorda kalan Musevilere yardım edilmesini 
tavsiye ettiği ifade ediliyor." (Yeni Şafak, 20 ağustos 2003) 

Niye sadece Yahudilere ? 

Ömer Fevzi Mardin'in oğlu Haşim Mardin Türkiye'nin ilk deniz 
filosunun sahibiydi. Oğullan Ömer ve Yusuf Mardin babalarının 
mesleğini devam ettirmektedir. Bugün Türkiye'nin tanınmış şahsi- 
yetleri, Prof. Şerif Mardin, Betül Mardin, Arif Mardin Ömer Fevzi 
Mardin'in yeğenleri arasındadır. 

Keza Küçük Hüseyin Efendi'nin müritlerinden Wasinghton Bü- 
yükelçisi Münir Ertegün'ün oğlu Atlantic Records'un sahibi Ah- 
met Ertegün ile ünlü plak yapımcısı Arif Mardin iş ortağıdır. 

Yani, Arusîlerin şeyhi Ömer Fevzi Mardin'in yeğeni Arif Mardin 
ile Özbekler Tekkesi şeyhi Edhem Efendi'nin torunu Ahmet Erte- 
gün New York'ta iş ortağıdır! 

Alamet Ertegün'ün eşi Macar göçmeni bir Yahudi ailesinin kızı 
Mika Ertegün'dür... 



Konuyu fazla dağıtmayalım ama bir aynntı daha vermeliyim... 

Üsküdar Sultan Tepesi'nde bulunan Özbekler Tekkesi, Millî 
Mücadele'ye katılmak için istanbul'dan Ankara'ya gidenlerin 
önemli üslerinden biriydi. 

Halide Edib Hanım ile Dr. Adnan (Adıvar) ve Cami (Baykurt) beyle- 
rin de Anadolu'ya giderken ilk durağı bu tekke oldu. Tekkeye gelenler 
kapıyı açan kişiye, "Bizi İsa yolladı" diyerek içeri girerlerdi. Parola buy- 
du. (Hıfzı Topuz, MUlî Mücadele 'de Çanüıca 'nın Üç Gülü, 2002, s. 40) 

Biz yine Küçük Hüseyin Efendi "meselesine" dönelim... 

Toprağı bol olsun Vehbi Koç'un kızı Sevgi Gönül, Hürriyet ga- 
zetesindeki köşesini bir gün tamamen Küçük Hüseyin Efendi'ye 
ayırdı: 

Ender, katledilen Üzeyir Garih'in asıl adının Hezakiyer olduğunu, 
Üzeyir isminin babasına ait bulunduğunu ama oğul Üzeyir'in daha 
sonraları adını değiştirerek babasının adını aldığını anlattı. 

Üzeyir Bey'in hepimizi acılara boğan hunharca ölümü ziyaretine 
gittiği Küçük Hüseyin Efendi'nin mezarı başında cereyan etmişti. 
Kimdi bu Küçük Hüseyin Efendi ? Mistik dünyaya biraz meraklıydım. 
Ama bu zatı muhteremden bahsedildiğini hiç duymamıştım. "E... Ne 
de olsa bendeniz Hacı Bayram Veli sülalesinden gelmeyim. Dolayısıy- 
la bazı diğer muhteremlerden haberimin olmaması normaldir" diye 
kendi kendime avunmaya çalıştım. Ama bir taraftan da kimdir diye 
araştırmaya, soruşturmaya başladım. Şeytan bir dostum, "Ne araştı- 
rıp soruyorsun, müridi Ender Hanım burnunuzun dibinde" diye be- 
nimle bir de dalga geçti. 

Ailede iki Ender vardı. Biri Prof. Dr. Ender Berker, benden on iki 
saat küçük teyzezademdi. Diğeri ise gelin Ender Mermerci, o da diğer 
teyzezademin hanımıdır. Gelin Ender'i 26 yakaladım ve sormaya baş- 
ladım. Bana babası Prof. Dr. Hasan Reşad Sığmdım'ın (cildiyeci) Üze- 
yir Garih'in babası Dr. Üzeyir Garih'in (diş doktoru) ve Doktor Salih 
Arazraki'nin (ne doktoru olduğunu hatırlayamadı) Küçük Hüseyin 
Efendi'nin müridi olduklarını söyledi. 

Biz Ankaralıyız. Ankara'da aile dostumuz Küçük Sabiha Ha- 
nım'dan bahsederek, onun bu Küçük Hüseyin Efendi'nin torunu oldu- 



26. Kafanızı karıştırmamak için Koçların "kız tarafının" küçük bir soykütüğünü yazma- 
lıyım: Sadullah-Nadire Aktar çiftinin üç kızı bir oğlu var. Kızları Adile, ihsan Mermer- 
ci'yle; Sadberk, Vehbi Koç'la; Melahat, Prof. Osman Cevdet Çubukçu'yla; oğulları Emin 
Aktar ise Hüsniye'yle evlendi. Ender Mermerci, Adile-ihsan Mermerci'nin oğlu Aktif 
Mensucat'ın sahibi Mehmet Ata Mermerci'nin esidir. 



ğunu da belirtti. Öğrendiğime göre Küçük Hüseyin Efendi 1,20 boyun- 
da imiş ve bizim küçük Sabiha Hanım teyzemiz de 1,30 boyunda idi. 
Ara sıra alafrangalığa özenip "petite (Fransızca 'küçük' demek [S. Y.]) 
Sabiha Hanım" da derdik. Elmacıkkemikleri çıkık, koyu renk saçlı, 
ufacık tefecik bir hanımdı. Hoşgörülü ve hoşsohbet bu hanım Anka- 
ralı Ademzadelerden olup eşi Kütahyalı Ekmel Kâhyaoğlu Bey'di. Ek- 
mel Bey son derece yakışıklı idi. Sabiha Hanım ise Ekmel Bey'i elin- 
de tutabilmek için ona dünyanın en güzel iltifatlarında bulunurdu. 
Teyzelerime bezik oynamaya gelir, bir gece evvel yakışıklı kocasına 
ne diller döktüğünü anlatırdı ve bizler de kulak misafiri olurduk. Her- 
halde kocalarımızı hoş tutmayı ondan öğrendik diyebiliriz. Küçük Sa- 
biha Hamm'm kızı Nurinisa Rodoslu Hanım ise hakikaten Rodos do- 
ğumlu Celaleddin Rodoslu ile evli olup Ankara'da Hayyam şarapları- 
nı imal ederdi. Celaleddin Rodoslu Bey'in bugün tarihçilerce malum 
iki kitabı vardır. Rodos'ta Türk Mimarî Eserleri ve Rodos'ta Yaşa- 
mış Olan Türkler diye. (1 eylül 2001) 

Sanıyorum Küçük Hüseyin Efendiyi artık yakından tanımaya 
başladık, hakkında yeteri kadar fikir sahibi olduk!.. 

Ancak bu konuyu kapatmadan önce okumuş yazmış isimlerin 
tarikatlarla bağlantısına bir örnek daha vermek istiyorum: 

Filibeli Edhem Efendi, Rifaî tarikatının kurucusuydu. Ölünce 
yerine Selanikli Kenan Rifaî Büyükaksoy geçti. Yeni şeyh Galata- 
saray mezunu, bürokraside hep üst düzey görevlerde bulunmuş 
biriydi. En önemli özelliği kadın özgürlüğüne çok önem verme- 
siydi. Zaten 7 temmuz 1950'de vefat edince dergâhın başına bir 
kadın geçti: Samiha Ayverdi! Aynı zamanda yazar olan kadın 
şeyh Ayverdi'nin ağabeyi ünlü mimar, Fatih Devri Türk Mimari 
Eserleri yapıtının yazan Ekrem Ayverdi de dergâhın önemli isim- 
lerindendi. Selanikli yazar Cahit Uçuk, "Halikarnas Balıkçısı" Ce- 
vat Şakir Kabaağaçh'nm annesi İsmet Hanını ve kız kardeşi Ayşe 
Erner, ressam Ahmed Yakuboğlu Rifaî dergâhının diğer ünlü mü- 
ritlerindendi. 

"Şeytanın avukatlığını yapıp" provokatör bir soru sorayım: 

Sabetayist birinin mezarı türbe haline gelebilir mi? 

Bunun da yanıtı veriliyor, hem de bir uzman tarafından: kitap- 
ta sık sık alıntı yaptığumz Amerikalı John Freely'nin uzmanlık 
alanı "mezarlar": 



Dönmelerin mezarlıkları Kapancıların, Yakubîlerin ve Karakaş- 
lann mezarlıkları olmak üzere üçe ayrılıyordu. Karakaş mezarhğm- 



daki en gösterişli türbe tarikatın kurucusu olan Baruchiah Rus- 
so'nun, yani Osman Baha'nın türbesiydi. Yakubî mezarlığındaki en 
gösterişli türbe ise Sabetay Sevi'nin son eşi olan Ayşe'nin türbesiy- 
di. Bu türbe XX yüzyılın ilk çeyreğine kadar cemaatin kutsal ziya- 
ret mekânlarından biriydi. Kapancı mezarlığında toprağa verilmiş 
kişilerden biri de 1800'lü yıllarda bu tarikatı kuran Derviş Efen- 
diydi. Derviş Efendi büyük olasılıkla Sabetaycılarla yakın ilişkiler 
kurdukları bilinen Mevlevi tarikatındandı. {Kayıp Mesih, 2001, s, 
270-271) 

Sabetayist İlgaz Zorlu, Evet, Ben Selanikliyim adlı kitabında 
türbe -Sabetayist ilişkisine de değiniyor: 

Sabetaycı cemaatlerin İslam mutasavvıflanyla olan ilişkileri ge- 
nellikle üç ana merkezde yoğunlaşmıştır. Bunlardan ilki imparatorlu- 
ğun merkezi olan İstanbul, daha sonra Batı Anadolu'da İzmir ve ar- 
dından da Balkanlardaki merkezlerdir. Burada Selanik, Sofya ve 
Trakya'da da Edirne dikkati çekmektedir. Sabetaycılarm din değiş- 
tirmeleri sonrasında İstanbul'da yaptıkları ilk eylem, zamanın Halve- 
ti dergâhı pirlerinden olan ve bugün Üsküdar'da yatan Aziz Mahmud 
Hüdaî'nin tekkesinin yapılışında maddî destek sağlamalarıdır. Bu- 
nun ana nedeni uzun bir süre Sabetaycılarm bu dergâha devam et- 
meleriydi. 

Özellikle Selanik'te ve Balkanlarda giderek güçlenen ve Sabetay 
Sevi'nin çağdaşı ve İslamiyet'teki karşılığı olan Niyazii Mısrî'nin fikir- 
lerini temel alan üçüncü devre Melamîlik hareketinde önemli bir Sa- 
betaycı kitlenin bulunduğu bilinmektedir. (1999, s. 41-51) 



Uzatmaya gerek yok. Müslüman olmuş Sabetayistlerin büyük 
bir bölümü, başta Mevlevîlik, Bektaşîlik ve Melamîlik gibi "İs- 
lam'ı reforme etmiş" bazı tasavvuf! tekkelere, dergâhlara, tarikat- 
lara girmişler ve burada yeni bir kültür yaratmışlar... 

Öyle ya, Sabetayist olduğunu hemen herkes bildiği için Ahmed 
Emin Yalman'dan örnek vermek gerekirse; babası Osman Tevfık 
Efendi, hem Kuran hafızı hem de iyi bir hattat değil miydi?.. 

Keza Bezmenler de bilinir: bu aileden Mehmed Esad Dede, Ka- 
sımpaşa Mevlevîhanesi'nin mevlevîhanhğını yapmadı mı?.. 

Sabetayistlerin tasavvufî tarikatlara girmesinin nedeni "ka- 
bala"dır. Tevrat'taki bazı işaretler ile İbranî harflerinin önemli 
sırlar gizlediğinden hareket eden kabala, Yahudiliğin tasavvu- 
fudur. 



Bir karşılaştırma örneği: 

Halvetîlik, Allah'a zikir yoluyla ulaşılacağına inanılan bir tari- 
kattır. Buradaki zikirde ana ilke "zikrullah" yani Allah'ın adını 
anmaktır. Halvetîler yüz kez istiğfar ediyor, yüz kez de salavat 
getiriyorlar, sonra da esmayı seba (yedi ad) zikrine geçiyorlar. 
Ondan sonra mürit önce kafasını sağ omzuna ("la ilahe" diye- 
rek) sonra sol omzuna doğru ("illallah" diyerek) kafasını salla- 
yarak otuz üç kez kelimei tevhit zikri yaparak kendinden geç- 
meye yani trans olmaya başlıyor. Müridin en son ulaştığı nokta 
"sufî marifeftir. 

Kabalacılar ise aynen zikir gibi bir "ayin" yapıyorlar. Önce "üç 
baba" denen, üç ibranî harfini bilmek gerekiyor. Bunlar, "yod", 
"he" ve "vav"dır. Bu harflerin okunuşları dört yöne ve aşağıya, 
yukarıya olmak üzere altı adet permütasyon söylenerek zikir 
başlıyor. Daha sonra kabalada belirtilen hayatağacı ya da sefi- 
rot ağacı denen on adet kavramı temsil eden oldukça uzun söz 
ve hareketlerle trans durumuna geliniyor. Bu on kavram, Adam 
Kadmon'a, yani mükemmel insana ulaşma durumuna geçmek 
için yapılıyor. Bu duruma "şiur hohma", yani akıl ve bilgelik ru- 
hu deniyor. 

"Mesih" ile "Mehdi" özdeşti!.. 



Mareşalden Türkeş'e miras 

Bu karışık meseleleri bırakıp biz tekrar konumuza dönelim: 

Abdullah Muradoğlu'nun Yeni Şafak'ta. yayımlanan, yukarıda 
özetlediğimiz yazı dizisindeki Arusi müritlerin isimlerini yan ya- 
na yazınca, Fevzi Çakmak'ın fahrî başkanlığında kurulan "Millet 
Partisi'nin perde arkasında kimlerin olduğu konusunda umarım 
kafanızda soru işareti kalmamıştır... 

Peki bir soru: Alparslan Türkeş siyasete hangi partide adım attı ? 

Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisinden; yani Millet Partisi'nin 
devamı olan bir partiden. 

"Bu siyasî miras Albay Alparslan Türkeş'e Mareşal Fevzi Çak- 
mak'tan kalmıştır" dersek sanırım abartmış olmayız. 

Ne benzerlik ama; ikisini de birleştiren iki şeyh var ortada: 

Küçük Hüseyin Efendi ve Ömer Fevzi Mardin Efendi! 

Ve birinin adı Fevzi Çakmak. 

Diğerinin gerçek adı Hüseyin Feyzullah! (Yani Alparslan Tür- 
keş.) 

İki ünlü ismi sadece şeyhleri ve adlarının benzerliği birleştir- 



miyor. Alparslan Türkeş'in gazeteci Hulusi Turgut'a anlattıkların- 
dan öğreniyoruz: 1933'te babası Ahmed Hamdi Efendi, oğlu "Al- 
parslan"! elinden tutup Kuleli Askerî Lisesine yazdırmak için 
okula müracaat ediyor. Ancak on beş yaşındaki Alparslan, İngiliz 
pasaportu taşıdığı, yani Türk vatandaşı sayımladığı için okula ka- 
bul edilmiyor! Kıbrıslı eczacı Fevzi Bey'in arabuluculuğuyla İz- 
mir Milletvekili Bellizade Sun Efendiyi ziyaret ediyorlar. O da 
Mareşal Fevzi Çakmak'a rica ediyor ve böylece küçük Alparslan, 
Kuleli AskerîLisesi'ne kaydediliyor! (Hulusi Turgut, Türkeş'in 
Altıları, Şahinlerin Dansı, 1995, s. 15-16) 

Tabiî tüm bunlar sadece tesadüf!.. 

"İslamcı sosyalist" Cami Baykurt da Ömer Fevzi Mardin'in 
evindeki sohbetlere katılan bir isimdi. Yani Fevzi Çakmakla dost- 
luğu bir dergâh samimiyetindeydi. 

Gazeteci Toker'in "Mareşali kandırdılar" değerlendirmesi bu 
ilişkiler ağını bildikten sonra çok havada kalmıyor mu ? 

Ya da bir sırrın üzeri hep örtülmeye çalışılıyor! 

Bu konuyu Fevzi Çakmak'ın biyografisini yazarak noktalamak 
istiyorum: 

Mustafa Fevzi, 12 ocak 1876'da istanbul Cihangir'de doğdu. 
Babası Çakmakzadelerden Limnili Derviş Kaptan'ın oğlu Ali Sırrı 
Efendiydi. Annesi Varnalı Müftü Hacı Bekir Efendinin kızı Hes- 
na Harum'dı. 

İlk öğrenimine beş yaşmda Rumelikavağı'nda Sadık Hocanın 
mahalle mektebinde başlayan Mustafa Fevzi iki yıl sonra Sarı- 
yer'deki özel Hayriye Mektebine kaydedildi. On yaşmda öğreni- 
mini sürdürmesi için Selanik'e gönderildi. Selanik Askerî Rüştiye - 
si'nde bir yıl okudu. Sonra İstanbul'a dönüp Soğukçeşme Askerî 
Rüştiyesine girdi. Kuleli Askerî İdadisî'ni, 1896'da Harbiye Mekte- 
bi'ni ve 1898'de kurmay yüzbaşı olarak Erkânıharbiye Mektebini 
bitirerek göreve başladı. 

1913'e kadar on dört yıl Arnavutluk'ta görev yaptı. 

1905'te İstanbul'da, dayısı Binbaşı Ali Nuri Bey'in kızı Fatma 
Fitnat Hanım'la evlendi. İki kızı oldu: Nigâr ve A. Muazzez. 27 

Fevzi Çakmak'ın hayatı hep istemediği şekilde değişmiştir... 

1908 Temmuz Devrimini bastırmakla görevli Şemsi Paşa'nın 



27. Prof. Burhan Toprak'ın eşi 1911 doğumlu A. Muazzez Hanım 1939 yılında vefat et- 
ti. Nigâr Hanım ise M. Şefik Çakmakla hayatını birleştirdi. Bu evliliğinden doğan Ahmet 
Çakmak ingiliz Noriko'yla evlendi. Fevzi Çakmak'ın torununun çocuklarının adı, Erika 
Leyla ve Lisa Ayla'dır. Çakmak sülalesinde ilginçtir çok fazla sayıda yabancı gelin ve da- 
mat vardır, ilgilenenler Nilüfer HatemîninMareşa/Feı/z/Ça/cma/c ve Günlükleri (Yapı 
Kredi Yayınları) kitabına bakabilir. 



yaveri Fevzi Çakmak'a nedense İttihatçılar hiç dokunmadılar! O 
görevini sürdürmeye devam etti. 

Birinci Dünya Savaşında Mustafa Kemal ile Fevzi Çakmak ara- 
sında tesadüfi bir görev devir teslimi vardır sürekli... 

1915'te, Mustafa Kemal'in Anafartalar Grup komutanlığından 
istifasıyla boşalan yere vekâleten getirildi. Keza 1917'de, Mustafa 
Kemal Paşa'nm yerine 2. Ordu komutanlığına atandı. 

Yine 1917 yılının sonunda, Mustafa Kemal'in ayrıldığı 7. Ordu 
komutanlığına yine Fevzi Çakmak getirildi. 

Burada sağlığını kaybedip İstanbul'da döndü. Mondros Müta- 
rekesi'nden sonra Erkânıharbiyei Umumiye reisi (Genelkurmay 
başkanı) oldu. 

İzmir'in işgalinden önce görevinden alındı. 1. Ordu müfettişi 
yapılarak Anadolu'da Millî Mücadeleyi örgütleyen Mustafa Ke- 
mal'in üzerine gönderildi. Ancak Fevzi Çakmak görevini yerine 
getirmeden İstanbul'a geri döndü! 

Fevzi Çakmak millîcilere karşı bir hareket içine girmemişti, 
ama onlara da katılmadı. Ali Rıza Paşanın kabinesinde Harbiye 
nazın oldu. Arkasından kurulan Salih Paşa kabinesinde de aynı 
bakanlıkta kaldı. İstanbul'un işgali sonrasında kurulan Damat Fe- 
rid hükümetinde görev alamayınca Ankara'ya gitti, ulusal güçle- 
re katıldı. 

Bir daha Mustafa Kemal'in yanından hiç ayrılmadı. Ama ona 
bir kez karşı çıktı. O da Atatürk, mareşalin "Çakmak" soyadını al- 
masına karşıydı. Genelkurmay başkanına "Çakmak" soyadının 
yakışmadığını düşünüyordu. Fakat mareşal, "ailemin mirasıdır" 
diye Çakmak soyadında ısrar etti. (Falih Rıfkı Atay, Çankaya, 
1969, s. 567) 

Refik Evliyazade'nin ölümü 



Bu kadar "karmaşık olaylar" olur da Evliyazadeler eksik olur 
mu? 

İnsan Haklan Cemiyetinin kuruluşu aşamasında Cami Baykurt 
ve Mareşal Fevzi Çakmak'ın yanından ayrılmayan Mehmet Özde- 
inir Evliyazade de "Eyüp dergâhı"na bağlıydı... 

Mareşal Fevzi Çakmak vefat edince Mehmet Özdemir Evliya- 
zade eniştesi ve kuzeni Adnan Menderes'e yakınlaştı. 

DP'liler, Mehmet Özdemir Evliyazade'yle dalga geçiyorlardı: 
"Yani bizi Eyüp Sultan'a mı havale ediyorsun? (...) Eyüp Sultan 
sana benziyormuş doğru mu ?" 



Bu sözleri söyleyen DP'liler hata yaptıklarını kısa zamanda an- 
layacaklardı. Çünkü Başbakan Adnan Menderes de, bir zaman 
sonra Eyüp Sultan sevgisi başlayacaktı. Seçim gezisi için gittiği 
Adana'da, "Eyüpsultan Camiini ikinci bir Kabe yapacağız" diye- 
cek, caminin ve Eyüp Sultan'in türbesinin restorasyonu için çaba 
sarf edecek, Başbakanlık Müsteşarı Ahmet Salih Korur aracılığıy- 
la burada büyük iftar yemeği verecekti. 

Mehmet Özdemir Evliyazade 27 Mayıs 1960 askerî darbesin- 
den sonra, Mareşal Fevzi Çakmak'a ithaf ettiği Onları Anlatıyo- 
rum adlı kitabında, DP ve akrabalarıyla ilgili olarak, her ne kadar 
kendisi, "Bu kitapta anlattıklarımın vesikaları devlet arşivinde- 
dir" dese de, ispatı zor cümleler kaleme aldı. 

Yeri geldikçe artık piyasada olmayan bu kitaptan bazı alıntılar 
yapacağım... 

Ama önce... 

Yetmiş beş yıldır siyasetle yakandan ilgilenen Evliyazadelerin, 
başbakanlığa uzanan hikâyelerini anlatmamız gerekiyor... 

Birinci Hasan Saka hükümeti dokuz ay sürmüştü. 

On yedinci hükümeti yine Hasan Saka kurdu. İkinci Hasan Sa- 
ka hükümeti ise yedi ay sürdü. 

On sekizinci hükümet Şemseddin Günaltay başkanlığında ku- 
ruldu. En uzun ömürlü hükümet bu oldu; on sekiz ay sürdü. 

Evliyazadelere başbakanlık yolunu açacak tarihî karan 1 mart 
1950'de Şemseddin Günaltay hükümeti aldı. Başbakan Günaltay 
genel seçimlerin 14 mayıs 1950'de yapılacağını açıkladı. 

Partiler seçim çalışmaları için kollarını sıvadıkları o günlerde 
Evliyazadeler acı bir olayla sarsıldı. 

İzmir eski Belediye Başkanı Refik Evliyazade 11 mart 1950'de 
vefat etti. 

Önce ablaları Gülsüm'ü, ardından ağabeyleri Refik'i kaybeden, 
Naciye ve Makbule hanımlar aile büyükleri olarak taziyeleri ka- 
bul etti. 

Refik Evliyazede için İzmir Belediyesi önünde tören yapıldı. 
Başta DP Genel Başkam Celal Bayar, damatları Adnan Menderes, 
Cemal Tunca ve DP'nin önde gelen diğer isimleri ve İzmir'in tüm 
tanınmış şahsiyetleri törendeydi. 

İzmirli jokeyler binici kıyafetleriyle geldi. 

Tabutu oğullan Nejad, Ahmed ve Sedad'la birlikte tonınlan Sa- 
mim, Yılmaz, Mehmet Özdemir taşıdı. 

Tabutun, Karşıyaka'daki konaktan ayrılışını donuk gözlerle 
kıpırdamadan izleyen biri vardı: Refik Evliyazade'nin kızı, Dok- 



tor Nâzım'ın eşi Beria! Kısa bir süre sonra o da hayata veda ede- 
cekti... 

Cenazede en çok gözyaşı döken, dayısına aşkla bağlı olan Ber- 
rin Menderes'ti. 

Bir ay sonra gelen bir siyasal zafer Evliyazadelerin acılarını ha- 
fifletecekti... 



Yirminci bölüm 



20 mayıs 1950, Ankara 



DP Genel Başkanı Celal Bayar evinin büyük salonunun yanın- 
da bulunan çalışma odasında oturuyordu. Eşi Reşide'ye, rahatsız 
edilmek istemediğini söyledi. 

Gözlerini bir noktaya dikmiş, öylece bakıp duruyordu. 

Birkaç gün öncesine göre artık fazla bir endişesi kalmamıştı. 
Seçim akşamı, kimi subayların Cumhurbaşkanı İsmet Paşaya çı- 
karak CHP'yi iktidarda tutmak istediği dedikodusu Ankara'da 
herkesi olduğu gibi onu da endişelendirmişti. 

Ancak İsmet İnönü'nün Çankaya Köşkünü boşaltıp kendi evi 
Pembe Köşke yerleşmesi, Türkiye'de iktidar değişikliğinin sanıl- 
dığından kolay olacağmı düşünmesine neden olmuştu. Zaten kı- 
sa bir süre sonra İsmet Paşa, kendisini Çankaya Köşküne çağırıp 
güvenceler vermişti... 

Odasına kapanan Celal Bayar'a Adnan Menderes'in geldiği ha- 
beri verildi. 

Adnan Menderes az sonra kapıda göründü. Her zaman olduğu 
gibi mahcup ve çekingendi. Genel başkanı Bayar'a bir teklifte bu- 
lunmaya gelmişti. 

Celal Bayar oturması için koltuğu gösterdi. Oturmadı. Bayar 
ikinci kez "Buyrun" dedi. Koltuğa oturur oturmaz, konuya girdi: 
"Arkadaşlarımızdan birini nasıl olsa hükümeti kurmaya memur 
edeceksiniz. Mahzur görmezseniz Fuad Köprülü arkadaşımızı 
tavsiye edecektim." 

Sessizlik oldu. 

Altmış yedi yaşındaki Celal Bayar oturduğu koltuktan kalktı. 
Sözlerinin üzerine basa basa, "Başbakan sizsiniz Adnan Bey!" dedi. 

Adnan Menderes şaşırdı, telaşlandı: "Bendeniz Fuad Köprülü 
arkadaşım için ricaya gelmiştim." 



447 



Celal Bayar yineledi: "Başbakan sizsiniz Adnan Bey!" 

Celal Bayar onu neden başbakan yapmıştı? Neden herkesin 
beklediği Fuad Köprülü değil de Adnan Menderes ? 

Çünkü Celal Bayar, "Köprülüyü değil, Menderes'i kontrol ede- 
bilirim" düşüncesindeydi. 

Başbakanlığa getirilen Adnan Menderes sadece başbakan ol- 
makla kalmamış, DP genel başkanlığı koltuğuna da oturmuştu; 
Celal Bayar cumhurbaşkanı olup Çankaya Köşküne çıkıyordu. 

Adnan Menderes'e hükümet başkanlığının ve Celal Bayar'a da 
Çankaya Köşkünün yolunu açan gelişmeler bir hafta önce belli 
olmuştu... 

Demokrat Parti 14 mayıs 1950'de yapılan genel seçimlerden 
zaferle çıkmıştı. Oyların yüzde 53,6'sını alarak 408 milletvekili çı- 
karmıştı. CHP yüzde 39,9 oy oranıyla 69 milletvekili, Mareşal 
Fevzi Çakmak'ın ani ölümüyle çok oy kaybeden 1 MP yüzde 3 oy 
oranıyla 1 milletvekili, bağımsızlar ise 9 milletvekili çıkarmıştı. 

Türkiye'de artık "demirkırat" dönemi başlıyordu... 

Meclis kısa bir sürede isminden sık sık bahsedilecek yeni yüz- 
lerle tanışıyordu: Dr. Baha Akşit, Ekrem Alican, Behzat Bilgin 
(Dinç Bilginin amcası), Osman Bölükbaşı, Rıfkı Salim Burçak, 
Selim Ragıp Emeç (Çetin Emeç'in babası, gazeteci), Sadık Giz 
(Adnan Menderes'in dayısının torunu), Ahmet İhsan Gürsoy (Ce- 
lal Bayar' in damadı), Emin Kalafat, Osman Kapanı (Menderes'in 
akrabası), Kenan Akmanlar (Menderes'in halasının oğlu), Kasım 
Küfrevî, Edhem Menderes (Menderes'in dostu), Mükerrem Sarol 
(Menderes'in doktoru), Sıtkı Yırcalı, Bahadır Dülger, Cemal Köp- 
rülü (Fuad Köprülünün amcasının oğlu) gibi... 

Bir dönemin ünlü isimleri Meclise girememişti: Refet Bele, 
Falih Rıfkı Atay, Behçet Kemal Çağlar, Fahri Ecevit (Bülent 
Ecevit'in babası), Memduh Şevket Esendal, Dr. Mazhar Ger- 
men, İbrahim Tali Öngören, Faik Öztrak, Necmeddin Sadak, 
Şükrü Saraçoğlu, Emin Sazak, Şükrü Sökmensüer, Cemil Sait 
Barlas, Cavit Oral, Yusuf Kemal Tengirşenk, Asım Us, Hasan Âli 
Yücel gibi. 

İsmet İnönü'ye 1938'de cumhurbaşkanlığı yolunu açan Abdül- 
halik Renda, Orgeneral İzzeddin Çalışlar, Orgeneral Fahreddin 
Al tay gibi isimler 1950 yılına kadar "İsmet Paşa kontenjanından" 
milletvekili olmuşlardı. Meclise giremeyenler arasında onlar da 
vardı!.. 



I. Millet Partisi Mareşal Fevzi Çakmak'ın ani ölümü üzerine eşi Fitnat Hanım'ı aday gös- 
terdi. Ama umduğunu bulamadı! 



CHP kabinesinden sadece Başbakan Şemseddin Günaltay se- 
çilebilmişti. 

Seçimlerden bir süre sonra Anadolu Kulübüne giden eski cum- 
hurbaşkanı ismet İnönü, düne kadar etrafında fır dönenlerin se- 
lam vermemesine ve sırtlarını çevirmesine çok bozuldu. Bir daha 
Anadolu Kulübüne gitmeme kararı verdi. Bunun üzerine CHP An- 
kara eski milletvekilleri Arif Çubukçu, Hıfzı Oğuz Bekata, Emin 
Halim Ergun, Cafer Tüzel bir araya gelerek "Şehir Kulübünü kur- 
dular! İsmet Paşa artık Şehir Kulübüne gitmeye başladı... 

Bir dönem kapanıyordu... 

Meclis 22 mayıs 1950'de Celal Bayar'ı cumhurbaşkanlığına, Re- 
fik Koraltan'ı ise TBMM başkanlığına seçti. 

Cumhurbaşkanlığı seçiminin ertesi günü İsmet İnönü kısa bir 
bildiri yayınladı. CHP genel başkanlığını tekrar üstlendiğini belir- 
tiyordu. 

Cumhurbaşkanı Bayar, DP İstanbul Milletvekili Adnan Mende- 
res'i hükümeti kurmakla görevlendirdi. 

Ne kabinesi? 

Başbakan Adnan Menderes'in kabinesindeki bakanların ağır- 
lıklı olarak Ege bölgesinden olması dikkatleri çekiciydi... 

Manisa'dan üç bakan vardı. 

Serbest Fırkanın iki numaralı ismi Ahmed Ağaoğlu'nun oğlu, 
Manisa Milletvekili Samed Ağaoğlu başbakan yardımcılığına, 2 bir 
diğer Manisa milletvekili Fevzi Lütfi Karaosmanoğlu Devlet ba- 
kanlığına ve Manisa'dan seçilen Refik Şevket İnce Millî Savunma 
bakanlığına getirildi. 

Tesadüf! Fevzi Lütfi Karaosmanoğlu yazılarıyla halkı kışkırttı- 
ğı için 7 haziran 1925'te İstiklal Mahkemesinde yargılanıp Cum- 
hurbaşkanı Mustafa Kemal'in affıyla ceza almaktan kurtulmuştu. 
Bakan Refik Şevket İnce ise İstiklal Mahkemesi üyeliğinde bulun- 
muştu ! 

İzmir'den de üç bakan vardı. 

Bir ara adı, cumhurbaşkanlığı için geçen DP İzmir milletve- 
kili ve Yargıtay eski başkanı Halil İbrahim Özyörük Adalet ba- 



2. Ahmed Ağaoğlu'nun kızı, Samed Ağaoğlu'nun kız kardeşi Tezer Taşkıran da CHP'den 
milletvekili seçilmişti. Tezer Hanım daha sonra CHP'den istifa etti. DP'nin ileride kuru- 
lacak kabinelerinde görev alacak Hayrettin Erkmen, Samet Ağaoğlu'nun baldızı Münire 
Babaoğlu'yla evliydi. Öyle ki 8 nisan I953'te kabinede yapılan değişiklikte dönemin Ça- 
lışma bakanı Samed Ağaoğlu bu bakanlığı bacanağı Hayrettin Erkmen'e devredecekti. DP 
kurulmadan önce Samed Ağaoğlu gibi Hayrettin Erkmen de solcuydu. 



449 



5 bir diğer İzmir milletvekili Avni Başman ise Millî Eğitim 
kanı oldu. Başbakan Adnan Menderes'in en önem verdiği ba- 
nklardan biri olan Tarım bakanlığına ise 1893 Selanik doğum- 
ı İzmir Milletvekili Nihad Şevket Eğriboz atandı. 
Kabinede dört İstanbul milletvekili vardı. 
1902'deki Paris Kongresine katılan, "Prens Sabaheddinci" li- 
beral kanadın önemli isimlerinden DP İstanbul Milletvekili Dr. 
Nihad Reşad Belger Sağlık ve Sosyal Yardım bakanlığına, eski va- 
lilerden DP İstanbul milletvekili Rüknettin Nasuhioğlu ise İçişle- 
ri bakanlığına atandı. 

Başbakan Adnan Menderes ve Dışişleri Bakanı Mehmet Fuat 
Köprülü de İstanbul milletvekili idiler. 
Bursa'dan iki bakan vardı. 

Malî uzman, Bursa Milletvekili Halil Ayan Maliye bakanı 4 bir 
diğer Bursa milletvekili Hulusi Köymen, Millî Emniyet'in "çok 
tehlikelidir" raporuna rağmen Çalışma bakanı yapıldı. 3 Rapora 
inat mıdır bilinmez, Köymen bir yıl sonra da Millî Savunma ba- 
kanlığına atanacaktı! 

Ankara'dan iki bakan vardı. 

Gelibolu doğumlu Ankara Milletvekili Emekli Kurmay Albay 
Seyfı Kurtbek Ulaştırma bakanlığına, İstanbul doğumlu Ankara 
milletvekili Siyasal Bilgiler Fakültesi profesörlerinden Muhlis 
Ete İşletmeler bakanlığına getirildi. 

Muğla Milletvekili Nuri Özsan Gümrük ve Tekel bakanlığına, 
Bolu Milletvekili Emekli Korgeneral Fahri Belen ise Bayındırlık 
bakanlığına geldi. 6 

Menderes hükümeti 2 haziran 1950'de Meclis'ten güvenoyu ala- 



3. Adalet Bakanı Halil ibrahim Özyörük, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğretim 
üyesi Doç. Dr. Mukbil Özyörük'ün babasıdır. Mukbil Özyörük, DP'Iİ işadamı Sadık Avun- 
duk'un oğlu Nail Avunduk ve Refik Koraltan'ın oğlu Oğuzhan Koraltan'la birlikte Rotary 
kulüplerinin Türkiye'deki temelini atan ve 1 1 şubat 1955'te Bakanlar Kurulu kararıyla 
resmiyet kazanmasını sağlayan üç kişiden biridir! Mukbil Özyörük öğrencisi Deniz Bay- 
kal'la birlikte ! 968 yılında CHP saflarına katıldı. Prof. Nevzat Yalçıntaş'ın TRT genel mü- 
dürlüğü döneminde TRT Yönetim Kurulu üyeliği yaptı. 10 eylül I994'te vefat etti. 

4. Maliye Bakanı Ayan'ın maliyeciliği babadan kalma bir meslekti. Babası Abdurrahman 
Efendi Osmanlı'nın maliye tahsildarıydı. Halil Ayan, yakalandığı amansız hastalıktan kur- 
tulamayarak IS şubat 1953'te vefat etti. 

5- Hulusi Köymen, sol aydınlardan Aydın Köymen'in babasıdır. DP'nin önde gelen iki 
'stni Hulusi Köymen ve Burhan Belge'nin iki solcu oğlu, Aydın Köymen ve Murat Bel- 
8° 12 Eylül 1980 askerî darbesinden sonra sol muhalefetin ses getiren dergisi YeniGün- 
d em'i çıkardılar. 

"• Birinci Menderes kabinesinin dört bakanı, Avni Başman, Fevzi Lütfi Karaosmanoğlu, 
Fahri Belen ve Nihad Reşad Belger, zamanla DP'yle yollarını ayırıp, 27 Mayıs 1960 as- 
kerî darbesinden sonra kurulan Kurucu Meclis'te üyelik yaptılar! 



rak göreve başladı. Yaptığı ilk icraat ne oldu dersiniz: devlet gider- 
lerini azaltmak için, Başbakanlık, Bakanlar Kurulu ve Cumhur- 
başkanlığı'na ait bazı otomobillerin satılması oldu! Yani, Türki- 
ye'de her yeni hükümetin yaptığı popülist ilk icraatı DP hüküme- 
ti de yaptı. Ve her iktidar döneminde aynı sonuç gerçekleşti: lüks 
otomobil alınılan ve giderleri her geçen yıl katlanarak büyüdü... 

Otomobil satımları icraatı "sabun köpüğü" misali birkaç gün 
içinde unutulup gitti. Ama hükümetin bir operasyonu hiç unutul- 
mayacaktı... 

Hükümet, Türk Silahlı Kuvvetlerinde üst düzey bazı komutan- 
ların tasfiyesine karar verdi. Bu tasfiye, orduda bazı askerlerin 
darbe hazırladıkları söylentisine dayanılarak yapılmıştı. 

Hükümet, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Abdurrahman Na- 
fiz Gürman'ın yerine Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Nuri 
Yamut'u atadı. 7 

(Not: 1960 askerî müdahalesinden sonra Nuri Yamut tutuklu 
olarak yargılandığı Yassıada'da 1961 'de vefat edecek, tasfiye edi- 
len Abdurrahman Nafiz Gürman ise 1961'de Kurucu Meclis üyeli- 
ği yapacaktı... 

Bir not daha yazayım: Genelkurmay eski başkanları Orbay, 
Omurtak ve Gürman'in mezarları 1988'de Ankara Devlet Büyük- 
leri Mezarlığına taşınırken DP döneminin Genelkurmay başkan- 
ları Yamut, Baransel, Tunaboylu ve Erdelhun'un mezarları taşm- 
mamıştır! Nedeni araştırma konusudur!) 

Kaldığımız yerden devam edelim: Genelkurmay Başkanı Ab- 
durrahman Nafiz Gürman'ın tasfiye edilmesinin en önemli nede- 
ni, İsmet Paşa'nın sınıf arkadaşı olmasıydı! 

Nuri Yamut'un Genelkurmay başkanı olmasıyla boşalan Kara 
Kuvvetleri komutanlığına kim geldi: Kurtcebe Noyan! 

Yani, Mehmet Faik Erbil'in, birkaç sayfa önce yazdığım, Küçük 
Hüseyin Efendi ve Ömer Fevzi Mardin'in "müridi" olarak ismini 
açıkladığı Kurtcebe Noyan Paşa! 

DP hükümetinin, Kara Kuvvetleri Komutanı yaptığı Noyan Pa- 
şa, teğmen rütbesindeyken Fevzi Çakmak tarafından Küçük Hü- 
seyin Efendi dergâhına götürülmüş ve orada gördüğü kerametler 
sonucu, o günden sonra evinde mum ışığında Kuranı Kerim oku- 
maya başlamıştı. 

Anlaşılan DP, Millet Partisinin kurulmasıyla ilişkileri soğuyan 



7. Genelkurmay Başkanı Nuri Yamut Selanikli'ydi! ilginçtir, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin 
en üst komuta kademesindeki paşaların doğum yerleri benzerdi: Mustafa Kemal Sela- 
nikli; Fevzi Çakmak Limnili; Kâzım Orbay izmirli; Salih Omurtak Selanikli; At dun an- 
man Nafiz Gürman Bodrumlu ve Nuri Yamut Selanikli. 



451 



Eyüp dergâhıyla barışmak istiyordu! 

Genelkurmay Başkanı Orgeneral Abdurrahman Nafiz Gürman, 
Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Zeki Doğan, Deniz Kuvvet- 
leri Komutanı Oramiral Mehmet Ali Ülgen, Jandarma Genel Ko- 
mutanı Korgeneral Nuri Berköz, Genelkurmay İkinci Başkanı Or- 
general İzzet Aksalur, 1. Ordu Komutanı Orgeneral Asım Tınazte- 
pe, 2. Ordu Komutanı Orgeneral Muzaffer Tuğsavul, 3. Ordu Ko- 
mutanı Orgeneral Mahmut Berköz gibi hemen hemen tüm üst dü- 
zey komutanlar, DP hükümeti tarafından "darbeye kalkışacakla- 
rı" iddiasıyla emekliye sevk edilmişti! Gerçek başkaydı: 

Celal Bayar, Adnan Menderes ve Refik Koraltan Genelkurmaya 
geldiler. Bu gelişte gördüğüm yegâne ilginç olay, Genelkurmay Baş- 
kanı Orgeneral Nuri Yamut'un, ikinci başkan olarak Korgeneral Şa- 
hap Gürleri takdim etmiş olmasıydı. Bu takdime, devlet başkanının 
(Celal Bayar'ın [S. Y]) Başbakan Menderes'e bakarak, "Ama bunu ka- 
rarlastırmamıştık" dediği duyuluyordu. 

O zaman Genelkurmay ikinci başkam olarak takdim edilen Orgene- 
ral Şahap Gürlerin eşi, memleket düzeyinde Cumhuriyet Halk Partili 
olarak biliniyordu. Halk Partisine oy verilmesi için subay mahallesin- 
deki subay hanımlanm tehdit ettiği de bilinirdi. Öyle sanılıyor ki, bu 
konuda Genelkurmay başkam bir oldubitti yapmıştı. (Bekir Tünay, 
Menderes Devri Anıları, s. 97) 



Burada yine bir ayrıntı vermek zorundayım... 

Birinci Menderes hükümetinde iki asker kökenli bakan vardı: 
Ulaştırma Bakanı (ve daha sonra Millî Savunma bakanlığına geti- 
rilecek) Emekli Kurmay Albay Seyfi Kurtbek ve Bayındırlık Ba- 
kanı Emekli Korgeneral Fahri Belen. 

Peki bu iki askerin kabinede yer almasının özel bir nedeni var 
mıydı ? 

Seyfi Kurtbek adı, 1942'de kurulan ve İsmet Paşaya karşı yapı- 
lacak askerî darbenin lideri olarak geçmişti! Darbeyi yapacak 
ekip kendine Hitler'in Alman ordusundan etkilenerek "Hücum 
Ordusu" adını vermişti. 

"Hücum Ordusu" aralarına katılması için dönemin 2. Kolor- 
du komutanı Korgeneral Fahri Belen'in de kapısını çalmıştı. 
Korgeneral Belen bu teklifi reddetti ama kapıyı tam manasıyla 
da kapatmadı. Korgeneral Belen'in bu yapılanma içinde yer al- 
dığını düşünenler onu Ankara Temyiz Mahkemesi ikinci reisli- 
ğine atadı. İşte o günlerde Belen ve Kurtbek, Celal Bayar'la iliş- 



453 



ki kurdular. Ve bakan oldular! 

Seçimlerin ardından Cumhurbaşkanı Celal Bayar, "İnönü'ye 
bağlı subayları emekliye sevk edip, kendine bağlı bir ordu oluş- 
turmak için" Kurtbek ve Belen'in verdiği bilgiler doğrultusunda 
Türk Silahlı Kuvvetlerinde büyük bir tasfiye hareketine girişti. 

Yoksa, "Bir gün Başbakanlık'a bir albay geldi, Adnan Menderes'le 
özel bir konuşma yaptı, üst düzey subayların darbe hazırlığı içinde 
olduğunu söyledi ve Türk Silahlı Kuvvetlerinde büyük tasfiye hare- 
keti böylece başladı" gibi değerlendirmeler çok havada kalıyor. 

Dönemin Çankaya Özel Kalemi Müdürü Haldun Derin, ne 14 ma- 
yısta ne de daha sonraki günlerde Çankaya Köşküne hiçbir yüksek 
rütbeli subayın çıkmadığını anılarında yazıyor. 

Ama bu dedikodu elli yıldır Türk siyasetinde hâlâ yazılmakta- 
dır!.. 

Kurtbek Millî Savunma bakanı olduktan sonra, orduyu genç- 
leştirme operasyonu için kolları sıvadı; "reform paketi" hazırladı, 
hatta bunları Bayar ve Menderes'e kabul ettirdi. Başbakan Men- 
deres, Bakan Kurtbek'in projesine "İkinci Nizamı Cedit" adını 
verdi. Ancak DP bu "cerrahî projeyi" hayata geçiremedi. Korktu. 

Emekli Albay Kurtbek'in Millî Savunma bakanlığına getirilmesi, 
ardından Türk Silahlı Kuvvetlerindeki tüm generalleri hiçe sayan 
tutumlar içine girmesi, ordu içinde DP aleyhine bir havanın doğ- 
masına neden oldu! 

Ne fark var? 

DP hükümeti, 15 general ve 150 albayı tasfiye ettiği tam da o 
günlerde -hem de TBMM'ye bile sorma ihtiyacı hissetmeden- 
Kore'ye asker gönderme kararı aldı!.. 

Soğuk Savaş döneminde, yerini "Batı Bloku" olarak belirleyen 
Türkiye, NATO'ya girebilmek için topraklarından binlerce kilo- 
metre uzaklıktaki bir savaşa Mehmetçik'i gönderdi. DP çevreleri, 
"Milleti harbe sokmamakla erkekliğini öldürdüler" diye propa- 
ganda yaptı. Üniversite öğrencilerinin en büyük örgütü Millî Türk 
Talebe Birliği Başkanı (geleceğin büyük işadamı) Can Kıraç, hü- 
kümetin aldığı karardan dolayı şükran bildirisi yayınladı. 

Karşı çıkan Doç. Bellice Boran başkanlığındaki Türk Barışse- 
verler Cemiyeti üyeleri ise tutuklanıp cezaevine kondu!.. 8 

8. Behice Boran'ın komünist olduğu her halinden belliydi; saçları kızıldı ve üstelik öğren- 
cilerinin sınav kâğıtlarını kırmızı kalemle tashih ediyordu! inanın bunlar şaka değil, gerçek. 
Ve ne yazık ki Türkiye daha ileri yıllarda, "Kızılcıklar oldu mu, selelere doldu mu" türkü- 
sünün bile komünizm propagandası yapılıyor diye radyoda söylenmesini yasaklayacaktı. 




706 şehit, 2 111 yaralı, 219 tutsak ve 168 kayıpla Türkiye, Kore 
Savaşında Birleşmiş Milletler gücünün en ağır kaybına uğrayan 
birliği oldu. Bu sayılar, Türk kuvvetlerinin Kore'deki mevcudu- 
nun yüzde 66'sını oluşturuyordu!' 

Türkiye Kore savaşının ödülünü aldı: 

18 şubat 1952'de NATO'ya girdi! 

Türkiye NATO'ya girebilmek için İsmet Paşa "yöntemini" seç- 
ti. 26 ekim 1951'de başlayan Türkiye Komünist Partisi (TKP) üye- 
lerine yönelik 167 kişilik "büyük tevfikat" günlerce gazete man- 
şetlerinden düşmedi. 10 "Türkiye'yi her an komünist yapacak çok 
tehlikeli kişiler" yakalanmıştı. Tehlike o kadar büyüktü ki (!) ko- 
münistleri ağır cezalara mahkûm etmek için hükümet, 3 aralıkta 
"komünizmle mücadele yasası" olarak bilinen TCK'nin 141. ve 
142. maddelerini daha da ağırlaştırdı... 

Meclis'te 141. ve 142. maddelerle ilgili tartışmalarda adı en çok 
geçen milletvekili, İngiliz Said Paşanın torunu, Deli Remzi Pa- 
şanın oğlu DP'li Şevket Mocan'dı. Olayın garip tarafı Şevket Mo- 
can, Nâzım Hikmet'in teyzesi Sara Hanım'la evlenip boşanmıştı. 
Bu evlilikten doğan kızları Ayşe ikinci evliliğini TKP Genel Sekre- 
teri Zeki Baştımar'ın amcaoğlu Dündar Baştımar'la yapmıştı. Dün- 
dar Baştımar'ın kız kardeşi Yıldız da TKP'li Nihat Sargınla evliydi. 

Etrafı TKP'lilerle sarılı olan DP Milletvekili Şevket Mocan, ko- 
münist olmadığını ispat edebilmek için Meclis'te var gücüyle mü- 
cadele veriyordu! Nâzım Hikmet cezaevinden çıkıp yurtdışına 
kaçtığında, bu konuyu da TBMM'ye getiren ilk kişi yine DP'li Şev- 
ket Mocan'dı! Neyse... 

141. ve 142. maddelerin ağırlaştırılmasında DP'nin en büyük des- 
tekçisi CHP'ydi. 

İki parti arasında fark olmadığı kısa zamanda ortaya çıkmıştı: 

9. 2002 yılında Güney Kore'de Türk Şehitleri Mezarlığı'nı ziyaret ettim. Anıtmezarlık- 
ta beni en çok duygulandıran, meçhul asker sayısının fazlalığı oldu. Mehmetçik binlerce 
kilometre uzaklıkta öyle bir savaşa gönderilmişti ki, cesedi tanınmayacak hale gelmişti! 
Ve sanıyorum Kore Savaşı'nda şehit düşenlerin duygularını Nâzım Hikmetyazdı: "Be- 
nim gözlerimin ikisi de yok/ Benim ellerimin ikisi de yok/ Benim bacaklarımın ikisi de 
/ok / Ben yokum / Beni, üniversiteli yedek subayı, Kore'de harcadınız, Adnan Bey / El- 
leriniz itti beni ölüme /vıcık vıcık terli, tombul elleriniz /Gözleriniz şöyle bir baktı ar- 
kamdan /ve ben kan içinde ölürken çığlığımı duymamanız için / kaçırdı sizi bacaklarınız 
' arabanıza bindirip..." 

'0. Aslında sanık sayısı 187'ydi. Ancak 20 kişi "pişmanlık yasasfndan yararlanarak iti- 
rafçı oldu. Bu nedenle bu dava 167 kişi olarak bilinmektedir. Işkenceli sorgular sonucu, 
"kokul öğretmeni Hasan Basri Alp öldürüldü. Haberi alan öğretmen eşi denize atlaya- 
,a k intihara teşebbüs etti. istanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü son 
sınıf öğrencisi Kemalettin Özerdem aklını kaybetti; aynı fakülteden Şafak Yurdanur, iş- 
kencelere dayanamayarak iki kez kendini öldürmek istedi. Ressam Nuri iyem sinir kriz- 

e i geçirdi Tiirkivp MATOVa oirmot. irin „»,,™~l. -,.U. !--._. C^J II l-.l 



CHP Kore'ye asker gönderilmesine, NATO'ya girilmesine karşı 
değildi. 

Bilinenin aksine, "laik cumhuriyetten ödün" konusunda bile 
iki partinin birbirlerinden pek farkı yoktu... 

DP, ezanın Arapça okunma yasağını kaldırdı. Radyoda dinî prog- 
ram yayınlanmasına izin verdi. Bu kararlar, kamuoyunda yerleşik 
bir kanıya yol açtı. Güya DP, "dinin siyasete araç edilme dönemini" 
başlatmıştı. 

Halbuki okullarda din eğitimi verilmesini CHP 1948'de yürür- 
lüğe soktu. İmam-hatip kurslarına izin veren, ilahiyat fakülteleri 
açan da CHP'ydi. Tekke ve zaviyelerin kapatılmasına ait yasayı 
yürürlükten kaldıran da CHP hükümetiydi! 

16 ocak 1949'da hükümeti kurma görevi verilen Başbakan Şem- 
seddin Günaltay, ittihat ve Terakki Cemiyeti içinde islamcı siyase- 
ti benimsemesiyle tanınıyordu! 

Bu görüşte birinin CHP tarafından başbakanlığa getirilmesi te- 
sadüf değildi. 

işin özünde, çok partili yaşama uyum sağlamaya çalışan CHP 
ve DP, halkın dinsel duygularını okşayarak oy alabilmek amacıy- 
la "dini siyasal amaçlar için kullanmaya" hız verdiler. Aralarında 
pek fark yoktu! 

Keza ABD'yle ilişkileri geliştiren de CHP'ydi. 

"Türkiye küçük Amerika olacak" sözü, sanıldığı gibi Celal Ba- 
yar'ın değildi. CHP'li Nihat Erim, 19 eylül 1949'daki izmit konuş- 
masında söylemişti bu sözleri... 

Serbest piyasa ekonomisine geçişe hız verildiği 19401ı yılların 
sonunda iktidarda CHP vardı. 22-27 kasım 1948'de toplanan İkinci 
Türk İktisat Kongresi hükümetin devletçilik politikasından tama- 
men vazgeçmesini karara bağladı. DP hükümeti ise bu programa 
hız verdi. Örneğin, yabancı sermaye yatıranlarını teşvik kanununu 
çıkardı. Arkasından madenleri özel teşebbüse açacak yasa tasarısı 
hazırlandı. Yabancılara petrol arama ve çıkarma izni verildi vb. 

Eğer laiklik ve Kemalizm'den bir ödün söz konusu ise bu İsmet 
Paşa döneminde başlamıştı. Keza özgürlükler meselesinde, iki 
parti arasında fark olmadığı da, gün gibi açıktı. 

Peki dış politikada ayrılık var mıydı? 

Örnek vererek açıklamak en doğru yöntem: 

Bağımsızlığını ilan eden İsrail'i dünyada ilk tanıyan ülkelerden 
biri Türkiye oldu. Kararın altında CHP hükümetinin imzası vardı. 
DP hükümetinin uluslararası antlaşmalara koyduğu ilk imza ise, 
İsrail'le yapılan ticaret antlaşmasıydı. 



Bu arada konu açılmışken belirteyim, 1947'den sonra İsrail'e 
göç eden Türkiyeli Yahudilerin bir bölümü DP hükümeti döne- 
minde geri döndüler. 

N. Rıfat Bali gibi araştırmacılar, geri dönüşün nedeni olarak, 
"DP'nin 1950 yılında iktidara gelmesiyle birlikte serbest piyasa 
ekonomisinin uygulanmaya başlanmasını" göstermektedir. An- 
cak CHP'nin özellikle 1946'dan sonra süratle serbest piyasa eko- 
nomisine geçtiğini biliyoruz. Bu nedenle bu açıklama tek başına 
yeterli değil. Geri dönenlerin DP hükümetine güvendikleri su gö- 
türmez bir gerçektir ama bu güvenin nedeni sanırım başkadır!.. 

Evet dış politikada da bir fark yoktu... 

Başbakan Adnan Menderes, Filistin için çok geniş yetkilere sa- 
hip, Amerikalı, Fransız ve Türk üyeden oluşan üç üyeli BM Filis- 
tin Uzlaştırma Komisyonu'na Dr. Tevfık Rüşdü Aras'ı atadı. Arap 
devletleri komisyona karşı çıkmışlardı. Türkiye'nin komisyonun 
kurulmasını desteklemesi, hatta komisyona katılması Arap ülke- 
leriyle arasım açtı. 

DP hükümeti ile Dr. Araş bağımsız İsrail devleti konusunda hem- 
fikirdi! 

Bazen bu tür siyasal tercihlerin "nedenlerini" bulmak zordur! 

Örneğin, antikomünist olmasıyla bilinen gazeteci Ahmed Emin 
Yalmanın, Nâzım Hikmet'in affedilmesi için "neden" mücadele 
ettiğini bilememek gibi!.. Aynı gazetecinin, TCK'nin 141. ve 142. 
maddelerinin ağırlaştırılması yönünde makaleler yazması olayı 
daha karmaşık hale getirmiyor mu? 

Antikomünist Yalmanın, komünist Nâzım Hikmet'in affedilme- 
si için çaba sarf etmesinin nedeni herhalde olsa olsa "hemşeıilik" 
ilişkisidir!.." Nâzım Hikmet'in affedilmesi için çaba sarf eden 
Ahmed Emin Yalman Selanikli'ydU 2 

Büyük şaire zor günlerinde ekmek kapısını açan kimdi: Sela- 
nikli İpekçi ailesi! İpek Film sahibi Cemil İpekçi Türkiye'nin "en 
tehlikeli komünisf ine iş vermekten neden hiç çekinmemişti ? 
ipekçi ailesinin komünist olduğunu düşünmüyorsunuz herhalde! 



'• Bazı sol çevreler. "Sabetayistlerin Türk soluna etkileri" konusunda çalışma yapılma- 
na nedense çok tepki gösteriyorlar. Hatta aşırıya kaçıp, bu konuda araştırma yapanla- 
' antisemitik" olmakla itham ediyorlar. Peki, "Alevîliğin Türk soluna etkileri" konusun- 
a Çalışma yapılmasına neden kimse ses çıkarmıyor? Türkiyeli solcular olaylara duygusal 
a krnaktan kurtulmalıdır! Bir solcunun Sabetayist olup olmaması, onu ne yüceltir ne de 
Çaltır. Türkiye sol hareketindeki Sabetayist etkiyi araştırmak biiimsel bir çabadır. 

* • Gazeteci Ahmed Emin Yalman'ın kız kardeşi Sabiha Zapçı'nın (Meclis'in ilk milletve- 

'Nerinden Mahmud Nedim Zapçı'nın eşidir) kızı Bilge Hanım gazeteci Doğan Koloğ- 

" nun ikinci eşidir. Yani birlikte belgesellere imza attığımız sevgili dostum Sina Koloğ- 

nun üvey annesidir. Yalman ve Zapçı ailelerinin soyu Sokullu Mehmed Paşaya dayanır. 



45 6 



Hep bir sır var... 

Ve bunu yazmak Nâzım Hikmet'i hiç ama hiç küçültmez. 

E vliy azadeler e Saray'dan gelin 

Biz sayfalardır Evliyazadelerin damadı Başbakan Adnan Men- 
deres'i yazarken, İzmir'deki Evliyazadeleri unuttuk. 

Biraz İzmir'e dönelim... 

Başbakan .Menderes 16 haziran 1952'de Osmanlı hanedanına 
mensup kadınların Türkiye'ye gelmesine izin verdi. Hanedanın 
kadın mensuplarının yirmi sekiz yıllık vatan özlemi bitti. 

Başbakan Menderes'in bu kararı, Osmanlı hanedanıyla arasında 
sıcak ilişkilerin kurulmasına neden olacak ve bu dostluk ilişkisi gün 
gelecek Evliyazadelere Saray'dan gelin gelmesine yol açacaktı... 

Hanedan mensubu kadınların Türkiye'ye olan özlemleri biter- 
ken, biri için bu hasret on altı yıl önce sona ermişti: Vahideddin'in 
torunu Hümeyra! 

Yazmıştım: Sultan Vahideddin kızı Ulviye 'yi, Sadrazam Tevfık 
Paşa'nın oğlu İsmail Hakkıyla (Okday) evlendirmişti. Bu evlilik- 
ten Hümeyra doğmuştu. Ulviye Sultan ile İsmail Hakkı Efendi 
sonra boşandılar. İsmail Hakkı Efendi Ulusal Kurtuluş Savaşına 
katılmak için Ankara'ya gitti, Mustafa Kemal'in yanında bulundu. 

Ulviye Sultan ve kızı Hümeyra 1924'te San Remo'ya sürgün git- 
tiler. Sultan Vahideddin ölünce Monte-Carlo'ya yerleşip üç yıl 
orada kaldılar. Çıkan bir yangında evleri tamamen kül oldu. Ge- 
çinebilmek için daha küçük bir yere, İtalya-Fransa sınırındaki 
Montrond'a taşındılar. Çalışmıyorlardı, ellerindeki tüm mücev- 
herleri, hatta Ulviye Sultan'm hanedan nişanını bile sattılar. 

Yalnız başlarına yaşayamayacaklarını anladılar. Ulviye Sultan, 
Montrond'da, Zülüflü İsmail Paşa'nın oğlu Ali Haydar Germiya- 
noğlu'yla evlendi. Mısır'a yerleştiler. Mısır hanedanının yardımıy- 
la yaşadılar. 

Bu arada İsmail Hakkı Okday Moskova Büyükelçiliğinde gö- 
rev yapıyordu. Mustafa Kemal'e kızı Hümeyra'nın Türkiye'ye gel- 
mesi için özel izin verilmesini rica etti. Atatürk bu yakın dostu- 
nun isteğini kıramadı ve Hümeyra Sultan, tek kişilik "özel afla" 
yurda döndü. Hatta bir dönem ailesinin sahibi olduğu İstanbul 
Park Otel'de Mustafa Kemal'le dans etti. 3 



13. ParkOtel'in bulunduğu yerde Osmanlı döneminde sadrazamlık, Hariciye nazırlığı, 
büyükelçilik gibi görevlerde bulunan Ahmed Tevfık (Okday) Paşa'nın konağı bulunuyor- 
du. Aile konağı elinden çıkardığında artık yeni sahibi Aram Hıdır'dı. Konak yıkılıp Park 
Otel yapıldı. 



Hümeyra Sultan ilk evliliğini 1939'da diplomat Fahir Bey'le 
yaptı. Ancak üç yıl sonra boşandı. İkinci evliliğini ABD'de Prince- 
ton Üniversitesi'nde öğretim üyeliği yapan Halil Özbaş'la yaptı. 
Bu evlilikten iki çocuğu oldu: Halim (1945) ve Hanzade (1953). 

Sultan Vahideddin'in torununun kızı Hanzade, gün gelecek Ev- 
liyazadelere gelin gidecekti. Refik Evliyazade'nin torunu Mustafa 
Yılmaz'ın oğlu Osman Refik Evliyazade'yle evlenecekti. 

Hanzade-Osman Refik Evliyazade çiftinin iki kızı olacaktı: 

Yeni Asır ve Star gazetelerinde köşeyazarlığı yapan Neslişah 
Evliyazade ve avukat Mesude Evliyazade. 

Hanzade Hanım daha sonra Osman Refik Evliyazade'den boşa- 
nacak, büyük dedesi Sadrazam Tevfık Paşa'nın torununun oğlu 
Tevfık Moran'la evlenecekti. 

Vahideddin'in torununun kızı Hanzade, Osman Refik Evliyaza- 
de'nin ilk eşi değildi. Osman Refik, Almanya'da üniversite öğreni- 
mi görürken Alman Margo'yla kısa sürecek bir evlilik yapmıştı. 

Osman Refik Bey, Hanzade Hanım'dan boşandıktan sonra, es- 
ki büyükelçi ve Millî İstihbarat Teşkilatı (MİT) eski başkanı Sön- 
mez Köksal'm eşi Ela Maro'yla üçüncü evliliğini yaptı. Osman Re- 
fik Evliyazade Ela Maro Hanım'dan boşandıktan sonra Sibel Öz- 
leblebici'yle evlendi. 

Bir ek yapalım: Hanzade Hanım'ın baba tarafından kuzeni Naz- 
lı Tlabar, DP İstanbul milletvekiliydi. 

Adnan Bey bütün kadm milletvekillerinden nefret ederdi, en çok 
Nazlı Tlabar'dan. Nazlı Tlabar rahat konuşurdu. Lisan bilirdi, iyi bir 
aileye mensuptu. Boylu bosluydu. Gerçekleri ipek yumağına satmaz- 
dı. Adnan Bey hakkında parlak fikir beslemezdi. (Nimet Arzık, Men- 
deres'i İpe Götürenler, 1960, s. 116) 

Başbakan Adnan Menderes, sever miydi bilinmez ama Evliya- 
zadelerin uzaktan akrabası olan Nazlı Tlabar Hanım üç dönem 
DP milletvekilliği yaptı; Yassıada'da yargılandı ve Kayseri Ceza- 
evi'nde yattı... 

Evliyazadeler Jokey Kulübü'nü kuruyor 



Tarihin sayfalarını çok ileri sardık, biz yine 19-50'li yılların ba- 
Şina dönelim. 

"Damadı şehriyarî" olan Osman Refik Evliyazade'nin dedesi Ne- 
•M Evliyazade, 1950 sonbaharında kendini Başbakan Adnan Men- 



4İÖ 



deres'in Kavaklıdere'deki evine kapattı. 

Altay Gençlik Kulübünü kuran Nejaci Evliyazade eniştesinin 
evinde yeni bir spor teşkilatının kuruluş hazırlığı içindeydi: Jokey 
Kulübü! 

Nejad Evliyazade, halasının kızı Berin'le evliliğinden dolayı 
Başbakan Menderes'e nasıl "enişte" diye hitap ediyorsa, Adnan 
Menderes de Nejad'a "enişte" diyordu. 

Daim önce belirttiğimiz gibi Nejad Evliyazade, Menderes'in da- 
yısı Refik'in kızı Mesude'yle evliydi. 

Nejad Evliyazade Menderes'in ailesine "içgüveysi" olmuştu. 
Mesude, babası Refik'ten miras kalan 26 000 dekarlık, 400 nüfus- 
lu, 90 haneli Torbalı Gollüce köyünün eli maşalı, beli silahlı "ha- 
nım ağa"sıydı! 

Evliyazadelerin kızı Berin, evlendiğinde nasıl Çakırbeyli Çiftli- 
ği'ne taşınmış ise, Evliyazadelerin oğlu Nejad da evlendikten bir 
süre sonra eşinin sahibi olduğu Gollüce köyüne yerleşmişti. Ço- 
cukları Mustafa Yılmaz ve Mehmet Özdemir burada doğmuştu. 

Çiftlik işlerini daha çok eşi Mesude'ye bırakan Nejad Evliyaza- 
de'nin tek zevki ata binmek, at yetiştirmekti. 

At sevgisini babası Refik Evliyazade'den alan Nejad Evliyaza- 
de, at sporunu artık kurumsallaştırmak istiyordu. 

Ankara ve İzmir'de at yarışları vilayet özel idareleri tarafından 
tertip ediliyor ve çok cüzî miktarda ikramiyeler veriliyordu. Üste- 
lik ikramiyeyi almak için de bir iki ay beklemeniz gerekiyordu. 
Yığınla belgeleri düzenlemek işin en yorucu kısmıydı. 

Oysa İstanbul'daki yarışları Tarım Bakanlığı ile Yarış Atları Ye- 
tiştiricileri ve Sahipleri Derneği ortaklaşa yürütüyordu. 

Nejad Evliyazade ve arkadaşları hem bu karışıklığı gidermek 
hem de at yarışlarının Avrupa' daki gibi jokey kulüpleri tarafından 
yapılmasını istiyorlardı. 

DP hükümet olunca Nejad Evliyazade ve arkadaşları ümitlen- 
diler. Başbakan Menderes de Jokey Kulübü kurulmasına yeşil 
ışık yakınca Nejad Evliyazade yasa tasarısı hazırlamak için ken- 
dini Kavaklıdere'deki eve kapattı. 

En büyük yardımcısı Başbakan Adnan Menderes'in dayısının 
torunu DP milletvekili Sadık Giz'di. Yani Sadık Giz, Nejad Evliya- 
zade'nin eşi Mesude'nin yeğeniydi. 

İki akraba Nejad Evliyazade ile DP Milletvekili Sadık Giz el ele 
verdiler ve yedi maddelik bir yasa tasarısı hazırladılar. 

Başbakan Menderes, at yetiştiricisi Devlet Bakanı Fevzi Lütfi 
Karaosmanoğlu'nun işin başına geçmesini istedi. 



Karaosmanoğlu'yla birlikte, DP U ifa Milletvekili Emekli Gene- 
ral Saim Önhon, Prens Halim Said Türkhan, Said Akson ve Nejad 
Evliyazade 2 kasım 1950'de Jokey Kulübünü kurdular. 

TBMM Başkanı Refik Koraltan'ın Ziya Gökalp Caddesi üzerin- 
deki dairesi kiralandı ve kulübün merkezi yapıldı. 

Kulüp kısa zamanda birçok tanınmış ismi üye kaydetti: Willi- 
am Giraud, Vehbi Koç, Edhem Menderes, Sadık Giz, Enver Güre- 
li, Sadi Eliyeşil, Burhan Karamehmet, Osman Kapanı, Mehmet 
Karamehmet, Sadun Atığ ve Refik Evliyazade'nin diğer oğlu Se- 
dad Evliyazade... 

Sedad Evliyazade aile içinde at sporuna en tutkun isimdi. Genç- 
liğinde Paris'te jokeylik yaptığını yazmıştım. 

Atçılık sporu Osmanlı'dan Cumhuriyete miras kalmıştı. Devlet 
adamlarının çoğunluğu at sahibiydi. Örneğin 1927'den beri koşu- 
lan Gazi Koşusunda İsmet İnönü ile Celal Bayar'ın atları arasın- 
da kıyasıya yarışlar oluyordu. 1929 Gazi Koşusunu Celal Bayar'ın 
atı Cap Griz Nez kazandı. Bir yıl sonra İsmet Paşanın Olga adlı 
atı birinci geldi. 

Celal Bayar hayatı boyunca İsmet İnönü'ye yenilmeyi hazme- 
demiyordu. Sedad Evliyazade'yi Paris'e gönderdi. Sedad Evliya- 
zade Paris'ten Bayar'a, Vrais Gascon, Fol Espoirve Drocourt ad- 
lı üç at getirdi. 

Gerçi 1930'dan sonra ne İnönü ne de Bayar yarış kazandılar; 
ama Bayar'ın Paris'ten gelen Vrais Gascon adlı atı Atina'da Grand 
Prix Ödülünde koştu ve ikinci geldi. 

Sedad Evliyazade daha sonraki yıllarda Giraud ailesinin Paris 
ve Buca'daki haralarından sorumlu oldu. Aynı zamanda Giraud 
ailesinin jokeylerine antrenörlük yapıyordu. 

Babası Refik gibi, Sedad Evliyazade de at sporunda bir efsa- 
neydi. Bunu bir örnekle açıklamam gerekiyor: 1927 yılından beri 
koşulan Gazi Koşusu'nu 14 Giraudlar tam yedi kez kazandılar. Ve 
bu yedi birincilik sadece 1949-1960 yıllan arasında geldi. Yani Se- 
dad Evliyazade'nin antrenörlük yaptığı dönemde! 

1939'dan beri koşulan Cumhurbaşkanlığı Kupasını ise Giraud- 
lar altı kez kazandılar. Bu altı şampiyonluk da 1951-1963 yıllan 
arasında geldi. Antrenör yine Sedad Evliyazade'ydi! C. Taşkıran, 
R- Mergin, M. Çılgın, K Yıldız, İ. Dinçer, E. Kurt gibi dönemin iin- 



'4 Siyaset ile at yarışlarının ilginç bir ilişkisi vardır. Atatürk adına koşulan Gazi Koşu- 
su nun başlangıç yılı 1927'dir. Atatürk tek adamdır. Peki Cumhurbaşkanlığı Kupası Ko- 
Susu'nunyılı nedir: 1939. Yani "Millî Şet ismet inönü döneminin başladığı yi I ! Peki Baş- 
bakanlık Kupası Koşusu ne zaman koşulmaya başlandı: 1 952! Adnan Menderes'in baş- 
bakanlığı döneminde ! Spor-siyaset ilişkisinde fazla söze gerek var mı ? 



lü jokeylerinin öğretmeni Sedad Evliyazade'ydi. 

Giraudlar daha önceki yıllarda hep yabancı jokey kullanırken, 
Sedad Evliyazade döneminde Türk jokeyleri atlarına bindirmeye 
başladılar. 

Özellikle 19501i yıllarda Giraudlar at yarışlarında rakipsizdi. 
Eliyeşiller ile Karamehmetlerin "tahtını" sarstılar. 

William Giraud vefat ettikten sonra bir daha bu ailenin ismi at 
yanşlannda duyulmayacaktı. Şimdi torunlan sadece hobi için at 
biniyorlar!.. 

Sedad Evliyazade yarışlar için Ankara'ya geldiğinde, ya Fa tin 
Rüşdü Zorlunun ya da Adnan Menderes'in evinde kalırdı, ikisiy- 
le de ilişkisi çok iyiydi. Zaten sülalenin bu en renkli ismiyle ilişki- 
si iyi olmayan yok gibiydi. 

Wîlliam Giraud'un vefatının ardından Sedad Evliyazade, önce 
yengesi Mesude Evliyazade'nin Gollüce köyündeki harasını çalış- 
tırdı. Sonra Buca'da kendi harasını kurdu. Ancak 1950'li yıllarda- 
ki başanlan bir daha hiç yaşayamadı. 

Evliyazade Refik Efendi, Osmanlı'da ilk at yanşçılannı buluş- 
turan "Smyrna Raves Club"ın kurucusuydu. Oğlu Nejad Evliyaza- 
de ise Jokey Kulübünün kurucusu oldu. Peki Evliyazadeler Cum- 
huriyet döneminde hiç yanş kazanmadılar mı ? 

Sadece bir kez! Nejat Evliyazade 1955 yılında vefat edince eşi 
Mesude Evliyazade onun anısına 1957 yılında katıldığı Arap atla- 
nna mahsus Hatay Koşusunu kazandı. 

Hatay Koşusu değil ama bir olay Evliyazadeleri derinden etki- 
ledi... 

Rodos doğumlu Baha Esad Tekand, İzmir İngiliz Ticaret Mek- 
tebi ve İzmir Sultanîsinde öğrenim gördükten sonra Hukuk Fa- 
kültesi'nden mezun olmuştu. 

Nejad Evliyazade'yle Altay Gençlik Kulübünü kurmuştu. 

Baha Esad Tekand aynı zamanda Evliyazadelerin damadıydı. 

Gülsüm Evliyazade'nin torunu Mesadet'le evliydi. 

Ancak bu evlilik Evliyazade ailesinde dargınlıklara neden ol- 
muştu. 

Baha Esad Tekand, Berin Menderes'in ablası Güzin Hanım'ın 

eşi Haindi Dülger'in kız kardeşinin görümcesiyle evliydi. 

Ancak Daıne de Sion'da okuyan on yedi yaşındaki Mesadet'e 
âşık olmuştu. 

İşin garip yanı Mesadet'in babası da Mihrî Dülgerdi; yani Me- 
sadet, Dülger ailesinin kızıydı! 

Ancak Mesadet Dülger de eniştesine âşıktı. 



461 



Sonunda Baha Esad Tekand ile Mesadet Dülger kaçarak evlen- 
diler. 

Bir süre İzmir'i sarsan bu kaçış olayı zamanla unutuldu. Evli- 
yazadeler yeni evli çifti affettiler. Biri hariç: Güzin Dülger! 

Güzin Hanım hayatı boyunca Mesadet Tekand'la hiç konuşmadı... 

Mesadet ile Baha Tekand çok mutlu oldular. Tek çocuklan ol- 
du: Leyla. 

İlginçtir Leyla da annesi gibi on yedi yaşında evlendi. 

Damadın adı Ziya Tepedelen'di. Osmanlı'ya başkaldırdığı için 
kellesi uçurulan Tepedelenli Ali Paşa soyandandı. 

Yukanda değindiğimiz olayı yazmıştım. Ama zaman kırgmhklan 
oiladan kaldırdı. 

Başbakan Menderes, bacanağı (aynı zamanda mason üstatla- 
nndan) Baha Tekand'ı, 26 nisan 1951'de Türkiye Şeker Fabrika- 
lan Anonim Şirketi genel müdürlüğüne atadı. Peki bu atamada 
"akraba etkisi" var mıydı ? Sayılmaz. Çünkü Tekand, on bir yıldır 
bu şirketin genel sekreterliğini yapıyordu. 

Başbakan Menderes, şeker sanayiine çok önem veriyordu. Bu- 
nu da kısa sürede gösterecek, beş yılda on bir fabrika kuracaktı. 
Pankobirlik'in (Pancar Ekicileri İstihsal Kooperatifleri Birliği) 
kurulmasında Baha Tekand'm büyük emeği olacaktı. 

Tekand emekli olduğu 1958 yılma kadar bu görevde kalacaktı... 



İş Bankası ve Evliyazadeler 

Baha Esad Tekand'm görev kararnamesinden tam bir yıl son- 
ra, 26 nisan 1952'de yapılan bir başka atama, Evliyazade ailesini 
çok mutlu etti. 

DP hükümeti, 30 mart 1951'de yapılan İş Bankası genel kuru- 
lunda, idare meclisinin tümünü yeniledi. 

Dr. Tevfık Rüşdü Araş İş Bankası Yönetim Kurulu başkanı ya- 
pıldı. 

Atamayı gerçekleştiren isim kuşkusuz Başbakan Adnan Men- 
deres'ti. Ancak Cumhurbaşkanı Celal Bayar, İş Bankasının kum- 
cusu ve ilk genel müdürüydü; eşi Reşide'nin akrabalan da kuru- 
cular arasında yer almıştı ve biri şimdi bankanın genel müdürüy- 
dü. Bu nedenle bankayla çok ilgiliydi. Bu nedenle, Dr. Aras'm 
atanmasını onun da istediği anlaşılıyor. Görünen o İd, bu atama, 
Cumhurbaşkanı Celal Bayaı'm, Dr. Aras'a bir gönül borcuydu... 

Bir süre sonra İş Bankası Yönetim Kurulu üyeliğine Dr. Cemal 
Tunca da getirildi. Bilindiği gibi Dr. Tunca, Dr. Aras'm kız karde- 



şi Fahriyeyle evliydi. DP'ye ilk genel merkez binasını Dr. Tunca 
vermişti... 

Dr. Araş'in Rodos'tan akrabası, kızı Emel'in Fa tin Rüşdü Zor- 
luyla evlenmesinde aracılık yapan CHP eski milletvekili Mustafa 
Atıf Bayındır da İş Bankası Yönetim Kurulu üyesi yapıldı. 

İnönü döneminde unutulup bir kenara bırakılan Atatürk'ün ya- 
kın arkadaşı Kılıç Ali de Yönetim Kurulu üyeliğine getirildi. 13 

Durun bitmedi. 

Doktor Nâzım'ın kızı Sevinç'in eşi Cemil Atalay da şube müdür- 
lüğünden başladığı İş Bankasındaki kariyerini hızla yükseltecekti. 

Yeri gelmişken yazalım: 

Doktor Nâzım'ın kızı Sevinç'in eşi Cemil Atalay, Evliyazade ai- 
lesine "yabancı" değildi; Atalay ailesi, Uşakîzadeler, Helvacızade - 
ler, Kâtipzadeler, Giridîzadeler, Evliyazadelerle akrabaydı. 

Biraz kanşık gibi ama yazmaya çalışayım... 

Birinci bölümden anımsayınız; Helvacızade Emin Efendi İzmir 
Belediye başkanıydı. 1891'de İzmir'e vali olan eski sadrazam Nu- 
reddin Paşa Emin Efendiyi istememiş, seçimler yenilenmişti... 

Helvacızade Emin Efendi aynı zamanda -annesi UşaMzade Sa- 
dık'ın kızı olduğu için- Uşakîzadelerin torunuydu. 16 

İşte bu, Helvacızade Emin Efendinin oğlu Ahmed Hamdi Efen- 
di, Adnan Menderes'in halası Sacide'yle evliydi. 

Helvacızade Emin Efendinin kardeşi kaymakam kâtibi Behçet 
Efendi kiminle evliydi dersiniz: Evliyazade Gülsüm Hanım'ın gö- 
rümcesi Giridîzade Rabia Hanım'la. 

Helvacızade Behçet Efendi ile Giridîzade Rabia Hanım'ın iki 
çocuğu oldu: Cezmi ve Baha. 

Cezmi evlenmedi. Baha ise Rasime Hanım'la evlendi. Ve bu bir- 
liktelikten üç çocuk oldu: Tevfik, Behçet ve Cemil. 

İşte bu Cemil (Atalay) Doktor Nâzım'ın kızı Sevinçle evlendi- 
rildi. 

Sonuç: "yabancıya" kız vermiyorlar! 

Ve bu nedenle İzmir'de bazı ailelerde sakat bebek doğumlarına 
sık rastlanıyor. 

Sevinç-Cemil Atalay çiftinin Tülin adını verdikleri çocukları ol- 



15. Yıllar sonra Kılıç Ali'nin oğlu Alcemur Kılıç da 1990-1993 yılları arasında iş Banka- 
sı Yönetim Kurulu üyeliği yapacaktı. Bazı koltuklar hep babadan oğula mı geçiyor! 

16. Uşakîzadeler izmir'e gelmeden önce Uşak'ta helvacılık yapıyorlar ve "Helvacızade" 
adını kullanıyorlardı. Ailenin büyüğü Hacı Ali Efendi izmir'e göçüp halıcılığa başlayınca 
Helvacızade namını bırakıp Uşakîzade'yi aldı. Ancak aile büyüğünü takip edip izmir'e ge- 
len akrabaları Helvacızade'yi kullanmayı sürdürdüler. 1934 yılında soyadı kanunu çıkın- 
ca Helvacızadelorin bir bölümü "Helvaaoğlu", bir bölümü "Akmanlnr" ve Uşakîzadeler 
de "Uşaklıgil" soyadını aldı. 



40 J> 



du. Fizyolojik rahatsızlığına rağmen Tülin, güçlü kişiliğiyle tüm 
sorunlarım yendi. İzmir Amerikan Kolejinden sonra NATO'da ça- 
lışmaya başladı. Burada tanıştığı Amerikalı George Keenan'la ev- 
lendi ve Lara ile Jimmy adlı iki çocuğu oldu. 
Neyse, biz yine dönelim 1950'li yıllara... 

İlk Rotary Kulübü 

1950'li yıllar hem dünyada hem de Türkiye'de değişim yıllarıy- 
dı. Soğuk Savaş dönemi olarak bilinen bu yıllarda ABD'nin, baş- 
ta Türkiye olmak üzere bazı ülkeleri, toplumları yeniden biçim- 
lendirmelerine tanıklık ediyordu dünya. 

Türkiye'de Rotary Kulübü bu yıllarda kuruldu. 

İlk çalışmayı CHP eski milletvekili gazeteci-yazar Falih Rıfkı 
Atay, gazeteci-yazar Ahmed Emin Yalman, CHP eski milletvekili 
Prof. Şükrü Esmer, Münci Kapanı başlattı. Ancak pek başarılı 
olamadılar. 

Daha sonra bayrağı DP'liler aldı. TBMM Başkanı Refik Koral- 
tan'm oğlu Oğuzhan Koraltan, işadamı Rifat Bereket 17 DP'nin 
Adalet ve İçişleri bakanlıklarım yapan Halil İbrahim Özyörük'ün 
oğlu Doç. Dr. Mukbil Özyörük, Yapı Kredi Bankası kurucusu ve 
DP milletvekili Kâzım Taşkent, işadamlan Eli Rosenthal, Hilmi 
Nailî Barlo, John A. Caouki ve Nail Avunduk ilk kuruculardı. 

İzmir Rotary Kulübünün öncüleri ise Nejat Eczacıbaşı, Sürey- 
ya Birsel (Zeynep Oral'ın dedesi), Cemil Atalay (Doktor Nâzım'ın 
kızı Sevinç'in ilk eşi) ve Muvahhit Atamer'di. 

Birkaç yıl sonra Türkiye Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Bü- 
yük Locası faaliyete başladı. 

yıllarda sadece rotaryenler, masonlar faaliyete geçmedi. 

DP'li Bakan Osman Kapanî'nin organize ettiği balolar Türki- 
ye'ye yeni bir müzik akımını getirdi: caz! 

Semih Ageşo Orkestrası, Sevinç Tevs, Taki Çelerini, Fehmi Ege 
Orkestrası, Faruk Akel Kenteti, Henri Vasilaki, Ayten (Alpman) 
Gencer 18 caz müziğinin en popüler isimleriydi. 

Osman Kapanî'nin en büyük yardımcısı ise Arif Mardin'di. 
Konser vermesi için Dizzy Gillespie'ı Türkiye'ye o davet, etmişti. 



17. Rifat Bereketin kızı Gülseren. Oğuzhan Koraltan'la evliydi. Diğer kızı Fatma Zeh- 
ra (Bereket) ise Dışişleri eski Bakanı Vahit Halefoğlu'nun eşidir. Fatma Zehra Hanım ve 
Vahit Halefoğlu, 500. Yıl Vakfı'nın kurucu üyeleridir. 

18. Ayten Alpman bir dönem sonra "Memleketim" adlı şarkısıyla gönüllerde caht ku- 
racaktı. "Memleketim" parçasının orijinali geleneksel Yahudi müziğinin çok tanınmış 
Şarkısı "Rebe (Rabbı) Eumelekh"tir! 



Türkiye yeni yaşam biçimine alıştırılıyordu... 

Radyo artık evlerin vazgeçilmez aksesuarıydı. Bir dönem ya- 
saklanan alaturka yeniden doğmuştu sanki. Safiye Ayla, Hamiyet 
Yüceses ve Müzeyyen Senar zirvedeydiler. Zeki Müren adı yeni ye- 
ni duyuluyordu. Çankaya Köşküne sık sık Ankara Radyosundan 
Şükran Özer adlı sanatçı çağrılıyordu! 

Yirmi bir yaşındaki Fransız striptizci Colette Jerry, Bayar'ın, 
Menderes'in bulunduğu özel gecelere davet ediliyordu..." 

Sinema salonları Anadolu'nun ücra köşelerine kadar yayıldı. 

Osmanlı'daki "araba sevdası"nın yerini 1950'lerde "otomobil 
aşkı" almıştı! Otomobil, zenginliğin en önemli göstergesiydi. 

Moda altın çağını yaşıyordu. Yuvarlak omuzlar, ince bel çizgi- 
ler, geniş etekler ve uzun topuklu ayakkabılar modanın ana hat- 
larını oluşturuyordu. Şapka ve eldiven ise olmazsa olmazlarıydı 
1950'lerin. 

Ankara'da İkinci Dünya Savaşı döneminde ara verilen devlet 
ricalinin baloları yine revaçtaydı. Askısız derin dekolteli geniş 
etekli tuvaletler içindeki kadınlar şıklık yanşmdaydı. 

Günseli Başarın İtalya'nın Napoli kentinde düzenlenen Avrupa 
Güzellik Yanşması'nda 1952 yılının en güzel kızı seçilmesi Türki- 
ye'de bayram havası estirdi. 

Avrupa güzeli Günseli Başar yakın gelecekte Evliyazadelere 
gelin gidecekti. 

Dr. Tevfik Rüşdü Aras'm kız kardeşi Fahriye Tunca'nm oğlu 
Faruk Tunca, eşi Sevim Kapanî'den boşandıktan sonra Avrupai 
güzeli Günseli Basarla evlenecekti... 

Boşanılan eş Sevim Kapanı aileye yabancı biri değildi. DP'li 
Osman Kapanî'nin kız kardeşiydi. Kısa bir süre önce vefat eden 
Refik Evliyazade'nin eşi Hacer'in yeğeniydi. 

Osman Kapanî'nin kız kardeşi Sevim Kapanı, Faruk Tunca'dan 
boşandıktan sonra kızı Leyla Tunca'yla birlikte Paris'e yerleşti. 
Leyla Tunca bir süre sonra Paris Lido'da striptiz yapmaya başladı. 
Bir ara Milyonerin Kızı vb. filmlerde başrol oynadı. Anne-kız bazı 
Türk kızlarının şeyhlerle, nizamlarla evlenmelerine de aracılık yap- 
tılar. Örneğin, akrabası Nedime-Reşad Kapanî'nin torunları Orkide 
Kapanî'nin, Haydarabad Nizamı Mükerrem Bereket Şah'la evlen- 
mesinde aracılık yaptılar. Bereket Şah'ın bir özelliği "adı çiçek ismi 
olan" Türk kızlarıyla evlenmesiydi. Bir ara da eski manken Manol- 
ya Onurla ("millî çapkın" Süha Özgermi'nin eski eşi) evlendi... 



19. Fransız striptizci Colette Jerry. Ankara'dan sonra Beyrut'?, gitti. Cumhurbaşkanı el- 
Huri'nin oğluyla aşk yaşadı. Ve bir gün otel odasında zehirlenmiş olarak bulundu! 



Günseli (Başar) Tunca, üvey kızının Paris'te striptiz yaptığının 
ortaya çıkması üzerine, eşi Faruk Tunca'ya kızım evlatlıktan red- 
detmesini istedi. Faruk Tunca kabul etmeyince, Günseli Başar 
boşandı ve kızı Aslıyı alarak Bodrum'a yerleşti. 

Bu olaydan bir süre sonra, Leyla Tunca genç yaşında Bod- 
rum'da geçirdiği trafik kazası sonucu yaşama veda etti... 

Neyse, özel aile ilişkilerine çok girmeyip, kaldığımız yerden 
devam edelim... 

Amerika... Amerika... 

DP hükümeti tanında makineleşme dönemini başlattı. 

Yeni karayolları yapılıyor, başta istanbul olmak üzere büyük 
şehirler yenileniyordu. 

İstanbul'un yeni simgesi Hilton Oteliydi! 

1950-1953 yılları arasında dünya ekonomisi Kore Savaşının 
yarattığı ve Türkiye'nin de etkilendiği bir canlanma dönemine 
girdi. İhracat 1953'te yüzde 60, ithalat da yüzde 85 arttı. Türkiye 
yine ürettiğinden fazla tüketiyordu. Dış ticaret açığı büyümeye 
başladı. Ancak imdada yetişen Amerikan kredileri ilk yıllarda bu 
açığı kapatıyordu. Bunun karşılığında Türkiye, Amerikan asker- 
leriyle, ABD üsleriyle tanışıyordu. 

ABD'nin yeni büyükelçisi Texash petrol zengini olan George 
McGhee Başbakan Menderes'in yakın dostluydu. 20 

Türkiye NATO'ya girdikten altı ay sonra, 27 eylül 1952'de, dü- 
şüncesini, finansmanını ve teçhizatım ABD'nin verdiği, gayri niza- 
mî harp yapacak Seferberlik Tetkik Kurulu (daha sonraki adlarıy- 
la Özel Harp Dairesi, Özel Kuvvetler Komutanlığı) kuruldu. 

Amerika kurumlan ve uzmanlarıyla Türkiye'ye yerleşiyordu! 

Tanzimat'ta Fransızlaşan, II. Abdülhamid ve İttihatçılar döne- 
minde Almanlaşan Türkiye, DP döneminde hızla Amerikanlaşma- 
ya başlamıştı. 

Cumhuriyet gazetesinin haberine göre, 1952 yılı sonunda, Mil- 
lî Savunma Bakanlığı hariç olmak üzere devlet kadrolannda 507 
Amerikalı çalışıyordu. Bunlann 320'si Dışişleri Bakanhğı'nda, 
144'ü güvenlik birimlerinde, 42'si Ticaret Bakanhğı'nda bulunu- 
yordu. 1948'de bu rakam 292'ydi. 21 



20. O günlerde Ankara'da, ABD Büyükelçisi McGhee ile ünlü soprano Leyla Gencer'in 
evleneceği "dedikoduları" kulaktan kulağa fısıldanıyordu! 

2 1 . "Türkiye'de ABD personelinin sayısında büyük bir artış yaşandı. 1970 yılında bu 
personelin sayısı 25 000 kişi kadardı." (George McGhee, AbD-Türkiye-NATO-Ortadoğu, 
1992, s. 165) 



Batı devletleri Türkiye'yi Ortadoğu sorununun anahtarı olarak 
görüyordu. ABD, Türkiye'ye sürekli "Ortadoğu'nun liderliğini al- 
ması gerektiğini" öğütlüyordu. 

ABD'nin bu öğütlerine Başbakan Adnan Menderes'in kulağı 
kapalı değildi. Dış politikada hiç sorun yoktu. Ancak, Başbakan 
Menderes'in devlet bürokrasisini bilmemesi ve bakanlarına "kul 
muamelesi" yapması kabinede hep sorun çıkarıyor, bakanların 
sık sık istifalarına neden oluyordu. Bu istifalar daha sonra parti- 
den kopmalara da yol açtı. 

Örneğin iki yıl içinde üç kez İçişleri bakanı değişti. Sonunda 
Başbakan Menderes bu bakanlığa güvendiği bir ismi atadı. Ama 
bu atama başbakanın evinde hayli gürültü çıkardı. 

Başbakan Menderes, İçişleri bakanlığına Aydın Milletvekili Ed- 
hem Menderes'i getirmişti. Daha önce yazdığımız gibi Berin Ha- 
nım, eşinin Edhem Menderes'le ilişki içinde bulunmasını istemi- 
yordu. Ayırmaya çok çalışmış ama becerememişti. Ne çiftlikten 
gitmesine, ne milletvekili olmasına ne de şimdi bakan yapılması- 
na engel olabilmişti. 

Adnan Menderes'in, soyadını Edhem Menderes'ten etkilenerek 
değiştirdiği haberlerinin kulağına gelmesi Berin Hanım'ın, Ed- 
hem Menderes'e artık kin duymaya başlamasına neden olmuştu. 

Ve şimdi eşi Adnan Menderes, Berin Hanım'ın onca karşı koy- 
masına rağmen Edhem Menderes'i İçişleri bakanlığına atamıştı... 

Berin Hanım, Edhem Menderes'e karşılık bir ismi ortaya çıkar- 
dı: teyzesinin damadı Fatin Rüşdü Zorlu! 



Yirmi birinci bölüm 



2 mayıs 1954, Ankara 




Oy kullanma süresi dolmuş ve sandıklar açılmaya başlanmıştı. 
Evliyazade ailesinin kulağı Çanakkale'deki sonuçlardaydı. San- 
dıklar açıldığında büyük bir mutluluk yaşandı. Seçim öncesi ka- 
yınpederi Dr. Tevfık Rüşdü Aras'ın da desteğini alan Fatin Rüşdü 
Zorlu Çanakkale'den DP milletvekili seçildi. 

Ailede bu duruma en çok sevinen isim Berin Menderes'ti... 

Berin Menderes'in neden çok sevindiğini daha sonraya bıra- 
kıp, Fatin Rüşdü Zorlu 'yu anlatmaya bıraktığımız önceki bölüm- 
lerden devam ettirelim. 

Fatin Rüşdü Zorlunun, kayınpederi Dr. Tevfık Rüşdü Aras'ın 
Dışişleri bakanlığından ayrılmasından sonra, bakanlıktaki "prens- 
lik" dönemi sona erdi. Kayınpederi Londra büyükelçiliği görevine 
giderken, o da Paris Büyükelçiliğine başkâtip olarak atandı. Son- 
ra, Dışişlerinde "pek makbul sayılmayan" memurların görev yap- 
tığı, merkez şifre müdürlüğüne tayin edildi. 

Arkasından Hitler'in saldırmasıyla Dışişleri memurlarının git- 
mek istemediği Moskova Büyükelçiliği müsteşarlığı görevine atan- 
dı. Savaştan sonra ise Beyrut başkonsolosu yapıldı. 

DP'nin siyaset sahnesine çıkması ve bacanağın başbakan ol- 
masıyla, yıldızı yavaş yavaş yeniden parlamaya başladı. Önce Dı- 
şişleri Ticaret Dairesi genel müdürü, ardından da, Türkiye'nin 
NATO'ya dahil edilmesiyle, NATO nezdinde Türkiye daimî temsil- 
cisi oldu. 

Milletvekili seçilmesinden önce bu görevdeydi. Paris'te yaşı- 
yordu. 

Başarılı bir diplomat mıydı? Birlikte Dışişlerinde görev yaptığı 
meslektaşı Semih Günver, Fatin Rüşdü Zorluyu şu sözlerle tanım- 
lıyor: 



468 



Geleneklere önem vermeyen, iş yaratmak isteyen, otoriteye karşı 
yıkıcı olmaktan adeta zevk alan, dinamik, kararlı, ileriyi gören, bencil 
ve üsluba, şekle dikkat etmeyen bir karakterdeydi. (Semih Günver, 
Fa tin Rüştü Zorlunun Öyküsü, 1985, s. 32) 

2 mayısta milletvekili oldu. 

17 mayısta açıklanan üçüncü Adnan Menderes hükümetinde, 
Devlet bakanlığı ve başbakan yardımcılığı görevine getirildi. 

Peki nasıl olmuştu da, Zorlu milletvekili seçilir seçilmez kabi- 
nede "ikinci adam" oluvermişti! 

Üstelik, "parti içinde sorun çıkarıyor" diye Adnan Menderes, 
başbakan yardımcılığını 8 nisan 1953'te kaldırmıştı. 

Başbakan Menderes bacanağı Zorlu için bu makamı yeniden 
hayata geçirmişti. Neden ? 

Bunun çeşitli nedenleri vardı... 

Menderes'in dört yıllık hükümeti döneminde, kabinesi bir tür- 
lü istikrara kavuşamadı. DP'li bakanlar, Başbakan Menderes'in 
"diktatoryal" yönetimi nedeniyle sık sık istifa ettiler. Öyle ki, dört 
yıllık süreçte İçişleri bakanlığı beş, İşletmeler bakanlığı beş, Ça- 
lışma bakanlığı beş, Ulaştırma bakanlığı dört, Gümrük ve Tekel 
bakanlığı dört kez el değiştirmişti. 

Başbakan Menderes "sözünü dinleyecek" ve her dediğini "emir 
telakki edecek" bakanlara ihtiyaç duyuyordu. 

Bu nedenle bu son hükümet "akraba kabinesi'ydi! 

Adnan Menderes- Fatin Rüşdü Zorlu arasındaki akraba ilişkisi- 
ni biliyoruz: her ikisi de Evliyazadelerin damadıydı. 

Biri Naciye Hanım'ın, diğeri Makbule Hanım'ın damadıydı. 

Her ikisi de İzmir'den milletvekili seçilen, Devlet Bakanı Os- 
man Kapanı 1 ve Ulaştırma Bakam Muammer Çavuşoğlu'yla 2 ak- 
rabaydı. Muammer Çavuşoğlu'nun eşi İhsan Kapardı, Kapanîza- 
delerin kızıydı. 3 

Keza Kapanîzadelerin kızları Hacer Hanım'ın Refik Evliyaza- 
de'yle evli olduğunu artık biliyoruz. 

Dr. Tevfık Rüşdü Aras'ın laz kardeşi Fahriye Tunca' nm eşi Dr. 
Cemal Tunca'yı daha önce tanıtmıştık; DP'nin ilk genel merkez bi- 



1. Osman Kapanî Prof. Dr. Münci Kapanî'nin kardeşidir. 

2. Muammer Çavuşoğlu, gazeteci-yazar Nazlı Ilıcak ile işadamı Ömer Çavuşoğlu'nun 
babasıdır. 

3. ihsan Kapanlfnın ağabeyi, yani Osman Kapanî'nin kayınçosu, yani Nazlı llıcak'ın da- 
yısı Turhan Kapanlı, Tarım bakanı (1965-1969), Köy işleri bakanı (1969-1971 ), Çalışma 
ve Sosyal Güvenlik bakanı (1977) ve Millî Savunma bakanı (1977-1978) olarak çeşitli hü- 
kümetlerde görev yaptı. 



169 



naşının sahibi, partinin kurucusu, ilk yöneticisi ve milletvekiliydi. 

Fahriye (Aras)-Dr. Cemal Tunca çiftinin oğlu Faruk Tunca, Os- 
man Kapanî'nin kız kardeşi Sevim Kapanî'yle evliydi! 

Fazla detaya gerek yok. Bir kez daha yazalım: İzmir'de Kapanî- 
zadeler, Evliyazadeler, Osmanzadeler, Yemişçizadeler, Uşakîza- 
deler yakın akrabaydı. 

DP sanki akraba partisiydi: Adnan Menderes'in dayısının toru- 
nu Sadık Giz İzmir'den; Adnan Menderes'in halasının oğlu Kenan 
Atananlar Çanakkale'den; Dr. Tevfık Rüşdü Aras'ın yeğeni Turan 
Özaras'la evli Abdullah Gedikoğlu Ankara'dan milletvekili olmuş- 
lardı! 4 

Kabineyi tanımayı sürdürelim: 

Dışişleri bakanı Fuad Köprülüydü. 

Millî Savunma bakanı Edhem Menderes! 

Başbakan Menderes, Berin Hanım'ın sevmediği dostu Edhem 
Menderes'i bu kez Millî Savunma bakanı olarak hükümete almıştı. 
Keza özel doktoru Mükerrem Sarol'u da Devlet bakanı yapmıştı. 

Fatin Rüşdü Zorlu gibi Çanakkale'den milletvekili seçilen, Sela- 
nik doğumlu Emin Kalafat son dönemde Başbakan Menderes'in 
takdir ettiği isimlerin başında geliyordu. Gümrük ve Tekel bakan- 
lığına getirildi. Keza Menderes, Kalafatlardan memnundu ki, Emin 
Kalafat'ın ablası Ayşe Günel'i de DP'den milletvekili yaptı. 

Adalet Bakanı Osman Şevki Çiçekdağ'ın eşi Berra Hanım da 
Selanikliydi. 

CHP'den İzmir Belediye başkanı seçilen, sonra milletvekili 
olup Ticaret bakanlığı (1942-1943) ve Sağlık bakanlığı (1946-1948) 
yapan, Evliyazadelerin akrabası Behçet Uz, daha sonra DP'ye 
geçmişti. Yeni görevi Sağlık ve Sosyal Yardım bakanlığıydı! 

İçişleri bakanı yapılan Dr. Namık Gedik, Aydın'dan Başbakan 
Menderes'in kontenjanından milletvekili seçilmişti. 

Sonuçta Başbakan Menderes bir "akraba kabinesi" kurmuş ve 
başbakan yardımcılığına Fatin Rüşdü Zorlu 'yu getirmişti. 

Adnan Menderes'in niyeti belliydi, akrabaları sayesinde rahat 
icraatlar yapacaktı! 

Bir de başta Berin Menderes ve Makbule Araş olmak üzere Ev- 
liyazade kadınlarının "gizli niyetleri" vardı... 

Fatin Rüşdü Zorlu âşıktı! 

Büyükelçi Orhan Kutlunun eşi Vesamet Kutluya âşık olmuştu. 
Aşkı karşılıksız değildi. Üstelik dokuz yıldır sürüyordu. 



4. Abdullah Gedikoğlu Ankara'nın ünlü ailelerinden Kütükçüzade Hacı Rıfat'ın torunuy- 
du. Annesi Ayşe Hanım ile Vehbi Koç'un annesi Fatma Hanım kardeş çocuklarıydı. 



Vesamet Hanım eşinden bu nedenle boşanmıştı. 3 Fatin Rüşdü 
Zorlu da eşi Emel Hanım'dan boşanmak istiyordu. 

Ama, Fatin Rüşdü'nün annesi Güzide Zorlu ve Emel'in anne ve 
babası Makbule Hanım ile Dr. Tevfık Rüşdü Araş bu boşanmaya 
karşı çıkıyorlardı. "Bizim ailede boşanma olmaz" diyorlardı. 

Gerçekten de ailelerinde boşanma yoktu! 

Örneğin Başbakan Adnan Menderes de soprano Ayhan Aydan' la 
aşk yaşıyor ve boşanmak istiyordu, ama o da Berin Hanım'dan ay- 
nlamıyordu. Hadi, Fatin Rüşdü Zorlu güçlü annesine karşı koya- 
mıyordu. Adnan Menderes kimsesizdi; o kimden korkup çekiniyor 
da boşanamıyordu. Oy kaybı korkusu değil herhalde !.. G 

Neden? 

Gerçekten Evliyazadelerin evlenmelerine ve boşanmalarına 
"akıl erdirmek" zor... 

Berin Menderes'in, damatları Fatin Rüşdü Zorlunun milletve- 
kili ve bakan olmasını istemesinin nedenini Vesamet Kutlu şöyle 
açıklıyor: 

Fatin bana "Benim karımı benden ayrılmasın diye kışkırtan Berin 
Hanım'dır. Eğer Emel benden ayrılırsa, Adnan Bey de onu bırakacak- 
mış gibi düşünüyor" derdi. (Emin Çölaşan, Tarihe Düşülen Notlar, 
2000, s. 51) 

Adnan Menderes'in tek aşkı soprano Ayhan Aydan değildi. 

Ondan önce yine "Muki" takma adlı bir sopranoyla kaçamakla- 
rı olmuştu. 

Dönemin best-seller Kiralık Ruh romanının yazan Suzan Sö- 
zen'le de aşk yaşadığı biliniyordu. Eşi İstanbul Emniyet Müdür 
Yardımcısı Ferit Avni Sözen'di. 

Başbakan Menderes özel yaşamında, makam arabasına binip, 
gün ışığında sevgilisini ziyaret edebilecek kadar gözü kara bir ro- 
mantikti. 

Fatin Rüşdü Zorlu ise, Emel Hanım'dan boşanmayacak ama 



5. Vesamet Kutlu, Emin Çölaşan'la yaptığı röportajda Fatin Rüşdü Zorlu için kocasın- 
dan boşandığını söylemesine rağmen, Sevin Zorlu, Vesamet Hanım'ın büyükelçi Orhan 
Eralp'le yaşadığı aşk nedeniyle boşandığını söylemektedir. Vesamet Hanım'la ilgili bir bil- 
gi daha: Vesamet Hanım eşinin görevi nedeniyle Hindistan'da bulunduğu dönemde, Hin- 
distan'ın efsanevî isimlerinden Nehru'yla aşk yaşadığı dedikoduları yapılmaktadır. Vesa- 
met Hanım, Nehru'nun aşkına karşılık vermediğini söylemiştir hep. 

6. Ayhan Aydan'ın adının hep Adnan Menderes'le anılması ne acıdır. O, Atatürk'ün çağ- 
daşlığa yönelik en önemli projelerinden "müzik devrimi"nin ilk yıldız sanatçılarından bi- 
riydi. Hitler'den kaçıp Türkiye'ye gelen tiyatro ve opera yönetmeni Cari Ebert'in en be- 
ğendiği öğrencisiydi. Orkestra şefi Hasan Ferit Alnar'la evliydi. 



ölünceye kadar Vesamet Hanım'la birlikte olacak kadar aşkına 
sadıktı. 

Bir noktanın altını çizmem gerekiyor: bu kitapta kişilerin özel ha- 
yatlarından kaçınmaya özen gösterdim. Ne kişilerin cinsel tercihle- 
ri ne de aşk hayatlarını yazdım. Mahremiyete girmemeye çalıştım... 

Biz tekrar siyasî hayata dönelim... 

Fatin Rüşdü Zorlu, ışık hızıyla milletvekili seçilip, kabineye gi- 
rince DP grubu tarafından "istenmeyen adam" oluverdi. 

Duygular karşılıklıydı. Zorlu da DP'nin havasından rahatsızdı. 
Giyimiyle, konuşmasıyla, görgüsü ve tahsiliyle DP'liler arasında 
yabancı gibiydi. 

DP Ağn Milletvekili Kasım Küfrevî, Zorlunun NATO temsilci- 
lik görevinin milletvekili seçildiği için sona ermesi gerektiğini ile- 
ri sürdü. Milletvekilliği ile memurluk bağdaşmazdı. 

Üstelik DP grubu Paris'teki temsilcilik binasında sevgilisi Ve- 
samet Kutlunun oturmasına sert tepki gösterdi. 

Zorlu, dedikoduların önüne geçmek için, Paris'teki görevini bı- 
raktı, doğal olarak binayı da boşalttı. 

Fatin Rüşdü Zorlu anlamıştı ki, DP grubunda tek dayanağı Baş- 
bakan Adnan Menderes'ti. 

Menderes sabahlan Başbakanlık'a yürüyerek gitmeyi sürdürü- 
yordu. Artık onun yürüyüş arkadaşı, Dışişleri Bakanı Köprülü de- 
ğil, Başbakan Yardımcısı Zorluydu. 

Başbakan Menderes bacanağı Zorluyu aslında Dışişleri baka- 
nı yapmak istiyordu. Fuad Köprülü'den artık memnun değildi. 
Köprülü sakin, statik bir dış politikadan yanaydı. Üstelik akade- 
misyendi. Oysa başbakan, okumuş yazmış adamlan son dönem- 
lerde hep küçük görmeyi alışkanlık haline getirmişti! 

Köprülü, Yunanlı gazetecilere, "Türkiye ile Yunanistan arasın- 
da Kıbns diye bir mesele yoktur" diyecek kadar soğukkanlı bir si- 
yasetten yanaydı. 

Ama bu tür soğukkanlı tavır, başta Başbakan Menderes olmak 
üzere bazı DP'lilerin hoşuna gitmiyordu. 

Köprülü DP'nin kurucusuydu ve parti içinde kuvvetliydi. Baş- 
bakan Menderes, Köprülüyü Dışişlerinden uzaklaştınnaya cesa- 
ret edemiyordu. Fakat, Köprülü'nün yetki alanını sınırlamayı da 
ihmal etmiyordu. Zorluyu Dışişleri bakanı yapamasa da, Devlet 
bakanı ve başbakan yardımcısı olarak, dış ekonomi ve Kıbrıs ko- 
nusundaki ilişkilerle onu görevlendirdi. 

Zorlunun Dışişlerinden gelmesi ve Kıbns ilişkileriyle özel ola- 
rak onun görevlendirilmesi, Dışişleri Bakanı Fuad Köprülü'nün 



Zorludan nefret etmesine neden oldu. 

Dışişleriyle ilgili toplantılara artık Fatin Rüşdü Zorlu da giri- 
yordu. 

Üstelik, 1955 yılının haziran ayı başında, basından gizlenerek 
yapılan zirve toplantısında bir değil, iki Zorlu vardı... 



Zorlu kardeşler 

Zirve toplantısını yazmadan önce bir tespitte bulunmamız ge- 
rekiyor... Ana hatlarını Atatürk'ün çizdiği Dr. Tevfık Rüşdü Araş 
dönemindeki Türk dış politikası Araplara ilgisizdi, ikili ilişkilere 
çok önem verildiği söylenemezdi; ancak Araplara ne düşmanlık 
ne de sempati gösterilmişti. 

İsmet İnönü döneminde de bu tutumda bir değişiklik olmadı. 

DP hükümeti, Soğuk Savaş döneminde bu politikayı değiştir- 
meye karar verdi. Bu politik değişimin temelinde, İkinci Dünya 
Savaşından güçbela ayakta kalarak kurtulan İngiltere ve yeni 
dünyanın "yıldızı" ABD vardı. 

İngiltere, Soğuk Savaş döneminde öteki sömürgeci devletlere 
kıyasla daha uzak görüşlü ve gerçekçi bir politikayı hayata geçir- 
di. Bir gün kovulacağım bildiği sömürgelerinden çıkıp gitmeye 
başladı ancak giderken de siyasal ve ekonomik çıkarını sürdüre- 
cek yapılanmaları kurmaya çalıştı. 

DP hükümeti, Almanların elinden çıkan sömürgelerin Fransız- 
ların, İngilizlerin terk ettikleri toprakların da ABD nüfuzu altına 
gireceğine inanıyordu. Asya ve Afrika'daki bağımsızlıkçı halk ha- 
reketlerini önemsemiyordu. 

Dışişlerine verilen talimat gereği Birleşmiş Milletlerde ABD 
nasıl oy kullanırsa aynen onlar gibi oy kullanılacaktı. (Mahmut 
Dikerdem, Ortadoğu'da Devrim Yuları, 1977, s. 66) 

Örneğin bu tavır, Cezayir meselesinde Fransa'nın yanında yer 
alınarak hayata geçirilmişti. 

Benzer bü* durum Arap dünyası ile Türkiye'yi karşı karşıya ge- 
tirecekti... 

Mısır, 1936 antlaşmasıyla Süveyş Kanalında İngilizlerin askerî 
üs bulundurmasmı kabul etmişti, ikinci Dünya Savaşı sonrasında 
ingilizler, Mısır'daki askerî varlıklarını uzun süre koruyamayaca- 
ğını anlayarak, Britanya hnparatorluğu'nun can daman sayılan 
Süveyş Kanalında mümkün olduğu kadar uzun süre tutunmak 
amacıyla birtakım tertiplere girişti. Bunlardan ilki 1951 yılında 
"Ortadoğu Savunma Paktı" projesi şeklinde ortaya çıktı, ingiltere 



473 



hükümeti, Amerika'nın, bu bölgede Sovyet nüfuzunun yayılması- 
na set çekecek her türlü ittifaka ilgi duyacağını biliyordu. Öte 
yandan, Süveyş Kanalının büyük hissesini elinde tutan Fran- 
sa'nın da kanalın emin ellerde kalmasını istediği muhakkaktı. Şu 
halde ingiltere'nin çıkarlarını, iki Batılı müttefiki ile Arap devlet- 
lerini içine alan bir askerî pakt çerçevesi içinde savunması daha 
gerçekçi tutum olacaktı. Bölgenin askerî bakımdan en güçlü dev- 
leti olmak sıfatıyla Türkiye de, böyle bir paktın kurucuları arası- 
na girebilirdi. Amacı, komünizm tehlikesine karşı ortak bir sa- 
vunma olarak açıklanacak bu pakta, Ankara'nın hevesle katılaca- 
ğı umuluyordu. Nitekim öyle oldu: Türkiye, Arap devletlerinin li- 
deri durumundaki Mısır'a bir "Ortadoğu Savunma Paktı" imzala- 
masını önermeyi düşündü. Böylece "Araplara yaklaşma" politika- 
sı da ilk sınavını vermiş olacaktı. 

Başbakan Menderes, "Ortadoğu Savunma Paktı" taslağını ha- 
zırlamak için Arap devletleri nezdindeki Türk temsilcilerini gizli- 
ce Ankara'ya çağırdı. 

İşte Zorlu kardeşlerin, Fatin Rüşdü Zorlu ve Rıfkı Rüşdü Zor- 
lu'nun katıldığı konferansın amacı buydu. 

"Ortadoğu Elçileri Konferansı" 1955 haziranında Ankara'da 
Bakanlar Kurulu salonunda açıldı. Toplantıya Adnan Menderes 
başkanlık ediyordu. Sağında Köprülü, solunda Zorlu yer almıştı. 
Masanın çevresinde kıdem sırasıyla: Cidde Büyükelçisi Kemal 
Aziz Payman, Bağdat Büyükelçisi Fikret Şefik Özdoğancı, Beyrut 
Büyükelçisi Rıfkı Rüşdü Zorlu, Amman Büyükelçisi Kadri Rizan, 
Şam Maslahatgüzarı ismail Sosyal ve Kahire Maslahatgüzarı Mah- 
mut Dikerdem oturmuştu. 

işin garip yanı, toplantı gizliydi gizli olmasına ama, yine toplan- 
tıya katılanlar arasında bulunan İsrail büyükelçisi Şefkati Istinye- 
li'nın adı, "duyarlarsa Araplar kızar" diye katılımcılar arasında 
resmen gösterilmemişti! 

Toplantı üç gün Ankara'da, sonra iki gün de istanbul Florya'da 
Cumhurbaşkanı Celal Bayar'ın başkanlığında sürdü. 

Aslında bir bakıma büyükelçiler beş gün boyunca boşuna ko- 
nuşmuşlardı. Çünkü Türkiye'nin Ortadoğu politikasına yön veren 
isim "Çöl Tilkisi" adı verilen İrak Başbakanı Nuri Said'di! 

Fatin Rüşdü Zorlunun da savunduğu bu politikanın özü şuydu: 

Başta ABD olmak üzere Batılı devletlerin istediği, Ortadoğu as- 
kerî paktına Arap devletlerinin katılmasının ön koşulu, Mısır'ın 
bu projeye kazandırılmasıydı. Çünkü Mısır, Arap milliyetçiliğinin 
bayraktarlığını yapmaktaydı. Mısır'ın ve onun yeni lideri Cemal 



Abdünnâsır'ın taraftar olmayacağı bir pakta Arap devletlerini gir- 
meye zorlamak yararsızdı. Bilirler ki, böyle bir pakta girerlerse 
Arap dünyasındaki prestijlerini yitirirler ve ihanetle suçlanırlar. 
Şu halde ilk önce Mısır'ı ikna etmek gerekiyordu. Mısır yola girer- 
se, öteki Arap devletlerini pakta almak çok kolaylaşacaktı! 

Ama bu stratejiyi hayata geçirmek zordu. Çünkü, Nasır liderli- 
ğinde 23 temmuz 1952'de gerçekleşen Mısır devrimi, Arap dünya- 
sında yeni bir dönemi başlatmıştı. "Maşrıktan Mağrib'e kadar" tüm 
Arapların sömürgecilerin elinden kurtulacağı müjdeleniyordu. 

Yani, Nâsır'ın öncülüğündeki Arap milliyetçiliği (Baas) Arap 
dünyasını çok etkilemişti. ABD ve İngiltere, Mısır'ı da içine alan 
bir pakt kurarak bu rüzgârı Sovyetler Birliği aleyhine çevirmek 
istiyordu. 

İşte tüm bu stratejiyi hayata geçirecek ülkenin Türkiye olduğu 
konusunda ABD ve İngiltere hemfikirdi. 

Türkiye bu görevi neden kabul etmişti ? 

DP hükümeti ekonomik kalkınmanın ABD'den gelecek dolar- 
larla mümkün olacağını hesaplıyordu. Yardım parası nasıl gele- 
cekti; bu "Ne kadar çok komünizm tehlikesi varsa o kadar çok 
para gelir" mantığına dayanıyordu! 

O halde ne yaptılar; sanatçıları, öğretim üyelerini ve birkaç iş- 
çiyi yakalayıp "büyük tevkifat" diye gazetelere çarşaf çarşaf ha- 
ber yaptırdılar. 

Komünizmi önlemenin tek yolu ABD dolarıydı !.. 
Bir avuç dolar için Ankara, ABD Büyükelçiliğine bomba atıp, 
"Komünistler yaptı" demekten bile geri durmadı. 

Evet neydi hesap: yeni kurulacak pakta Mısır'ı almak! 
Bu projenin Türkiye'deki en güçlü savunucusu Fatin Rüşdü 
Zorluydu. ABD-İngiliz patentli bu oyunun en güçlü oyuncusu 
Türkiye, Mısır'la iyi ilişkileri gerçekleştirmek için kollan sıvadı. 

Önce, Fatin Rüşdü Zorlunun ağabeyi Beyrut Büyükelçisi Rıfkı 
Rüşdü Zorlu Kahire büyükelçiliğine atandı. 

Hemen ardından Ali Fuad Cebesoy'un başkanlığında bir "dost- 
luk heyeti" Mısır'a gönderildi. Heyette, Ahmed Emin Yalman, Ali 
Naci Karacan, Selim Ragıp Emeç, Mümtaz Faik Fenik ve Mithat 
Perin gibi Adnan Menderes'in dostu ünlü gazeteciler vardı. 

Ancak gezi beklenildiği gibi olmayacaktı: Mısır Enformasyon 
Bakanı Binbaşı Salah Salim'in, "İsrail Arap dünyasının bağrına 
saplanmış bir hançerdir, İsrail var oldukça Araplar başka hiçbir 
tehlikeyi hesaba katmayacaktır. İsrail'i tanıyan devletlerle dost- 
luk kurmayacaktır. Türkiye de İsrail'le ilişkide olduğu sürece Mı- 



sır'ın dostluğunu kazanamayacaktır" demesi ortamı gerdi. 

Türk gazeteciler geri durmadı. Mısır, Türkiye'nin Ortadoğu'da- 
ki öneminin farkında değil miydi ? Komünizmin bölgede yayılma- 
sını önleyecek tek sağlam kalenin Türkiye olduğunu bilmiyorlar 
mıydı? Yoksa Mısır komünizmi tehlike olarak görmüyor muydu? 

Mısırlı devlet adamlarının yanıtı basitti: "Bizi 7 500 km uzaklık- 
taki 'komünizm tehlikesi' değil, Süveyş'teki tehdit daha çok ilgi- 
lendiriyor!" 

Sonuçta, ne dostluk heyeti ne de Rıfkı Rüşdü Zorlunun çaba- 
lan Mısır'ı pakta girmeye ikna edebildi. 

Türkiye ile Irak arasında 24 şubat 1955'te imzalanan Bağdat 
Paktına, 4 nisanda İngiltere, 23 eylülde Pakistan ve 3 kasımda 
İran katıldı. ABD paktın gözlemci üyesiydi. 

Soğuk Savaş Ortadoğu'yu ısıtmaya başlamıştı... 

İngiltere'nin Mısır dışında Kıbns'tan da, yeni düzenlemeler ya- 
parak çekilmek istemesi bu kez Türkiye ile Yunanistan'ı karşı 
karşıya getirdi... 

Ve bu gerginliğin tam ortasında Fatin Rüşdü Zorlu vardı! 

Bir telgrafla başlayan olaylar 

Fatin Rüşdü Zorlu, Kıbns'tan sorumlu bakandı. Bu nedenle ön- 
ce Kıbns sorunu üzerine Dışişleri Bakanlığında bir komisyon ku- 
rulmasını sağladı. Zorlunun başkanlığındaki bu komisyonda, Ge- 
nelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral Rüştü Erdelhun, Dışişleri 
Genel Sekreteri Muharrem Nuri Birgi, Atina Büyükelçisi Settar 
İksel, Dışişleri genel müdürlerinden Orhan Eralp ve Mahmut Di- 
kerdem vardı. 7 

Komisyon Kıbns sorununu inceleyecek ve hükümetin tutumu- 
nu saptayacaktı. Zorlunun önemle üzerinde durduğu ve kendine 
temel aldığı başlıca iki konu vardı. Bunlardan ilki Türkiye'nin 
Kıbns üzerinde en az Yunanistan kadar hak sahibi olduğunu ka- 
nıtlamak ve bunu dünyaya duyurmak. İkincisi, sorunlar çözüme 
kavuşuncaya kadar Kıbns Türklerine gerekli her türlü yardımda 
bulunarak dayanma güçlerini artırmak. 

Kıbns politikası konusunda Başbakan Menderes- Başbakan 
Yardımcısı Zorlu ikilisi ile Dışişleri Bakanı Köprülü farklı düşünü- 
yordu. Köprülü meselenin neden bu kadar abartıldığını belki de 
hiç anlamamıştı. 

Temelleri 1930'larda Atatürk ve Venizelos tarafından atılan 



T- Türk diplomasisinin onurlu ismi Mahmut Dikerdem, ünlü gazeted-yazar Mehmet Ali 
Birand'ın dayısıdır. 



Türk- Yunan dostluğu, imzalanan Seyrisefain Antlaşmasıyla pekiş- 
miş, bu antlaşmaya bağlı olarak on binlerce Yunan vatandaşı Tür- 
kiye'ye gelerek özellikle ticaret sektöründe çalışmaya başlamıştı. 
İkinci Dünya Savaşından sonra her iki ülkenin Batı ittifakı ve do- 
layısıyla NATO içinde yer almaları olumlu ilişkilerin kökleşmesi- 
ne neden olmuştu. 1952'de Cumhurbaşkanı Celal Bayar ve Yuna- 
nistan Kralı Paulos'un karşılıklı ziyaretleri ilişkileri pekiştirmişti. 

İstanbul'un fethinin 500. yıldönümünün, Yunanlıları gücendir- 
memek, Türk- Yunan dostluğuna gölge düşürmemek için DP hü- 
kümeti tarafından "âdet yerini bulsun" anlayışıyla küçük bir tö- 
renle kutlanmak istenmesi, İstanbul'da olaylara yol açmıştı. Dük- 
kânlarını bayraklarla süslemeyen ve tatil yapmayan dükkânlar 
saldırıya uğramıştı! 

Hürriyet gazetesi, İstanbul'un fethini kutlamak isteyen üniver- 
site öğrencilerinin gösterilerini manşetlerine taşıyordu. Hüküme- 
ti, "Türkiye'nin dış politikasını Atina mı idare ediyor?" diye topa 
tutuyordu! 

Bin yıldır birlikte yaşayan Türk ve Yunan halkları birdenbire "ge- 
leneksel düşman" oluvereceklerdi! Kültürleri birbirine bu kadar 
benzeyen iki halk neden "ezelî ve ebedî düşman" yapılıvermişti? 

Neden?.. 

Her iki ülke arasında sürekli gerilen ipin ucunu kimler tutuyor- 
du? Ve ipin gerilmesiyle İsrail'in kurulması arasında doğru bir 
ilişki var mıydı? 8 

Akdeniz'in kalbinde bulunan Kıbrıs, stratejik öneme sahipti. 

Yunanistan Kıbrıs'ın kendisine verilmesini istiyordu, Türkiye 
ise adanın kendisine ait olduğunu ileri sürüyordu. İngilizlerin 
amacı ise Türkiye ile Yunanistan'ı karşı karşıya getirerek zaman 
kazanmaktı. İngiltere üçlü konferans çağrısında bulundu. Konfe- 
rans 29 ağustos 1955'te Londra'da Lancaster House'da toplana- 
caktı. Konferans görünüşte Doğu Akdeniz'in güvenliğini ilgilendi- 
ren tüm sorunları görüşmek için toplanıyordu. Ancak her üç ül- 
ke de esas konunun Kıbrıs üzerine odaklanacağını biliyorlardı. 

Türk kamuoyu bu sorunu ulusal bir dava olarak benimsedi. Yur- 
dun her köşesinde özellikle gençlik ayaktaydı. Yürüyüşler, göste- 
riler yapılıyordu. Benzer gösteriler Atina'da da düzenleniyordu. 



8. Farklı okuma notlan ve soruları: I) XVI. yüzyılda Osmanlılar Kıbrıs'ı fethetmeleri ile 
Saray'daki Yahudi ağırlığı arasında doğru bir ilişki var mıdır? 2) Prof. Avram Galanti'ye 
göre Kıbrıs'ı alan Padişah II. Selim, Yahudi Nassi'ye neden "Seni Kıbrıs'a kral yapaca- 
ğım" dedi. 3) Kıbrıs alındığında adaya yerleştirilen Yahudi sayısı kaçtır? Neden büyük 
çoğunluk Larnaka ve Limasol'dadır ? 4) Sokullu Mehmed Paşa Kıbrıs'ın Yahudi krallığı 
olmasını neden önlemiştir? 5) XX. yüzyılın başında Siyonistlerin "Kenan Ülkesi"ni kur- 
mayı düşündükleri yerler arasında Kıbrıs var mıdır? 






Londra Konferansı öncesi Başbakan Menderes 27 temmuz 
1955'te kabinede değişiklik yaptı: Köprülü başbakan yardımcılığı- 
na, Fatin Rüşdü Zorlu ise Dışişleri bakanlığına getirildi. 

Ardından Türk hükümeti Yunanistan'a sert bir nota vererek, 
Kıbrıs'la ilgili tahrik ve kışkırtmalara son vermesini istedi. 

Başbakan Menderes, gerekirse Türk askerinin adaya çıkabile- 
ceğini ima eden açıklama yaptı; Kıbrıs'taki Türk toplumunu ma- 
hallî makamlar koruyamazsa Türkiye'nin koruyacağını söyledi. 
Ve Londra Konferansı bu gergin havada toplandı. 
Türkiye'nin gözü kulağı Londra'daydı. 

Londra'ya giden heyetin başında Dışişleri Bakanı Zorlu vardı. 
Ayrıca heyette Millî Savunma Bakanı Edhem Menderes, Dışişleri 
Genel Sekreteri Muharrem Nuri Birgi, Londra büyükelçiliğinden 
Bonn'a yeni atanan Suat Hayri Ürgüplü gibi isimler bulunuyordu. 

Konferansa katılan üç ülkenin de görüşleri birbirinden çok 
farklıydı. İngiltere, Kıbrıs'ta üçlü bir askerî yönetimi savunuyor- 
du. Yunanistan ada halkının geleceğini kendisinin belirleyebile- 
ceğini belirtiyordu. Türkiye ise, "Statüko bozulacaksa Kıbrıs Tür- 
kiye'ye katılmalıdır" tezini ileri sürüyordu. 

Londra Konferansında beklenildiği gibi bir sonuç çıkmayaca- 
ğı belli olmuştu. Türk heyeti konferansa yeni bir öneri getirmek 
istedi: acaba Kıbrıs sorununun bir süre dondurulması için beş yıl- 
lık bir moratoryum uygulanabilir miydi? Yani her üç ülke de Kıb- 
rıs meselesini beş yıl süreyle milletlerarası bir anlaşmazlık konu- 
su yapmaktan çıkaracak ve bu süre içerisinde Kıbrıs'ın hukukî 
statüsünde herhangi bir değişiklik isteğinde bulunmayacaktı. 

Dışişleri Bakanı Zorlu bu öneriyi Ankara'ya bildirip Başbakan 
Menderes'in onayım almak istedi. Menderes olumsuz cevap ver- 
di; "Kıbrıs meselesini erteleme girişimi bizden gelmemeli" dedi. 

Konferansın ikinci tur görüşmeleri başladı. 

Zorlu gelişmeleri telefonla Ankara'ya bildiriyordu. 6 eylül ak- 
şamı Zorlu, Londra Büyükelçiliğinde Türk heyetini topladı. An- 
kara'yı telefonla arayıp ertesi gün Lancaster House'da görüşül- 
meye başlanacak "ortak bildiri metni" üzerinde Başbakan Men- 
deres'ten talimat almak istedi. 

Zorlu o gece Başbakan Menderes'e ulaşmakta zorlandı. Başba- 
kan'ı ancak Haydarpaşa Gan'nda bulabildi. 

Menderes'le konuşmaya başlayan Zorlunun rengi değişti... 

6 eylül günü saat 21.00 sularında İstanbul'da olaylar çıkmıştı. 
Başta Rumlar- olmak üzere azınlıkların ev ve dükkânlarına saldı- 
rılar yapılıyordu. Başbakan Menderes, Zorluya, "Londra'da artık 



478 



ne arıyorsunuz? Hemen geri gelin!" emrini verdi. 

Zorlu Başbakan Menderes'le yaptığı telefon konuşmasından 
sonra BBC Radyosunu dinlemeye başladı. 

Heyetteki herkesin yüzü sararmıştı... 

73 kilise, 8 ayazma, 1 havra, 2 manastır, 4 340 dükkân, 110 otel 
ve restoran, 27 eczane, 21 fabrika, 3 Rum gazetesi, 5 Rum kulü- 
bü, 2 600 ev, 52 Rum okulu ve 8 Ermeni okulu tahrip ya da yağma 
edilmişti. Balıklı Rum Kilisesinin papazı Hrisantos Mandas olay- 
lar sırasında öldürülmüştü. 

Olaylar sırasında Yahudilere yönelik pek fazla saldın olmamış- 
tı; ağırlık Rum ev ve işyerlerine yönelikti. Sanki "bir güç" Rumla- 
ra ait yerlere "gamalı haç" çizmişti; İstanbul'un varoşlarından 
kent merkezine gelenler direk bu yerlere yönelmişti!.. 

Ama sonuçta suçlu da bulunmuştu (!): poliste kaydı bulunan 
Aziz Nesin, Kemal Tahir, Hasan İzzettin Dinamo gibi kırk üç sol- 
cu hemen gözaltına alındı!.. 

Bu arada TBMM olağanüstü toplandı. Genel kurulda söz alan 
DP İstanbul Milletvekili Aleksandros Hacopulos, "Hadiselerin 
tarzı cereyanı (oluş biçimi) tertip olduğunu açıkça ortaya koy- 
maktadır" dedikten sonra kolluk kuvvetlerinin olaylar sırasında 
gösterdiği kayıtsızlığa dikkat çekti. 

Hükümet adına konuşan Başbakan Yardımcısı Fuad Köprü- 
lü'nün konuşması genel kurul için tam bir sürpriz oldu: "Bu hadi- 
seden hükümet evvelce haberdardı. Ona göre bazı tertibat da al- 
mıştı. Fakat bu hadisenin günü ve saati muayyen değildi ve bu 
bütün gayretlere rağmen adeta bir baskın şeklinde ve her tarafta 
birden ortaya çıkmıştır." 

Fuad Köprülü aslında böyle konuşarak "gaf yapmıyordu. Or- 
talıkta Dışişleri Bakanı Zorlunun, Başbakan Menderes'e çektiği 
bir telgraftan söz ediliyordu. Bu telgrafta Zorlunun, "Türkiye'nin 
Kıbrıs konusunda ne kadar kararlı olduğunun ve taleplerinde ne 
dereceye kadar ısrar edeceğinin dünyaya ispat edilmesini" istedi- 
ği yazılıydı!.. 

Başbakan Menderes, telgrafın gereğini yerine getirmişti ! 9 

Gazeteci-yazar Fatih Güllapoğlu, Genelkurmay Özel Harp Daire - 
si'nde başkanlık da yapan Emekli Orgeneral Sabri Yirmibeşoğlüyla 



9. Hikmet Bil, "Kıbrıs Türk'tür Derneği"nin başkanıydı. Kıbrıs Olayı ve içyüzü adlı kita- 
bında, olaylardan bir gün önce Başbakan Menderes'in kendisini arayarak, Florya'ya da- 
vet ettiğini ve burada neler konuştuklarını yazdı. Görüşmelerinde Başbakan Menderes, 
Londra'da bulunan Fatin Rüşdü Zorlu'nun zor durumda olduğunu ve bir şeyler yapıl- 
ması gerektiğini belirten şifre gönderdiğini söylemişti. O gece orada Celal Bayar, içiş- 
leri Bakanı Namık Gedik, Emniyet Genel Müdürü Edhem Yetkinergibi isimler vardı! 



yaptığı görüşmede tarihe geçecek şu cümleleri ortaya çıkardı: 

6-7 Eylül de bir Özel Harp işiydi. Ve muhteşem bir örgütlenmeydi. 
Amaca da ulaştı. (...) Sorarım size, bu muhteşem bir örgütlenme de- 
ğil miydi ? (Tankstz Topsuz Harekât, 1991, s. 104) 

6-7 Eylül Olayları bugün artık bir muamma değildir. Türkiye, 
kamuoyunun Kıbrıs konusunda ne kadar hassas olduğunu dün- 
yaya duyurmak isterken, "kantarın topuzunu iyi ayarlayamamış- 
tı" o kadar!.. 



"En uzun boylu... Fatin Rüşdü Zorlu..." 

6-7 Eylül Olayları DP grubunda sarsıntılı atlatıldı. 

Ardından bazı DP milletvekillerinin, ceza yasasına "ispat hak- 
kının konmasını istemesi partiyi parçalama noktasına kadar ge- 
tirecekti. 

Yasa tasarısını isteyenler, son dönemde DP içinde birçok kişi- 
nin suiistimal yaptığını iddia ediyor ve bunun önüne geçilmesini 
istiyordu. Fakat bu yasa teklifinin yapılmasının öncelikli nedeni, 
Devlet Bakanı Mükerrem Sarol'un başkanlığını yaptığı Etiler Ko- 
operatifı'nin demir, çimento gibi malzemeleri devleti zarara uğra- 
tarak aldığı iddiasıydı. Her üye normal evlerde otururken, Bakan 
Sarol'un havuzlu, ilginç mimarîli büyük bir malikâneye sahip ol- 
masının altında yatan da bu demir çimento yolsuzluğuydu! 

"İspat hakkı'nın Bakan Sarol'un "kellesini" almaya yönelik ol- 
duğunu düşünen ve eğer buna izin verirse arkasının geleceğini 
hesap eden Başbakan Adnan Menderes yasa teklifine karşı çıktı. 

Ama parti grubundaki olayların önüne geçemedi. 

Grup bastırdı, Devlet Bakanı Sarol istifa etmek zorunda kaldı. 

Menderes zor dununda kalmıştı. Çünkü 15 ekimde DP'nin dör- 
düncü büyük kongresi vardı. Ve partinin önemli isimleri "ispatçı- 
lar" arasındaydı. 

Genel başkanlığını tehlikeye düşürmek istemeyen Menderes, 
kongre günü "ispatçılardan" Fevzi Lütfı Karaosmanoğlu, Ekrem 
Hayri Üstündağ. Ziyad Ebüzziya gibi dokuz milletvekilinin parti- 
den atılmasını sağladı. Bunun üzerine Turan Güneş, Fethi Çelik- 
baş, İbrahim Öktem gibi on DP'li milletvekili de istifa etti. 

Adnan Menderes kongreden bir kez daha genel başkan olarak 
Çıktı. 

Ancak DP çatırdıyordu... 



Görünen neden "ispat hakkı'ydı. Oysa daha derinde yatan ne- 
den bambaşkaydı: 1955te ekonomide bazı zorluklar ortaya çıkmış- 
tı. Dış borçlar giderek artıyordu. "Borçlanabildiğimiz kadar borç- 
lanalım, nasıl olsa Amerika öder" anlayışı iflas etmişti. Döviz gel- 
miyordu. İMF'nin kontrolü ve baskısı artmaya başlamıştı. Dünya 
Bankası kredi konusunda artık zorluklar çıkarıyordu. İthalat kısıl- 
mıştı. Kredi ve hele döviz talepleri karşılanamıyordu. 

Başbakan Menderes, Fatin Rüşdü Zorlu, Hasan Polatkan ve 
Sıtkı Yırcah'yı, kişilerin ve şirketlerin ihtiyacına göre döviz veren 
"Döviz Komitesi"ne üye yapmıştı. Döviz Komitesinin başı dert- 
teydi. İstekleri yerine gelmeyenler ortalığı karıştırıyor, iftiralar, 
dedikodular gerçekle karıştırılıyordu. 

Parti içinden de hükümete eleştiriler gelmeye başlamıştı. Örne- 
ğin, Başbakan Menderes'in halası Sacide Hanım'in oğlu DP millet- 
vekili Kenan Akmanlar bile, üç arkadaşıyla birlikte, hükümetin 
ekonomik siyasetini eleştiren bir rapor hazırlamıştı. 

Ve bir gün hiç beklenmedik bir olay oldu... 

Kalay sıkıntısından dolayı beyazpeynir için teneke bulunama- 
yışının Dışişleri Bakanı Fatin Rüşdü Zorlunun istifasına yol aça- 
cağını kim bilebilirdi. Zorlu siyasî hayatının en güçlü sınavını ka- 
sım ayının son günlerinde yaşayacaktı. 

22 kasımda toplanan DP grubu, izlenen ekonomik politikalar- 
la ilgili Meclis'te gensoru açılması önergesini kabul etti. Başba- 
kan Menderes resmî bir gezi için gittiği Bağdat'ta parti grubunun 
kararını alınca fena halde kızdı. "İsyanı" kolayca bastıracağını 
düşünüyordu. Bir hafta sonra, 29 kasımda gensoruyu bir kez da- 
ha görüşmek üzere toplanan DP grubunda yaşananları kimse ön- 
ceden tahmin edemezdi... 

Kürsüye önce hükümetin ekonomik politikalarım savunmak 
için Ticaret ve Ekonomi Bakanı Sıtkı Yırcalı çıktı. 

DP grubu, Yırcalı kürsüye çıkar çıkmaz "İstifa... İstifa..." diye 
bağırmaya başladı. 

Bakan Yırcalı, "Mademki memnun değilsiniz, istifa ediyorum!.." 
deyince grupla birlikte Başbakan Menderes de şaşırdı. 

Ama ok yaydan çıkmıştı... 

Grup bu kez Maliye Bakanı Hasan Polatkan'ı kürsüye davet et- 
ti. Ve o da daha birkaç söz söyleyemeden, grubun "İstifa... İstifa..." 
sloganlarına kızarak, sinirlenip istifasını açıkladı. 

DP grubu Roma İmparatorluğumun arenalarına dönmüştü. Mil- 
letvekilleri bakanları kürsüye çağırıyor ve ölüm emrini veriyorlardı. 

Fatin Rüşdü Zorlu sıranın kendisine geleceğini hesap etti. Ak- 



rabası ve aynı zamanda özel kalem müdürü Büyükelçi Ziya Tepe- 
delen'e 10 telefon ederek, kendisine derhal Türkiye'nin ekonomi- 
siyle ilgili tüm son bilgileri, istatistikleri vermesini istedi. 

Zorlu iç politikadan bu kadar uzaktı. Milletvekillerini ikna edece- 
ğini düşünüyordu. Kendisi için hazırlanan sonu hâlâ göremiyordu. 

Dışişleıi'nin genç diplomatlarından Semih Günver ve Kâmran 
İnan" tarafından getirilen dosyalara bakarak alelacele bir ko- 
nuşma hazırlamaya başladı. 

DP grubu, "En uzun boylu... Fatin Rüşdü Zorlu..." diye tempo 
tutmaya başladı. Zorlu, giyotine gider gibi, masa üzerindeki not- 
lan yanına alıp kürsüye çıktı. "Arkadaşlar" diye söze girdi. Grup, 
"İstifa... İstifa..." diye bağırarak yanıt verdi. Bir kez daha konuş- 
mayı denedi: "Arkadaşlar, Türkiye'nin ekonomisi..." 

"İstifa" sesleri dinmiyordu. Zorlu kürsüde biraz bekledi. Sesler 
azalmıyor, sürekli artıyordu. "Peki" dedi, "istifa ediyorum." 

Ama DP grubu Zorlunun sadece Dışişleri Bakanlığından değil 
Döviz Komitesi gibi diğer görevlerinden de istifasını istiyordu. 
"Hepsinden... Hepsinden..." diye bağırmaya başladılar. 

Zorlu tekrar kürsüye çıkıp, "Bütün görevlerimden istifa ediyo- 
rum" dedi. 

Kürsüden indi, eşyalarını toplamak için TBMM'den ayrılıp Dı- 
şişleri Bakanlığına gitti. Yakın arkadaşları diplomatlar, makam 
odasını doldurdular. Her kafadan bir ses çıkıyordu. 

"Ne olduğunu anlamadım; neden istifa ettiğimi de; başbakanın 
bizi neden savunmadığını da bilemiyorum" dedi. 



Daha ilk günlerden itibaren Demokrat, Parti Meclis Grubu Zor- 
ludan hoşlanmamıştı. Zorlu da milletvekillerine kendisini sevdirecek 
herhangi bir gayret sarf etmiyordu. Sarf el meye vakti yoktu, vakti ol- 
sa bile bunu beceremezdi. Parti arkadaşları arasında, hali tavrı, giyi- 
nişi, komışuşu, V harflerini telaffuz edemeyişi, kimseyi takmayışı, 
kırıcı davranışlarıyla sanki uzaydan gelmiş bir yaratık gibiydi. (Semih 
Günver, Fatin Rüştü Zorlunun Öyküsü, 1985, s. 51) 



10. Dışişleri Bakanı Fatin Rüşdü Zorlu'nun özel kalem müdürü Ziya Tepedelen de Evliya- 
zade ailesinin bir ferdiydi. Gülsüm Evliyazade'nin torununun kızı Leyla'nın ilk eşiydi. 

I948'de evlendiler 1969'da boşandılar. Bu evlilikten do|an Kenan Tepedelen de diplomat- 
'"- Osmanlı'nın ünlü vezirlerinden Tepedelenli Ali Paşa'nın soyundandırlar. CHP'Iİ Kemal 
Derviş, Hürriyet gazetesine verdiği röportajında (25 haziran 2001) anneanne tarafından 
Tepedelenli Ali Paşa'nın akrabası olduğunu söylemiştir, yani akrabalıkları sözkonusudıır! 

' I - Türk siyasetinin tanınmış isimlerinden Kâmran inan, o yıllarda Başbakan Adnan 
Menderes'in oğlu Yüksel Menderes'in en yakın arkadaşıydı. Evliyazadeler, 27 Mayıs 
'960 askerî müdahalesinden sonra, bu dostluğun "kariyerime zarar gelmesin" diye 
Kârnran inan tarafından bozulduğunu söylüyor. 



Fatin Rüşdü Zorlunun Dışişleri bakanlığı dört buçuk ay sür- 
müştü... 

Zorlu Dışişlerinde özel eşyalarını toplarken, DP grubundaki 
hareketlilik sürüyordu. Son olarak Başbakan Menderes, grubu 
yatıştırmak için kürsüye çıktı; "İsimleri suiistimallere kansan tüm 
bakanların istifasını istiyorum" dedi. Milletvekilleri başbakanı al- 
kışlamaya başladı. Menderes ayrıca kendisi için güvenoyu istedi. 

Sonra ne oldu dersiniz: sadece üç bakanın değil, hükümetin 
tüm bakanlarının istifasını isteyen DP grubu, kabinenin başı baş- 
bakana güvenoyu verdi! 

Menderes teşekkür konuşmasında, "Aslanlar gibi insanlarsı- 
nız, siz isterseniz hilafeti bile geri getirirsiniz!.." dedi. 

Başbakan Menderes 8 aralıkta yeni hükümeti kurdu. 

"îadei itibar" edilerek Fuad Köprülü tekrar Dışişleri bakanlığı- 
na getirildi. "Halefi" Fatin Rüşdü Zorlu ise kabine dışında kaldı! 

Dışişlerinde "Fuadcılar" sevinçli, "Fatinciler" üzgündü... 



Evliyazadelerin dargın damatları 

Fatin Rüşdü Zorlu kızgındı. 

Başbakan Menderes'in kendisini DP grubunun önüne yem ola- 
rak attığını düşünüyordu. Halbuki Başbakan Menderes'le hiç ih- 
tilafa düşmemişti. Her icraatmda ondan talimat almıştı. Çok ça- 
lışmıştı. İç siyasete kurban edildiğini düşünüyordu. Menderes'e 
küskündü. 

Okul arkadaşı, Büyükelçi Settar İksel'in Ankara Yenişehir'deki 
küçük dairesine adeta sığınmıştı. Oğuz Gökmen, Muharrem Nuri 
Birgi, Melih Esenbel ve bacanağı Ziya Tepedelen gibi yakın dost- 
ları dışında kimseyle konuşmuyordu. Arkadaşlarıyla briç oynaya- 
rak oyalanıyordu. 

Ne o Menderes'i arıyordu ne de Menderes onu!.. 

Fatin Rüşdü Zorlu Ankara siyasî kulislerinde görünmüyordu 
ama DP grubu onu hiç de unutmuş görünmüyordu. 1 1 ocak 1956'da 
DP grubu TBMM'ye verdiği önergede, Zorlu, Yırcalı ve Polatkan 
hakkında nüfuz ticareti ve suiistimal iddialarıyla ilgili olarak Meclis 
soruşturması açılmasını istedi. 

DP grubunun kaynaması durmuyordu. Başbakan Menderes 
grubunu kontrol altına almakta zorlanıyordu. 

DP'den ayrılanlar, 20 aralık 1955'te, siyasî alanda liberal, eko- 
nomik alanda ise devletçi Hürriyet Partisini kurdular. 

Partinin genel başkanı Fevzi Lütfı Karaosmanoğlu'ydu. Bu par- 



tiye DP'den milletvekili akışının bir türlü önüne geçilemiyordu. 

Fatin Rüşdü Zorlu siyasetten usanmış gibiydi. 

Aslında bıkkınlığının nedeni biraz da korkuydu. 

Bir gün Başbakan Menderes'e haber gönderdi. Siyasetten ayrıl- 
mayı ve mesleğine dönmek istediğini bildirdi. Başbakan Mende- 
res, bacanağının isteğine şaşırmakla birlikte, ona Bern büyükel- 
çiliğini teklif etti. 

Zorlu için İsviçre hükümetinden agreman bile istenildi. 

İşte o sırada devreye Evliyazadelerin kadınları girdi... 

Fatin Rüşdü Zorlunun eşi Emel Zorlu o dönemde Berin Men- 
deres'in en yakınındaki isimdi. Kızı Sevin'in okulu ve Vesamet 
Hanım meselesi yüzünden Paris'te yaşıyordu. 

Ama bu hemen her gün Berin Hanımla telefonda konuşmala- 
rına engel değildi. Her gün telefonlaşıyorlardı. 

İki kuzen sırdaştı. 

Anneleri Naciye Hanım ile Makbule Hanım nasıl birbirlerinden 
ayrılmaz ikiliyse, kızları da öyleydi. 

Emel Zorlu Ankara'ya geldiğinde davetlere, alışverişe birlikte 
gidiyorlardı. 

Bazen de falcıya. 

Bu ikiliye İzmir'den gelen Doktor Nâzım'ın kızı Sevinç'in de 
katıldığı oluyordu. 

Sevinç'in evliliğinde de problem vardı. İlk çocuğu Tülin sakat 
doğmuştu. İkinci çocuk ise ölü dünyaya gelmişti. Eşi Cemil Ata- 
lay, "kusuru" eşinde arıyordu. 

Kimsenin aklına gelmiyordu, akraba evliliği yaptıkları! 

Berin Hanım'm safrakesesinden rahatsızlığı vardı. Çocuklu- 
ğundan beri bakıcılığını yapan Didar Kalfa artık çok yaşlanmıştı. 
Zaten Didar Kalfa kendine bile zor bakıyordu ve bir yıl sonra da 
vefat etti... 

Berin'in zor anlarında yanında mutlaka Emel oluyordu artık. 

Emel Hanım aynı zamanda Mendereslerin çocuklarıyla arka- 
daş gibiydi. Birlikte sinemaya gitmeye bayılıyorlardı. 

Çocuklan Yüksel Menderes ile Sevin Zorlu yapışık kardeş gi- 
biydiler, her yere birlikte giderlerdi. Çocukluklarından beri ter- 
cihleri Ulus'taki Yeni Sinemaydı. Açık mavi kadife koltukların 
olduğu locayı tercih ediyorlardı hep. 

Yüksel Menderes, gençliğinde her gittiği film biletinin arkası- 
"a, başrol oyuncularının adını ve sinemaya gittiği tarihi yazardı. 
O biletlerin koleksiyonunu yapardı. 

Bir de pul koleksiyonu vardı. Dayısı Samim Yemişçibaşı ve 



Dr. Tevfik Rüşdü Araş bu konuda en büyük iki yardımcısıydı. 

Yani Menderesler ile Zorlular birbirlerine çok yakındı... 

Evliyazadelerin kadınları Berin, Emel, Naciye ve Makbule ile 
Güzide Zorlu iki dargın damadı barıştırmak için kollan sıvadılar. 

Fatin Rüşdü Zorluya sabretmesi gerekliğini, siyasetten kop- 
masının doğru olmayacağını ve yakında Dışişleri bakanlığına tek- 
rar getirileceğine ikna ettiler. 

Zorlu bu uyanlardan etkilendi. Aynca Bern gibi etkisiz bir yer- 
de büyükelçilik yapıp yapmama tercihi kafasını kanştırmıştı. 

Evliyazade kadmlan aynı zamanda Başbakan Menderes'i de et- 
ki altına aldılar: "Partide güveneceğin kaç kişi var; grup giderek 
Bayar'ın etkisine giriyor; altını oyuyorlar; yalnızlaştınldığının far- 
kında değil misin ?" 

Ve sonuçta kadınlar kazandı; bir akşam yemeğinde Adnan 
Menderes ile Fatin Rüşdü Zorlu yan yana getirildi. Aile içinde ye- 
nen yemek buzlan eritmeye yetmişti... 

Fatin Rüşdü Zorlu, Bern'e büyükelçi olarak gitmedi ama bir 
Evliyazade büyükelçi oldu. 

Naciye Evliyazade'nin oğlu Samim, teyzesinin kocası Dr. Tev- 
fik Rüşdü Araş sayesinde Dışişlerine girmişti. İdarî memurlukla 
başlayıp Paris, Berlin ve Cidde'de görev yaptıktan sonra 1947'de 
merkeze alınmıştı. 

DP hükümetinin ilk döneminde protokol genel müdürü olan 
Samim Bey' in yeni görevi Viyana büyükelçiliğiydi!.. 

Dışişleri Bakanlığındaki bir diğer Evliyazade ise Yüksel Men- 
deres'ti. Giriş sınavını zorbela verebilmişti... Daha henüz memur 
adayıydı. 

Zorlu'nun ekibi iş başında 



Başbakan Adnan Menderes'le barışan Fatin Rüşdü Zorlu siya- 
sî yaşamında değişiklikler yapmaya başladı. 

20 haziran 1955'le TBMM Soruşturma Komitesi, Zorlu, Polat- 
kan ve Yırcalı hakkında suçsuz oldukları kararını verdi. Aynı gün 
Pliad Köprülü Dışişleri bakanlığından çekildiğini açıkladı. 

Köprülü ailesi ile DP'nin yollan ayrılıyordu- Babasından bir ay 
önce de Orhan Köprülü DP İstanbul İl başkanlığından ayrılmıştı... 

Bu gelişmeler üzerine Zorlu Yenişehir'deki eninden TBMM'ye 
gitmeye başladı. Artık milletvekilleriyle sohbet ediyor, onların 
desteğini kazanmak için çaba harcıyordu. 

Dışişleri bakanlığına Edhem Menderes vekâlet ediyordu. Ama 



ipler tekrar Zorlu'nun eline geçmişti. Melih Esenbel genel sekre- 
terliğe; 12 Muharrem Nuri Birgi Londra büyükelçiliğine; Oğuz 
Gökmen Ticaret Dairesi genel müdürlüğüne; Semih Gün ver Mil- 
letlerarası Ekonomik İşler Dairesi müdürlüğüne; Hasan Esad 
İşık 13 İktisadî İşler, Zeki Kuneralp 14 Siyasî İşler, Hüveyda Maya- 
tepek" NATO ve Hüseyin Daniş Tunalıgil 16 İdarî İşler genel sek- 
reter yardımcılığına atandı. 

Dışişleri'nde artık "Fatincilerin" yüzü gülüyordu... 

O günlerde ABD, Türkiye ekonomisini mercek altına almıştı. 
Verdiği kredilerin iyi kullanılmadığını düşünüyordu. Üstelik hü- 
kümetin ekonomi politikalarından şikâyetler sürekli artıyordu. 
Amerika, ekonomi uzmanı Clarence Randall başkanlığındaki bir 
heyeti Türkiye'ye gönderdi. Randall'a yardımcı olmak için, çeşit- 
li bakanlıklardan istenilen bilgilerin toplanması amacıyla bir ko- 
ordinasyon komitesi kuruldu. 

Başbakan Menderes bu komitenin başına Fatin Rüşdü Zor- 
luyu getirdi. 

Zorlu'nun bu yeni görevi, Maliye Bakam Nedim Ökmen'i çile- 
den çıkardı. Zorlu, Başbakan Menderes'e Maliye Bakanı Ök- 
men'in sabotaj yaptığı şikâyetinde bulundu. Başbakan Menderes 
zaten Bakan Ökmen'e hep "Bayar'ın adamı" gözüyle bakmış, 
Meclis'te 1956 bütçesi üzerine yaptığı konuşmada bir önceki hü- 



12. Melih Esenbel 1967-1979 yılları arasında Washington büyükelçiliği yaptı. Bir ara Sa- 
di Irmak hükümetinde (1974-1975) Dışişleri bakanıyken bile elçilik görevinden ayrılma- 
dı. Liseyi bir ara, Nâzım Hikmet'in dedesi Hasan Enver Paşa'nın Erenköy'de açtığı En- 
ver Paşa Lisesi'nde okudu, sonra Galatasaray'a geçti. 

13. ingilizlerin evine baskın yaparak pijamalarını değiştirmesine bile fırsat vermeden 
Malta'ya sürgüne götürdükleri göz doktoru ittihatçı Esad Paşa'nın oğludur. Hasan Esad 
Işık I965'te Dışişleri bakanlığı, 1974, 1977 ve I978'de üç kez Millî Savunma bakanlığı 
yaptı. Gazeteci -yazar Hıfzı Topuz'la teyze çocuklarıdırlar. Enişteleri, dördüncü ve be- 
şinci dönemlerde CHP milletvekili olarak Meclis'e giren Prof. Dr. Vasfi Raşid Seviğ'dir. 

14. Zeki Kuneralp. Ulusal Kurtuluş Savaşma karşı çıktığı için linç edilerek öldürülen, 
İngiliz işbirlikçisi Hürriyet ve itilaf Fırkası'nın önde gelen ismi gazeteci Ali Kemal'in oğ- 
ludur. Zeki Kuneralp, Madrid büyükelçiliği sırasında 2 haziran I978'de elçilik makam 
otomobilinin ASALA militanları tarafından silahla taranması sonucu eşi Necla Kuneralp 
"e bacanağı emekli büyükelçi Beşir Balcıoğlu'nu kaybetti. Zeki Kuneralp'in oğulları Se- 
lim ve Sinan Kuneralp de diplomattı. 

'5. Hüveyda Mayatepek, Enver Paşa-Naciye Sultan çiftinin kızı Türkân'la evliydi. Tür- 
kan Mayatepek Ankara'da bazı okullarda kimya öğretmenliği de yaptı. Türkân Hanım'ın 
kardeşi Enver Paşa sürgündeyken Berlin'de doğan Ali Enver 1 939da özel afia Türki- 
"" ye geldi ve Türk Hava Kuvvetleri'ne katıldı. Ancak istifa etti. ingiltere'de savaş uçak- 
lının deneme pilotu oldu. Avustralya'da eşiyle birlikte çıktığı bir tatilde, arabasının ıs- 
slz "" yerde bozulması sonucu açlıktan öldü. Yapılan otopside ölmeden önceotyedik- 
le " anlaşıldı. Bu ölüm esrarını hâlâ korumaktadır! 

'• Hüseyin Daniş Tunnlıgil teröre kurban giden ilk Türk büyükelçisidir. Viyana büyü- 
kelçiliği sırasında 22 ekim l97S'te ASALA tarafından şehit edildi 



kûmeti eleştirmesi tepkisini çekmişti. Ayrıca Köprülüyle ittifak 
içinde olmasından da rahatsızlık duyuyordu. 

Sonuçta Başbakan Menderes ağırlığını Zorlu'dan yana kullan- 
dı. Maliye Bakanı Ökmen 22 ağustos 1956'da istifa etti. istifasıyla 
ilgili basına hiçbir açıklama yapmadı. 

Türkiye iç politikaya yoğunlaştığı o günlerde, dünyanın günde- 
minde iki olay vardı: 

23 ekim 1956'da Macaristan'da iç savaş çıktı; isyanı bastırmak 
için Macar hükümeti tarafından ülkeye çağrılan Sovyetler Birliği 
Kızılordusu protestolarla karşılaştı. 

Bir gün sonra, İsrail Mısır'a ani bir saldın başlattı. İngiltere ve 
Fransa İsrail'e destek verdiklerini açıkladılar. Sovyetler Birliği İs- 
rail'e askerî destek veren İngiltere ve Fransa'yı uyardı; ABD de 
Sovyetler Birliğinin işe karışmamasını istedi. 

Dünya gerilmişti... 

Ve işin garip yanı Türk basını Macaristan iç savaşını büyütü- 
yor, İsrail işgalini görmezlikten geliyordu: "Bugün 18. gün, kahra- 
man Macar milleti hâlâ çarpışıyor!" (Cumhuriyet, 9 kasım 1956) 

Milliyet gazetesi, "Kahraman Macar milletine yardım kampan- 
yası" açmıştı! 

Türkiye'nin Macaristan olayları konusunda tavrı netti, ama İs- 
rail'in Mısır'a saldırmasına nasıl tepki vereceğine bir türlü karar 
veremiyordu. 17 kasım 1956'da Fatin Rüşdü Zorlu, Bangkok'taki 
(Tayland) parlamentolar arası konferansta yaptığı konuşmada, 
Türkiye'nin Mısır halkıyla aralarında tarihsel, manevî ve dinî bağ- 
lar olduğunu ve böyle bir saldırıdan Türk halkının üzüntü duydu- 
ğunu bildirirken, BM kararları doğrultusunda İngiltere ve Fran- 
sa'nın İsrail'in yanında olmasını da takdir ettiğini söyledi! 

DP Çanakkale Milletvekili Zorlu konuşmasının sonunda konfe- 
rans divanına, "Macaristan'ın bağımsızlığı uğruna kanlarını dö- 
kenlerin hatırası için bir dakika saygı duruşunda bunulmasını" ta- 
lep etti! 

Aynı günlerde Başbakan Menderes Bağdat'ta, İrak, İran ve Pa- 
kistan'ın katılacağı Bağdat Paktı toplantısına katıldı. Mısır'la ta- 
rihsel bağlan olan bu ülkeler İsrail'i kınamakla yetindiler. Türki- 
ye İsrail'deki elçisi Şevkatî İstinyeli'yi, İsrail de Türkiye'nin bas- 
kısı sonucu Ankara elçisi Maurice Fisher'i geri çağırdı. Artık iliş- 
kiler maslahatgüzar seviyesinde yürütülecekti. 

İsrail'in hava saldınsı karşısında Batı'dan umduğunu bulama- 
yan Mısır ve Suriye, Sovyetler Birliğine daha da yakınlaştı. Orta- 
doğu'da savaş canlan çalıyordu. 




ABD 5 ocak 1957'de, "Ortadoğu'yu komünizme karşı savun- 
mak amacıyla" Eisenhower Doktrini olarak bilinen resmî siyase- 
tini açıkladı. Buna göre ABD, ekonomik ve askerî yardım ve hat- 
ta ülkelerine askerî çıkarma yapılmasını isteyen Ortadoğu devlet- 
lerine bu yardımlan karşılamaya hazır olduğunu bildirdi. 

Sovyetler Birliğinin Macaristan'a girişini protesto eden Türk 
basını, istenildiğinde ABD ordusunu Anadolu'ya çağırabilecek 
Eisenhower Doktrinini alkışlarla karşıladı. 

Bu arada Sovyetler Birliğinde, Stalin'in ölümünden sonra top- 
lanan Komünist Parti'nin XX. kongresi geçmişin özeleştirisini ya- 
parak yeni dış politikalar belirledi. Bu çerçevede Türkiye'yle eko- 
nomik anlamda yakınlaşma sağlayabilecek yeni öneriler yaptı. 
Örneğin Emlak Bankasına ve Petrol Ofisine ek sermaye talebin- 
de bulundu. Bazı malların ihracı için kredi verilebileceğini söyle- 
di. Türk hükümeti kendisine uzatılan bu "zeytin dalı"na kayıtsız 
değildi. Ancak Suriye'de Baas yanlısı subaylann darbeyle iktida- 
ra gelmeleri ve Sovyetler Birliğinin ihtilale destek vermesi, Tür- 
kiye-SSCB ilişkilerini yine soğutmaya yetti. Türkiye, Sovyetlerin 
Suriye aracılığıyla Ortadoğu'ya yerleşeceğini düşünüyordu!' 7 

ABD Başkanı Eisenhower, Başbakan Menderes'e gönderdiği 
mesajda, Suriye'den gelecek olası bir saldın karşısında, Türkiye'ye 
her türlü yardıma hazır olduklarım bildirdi. 

Bu gergin günlerde Fatin Rüşdü Zorlu, 28 temmuz 1957'de Dev- 
let bakanlığına getirildi. Yirmi aydır kabine dışındaydı. 

Ve 7 eylül 1957'de Fuad Köprülü DP'den ayrıldığını açıkladı: 
"Programından aynlmış, eski hüviyetini tamamen değiştirmiş 
olan bugünkü DP'den çekiliyorum. Demokrasi nizamına iman et- 
miş bütün Türk vatandaşlarının aralanndaki her türlü ihtilafları 
bir tarafa atarak bu gaye (Menderes'i devirme [S. Y.]) uğrunda iş- 
birliği yapmalan bir vatan borcudur." 

Türkiye içte ve dışta yoğun siyasal ve ekonomik sorunlarla ba- 
şa çıkmaya hazırlanırken, Başbakan Menderes normalde 1958 ilk- 
baharında yapılacak genel seçimlerin 27 ekim 1957'de yapılacağını 
açıkladı. Ardından seçim yasasını değiştirdi. Amaç partilerin ittifak 
yapmasını önlemekti. Aynca yasaya konan bir maddeyle altı ay ön- 

'7. Komplo teorisine katkıda bulunacak kışkırtıcı sorular: Sovyetler Birliği'nin Arap 
dünyasını destekleyen bir politika takip etmesiyle, Türkiye'de bazı "sosyalist" çevrele- 
rin o dönemdeki SSCB'nin XX. kongre kararlarını eleştirip, yerin dibine sokması ara- 
sında nasıl bir ilişki vardır? Bazı sosyalist Sabetayistlerin hareketten kopmalarına ya da 
SSCB karşıtı olmalarına bu ülkenin Arap yanlısı politikaları neden olmuş olabilir mi ? 
NevvYork ve Paris "patentli" SSCB karşıtı hareketi örgütleyen 1968 kuşağındaki isim- 
"rin hemen hepsinin Sabetayist olması tesadüf müdür ve sonra da çoğunun dönek ol- 
ması? Dedim ya bunlar kışkırtıcı sorular!. . 



ce partisinden ayrılan bir kimse başka partiden aday olamayacak- 
tı. Bu yasa maddesi basında "Köprülü Maddesi" olarak anıldı. 

Ve 27 ekim 1957 seçimini DP kazandı. 

Ama buruktular. 

2 mayıs 1954 genel seçiminde yüzde 58,4 oranında oy almışlardı 

Üç yıl sonra bu oran yüzde 47,7'ye düşmüştü. 

CHP oylarını artırmıştı. Yüzde 35,1'den yüzde 40,8'e çıkarmıştı 

27 ekim seçiminde Cumhuriyetçi Millet Partisi yüzde 7,1 
Hürriyet Partisi yüzde 3,8 ve bağımsızlar yüzde 0,1 oranında oy 
aldılar. 

DP'nin buruk olmasının nedeni sadece oylanndaki düşüş de- 
ğildi. Muhalefet partileri toplam oyların yüzde 52'sini almıştı. 

Her seçimde olduğu gibi yine seçim sistemi muhalefet tarafın- 
dan eleştirildi. Haksız da değillerdi; DP yüzde 47,7'yle 424 millet- 
vekili çıkarmıştı. CHP'nin 178 milletvekili, CMP ve HP'nin 4'er 
bağımsızların 2 sandalyesi vardı. Yani oyların yüzde 52'sini alan 
muhalefetin Meclis'te 186 milletvekili, yüzde 47,7'sini alan DP'nin 
ise 424 milletvekili vardı! DP hükümeti için "azınlık iktidarı" de- 
yimi kullanılmaya başlandı. 

Seçim sonrası Meclis Celal Bayar'ı üçüncü kez cumhurbaşka- 
nı seçti. Cumhurbaşkanı Bayar da hükümeti kurma görevini, yine 
DP Genel Başkanı Adnan Menderes'e verdi. 

Başbakan Menderes kabinesini yaklaşık bir ayda oluşturabildi. 
Bu arada seçimi kazanamayan Çalışma eski bakanı Mümtaz Tar- 
han'ı İstanbul valiliğine, Adalet eski bakanı Hüseyin Avni Gök- 
türk'ü Millî Emniyet Hizmetleri (yani MİT)) başkanlığına atadı. 

Zorlu'nıın bakanlığı için ABD'den izin alınıyor 



Başbakan Menderes 25 kasımda kabinesini açıkladı. 

Fatin Rüşdü Zorlu istediği bakanlığa tekrar kavuşmuş, Dışişle- 
ri bakanı olmuştu. 

Bir parantez açmak istiyorum: Türkiye'de kabinelerin nasıl 
oluşturulduğu, isimlerin nasıl seçildiği konusunda bir kitap çalış- 
ması yapılmasını çok isterim. Örneğin, birinci Menderes hüküme- 
tinin üyeleri nasıl seçildi, hangi kriterler göz önüne alındı? Bu»" 
şu nedenle yazıyorum; "Şu başbakanın kabinesi şu isimlerden 
oluşlu" deyip geçiyoruz. Halbuki bu çok önemli bir konu. 

Örneğin bir paragraf önce ne yazıyorum: "Fatin Rüşdü Zorlu is- 
tediği bakanlığa kavuştu, Dışişleri bakanı oldu." Halbuki M 
bu kadar basit değil. 



m 



n r Cüneyt Akalın, Askerler ve Dış Güçler: Amerikan 

f . 27 Mayıs Olayı adlı kitabında, ABD'nin Ankara Bü- 

• Fletcher Warren'm Washington'a gönderdiği bir- belgeyi 
yükelç' sı 

gözler* önüne seriyor: 

ABD'nin Ankara Büyükelçiliği'nden Dışişleri Bakanhğı'na telgraf, 
Ankara 13 kasım 1957. 

(Belge no: 6; Foreign Relations, 1955-57, Volume XXIV, s. 745, 

Kaynak Department of State, Central Files, Çok Gizli) 

Konu: Menderes'in P'atin Rüşdü Zorlu'nıın Dışişleri bakanlığı için 
onay istemesi. 

Başbakana bu sabah seçimlerden sonra ilk kez, acil bir iş için bir- 
kaç dakikalığına görüşmeye gittiğimde, benimle sadece ikimiz arasın- 
da kalmasını arzu ettiği bir konuyu görüşmek istediğini söyledi. (Tüm 
görüşme boyunca baş başa kaldık.) Gelecek birkaç gün içinde yeni 
kabineyi kuracağını ifade etti. 

(Menderes) Dış politika işlerini ileriye taşıması için çabalarken, 
son birkaç ay içinde üzerinde çok baskı hissetmişti. İşinin ehli, güve- 
nini kazanmış bir Dışişleri bakanının olması gerekiyordu. Edhem 
Menderes'in üzerinde görev vardı (Bayındırlık bakanlığı). Ve Edhem 
Menderes Dışişleri bakanlığının gerektirdiği tecrübeden yoksundu. 
Gerekli bilgi ve tecrübeye sahip başbakanın güvenine sahip 
TBMM'deki tek kişi Fatin Rüşdü Zorlu'ydu. 

Menderes, birçok vesileyle Fatin Rüşdü Zorlu'nun Dışişleri bakan- 
lığına getirilmesinin ABD'nin hoşuna gitmeyeceğinin kendisine söy- 
lendiğini sözlerine ekledi. 

Menderes, Dışişleri bakanlığı işini çözüme kavuşturmanın kendisi- 
ni çok rahatlatacağım ve Dışişleri bakanının ABD'yle tam işbirliği 
şeklindeki politikasını heyecanla ve sadakatle destekleyecek biri ol- 
masının kendisi için önemini vurguladı. 

Zorlu'nun atanması hakkında ne düşündüğümü sordu. Doğal ola- 
a k, hükümetime danışmadan konuştuğumu ve sözlerimin bu çerçe- 

le anlaşılması gerektiğini söyledim. Bununla birlikte Amerikan hü- 
metinin ve halkının görüşlerini bildiğimi sandığımı söyleyerek ko- 
»uşinamı sürdürdüm ve şunları söyledim: 

(•••) Zorluyu son aylarda ABD'ye karşı muktedir, akıllı, işbirliğine 
'•atkın ve dostça bir yaklaşım içinde buldum." 

enderes, kabineyi açıklamak için daha birkaç güne ihtiyaç duy- 
""" söyledi. Bu mesajı Dışişleri Bakanhğı'na iletmemi önerdi. Dı- 
1 n 'n tepkisini, mümkünse, yirmi dört saat içinde öğrenmek Men- 
• 'Çok meııumm edecek. (2000. s. 308-309) 



490 



Evet Fatin Rüşdü Zorlu, bu telgraftan tam on iki gün sonra Dı- 
şişleri bakanı olarak açıklandı! 

Geçelim... 

Maliye bakanı yine Hasan Polatkan'dı. Sıtkı Yırcalı ise Sanayi 
bakanı yapılmıştı. Yani daha bir dönem öncesi DP grubunun "kel- 
lesini" istediği bakanlar yine kabinedeydi. 

6-7 Eylül Olaylan'ndan sonra istifa eden Dr. Namık Gedik yine 
İçişleri bakanlığına getirilmişti. 

Samed Ağaoğlu, Emin Kalafat, izzet Akçal 18 Devlet bakanı ol- 
muşlardı. Edhem Menderes'in bu kez yeni görevi Bayındırlık ba- 
kanlığıydı. Edhem Bey, Başbakan Adnan Menderes'in son yıllar- 
daki her kabinesinde görev almıştı. Bu durum özellikle Cumhur- 
başkanı Celal Bayar'ın hiç hoşuna gitmiyordu. 

Edhem Menderes konusunda bir başka ilginç durum vardı: Baş- 
bakan Menderes'e çok bağlı olmasına, hatta zaman zaman kendi- 
sini ona siper etmesine karşın, ne parti içinden, ne de muhalefet 
tarafından hiç eleştiri konusu yapılmıyordu! 

Bir diğer özelliği ise Başbakan Menderes'e sesini yükselten tek 
bakan olmasıydı. Başbakan Menderes, Edhem Menderes'e niye 
bu derece yumuşaktı, hiçbir zaman anlaşılamadı! 

CHP döneminde yıllarca istanbul valiliği yapmış Lütfı Kırdar, 
Sağlık bakanlığına getirildi. Başbakan Menderes kabine üyeleri 
arasında iletişimsizliği önlemek için Koordinasyon Bakanlığı kur- 
du: başına da Sebati Atamanı getirdi." 

Millî Savunma bakanı ise Semi Ergin oldu. Ancak Bakan Er- 
gin bu görevde bir buçuk ay kalabildi. Başbakan Menderes'in, 
Bakan Ergin'i bakanlıktan alıp yerine en güvendiği Edhem Men- 
deres'i getirmesinin nedeni bir darbe teşebbüsünün ortaya çıka- 
rılmasıydı. 

Zeki Müren'i şaşırtan hareket 

İstanbul Ordu Temsil Bürosunda askerliğini yedek subay olarak 
yapan Zeki Müren, komutanı Binbaşı Samed Kuşçu'nun o sabahki te- 
laşını bir türlü anlamamıştı. Sanat güneşi Zeki Müren'in her sabah ha- 
lini hatırını soran komutanı, bu kez yüzüne bile bakmamıştı. 

Harp Okulunda çalışkanlığı ve zekâsıyla sivrilmiş, kısa zamanda 



18. izzet Akçal, ANAP eski genel başkanı ve eski başbakanlardan Mesut Yılmaz'ın öz 
amcası, Turizm bakanlığı yapmış AP'Iİ Erol Akçal'ın da babasıdır. 

19. Konuyla hiç ilgisi yok ama aklıma geldi! Gershom Scholem 1971 yılında kaleme al- 
dığı Mesih mi, Sahte Peygamber mi adlı kitabında Sabetay Sevi'nin ismini "Sabatai Sevi" 



493 



kurmay olup NATO'da görev yapmış, birkaç dil bilen Binbaşı Kuş- 
çu'nun o sabahki halini kimse hayra yormadı... (Soner Yalçm-Doğan 
Yurdakul, Bay Pipo, 1999, s. 93) 

Binbaşı Kuşçu, "tıpkı Mısır'da olduğu gibi TSK içinde de ihtilal 
yapmak isteyen bir grup subayın olduğunu ve başlarında da Yar- 
bay Faruk Güventürk adlı bir subayın bulunduğunu" gazeteci -ve 
daha yeni DP milletvekili seçilmiş -Midhat Perin aracılığıyla Baş- 
bakan Menderes'e bildirdi. 

Başbakan Menderes, durum değerlendirmesi yapmak için Mil- 
lî Savunma Bakanı Semi Ergin'i acilen İstanbul'a çağırdığında, 
Ergin'in yanında kim vardı dersiniz ? 

Yarbay Faruk Güventürk! 

Başbakan Menderes, Binbaşı Kuşçu'nun ihbarının doğru olup 
olmadığını araştırırken, Yarbay Güventürk, Millî Savunma Baka- 
nı Ergine, ihtilalin liderliğini teklif ediyordu! 

Bakan Ergin teklife olumlu yanıt vermedi, ilk uçakla İstanbul'a 
gitti. Yapılan toplantıda ihtilal kadrosunun başında Yarbay Faruk 
Güventürk olduğunu öğrenince şaşırdı ama pek renk de vermedi! 
Sadece Adnan Menderes'in arkasında duran yaver Muzaffer Er- 
sü'yle göz göze geldi. Başbakanın yaveri Ersü de ihtilal hareketi- 
nin içindeydi! 

Sonuçta başta Yarbay Faruk Güventürk olmak üzere dokuz su- 
bay tutuklandı. Yargılamalar sırasında ne Yarbay Güventürk ne 
de Bakan Ergin görüşmelerini hiç açığa çıkarmadılar. 

Bu arada eski komitacı Cumhurbaşkanı Celal Bayar, işin ucu- 
nu bırakmadı, hükümeti, Başbakan Menderes'i, bazı DP milletve- 
killerini hep uyardı. Ve hep aynı yanıtı aldı: Türk Silahlı Kuvvetle - 
ri'nde ihtilal yapacak subay olmaz! 

Başbakan Menderes sadece bir adım attı: Semi Ergin'i Millî Sa- 
vunma bakanlığından alıp yerine en güvendiği ismi, Edhem Men- 
deres'i getirdi! 

Türk Silahlı Kuvvetlerine mensup bazı subaylar ihtilal teşebbü- 
sünden dolayı askerî mahkemede beraat ederlerken, komşu Irak'ta 
yaşananlar başta Başbakan Menderes olmak üzere herkesi şoke 
edecekti. 



izmir Belediye başkanlığında yine bir tanıdık isim 

14 temmuz 1958'de İstanbul, Bağdat Paktı devlet başkanları 
toplantısına ev sahipliği yapacaktı. Başbakan Menderes ve bazı 



bakanlar, Irak Kralı Faysal ve Başbakan Nuri Said Paşayı karşı- 
lamak için İstanbul Yeşilköy Havalimanında bekliyorlardı. 

Ne Kral Faysal ne de Başbakan Nuri Said gelebildiler. İrak'ta 
askerler yönetime el koymuştu! 

Mısır, Suriye ve arkasından İrak'taki milliyetçi (Baas) ihtilaller, 
Türkiye ve İsrail'i birbirine yakmlaştırdı. Dışişleri Bakanı Fatin Rüş- 
dti Zorlu, 19 temmuzda, İsrail'in ilk Ankara büyükelçisi Elialuı Sa- 
sun'u makamına davet ederek, birlikte gelişmeleri değerlendirdiler. 

Ve 28 ağustosta Tel-Aviv'den kalkan El-Al uçağı "motorundaki 
arıza nedeniyle" Ankara'ya zorunlu iniş yaptı! Uçakta İsrail Baş- 
bakanı David Ben Gıırion, Dışişleri Bakanı Golda Meir, Dışişleri 
Müsteşarı Şimon Peres ve Genelkurmay Başkanı Zvi Zur vardı. 
Pilot kabininde ise bir zaman sonra İsrail cumhurbaşkanı olacak 
Ezer Weizmann oturuyordu. 

Uçağın motor anzası filan numaraydı. Türkiye ve İsrail ilk kez 
bu derece üst düzeyde bir araya geldiler. 

Türkiye adına Başbakanlık Konutunda yapılan toplantıya Baş- 
bakan Menderes, Dışişleri Bakanı Zorlu ve Dışişleri Genel Sekre- 
teri Melih Esenbel katıldı. 

Ziyaret çok gizliydi. Öyle ki hükümet yemek sırasında haber sı- 
zar düşüncesiyle, garson olarak diplomatları görevlendirmişti. 

Gizli toplantının gündemi aslında belliydi: Mısır'da başlayan 
Panarapçılık akımları Ortadoğu'da yükselişe geçmiş ve SSCB'yle 
yakın ilişki içine girmişlerdi. Mısır ve Suriye birleşip, Birleşik 
Arap Cumhuriyetini kurmuşlardı. Bir ay sonra da Yemen bu bir- 
liğe katılmıştı. 

ABD, Türkiye, İsrail ve İran "adı konmayan" bir antlaşma yap- 
tılar; Panarapçı ve komünist akımlara karşı birlikte hareket ede- 
ceklerdi. 

Başlarında "ağabeyleri" ABD vardı. 

SSCB'nin Önasya'da nüfuz alanının giderek artmasından çeki- 
nen ABD, Pakistan'da General Eyüb Han'a askerî darbe yaptır» 
rak, yönetimi ele geçirdi. 

Yüzyılın başında Wilson Prensipleriyle "kendi kaderini tayin 
hakkını" tanıyan ABD, kırk yıl sonra bağımsızlıklarını ilan eden 
ülkelere "savaş" açmıştı! 

Oysa sadece Ortadoğu değil, Afrika kıtası da arka arkaya ba- 
ğımsızlıklarını ilan eden ülkelere tanıklık ediyordu: Gana, Gine, 
Cad, Mali, Senegal, Kongo, Nijerya... 

ABD'nln "burnunda dibindeki" Küba'da, Castro iktidarı ele ge- 
çirmişti. 



Soğuk Savaş sadece dünya üzerinde yapılmıyordu; ABD ve SSCB 
"uzayı ele geçirme" yansına başlamışlardı. 

Dünya, "özgürlük, bağımsızlık, devrim" sloganlarıyla dalgala- 
nırken, İzmir'de bir gelenek değişmeyecekti. 

İzmir Belediye başkanlığı koltuğuna yine Evliyazadelerin bir 
akrabası oturacaktı: İzmir Belediye başkanlığı seçimine DP ada- 
yı olarak katılan Faruk Tunca başkanlık koltuğuna oturdu! 

Faruk Tunca, Evliyazadelerin damadı Dr. Tevfık Rüşdü Aras'ın 
kız kardeşi Fahriyenin oğluydu. 

İzmir Belediye Başkanı Faruk Tunca'nın başkanlık dönemi hiç 
kolay geçmeyecekti. Çünkü DP'nin "altın yılları" artık sona ermek 
üzereydi. 

Aşın büyüme, harcamaların artması enflasyonu da beraberin- 
de getirdi. Önlenemeyen enflasyon sonucunda Cumhuriyet tari- 
hinin en yüksek oranlı devalüasyonu yapıldı. 

Talihler 2 ağustos 1958'i gösteriyordu. 1 dolar 2,80 liradan 9 li- 
raya çıkarıldı! Devalüasyon oranı yüzde 221'di. 

Bazı ithal mallara getirilen kısıtlama, DP'nin önemli destek bul- 
duğu iş dünyasının hükümet aleyhine dönmesine neden oldu. 

Devalüasyon herkesin sinirlerini germişti. 

Öyle ki, Başbakan Menderes 6 eylülde Balıkesir'de yaptığı 
konuşmada muhalefeti sert bir dille eleştirirken, "İdam sehpala- 
nnda can verenlerden ders alsalar ya..." diyecekti! Başbakan 
Menderes'e yanıt bir gün sonra CHP Genel Başkanı İsmet İnö- 
nü'den gelecekti: "Sehpalar kurulursa nasıl işleyeceğini kimse 
bilemez!" 

Türkiye'de siyaset sertleşiyordu... 

Muhalefet DP'ye karşı birleşiyordu: Önce, Türkiye Köylü Par- 
tisi ile Cumhuriyetçi Millet Partisi birleşti ve Cumhuriyetçi Köylü 
Millet Partisi (CKMP) adını aldı. Sonra Hürriyet Partisi ile CHP, 
CHP çatısı altında birleşti. 

Demokrat Parti bunun karşılığında "Vatan Cephesi'ni kurdu. 
Yani muhalefetin karşısında Vatan Cephesi vardı artık. 

Hiçbir hukuksal niteliği olmayan bu oluşumun asıl amacı DP 
kadrolarını muhalefete karşı harekete geçirmek ve parti üye sa- 
yışım artırmaktı. 

Vatan Cephesine katılanların isimleri radyoda da tek tek oku- 
nuyordu. Haber saatinde okunan bu uzun listeler dinleyicileri 
"ezdiriyordu. İstanbul'da "Ajans Haberlerini Dinlemeyenler Der- 
J W" kuruldu. 

Evet siyaset sertleşiyordu: CKMP Genel Başkanı Osman Bö- 



lükbaşı hapse mahkûm ediliyor; ismet Paşanın dokunulmazlığı 
Meclis'te kaldırılmak isteniyordu. Böylesine gerilen bir ortamda 
en çok zararı basın mensupları gördü. Adalet Bakanı Esad Buda- 
koğlu TBMM'de yaptığı konuşmada 1954-1958 yılları arasında 238 
gazetecinin mahkûm olduğunu açıkladı. 

Gerginlikleri kısa bir süreliğine rafa kaldıracak olay Londra'da 
yaşanacaktı. 



Çocukluk arkadaşı kurtarıyor 

17 şubat 1959. 

Viscount tipindeki pervaneli "Sev" adlı uçak, pilot Münir Özbek 
yönetiminde, İngiltere, Yunanistan ve Türkiye arasında Londra'da 
yapılacak üçlü Kıbrıs Konferansına katılacak heyeti taşıyordu. 

İniş vakti yaklaştığında gösterilen yer Londra yakınlarındaki 
Gatwick'ti. Ne var ki iniş pek de kolay olmayacaktı. Çünkü yoğun 
sis tabakası pilotun görüş mesafesini etkiliyordu. Havaalanı yakı- 
nında bulunan "Surrey Jordanwoods" alanına yaklaştıklarında 
görüş mesafesi 500 metreye kadar indi. 
Kaptan Özbek, karar verdi inecekti. 
Saat 16.58'de uçak büyük bir gürültüyle düştü. 
Civar çiftliklerde çalışanlar kendilerini yere attılar. Sonra bir 
uçağın düştüğünü anladılar. Ardından "belki kazadan kurtulan 
vardır" diye olay yerine koştular. 

Uçak ikiye bölünmüş ve ters dönmüştü. 

Sağ kurtulan yolcular olayın şoku içindeydiler. İlk etapta onla- 
ra yardım edenler yine İngiliz çiftçilerdi. 

Adnan Menderes'in ayağı uçağın tabanına sıkışmıştı. Onu 
uçaktan çıkaran Sakarya milletvekili aynı zamanda İzmir Karşı- 
yaka'dan gençlik arkadaşı Rifat Kadızade'ydi. 

Başbakan Menderes kan kaybediyordu; şuuru kapalıydı ve bir 
ağacm altında öylesine boş gözlerle sağa sola bakarak duruyordu. 
Menderes'i o halde bulan Newgate Chaffold Çiftliğinde çalı- 
şan Weller ve Bailey aileleriydi. Önce Başbakan Menderes'e kim 
olduğunu sordular. Menderes, "Türkiye'nin başbakanıyım. Uçak- 
ta çok kişi var. Beni bırakın ve onlara yardım edin" dedi. Bailey- 
lerden Anthony Bailey uçağın yanına giderken Menderes'in yanı- 
na hastabakıcı olan eşini bıraktı. Daha sonra çift Menderes'le bir- 
likte iki yaralıyı da alarak çitfliğe götürdüler. 

Olay yerine ardı ardına ambulanslar gelmeye başladı. 
Yaralılar civarda bulunan kliniklere taşındı. 



Başbakan Menderes de London Clinic'te tedavi altına alındı. 
Onunla birlikte 10 kişi kurtulmuş 16 kişi ise ölmüştü. 20 

Kaza radyodan duyuruldu. Başbakan Menderes yaşıyordu ama 
ölüp ölmediği konusunda kargaşa vardı. Kazayı duyuran spiker 
BBC Türkçe Servisinde çalışan Orhan Boran'dı. 

Berin Menderes'e kaza haberi Çankaya Köşkünden geldi. 

Cumhurbaşkanı Celal Bayar olayları daha yakından takip ede- 
bilmeleri için isterlerse Köşke gelebilecekleri haberini verdi. Be- 
rin Menderes oğlu Aydınla birlikte Köşke gitti. Onları karşılayan 
isim Celal Bayar'ın eşi Reşide Hanım'dı. "Üzülmeyin, hamt olsun 
sağ salim hayattadırlar. Bizim bey şimdi Londra'yla da konuştu. 
Adnan Bey hastaneye yatırılmıştır. Maalesef arkadaşlarından ve- 
fat edenler var" dedi. 

Bu arada Celal Bayar telefon başında olayla ilgili detaylı bilgi 
almaya çalışıyordu. 

Berin Menderes hâlâ olanlara inanamıyordu; uçak düşmüştü 
ve eşi sağ kurtulmuştu. Bir an kötü habere inandırılmak istendi- 
ğini sandı. Eşinin yaşadığından ancak onunla konuşursa emin 
olabilecekti ama doktorlar buna izin vermiyordu. 

Berin Menderes yorgun ve endişeliydi. Koltuklardan birine 
oturdu, gözleri tek bir noktaya odaklandı. Aklına eşi Adnan'm ge- 
çirdiği ve yine yıllar önce şans eseri kurulduğu kaza geldi. 

Oğullan Yüksel daha üç yaşındaydı. Yıl 1937. 

Adnan akşam saat 10'a doğru eve geldi. Doğruca odasına gidip 
yatağına yattı. Berin kuşkulanmıştı, eşinin salona gelmesini bek- 
lemeye koyuldu. Adnan gelmeyince Berin yanına gitti. Eşinin 
yattığını gören Berin Hanım, "Ne o Adnan, hasta mısın, yorgun 
musun, niye erkenden yattın ?" dedi. Adnan, "Yok yok, bir şeyim 
yok, yattım hepsi o kadar" diyerek Berin'in merakını geçiştirme- 
ye çalıştı. 

Adnan Menderes kitap okumadan yatmazdı. Berin de bu yüz- 
den "Okumayacak mısın ? İstersen kitabını vereyim. Bir arzun var 
nu?" gibi sorularla meseleyi çözmeye çalıştı. Menderes "Teşekkür 
ederim, uyumak istiyorum" deyince Berin Hanım çok üstelemedi. 
Adnan Menderes sabah uyandığında hızla giyindi. Berin Hanım 
ise bacağındaki derin yarayı fark etti, ne olduğunu sordu. Adnan, 
"Çarptım" dedi. 

Birçok sabah olduğu gibi birlikte yürüyüşe çıktılar. Kavaklıde- 



20. Kurtulanlar, özel kalem müdür yardımcısı Şefik Fenmen, Çanakkale Milletvekili 
Emin Kalafat, Sakarya Milletvekili Rifat Kadızade, Afyon Milletvekili Arif Demirer, Dı- 
şişleri Bakanlığı Genel Sekreteri Melih Esenbel, koruma polisi Kâzım Nefes, hostes Yur- 
danur Yelkovan, makinist Kemal Itıkve kabin memuru-hostesTürkay Erkay'dı. 



re'den Atatürk Bulvan'nı takip ederek indiler. Ziraat Bakanlığı' nın 
önüne kadar konuşmadılar. Berin Menderes'in dikkatini Çankaya 
yönüne gelirken akasya ağacını devirip elektrik direğinin altında 
kalan otomobil çekti. Adnan Menderes adeta hurda haline gelen 
arabayı inceledi. Berin Hanım aracın içinde bulunanların sağ çı- 
kamadıklarını düşündü. Sonra yollarına devanı ettiler. Kızılay'a 
doğru ilerlediler. Adnan Menderes birden durdu. Arabanın içinde 
kimin olup olmadığını sordu. Berin Hanım, "Bilmiyorum, gazete- 
de mi yazdı?" diye sordu. Menderes soğukkanlılıkla, "Kim olacak, 
ben vardım" dedi. 

Kaza gecesi Karpiç'te yemekteydi. Dönerken bindiği taksinin 
şoförü direksiyon hâkimiyetini kaybedince kaza olmuştu. Ad- 
nan Menderes olduğu yerden çıkamamıştı, çünkü arabanın ta- 
vanı tamamen çökmüştü. Şoför yaralı olarak kurtarıldı. Etra- 
fında toplananlar müşterisinin milletvekili olduğunu söyledi. 
Arabayı çevirip Adnan Menderes'i kurtardılar. Kaburga kemik- 
leri incinmiş, ayağı yırtılmıştı. Şansı ona yardım etmiş ve kur- 
tulmuştu. 

Yani, uçak kazası Adnan Menderes'in ilk büyük kazası değildi... 
Biz dönelim uçak kazasına... 

Başbakan Menderes'in yaşayıp yaşamadığı konusunda Türki- 
ye'de spekülasyon sürüyordu. Başbakanın sesi kaldığı klinikte 
kaydedildi ve BBC'nin de katkılarıyla Ankara, İzmir ve İstanbul 
radyolarında yayınlandı. Böylece polemik son buldu. 

Basın, ölenleri "sulh şehitleri" diye adlandırdı. Kazada ölenle- 
rin cenazeleri 22 şubatta Türkiye'ye getirildi. 

Sıra Başbakan Menderes'in dönüşündeydi. 23 şubatta klinik- 
ten taburcu oldu, 26 şubatta İstanbul'a döndü. 
Büyük bir sevgi gösterisiyle karşılandı. 

İnanılmaz büyüklükteki kalabalık Başbakan Menderes'i duy- 
gulandırdı. 

Havaalanından, İstanbul'a gelişlerinde kaldığı Park Otel'e bu 
kez tam dört saatte vardı. Yollarda tezahürat yapıldı. Develer ke- 
sildi. Byfipsultan'da büyük bir iftar yemeği verildi. 

Konya Milletvekili Himmet Ölçmen'in, "Bu milletin başında 
Peygamberin, Allah'ın tayin ettiği bir lider var, bu da Mende- 
res'tir" sözü aslında aıtık DP'de yeni bir eğilimin işaretiydi: Men- 
deres'in yüceltilmesi! 

Bir hafta İstanbul'da kaJdı. Daha sonra trenle Ankara'ya doğru 
yola çıktı. Lokomotifi çiçekler ve bayraklarla süslüydü. Cumarie- 
si günüydü. Ankara karlı bir kış gününü yaşıyordu. 



497 



Uçak kazası iktidar ve muhalefet partisi arasındaki gerginliği 

da olsa hafifletti. Karşılamaya gelen kalabalığın arasında Cum- 
ırbaşkanı Celal Bayar ve ana muhalefet partisi lideri İsmet İnö- 
., ,j e vardı. İsmet İnönü, Menderes'in yanına geldi. Çok üzüldü- 
ğünü söyleyerek acil şifalar diledi. Menderes ise İsmet İnönü'ye 
"Zahmet ettiniz, çok teşekkür ederim paşam" diyerek memnuni- 
yetini dile getirdi. 

Kazarım yumuşattığı hava hızla soğumaya, iktidar ile muhale- 
fet arasındaki ilişkiler yeniden gerginleşmeye başladı. 

Balayı kısa sürmüştü... 



Başbakanın oğluna okul değiştirten olaylar 

İsmet İnönü 29 nisanda Batı Anadolu gezisine çıktı. 

Gezinin başlamasıyla siyasî gerginlikler de adeta tırmanışa 
geçti. 

"Büyük Taarruz" gezisinin ilk durağı Uşak'tı. İsmet İnönü'yü ka- 
labalık bir kafile karşıladı. DP binasından atılan çay bardağı İsmet 
İnönü'nün yanında bulunan bir gazeteciye isabet etti, ardından 
olaylar çıktı. Bu arada atılan bir taş da İsmet Paşa'mn başından 
yaralanmasına neden oldu. 

CHPliler kentten ayrılmak için istasyona geldiklerinde bile 
olaylar devam ediyordu. 

İsmet Paşa gezi kapsamında Manisa ve İzmir'i de ziyaret ettik- 
ten sonra İstanbul'a geldi. Bu kez de kargaşanın adresi Topka- 
pı'ydı. Protestocular İsmet İnönü'nün bulunduğu arabaya saldır- 
dı. Askerlerin müdahalesiyle olaylar engellendi. 

İsmet İnönü olayları Meclis gündemine taşıdı. İçişleri bakanı 
ve başbakan hakkında soruşturma önergesi verildi. Ancak DP'li- 
lerin ağırlıkta olduğu Meclis önergeyi reddetti. Sokaktaki kavga- 
lar Meclis koridorlarına kadar taştı; CHP ve DP milletvekilleri 
arasında tatsız olaylar meydana geldi. 

Bu arada CHP'nin yaym organları Ulus ve Akis 'in basımı ya- 
saklandı. 

İsmet Paşa pes etmiyordu. Gezilerinde son durak Kayseriydi. 
Kente geldiğinde coşkuyla karşılandı. "İsmet Paşayı geçirme- 
yin" emriyle bir köprü tutulmuştu. İnönü bu emir ve hareketlere 
aldırış etmeden köprüye geldi. Karşısında duran binbaşıya "Ba- 
pa ateş mi açtıracaksın?" diye sorunca, binbaşı duygusal bir ses 
tonuyla, "Size ateş açtıracağıma ben kurşunu kendi kafama sıka- 
•m" dedi. 



Önde binbaşı arkada ismet Paşa köprüden geçtiler, oradaki 
tüm askerler selama durdular, inönü'ye yolu açan binbaşının adı 
Selahattin Çetiner'di. 21 

DP kadroları ile kurmayları, bu olaylardaki askerlerin tavırla- 
rını bile analiz edemiyordu. Başbakan Menderes ile çevresinin, 
Genelkurmay başkanı ve kuvvet komutanlarıyla ilişkileri çok 
iyiydi; bu nedenle ordudan kendilerine karşı bir hareket gelece- 
ğini düşünmüyorlardı bile. 

Türk Silahlı Kuvvetlerini yönetmek ile orduya hâkim olmak 
arasındaki ince çizginin farkında bile değillerdi. 

Darbe hazırlıkları yapıldığı ve askerlerin durumdan hoşnut ol- 
madıkları yönünde sözler başkent Ankara'nın siyasî kulislerinde 
konuşulmaya başlanmıştı. Bu sözler Dışişleri Bakanı Zorlunun 
da kulağına gelmiyor değildi. Ne var ki, o bu eleştirileri hem dik- 
kate almıyor hem de bu konuşmaları yapanları "şom ağızlı", "ka- 
ramsarlıkları ruhlarına sinmiş kişiler" olarak değerlendiriyordu! 
Bu arada çok güvenilen müttefik ABD'yle ilişkiler de yolunda 
gitmiyordu. Yeni krediler konusunda anlaşma sağlanamamıştı. 
Çünkü Türkiye borçlarının faizlerini bile ödeyemez durumdaydı. 
Tespit: "ABD'den kredi umudunu kesen Türkiye, Sovyetler Bir- 
liğine yaklaştı ve bu nedenle ABD, 27 Mayıs 1960'ta DP iktidarı- 
nı yıktırdı" iddiası yine havada kalan bir analizdir! Ancak ne ya- 
zık ki kırk yıldır konuşulmaktadır, koca koca isimler bu iddiayı 
savunabilmektedir. 

Halbuki o tarihlerde, yani 1950'li yılların sonunda Türkiye, 
ABD'yle "ikili antlaşmalar" imzaladı. 

Bu antlaşmalara göre, Türkiye'nin toprak bütünlüğüne, ba- 
ğımsızlığına karşı doğrudan veya dolaylı bir saldın olursa ABD 
ordusu yardım edecekti. Herkesin merak ettiği "dolaylı saldın" 
ne demekti ? Türkiye zaten NATO içinde değil miydi; saldın olur- 
sa NATO Türkiye'nin yanında olmayacak mıydı; o halde "ikili 
antlaşmaya" ne gerek vardı ? Aynca ABD bunu hiçbir Avrupa 
devletiyle de yapmamıştı! 

9 mayıs 1960'ta muhalefetin karşı çıkmasına rağmen Meclis'ten 
geçen "ikili antlaşmalann" tek bir amacı vardı: ABD, Türkiye'nin 
Mısır, Suriye, İrak gibi elinden kaybolup gitmesini istemiyordu. 

On sekiz gün sonra DP'yi yıkıp yönetimi ele geçiren subaylar 
bunu bildikleri için ilk açıklamalannda NATO'ya ve CENTO'ya 
bağlılıklannı söyleyeceklerdi! 



21 . 1919 Lapseki doğumlu Selahattin Çetiner, korgenerallik rütbesine kadar yükseldi, 
12 Eylül 1980 askerî darbesi kabinesinde (1980-1983) içişleri bakanı oldu. 



\j e yse uzatmayalım, CHP'ye rağmen Meclis'ten "ikili antlaşma- 
lar" onayını çıkaran DP'nin, "ABD'ye rağmen SSCB'ye yaklaştığını" 
söyleyeceklerdi! 

Pragmatist Menderes-Zorlu ikilisinin SSCB'ye yaklaşması, Ba- 

Va "politik bir şantaj" yapma amacından kaynaklanmaktaydı. 11- 

mnçtir, ° günlerde incirlik Üssünden kalkan ABD'nin U-2 casus 

cağı Moskova'da düşürüldü, pilot Francis Powers esir alındı! 

Sovyetler Birliği, topraklarım ABD'nin casusluk faaliyetlerine açan 

Türkiye'yi protesto etti. 

Son bir noktanın daha altını çizelim: Türkiye, SSCB ilişkileri 
için ABD'den izin istemiş ve bu iznin onaylanmasından sonra ku- 
zey komşusuyla ticarî ve kültürel ilişkiye girmişti! Yani, Ameri- 
ka'nın onayıyla Sovyetler Birliğine yakınlaşmıştı! 

Ama Türkiye'nin asıl istediği, Ortak Pazar'a girmekti. Bu ne- 
denle 31 temmuz 1959'da ilk başvurusunu yaptı. 

Ortak Pazar'a girmek isteyen DP hükümeti, ülke içerisinde an- 
tidemokratik uygulamalan tek tek hayata geçiriyordu. 

Meclis'te on beş DP milletvekili tarafından oluşturulan Tahki- 
kat Komisyonu kuruldu. Bu komisyon geniş yetkilerle donatıl- 
mıştı; toplantılan ve istediği yayını yasaklayabiliyor, dağıtımım 
durdurabiliyordu. 

Gerek muhalefet partileri gerekse aralannda çok sayıda hukuk 
profesörünün bulunduğu öğretim üyeleri bu uygulamanın Anaya- 
sa'ya aylan olduğunu söylüyorlar ancak DP bildiği yoldan şaşmı- 
yordu. 

Üstelik, başını Fatin Rüşdü Zorlu gibi isimlerin çektiği bir grup 
daha da sert önlemlerden yanaydı. Öyle ki, CHP'nin kapatılması- 
nı bile istiyorlardı! 

iktidar ile muhalefet arasında ilişkiler kopmuştu. 

CHP'yi "siyasî sapık" diye itham eden Başbakan Menderes'e 
yanıt, Ulus gazetesi yazan Şinasi Nahit Berker'den gelmişti: "İyi 
ama muhterem efendim, herkes de cinsî sapık olacak değil ya!" 

Berker sekiz ay hapse mahkûm edildi. DP'yi eleştiren gazeteci- 
ler, Metin Toker, Ülkü Arman, Nihat Subaşı, Fethi Giray, Beyhan 
Cenkçi, Bedii Faik, Ali İhsan Göğüs, Kurtul Altuğ, Cüneyt Arca- 
yürek ve yetmiş dokuz yaşındaki Hüseyin Cahid Yalçın ardı ardı- 
na cezaevine konuldu. 

Osman Bölükbaşı'yı yine milletvekili seçti diye Kırşehir ilçe ya- 
Püıverdi! Hukukun üstünlüğünü savunan Yargıtay Başkanı Bedri 
K °ker, Cumhuriyet Başsavcısı Rifat Alabay, Yargıtay ikinci baş- 
kanlarından Haydar Yücekök, üye Kâmil Coşkunoğlu, üye Mela- 



hat Ruacan, üye Faik Uras, üye İlhan Dizdaroğlu, "görülen lüzum 
üzerine" bir günde emekliye sevk ediliverdi... 

Ve sokaklar ise hiç susmuyordu... 

Antidemokratik yasalara, sıkıyönetimlere rağmen başta Anka- 
ra ve İstanbul olmak üzere öğrenciler hemen her gün hükümet 
aleyhine gösteri yapıyordu. 

Ve gösterilere kan bulaştı... 

Orman Fakültesi öğrencilerinden Turan Emeksiz polisin açtığı 
ateş sonucu can verdi. Kurşunlara hedef olan öğrencilerden Hü- 
seyin Onur sol bacağı kesilerek kurtarıldı. Hüseyin İrmak, Mevlüt 
Kurtoğlu, Kenan Özten, Cengiz Balhkaya gibi öğrenciler polis 
kurşunuyla yaralanmıştı. 

Olaylar artarak sürüyordu, gelişmeler kaygı vericiydi. 

Tüm gelişmeleri endişeyle izleyen bir kişi daha vardı: Berin 
Menderes! Oğlu Aydın Menderes İstanbul'da Robert Kolej'de oku- 
yordu. Endişesinin önüne geçmesinin tek yolu vardı, o da oğlunu 
yanına, Ankara'ya getirmek. Başbakan Adnan Menderes de eşinin 
bu isteğini yerinde buldu. Berin Hanım İstanbul'a gitti, oğlunu Ro- 
bert Kolej'den alarak Ankara'ya döndü. 

Aydın Menderes'in Ankara'ya döndüğü o gün, Sultanahmet 
Meydanında yapılan miting sırasında Nedim Ozpolat adında bir 
öğrenci de yaşamını yitirdi. 

On binlerce öğrenci artık hiç susmuyor, hep aynı marşı söylü- 
yorlardı: 

Olur mu böyle olur mu ? 
Kardeş kardeşi vurur mu ? 
Kahrolası diktatörler 
Bu dünva size kalır mı ? 



Bu sözler "Plcvne Marşı"nm değiştirilmiş haliydi/ 

Sadece İstanbul değil Ankara da kaynıyordu. 

O günlerde herkesin dilinde bir şifre vardı: 555K! 



22. "Plevne Marşı" 

Tuna nehri akmam diyor / Etrafımı yıkmam eliyor / Şanı büyük Osman Paşa / Pievne'den 
çıkmam diyor. 

Olur mu böyle olur mu ? /Evlat babayı vurur mu ? / Sizi millet hainleri / Bu dünya size 
kalır mı? 

Düşman Tuna'yı atladı / Karakolları yokladı / Osman Paşa'nın kolunda / Beş bin top bir- 
den patladı. 

Kılıcımı vurdum taşa /Taş yarıldı baştan başa /Askerinle binler yaşa /Namı büyük Os- 
man Pasa. 



555K, "5. ayın, 5. günü, saat 5'te Kızılay'da" anlamına geliyordu. 

Sivil öğrenci, genç yaşlı her kesimden binlerce insan, o gün 
geldiğinde Kızılay Meydanında buluştu. 

Sadece yürüyen, eylem yapan üniversite öğrencileri değildi. 
21 mayısta Harp Okulu öğrencileri hükümet aleyhine sessiz yü- 
rüyüş yaptılar. Yürüyüş yapan 600-1 000 arasında kişinin yalnız- 
ca 300'ü Harp Okulu öğrencisiydi; diğerleri subaydı! 

Bu yürüyüş bir hafta sonra iktidara kadar uzanacaktı... 

Ve bu hareketin hedefinde Evliyazadeler vardı!.. 



Yirmi ikinci bölüm 



27 mayıs 1960, saat 04.00, Ankara 



Başbakanlık Konutu'nun 6394 numaralı telefonu ısrarla çalı- 
yordu. Yataktan fırlayan Berin Menderes hışımla telefonu açıp, 
sert bir ses tonuyla "Efendim, buyrun" dedi. 

Ahizenin karşısında Başbakan Menderes'in halasının oğlu DP 
Antalya Milletvekili Kenan Akmanlar vardı: "Berin, askerler ihti- 
lal yapmış!.." 

Şaşırdı, Günlerdir konuşulan "Askerler yönetime el koyacak" 
sözleri doğru mu çıkmıştı ? 

Aklına teyzesi Makbule'nin kızı Emel Zorlu geldi. Hemen tele- 
fonla aradı. Telefonu Dışişleri Bakanı Fatin Rüşdü Zorlu açtı. İh- 
tilalden haberleri yoktu. Başkalarına da sormak için hemen tele- 
fonu kapattılar. 



Telefonun kapanmasıyla birlikte çalması bir oldu. Arayan Baş- 
bakan Adnan Menderes'in dayısının torunu DP İzmir Milletvekili 
Sadık Giz'in eşi Selma'ydı. Ağlıyordu: "Sadık Bey'i dipçiklerle sır- 
tına vura vura götürdüler!" 

Başbakan Adnan Menderes Eskişehir'deydi. 

Berin Hanım eşine ulaşmak için Başbakanlık Müsteşarı Ahmed 
Salih Koruru aramak istedi; olmadı; Başbakanlık Konutu'nun te- 
lefonları kesilmişti. İhtilal varlığını hissettirmeye başlamıştı... 

Aklına iki yıl önce İrak'ta yapılan askerî darbe geldi. Ailece gö- 
rüştükleri Kraliyet ailesi mensuplarının hepsini askerler öldür- 
müştü... 

Sonra eniştesi Doktor Nâzım'ın akıbetini düşündü. Ürperdi. 

İçerideki odada uyuyan on dört yaşındaki oğlu Aydın Menderes'i 
uyandırdı. Anne-oğul ne yapacaklarına bir süre karar veremediler. 
Aydının aklına radyo geldi, radyoyu açtılar; marşlar çalıyordu. 



Saat 04.36. 

Anne oğul mutfakta oturup kara kara düşünürken, birden rad- 
yodaki marşlar kesildi. Tok ve sert sesli, kurmay albay olduğunu 
söyleyen biri 1 ihtilal bildirisini okumaya başladı: 

Sevgili Vatandaşlar, 

Dün gece yansından itibaren bütün Türkiye'de Deniz, Kara, Hava 
Türk Silahlı Kuvvetlerimiz el ele vererek memleketin idaresini ele al- 
mıştır. Bu hareket Silahlı Kuvvetlerimiz'in müşterek işbirliği sayesin- 
de kansız başarılmıştır. Sevgili vatandaşlarımızın sükûn içinde bulun- 
malanm ve resmî sıfatı ve vazifeleri ne olursa olsun hiç kimsenin so- 
kağa çıkmamasını rica ederiz... 

Berin Hanım böbreklerinden rahatsızdı; karnına bıçak gibi ağ- 
rı saplandı. Yüzü bembeyaz oldu. Aydın Menderes mutfakta otu- 
ran annesine ağn kesici bir hap getirdi. O sırada yanlarına evin 
garsonu Osman Karahan geldi. Haberi radyodan öğrenince he- 
men Başbakanlık Konutuna koşmuştu. 

Üçünün de merak ettiği Eskişehir'de bulunan Başbakan Adnan 
Menderes'ti. 

Berin Hanım böyle bir dönemde diğer oğulları Yüksel ile Mut- 
lu'nun yurtdışında olmalarına sevindi. En azından "Bu zor günle- 
ri onlar daha rahat atlatacaklar" diye düşündü. 

Yüksel Menderes, Cenevre'de Birleşmiş Milletlerde çalışıyordu. 

Mutlu Menderes ise İsviçre'de yükseköğrenim görüyordu. 

Ağabeyi Samim Yemişçibaşı da yurtdışındaydı; Viyana büyü- 
kelçisiydi. Annesi Naciye Hanım da onun yanındaydı. 

Bu kâbus gecesinde yapayalnız olduğuna sevinsin mi, üzülsün 
mü karar veremedi Berin Hanım... 

Hava aydınlanmaya başladı. 

Berin Hanım'ın aklına Cumhurbaşkanlığı Köşküne gitme fikri 
geldi. Başbakanlık Konutu ile Köşk arası 200 metreydi. 

Oğlu Aydını ve hizmetli Osman'ı alıp Köşke gitmek üzere yo- 
la çıktı. Ne Başbakanlık Konutu ne de Çankaya Köşkü henüz as- 
kerlerle çevrilmemişti. 

Çankaya Köşkü görevlileri onları salona aldılar. Odada Celal 
Bayar'ın eşi Reşide Hanım, kızı Nilüfer Gürsoy ve Celal Bayar'm 
özel kalemi Özel Şahingiray vardı. 

Bayarlar da ne olup bittiğini anlamaya çalışıyordu. Ne başba- 



I. Berin ve oğlu Aydın Menderes bu tok sesli albayın adını o günden sonra sık sık du- 
yacaklardı: Kurmay Albay Alparslan Türkeş ! 



kanla ne de kabinenin diğer üyeleriyle irtibat kurabilmişlerdi. 

Alt kattaki odadan Cumhurbaşkanı Celal Bayar'ın kesik kesik 
sesi geliyordu. Sonra konuşmalar duyulmaz oldu. 

Celal Bayar alt kattaki odasından salona geldi. Sanki salonda 
bulunanları görmüyordu. Berin Hanım hızla yerinden kalkıp Ce- 
lal Bayar'ın önünü kesti; "Alı beyefendi Adnan burada olsaydı, 
başka mı olurdu acaba?" deyince, Cumhurbaşkanı Bayar, Berin 
Hanım'ın yüzüne acıyla bakarak, "Çok geç artık, bırakalım bunu 
hanımefendi" dedi ve yan odaya geçti. 

Salona tekrar sessizlik çöktü. 

Gelenler olduğu söylendi ve salonda bulunanların üst kata çık- 
ması istendi. Kadınlar üst kata çıktı. 

Ancak kısa bir süre sonra alt kattan uğultu halinde gürültüler 
gelince, başta Berin Hanını ve Nilüfer Gürsoy tekrar aşağı kata 
indiler. 

Tuğgeneral Burhanettin Uluç komutasındaki bir grup subay ve 
asker Celal Bayar'ın odasına girmişlerdi. 

Celal Bayar odadaki bilardo masasının başında, ayaktaydı. 

Sol elini ceketinin cebine sokmuştu ve elinde tabancası vardı! 

Tuğgeneral Burhanettin Uluç, askerî müdahalenin önemli 
isimlerinden biriydi. Bilardonun karşı tarafına kadar yürüdükten 
sonra, sert bir ses tonuyla, "Millet ve ordu sizi istemiyor, buna bi- 
zi siz mecbur ettiniz, lütfen hiçbir zorluk çıkarmadan bizimle ge- 
liniz" dedi. 

Celal Bayar hiç de alttan almadı ve benzer bir ses tonuyla, mil- 
lî iradeyle seçildiğini ve hiçbir şekilde Köşk'ten çıkmayacağını 
söyledi. 

Burhanettin Uluç, kendisini Harbiye'de bir süre misafir ede- 
ceklerini söyledi ama ömrünün büyük bir bölümünü komitacı 
olarak yaşayan Celal Bayar, askerî darbe uygulamalarını Türki- 
ye'de en iyi bilen isimlerin başında geliyordu kuşkusuz. 

O anda Cumhurbaşkanı Bayar, askerlerin hiç beklemediği bir 
hareket yaptı; "Siz değil, bu işi ben kendim yaparım" diyerek, ce- 
ketinin cebindeki tabancasını çıkarıp şakağına dayadı. 

Celal Bayar intihar edecekti. Askerler, yetmiş yedi yaşındaki 
cumhurbaşkanından daha atak davrandı ve tabancayı elinden al- 
mayı başardı. 

Celal Bayar soğukkanlılığını kaybetmeden, ceketini, kravatını 
düzeltti ve askerlere dönerek, "Buyrun gidelim" dedim. 

Celal Bayar'ın askerler tarafından götürülmesini, Bayarlar ve 
Menderesler pencereden gözyaşlarıyla sesssizce izledi... 



Nilüfer Gürsoy heyecanlıydı. Annesi Reşide sakinleştirdi. "Kı- 
zım askerler dürüst insanlardır, haklıyı haksızı ayırırlar, biz Halk- 
çıların gelmediğine şükredelim" dedi. 

Nilüfer Gürsoy'un çocukları Akile, Emine ve Bilgenin İngiliz 
dadısı haberi BBC'den almış, sürekli, "Beni de kesecekler" diye ağ- 
lıyordu. Onu apar topar İngiliz Büyükelçiliğine gönderdiler. 2 

Cumhurbaşkanlığı Köşkündeki telefonları kesmişlerdi. Ancak 
nedense kütüphanedeki telefon çalışıyordu. Bayarlar yakın aile 
dostlarını o telefondan aramaya başladılar. Aldıkları haberler iç 
açıcı değildi. Sonra salonda bulunanlara bilgi veriyorlardı: 

"Nezahat Ablanın eşini de (Konya DP Milletvekili Remzi Bi- 
rant) götürmüşler. Götürürken küfretmişler..." 

Gözaltına almalar bitmemişti... 

Tuğgeneral Burhanettin Uluç, beraberinde bulunan teğmenler- 
le birlikte Genelkurmay Başkam Orgeneral Rüşdü Erdelhun'un 
evine gitti. Erdelhun Paşa tüm ısrarlara rağmen kapıyı açmadı. 
Teslim olmak istemiyordu. Bunun üzerine askerler kapıyı kırdı. 
Orgeneral Rüşdü Erdelhun tıpkı Celal Bayar gibi silahına sarıldı. 
Teğmenlerden Özdemir Çakmak, Erdelhun'u engelledi. Paşa da 
askerî cipe bindirilerek Harp Okuluna götürüldü. 

Tarım Bakanı Nedim Ökmen kaçmaya çalışırken Kızılcaha- 
mam'da yakalanmıştı. Millî Eğitim Bakanı Celal Yardımcı, kaide- 
si askerî doktor Mehmet Yardımcı tarafından otomobille kaçırı- 
lırken ele geçirilmişti. Bayındırlık Bakanı Tevfık İleri evinin kapı- 
sını "Yaşasın Türk ordusu" diye bağırarak açmıştı... 

Evler aranıyor 

O gece sabaha karşı, Ankara'da yüzlerce evin kapısı çalındı... 

Berin Menderes Köşk'te yapacağı bir şey kalmayınca "Camlı 
Köşk" adı verilen Başbakanlık Konutuna döndü. 

Askerler konutu çevirmişti. Ama anne-oğul aralarından geçer- 
ken kimse ne bir söz söyledi ne de bir davranışta bulundu. 

Nedense salon yerine tekrar gidip mutfağa oturdular. Osman 
Efendi, kahvaltı için hazırlıklara başladı. Berin Hamm kahvaltı yap- 
mayacağım, oğlu Aydın için hazırlık yapmasını istedi. Sonra oğluna 
dönerek, '"Hadi istersen, biraz uyu, sonra kahvaltı yaparsın" dedi. 

Aydın Menderes ne uyumak istedi ne de kahvaltı yapmak. 15a- 



2. Nilüfer Gürsoy'un üç kızı da akademisyen oldu. Bilge Gürsoy Marmara Üniversitesi 
iletişim Fakültesi'nde doçent; Emine Gürsoy Marmara Üniversitesi Fen-Edobiyat Fakül- 
tesinde bölüm başkanı profesör; Akile Gürsoy ise Yeditepe Üniversitesi Sosyal Antro- 
poloji Bölümü'nde profesör olarak çalışmaktadır. 



506 



şı eğik, sürekli yere bakıyordu. Arada gidip telefonu kontrol edi- 
yordu, "belki açılmıştır" diye. 

Pencereden baktıklarında tek gördükleri askerler, cipler ve 
tanklardı. 

Sıkıyönetim ilan edilmişti; kimse sokağa çıkamıyordu. 

Çaresiz bekleyeceklerdi. 

Berin Hanım, aralıklarla eniştesi Doktor Nâzım'ın başına ge- 
lenleri hatırlıyordu. Hemen bu düşüncesinden uzaklaşmak, kim- 
senin moralini bozmamak istiyordu; aklına ne zaman Doktor Nâ- 
zım gelse, oğlu Aydın Menderes ve Osman Efendiyle sohbet et- 
meye başlıyordu. 

Ama... gece başlayan idam düşüncesi Berin Hanım'ın aklın- 
dan hiç çıkmayacaktı... 

Öğleden sonra saat 14.30. 

Kapı çalındı. Osman Efendi hareketlendi, Berin Hanım onu 
durdurdu; kapıyı kendi açtı. Karşısında iki subay vardı, "iyi gün- 
ler" deyip ellerindeki zarfı uzattılar. Sonra da alelacele uzaklaş- 
tılar. Berin Hanım'ın soru sormasına fırsat vermemişlerdi. 

Berin Hanım kapıyı kapatır kapatmaz zarfı açtı. 

Eski yazıyla kaleme alınmış pusulanın sahibi Başbakan Adnan 
Menderes'ti. Kâğıtta yalnızca istekleri yazılıydı: iç çamaşırı, göm- 
lek, kravat, çorap, bazı ilaçlar... 

Pusulayı okuyunca çok rahatladı; demek yaşıyordu! 

Oğlu Aydınla pusulada yazılı üç cümleyi tekrar tekrar okudu- 
lar; yorumlar yaptılar. 

Pusulayı Adnan Menderes yazmıştı; yazı onundu. Harfler düz- 
gündü, demek ki eli titremeden, sağlığı yerinde kaleme almıştı! 

Moralleri biraz düzeldi... 

Berin Hanım eşi Adnan Menderes'in isteklerini küçük bir vali- 
ze yerleştirdi. Bir iki ilaç da koydu, özellikle bağırsaklarını çalış- 
tırması için Normakol adlı ilacı. Bir de küçük bir pusula yazdı: 
"Adnancığım, tezkeren bana dünyayı bahşetti. Her an Allah'tan 
sıhhatine dua ediyoruz. Müsaade ettikleri zaman, seni görmeye 
geliriz. Seni kucaklar, Allah'a emanet ederim. Berin." 

Kendisi de hazırlandı, "belki görüşmeye götürürler" diye. Ama 
bir saat sonra gelen subaylar, sadece küçük valizi alıp gittiler. 
Mektubu bile almamışlardı. 

Aradan birkaç saat geçti. Başbakanlık Konutu'nun kapısı yine 
çalındı. Bu kez gelen asker sayısı fazlaydı. Aralannda sivil giyimli 
görevliler de vardı. Başbakanlık Konutunda arama yapacaklardı. 

Berin Hanım eliyle odaları göstererek, "Buyrun" dedi. 



Askerler dışarıda durdu, siviller eve girdiler. 

Eve girenlerin bir grubu evi arıyor diğerleri ise zabıt tutuyordu. 

Özellikle yazılı belgeler üzerinde duruyorlardı. Ancak evde ye- 
teri kadar yazılı belge bulunamayınca, Berin Hanıma, devrik baş- 
bakan Menderes'in özel notlarını nerede sakladığını sordular. Be- 
rin Hanım, eşinin yazılı not almayı sevmediğini, aldığı çok az no- 
tu da eve getirmediğini söyledi. 

Bu arada evin bodrum katından sesler gelmeye başladı. Berin 
Hanım aşağıya indi. "Ne yapıyorsunuz?" diye sordu, aldığı yanıta 
şaşırdı. Ayaklarını zemine vuran görevliler, içinde altınların bu- 
lunduğu gizli kasayı arıyorlardı! 

Berin Hanım sinirlendi: "Burada altın filan yok, bulursanız bi- 
raz da bana verin!" 

Gelenler Başbakan Adnan Menderes'in özel yazılarını alıp git- 
tiler. Evde söylendiği gibi dolar, mark gibi dövizler ve altın bulu- 
namamıştı ! 

Hava kararmaya başladı. Sokaklar ıssızdı. 

Başbakanlık Konutu'ndaki sessizliği sadece radyonun sesi bo- 
zuyordu. Hiç kapatılmamıştı. Ama onda da ihtilal bildirisi ve 
marşlar dışında haber yoktu. 

Berin Menderes, bu aramalardan sonra artık Başbakanlık Ko- 
nutu'nda fazla kalamayacaklarını anlamıştı. Devletin kendilerini 
Başbakanlık Konutu'nda oturtmayacağını düşünüyordu. Osman 
Efendiye, "Yavaş yavaş toparlanalım" dedi. 

İki gün sonra... 

Harp Okulunda gözaltında tutulan 150 DP'linin uçakla Marma- 
ra Denizindeki Yassıada'ya götürüldükleri gün, sokağa çıkma ya- 
sağı kaldırıldı. 3 

Yasak kalktığı için Başbakanlık Konutuna sayılan çok olmak- 
la birlikte bazı konuklar gelmeye başladı. Bunlardan biri de Dışiş- 
leri Bakanı Fatin Rüşdü Zorlunun eşi Emel Zorlu 'ydu. 

Zorluların evinde gergin saatler 

Zorlular, Dr. Tevfık Rüşdü Aras'ın ev eşyalanyla birlikte onlara 
bıraktığı Bahçelievler 3. Cadde'deki 12 numaralı evde oturuyor- 
lardı. 

Emel Zorlu, yaşadıklannı bir çırpıda kuzeni Berin Hanıma an- 
lattı. 



3. 29 Mayıs 1 960'ta Yassıada'ya götürülen 150 kişilik kafileyi, 3 haziranda 26; S haziran- 
da 36; 6 haziranda 163, 10 haziranda 21 ; 15 haziranda 7; 18 haziranda 58 kişilik kafile- 
ler takiD etti. 



27 Mayıs sabahı Berin Menderes'in telefonuyla uyanmışlardı. 
Giyinip özel taksicileri Lütfi Efendiye gitmişler, onun arabasıyla 
Başbakan Menderes'in yanına, Eskişehir'e gitmeye karar vermiş- 
lerdi ! Ancak Lütfi Efendinin evine ulaştıklarında, Eskişehir'e gi- 
demeyeceklerini anlamışlardı; çünkü tüm yollar askerlerce tu- 
tulmuştu. 

Fatin Rüşdü Zorlu teslim olmaya karar vermiş, telefon edip, 
yerini bildirmişti! Gelen askerler Fatin Rüşdü'yle birlikte şoför 
Lütfi Efendi'yi de götürmüşlerdi. 

Dışişleri Bakanı Zorlu askerî cipe binerken, mahalleli yuhala- 
yınca, onlara dönüp, "Nankörler size hiç mi hizmet etmedik?.." 
diyerek üzerlerine yürümüştü! 

Fatin Rüşdü-Emel Zorlu çifti askerlerle Bahçelievler'deki evle- 
rine götürülmüş; Fatin Rüşdü Zorlu cipten indirilmemişti. Emel 
Hanım eşliğinde bazı askerler evde arama yapmışlardı. 

O gece Zorluların yaşadıkları hemen gazete manşetlerine taşı- 
nacaktı ! 

Evde bir kutu içindeki mücevherler ile bodrum katında bulu- 
nan şarap, viski ve şampanyalar gazete manşetlerine konu olu- 
vermişti i 

Mücevher kutusunda bulunanlar, Emel Zorlunun nişan ve dü- 
ğününde başta Atatürk olmak üzere davetlilerin hediyeleriydi. 
Bunların arasında, annesi Makbule Araş' a İran Şahı Rıza Pehlevî 
ile bazı devlet başkanlarının verdiği hediyeler de vardı. Askerler 
onları da alıp götürmüşlerdi. 

Banyodaki paspaslara da el konulacak ve ardından, "Banyola- 
rı bile halılarla kaplı" diye haberler yapılacaktı. 

Emel Hanım, asıl üzücü olayların İstanbul'da kayınvalidesi Gü- 
zide Zorlunun evinde yaşandığını anlattı Berin Hanım'a... 

Saat 05.00'e geliyordu; dışarıda tank sesleri vardı. Fatin Rüşdü 
Zorlunun, DP'nin yayın organı Zafer gazetesinde çalışan kızı Se- 
vin Zorlu gürültülere uyandı. Camdan baktığında Taksim Meyda- 
nı'na doğru giden askerleri ve tankları gördü. Hemen babaannesi 
Güzide Zorlunun odasına gitti: "Babaanne Taksim Meydanı asker 
ve tanklarla dolu, herhalde ihtilal oldu!" 

Güzide Zorlu, "Yok canını, manevradır, yat uyu" dedi. 

sırada telefon çaldı. Arayan İçişleri Bakanı Dr. Namık Ge- 
dik'in kızı Aylaydı. Sevin Zorluyla yakın arkadaştılar. "Sevin he- 
men radyoyu aç" deyip telefonu kapattı. 

Sevin Zorlu radyoyu açtığında tok sesli albayın okuduğu bildi- 
rinin sonuna yet içebilmişti: "NATO'ya. CENTO'ya bağlıyız..." 



O sırada Güzide Zorlu da kalktı. 

Ankara'ya telefon etmek istediler; ancak o günlerde şehirlera- 
rası telefonlar kolay yapılmıyordu; önce PTT'yi arayıp numaranı- 
zı bildiriyor, sonra bir süre beklemeniz gerekiyordu. 

Telefon edip numarayı bildirmek istediler, ancak PTT'den ya- 
nıt alamadılar. 

Gün ağarmak üzereydi. 

Radyoda marşlar çalınıyordu. 

Radyo spikeri, heyecanlı sesiyle, evlerin, caddelerin bayraklar- 
la donatılması ve bugünün bir bayram havasında kutlanması ge- 
rektiğini söylüyordu. 

Güzide Hanım asker kızıydı. Babası Hüseyin Rıfkı Paşa, eşi ise 
İbrahim Rüşdü Paşaydı! "Askerden kimseye zarar gelmez" diye 
evinin balkonuna bayrak astı. Torunu Sevini uyarmadan da ede- 
medi: "Ben 6-7 Eylül Olaylan'nı da yaşadım, Türk bayrağı asılı 
yerlere kimse dokunamaz!" 

Ancak radyodan Dışişleri Bakanı Fatin Rüşdü Zorlunun kaç- 
maya çalışırken yakalandığı haberi üzerine Güzide Zorlu şoke 
oldu... 

Aklına rahmetli eşi İbrahim Rüşdü Paşa geldi. 1909'daki gerici 
31 Mart Ayaklanmasından sonra yapılan askerî müdahale sonu- 
cu, II. Abdülhamid'in yaveri olduğu için Midilli'ye sürgüne gönde- 
rilmişti. Ve yarım asır sonra bu kez oğlu Fatin Rüşdü, askerî mü- 
dahale sonucu bir bilinmeyene yolculuğa çıkarılmıştı... 

Babasının yakalandığını öğrenen Sevin Zorlu hırslanıp balkon- 
daki bayrağı aldı. Bu olay Zorluların evinde gergin saatlerin ya- 
şanmasına neden olacaktı. 

"Mete Caddesi Miramer Apartmanının altıncı katındaki 10 nu- 
maralı dairede oturan Sevin Zorlu, evin balkonunda asılı Türk 
bayrağını yırtıp attı" ihbarı üzerine, bir albay komutasında asker- 
ler, Sevin Zorluyu gözaltına almaya çalıştı. Ancak komşuların 
araya girmesiyle olay büyütülmeden kapatıldı. 

Ama bu olay üzerine Sevin Zorlu apar topar DP'nin bir başka 
yayın organı Kudret gazetesinin sahibi Hamdi Arbağ'm İstanbul 
Dragos'ta bulunan yazlığına gönderildi. 

Sevin Zorlunun askerlere dik çıkmasının altında, İstanbul Ko- 
mutanı Fahri Özdilek Paşaya güvenmesi yatıyordu belki de. 

Özdilek Paşanın, Başbakan Menderes ile babası Fatin Rüşdü 
Zorluyu sürekli takdir ettiğini, Güzide Zorlunun hep hatırını sor- 
duğunu biliyordu. Bilmediği, Özdilek Paşanın ihtilal komitesin- 
deki üç paşadan biri olduğuydu. 



Sevin Zorlu ucuz kurtulmuştu. 

Askerlerin müdahalesini kendisine haber veren arkadaşı Ayla 
Gedik'in o gün yaşadıklarının benzerini bir yıl sonra kendisi de 
yaşayacaktı. 

İçişleri Bakanı Dr. Namık Gedik, gözaltında tutulduğu Harp 
Okulu'nun penceresinden atlayarak intihar etmişti... 

Mesude Evliyazade gazete manşetlerinde 

Türk basını o günlerde zorlu bir sınavdan geçti; ama hiç de başa- 
rdı olamadı. Halk arasındaki dedikodular gazete manşetlerine ka- 
dar çıktı: Üniversite öğrencileri kaçırılıp Ankara Et Balık Kuru- 
mu'nda kıyıldıktan sonra Konya karayolu asfaltına gömülmüşlerdi! 

Muhalifler kuyulara atılıp, üzerlerine taş yığılmıştı! 

Bu "kara propagandaya" herkes inanmıştı! 

MAH (günümüzdeki adıyla MİT) İstanbul Şale Köşkünü sorgu 
merkezi haline getirdi. Başta dönemin İstanbul Belediye başkanı 
ve Vatan Cephesi başkanı Kemal Aygün ve Bumin Yamanoğlu gi- 
bi emniyet görevlileri işkenceli sorgulardan geçirildi. 

İstihbarat görevlileri öldürülen öğrencilerin nerede gömüldük- 
lerini öğrenmeye çalışıyordu! 

"Söyleyin nereye gömdünüz ?" 

İşkencecilerden birinin sesi Kemal Aygün'e tanıdık geldi. "Ayı 
Şemsi sen misin?.." diye sordu. İşkence durdu. Kemal Aygün an- 
lamıştı... İki yıl önce, polis kadrosundayken MAH'a geçmek için 
Kemal Aygün'den yardım isteyen Şemsi Ülengin, şimdi Şale Köş- 
kü'nde "görevli'ydi ! 4 

Yıllardır süren feodal ilişkiler aniden "keşfedilip" gazete sayfa- 
larına yansıtılıyordu. Mesude Evliyazade Gönlüce köyünde köy- 
lüleri zorla çalıştırdığı için İzmir Valiliğine şikâyet edilmişti. 

Mesude Evliyazade "hanım ağa'ydı; belinden silahı hiç eksik 
olmamıştı. Köylüler askerî müdahaleyi fırsat bilmişlerdi. 

Keza "hanım ağa"nın oğlu Mustafa Yılmaz'ın da sürekli köylü- 
leri dövdüğü haberleri yayımlanmaya başlandı. 

Bu haberler manşetlere kadar taşınmıştı! 

Mesude Evliyazade 'nin diğer oğlu Mehmet Özdemir Evliyaza- 
de, belki de bu tür haberlerin etkisi ve annesi ile ağabeyini koru- 
ma içgüdüsüyle, halasının oğlu olan devrik başbakan Menderes 
ve DP aleyhinde gazetecilere demeçler vermeye başlayacaktı. 



4. Şemsi Ülengin MİT'ten emekli olduktan sonra, yeraltı dünyasının ünlü kabadayıların- 
dan Dündar Kılıç'ın sahibi olduğu Cem Reklam'ın müdürlüğünü yaptı. (Doğan Yurda- 
kul, Abı, 2001 , s! 279) 



Mehmet Özdemir'in ifşaatlarım gazeteler dizi halinde yayımla- 
yacaktı... 

Evliyazade Makbule Hanım'ın görümcesinin oğlu, İzmir Bele- 
diye Başkanı Faruk Tunca, birkaç yıl önce tahrip edilen Demok- 
rat İzmir gazetesine saldıran ekip içinde olduğu iddiasıyla İstan- 
bul Balmumcu Cezaevine konmuştu! Türkiye'nin en uzun süre 
Dışişleri bakanlığı görevinde bulunan Dr. Tevfık Rüşdü Araş, ye- 
ğenini ziyarete zor izin alabilmişti. Keza Avrupa güzeli Günseli 
Başar da eşini zar zor ziyaret edebiliyor ve onun sevdiği yemek- 
leri elleriyle yapıp cezaevine götürüyordu. 

Zor günlerden geçiliyordu... 

Teyze çocukları Berin Menderes ile Emel Zorlu yaşadıkları bir 
olayla şoke oldular. 

Lütfıye Akmanlar, DP Antalya Milletvekili Kenan Akmanlar'ın 
eşiydi. Berin, Emel ve Lütfıye hanımlar 27 Mayıs 1960 askerî mü- 
dahalesinden önce hemen her gün görüşüyorlardı. Akrabaydılar. 
Lütfiye Akmanlar, Başbakan Menderes'in halasının oğlunun eşiydi. 

Müdahaleden sonra da Berin, Emel ve Lütfiye hanımlar bir ara- 
ya gelmeyi sürdürdüler. Ancak bir gün Lütfiye Akmanlar, sürekli 
kendi eşlerinin başına gelenleri anlatıp yakınan Berin ile Emel'i 
evden kovdu! 

İşin aslı sonradan anlaşılacaktı... 

Lütfıye Hanım eşi Kenan Akmanlar'ın Berin Menderes'e tele- 
fon etmesinin hemen ardından eve gelen askerler tarafından gö- 
türülünce sinir krizi geçirmişti. O günden sonra ellerinin titreme- 
sine engel olamıyordu. Ve olayları dinledikçe sinirleri daha bozu- 
luyordu. Bu nedenle en yakın arkadaşlarını evinden kovmuştu. 
Ancak sonra salonundaki koltuğuna yığılıp kalacak, beş ay sonra 
da vefat edecekti... 

Eşinin öldüğü Yassıada'da tutuklu bulunan Kenan Akmanlar'a 
söylenmedi. Oğlu Dr. Tanju Akmanlar annesi adına babasına 
mektup yazmayı sürdürdü. Tıpkı yıllar önce Evliyazade Naciye 
Hanım ile kızı Berin'in, idam edilen Doktor Nâzım'ın imzasıyla 
Avrupa'da yaşayan Beria Hanım'a mektup yazmaları gibi... 

Yassıada, bırakın DP'lileri, aynı parti içindeki akrabalan bile 
birbirine düşürmüştü. Berin Menderes ile Emel Zorluya tavır ko- 
yan bir diğer akrabalan da Atıfa (Bayındır) Timur'du! 

Atıfa, Atıf-Ruhiye Bayındır çiftinin kızıydı. Dr. Tevfık Rüşdü 
Aras'ın amcasının torunuydu. 

Atıfa, DP milletvekili Hulusi Timur'la evliydi ve eşi Yassı- 
ada'daydı. Bu nedenle tepkiliydi. Oysa diğer iki kız kardeşi Emel, 



Büyükelçi Necdet Özmen'le ve Ümit, Büyükelçi Hasan Esad 
İşık'la evliydi; onlar aksine Menderes ve Zorlu ailelerine yardım 
etmek için çaba sarf ediyorlardı! 

Göreme Sokağı 

O toz bulutu içindeki günlerde Berin Hanım eşi Başbakan Ad- 
nan Menderes'in başına gelenleri öğrenme fırsatı buldu. 

Adnan Menderes 27 mayıs günü Eskişehir'de değil, Kütah- 
ya'daydı. Askerlerin yönetime el koyacağını öğrenmiş ve Eskişe- 
hir'den ayrılıp Kütahya'ya gitmeye karar vermişti. 

O gün Başbakan Menderes'in yanında, Başbakanlık Basın Ya- 
yın Enformasyon genel müdürü sıfatıyla bulunan Altemur Kılıç'a 
göre, aslında Adnan Menderes, geniş kalabalıkların desteğini al- 
mak için Konya'ya geçmek istiyordu. 

Askerlerin planına göre Başbakan Menderes, 27 mayıs günü 
sabaha karşı gözaltına alınacaktı; Menderes'in 26 mayıs akşamı 
Kütahya'ya gitmeye karar vermesi askerlerin planını bozmuştu. 
Ankara'dan son emir gelmediği için müdahale edemiyorlardı. 

Sonunda Başbakan Menderes küçük bir konvoyla Kütahya'ya 
doğru yola çıktı. Önde başbakanın makam arabası, arkada asker- 
lerin oluşturduğu konvoy! İşin garip yanı, başbakan kendi oto- 
mobiline binmemiş, askerlerin bulunduğu bir ciple yolculuk et- 
meyi tercih etmişti! 

Konvoy Kütahya'ya doğru yol almaya başladığında radyolarda 
askerlerin yönetime müdahale ettiği bildirileri okunmaya başlan- 
mıştı. 

Ama cipte radyo yoktu! 

Başbakanın konvoyuna bir süre sonra havadan jetler eşlik et- 
meye başladı. Havada jetler, içinde şoförden başka kimsenin ol- 
madığı başbakanın makam aracı, askerî cipler ve GMC'lerden 
oluşan "tuhaf konvoy" Kütahya'ya girdi. Kütahya vali vekili, jan- 
darma komutanı, birkaç subay konvoyu bekliyordu. 

Çok soğuk hoş geldiniz merasiminden sonra birlikte vilayete 
gittiler. 

Sonra... 

Eskişehir'den gelen Albay Muhsin Battır 5 artık bilinen durumu 
Başbakan Menderes'e resmen bildirdi. 



5. Türkiye, Muhsin Batur'un adını 12 Mart 1971 Muhtırası'ndan sonra daha sık duya- 
caktı. 1969-1973 yılları arasında Hava Kuvvetleri komutanlığı görevinde bulunan Muh- 
sin Batur 1974-1980 yılları arasında TBMM'de görev yaptı. Cumhurbaşkanlığına aday 
oldu, a? bir oy farkıyla kaybetti. Ünlü yazar Enis Batur'un babasıdır. 



Adnan Menderes için bir dönem kapanmıştı... 

Başbakan Menderes Kütahya'dan Eskişehir'e, oradan uçakla 
Ankara'ya götürüldü. 6 

O artık "sabık başbakan'dı! 

Gözaltına alınan DP'liler gibi o da Harp Okuluna konuldu. 

Diğerlerinden tecrit edilmişti. Ama geldiğinin ikinci günü lava- 
boda Celal Bayar'ı gördü. Devrik cumhurbaşkanı Bayar sakin gö- 
rünüyordu. "Olan olmuştur Adnan Bey, olan olmuştur, metin olu- 
nuz" dedi. Sabık başbakan Menderes ellerini iki yana açarak, 
"Başka çare var mı?.." dedi. Askerler hemen müdahale ettiler, ko- 
nuşmalarına izin vermediler... 

Eşinin ihtiyaçlarını aldığı pusulalardan öğrenen Berin Hanım, 
hemen her gün Harp Okuluna küçük bir valiz gönderiyordu. 

Bu arada, bir pusula da askerlerden aldı. Konutu boşaltması is- 
teniyordu. Tahmininde yanılmamış, evi toparlamaya başlamıştı 
zaten. Haziran ayı başında Başbakanlık Konutunu boşalttı. 

Kavaklıdere'de, Göreme Sokağındaki bir apartman dairesine 
taşındılar. O günlerde oğlu Aydın Menderes'in aklı sokağın ismi- 
ne takılmıştı. Ne demekti "Göreme" ? Yani babasını bir daha gö- 
remeyecek miydi ? 

10 haziran günü Kavaklıdere'deki evlerinin zili çalındı. Gelen 
kişiyi Berin Hanım uzaktan tanıyordu. "Hanımefendi, Sayın Men- 
deres'i bugün Harp Okulundan çıkarıp Yassıada'ya götürdüler" 
deyip hemen uzaklaştı. 

Mendereslerin evi bazen bu tür ilginç ziyaretlere tanıklık edi- 
yordu... 

Yassıada günleri 

Marmara Denizinde, İstanbul'un Kartal ve Maltepe kıyıları 
açıklarında sıralanan adalara "Kızıladalar" ya da "Prens Adaları" 
denirdi. Bu adalarda, Bizans döneminde ya manastır ya da ceza- 
evleri yapılırdı. Yassıada da bu adalardan biriydi. 

Ve yıllar sonra cezaevi olarak kullanılıyordu... 

Küçük, ağaçsız, sevimsiz bir adaydı. Üzerindeki yüksekçe bir 
düzlük nedeniyle bu adaya Yassıada adı verilmişti. Bizans'tan bu 
yana yalnızca balıkçıların yanaştığı bu adanın, halkın dilindeki adı 
"Hayırsız Ada'ydı! 

Osmanlı döneminde adanın "sahipleri" buraya sürülen sokak 



6. Eskişehir Hava Üssü'nün komutanı Tuğgeneral Bedii Kireçtepe'ydi. Oğlu Alkım Ki- 
reçtepe Dışişleri'nin önemli diplomatlarından biriydi, ilkesi, bir dönem adını "isveç se- 
firinin Türk esi" olarak duyuracak Nil ÜNegren'di. 



köpekleriydi. Açlık nedeniyle sürekli olarak havlayan köpeklerin 
sesinin istanbul'dan bile duyulduğu rivayet edilirdi. 

Yassıada, DP milletvekili olarak adaya getirilen Deniz Kuvvetle- 
ri eski komutanı Oramiral Sadık Altıncan'm girişimiyle 1950'den 
sonra eğitim merkezi yapılmıştı! Yaklaşık 100 dönümlük bu adaya 
spor salonu, dershane, hastane ve gazinolar inşa edilmişti. 

DP hükümetinin oluruyla yeniden şekillenen Yassıada'nın yeni 
konuklan DP'li siyaset ve devlet adamlarıydı. 
Adanın komutanı Yarbay Tarık Güryay'dı. 7 
Ankara Harp Okulu ve İstanbul Davutpaşa Kışlası ile diğer iller- 
deki benzeri askerî kışla ve kurumlarda tutulan DP'liler, Yassı- 
ada'da "sınıflandırılarak" hücrelere konuldu. 8 Bayarve Menderes 
tek kişilik hücrelere yerleştirildi. Bu hücrelerin duvarları nedense 
mor renge boyanmıştı. 

Yaklaşık 7 metrekare (2,80x3 metre) büyüklüğündeki bu hüc- 
relerde, sac dolap, sandalye, masa, tek kişilik karyola, battaniye 
ve denize bakan bir pencere vardı. Kapının hemen karşısmda tu- 
valet bulunuyordu; izin alınmadan tuvalete gitmek yasaktı. Hüc- 
redeki lambanın söndürülmesi de yasaklar arasındaydı. 

Adnan Menderes adada geçirdiği ilk gün durmadan sigara içti. 
Birini bitirmeden aynı sigarayla diğerini yaktı. Hiç uyumadı ve 
hücrenin içinde dolaşıp durdu. Herkesi saran çaresizlik, perişan- 
lık duygusu onda da vardı. 

Görevli yüzbaşı Kâzım Çakır, sabık başbakan Menderes'le ilk 
kez görüştüğünde hemen şartlarını sıraladı: günde iki paketten 
fazla sigara içilmeyecek; sigaradan önce mutlaka kahvaltı yapıla- 
cak ve günde dört beş kez oda havalandırılacak vb. 

Menderes banyo yapmayı çok seviyordu. Her gün soğuk suyla 
duş alıyordu. Saçlanna o zor koşullarda bile itina gösteriyordu. 

Celal Bayar ise beş günde bir banyo yapıyordu. Kimseyle ko- 
nuşmuyordu. Subaylara hiç bakmıyor, hep yattığı yerden denizi 
seyrediyordu. 

İkinci dereceden tutuklular koğuşlara ikişer, üçer ve dörder 
gruplar halinde yerleştirildi. Kadınlara ayn bir koğuş açıldı. 
Fatin Rüşdü Zorlu, Celal Yardımcı, Sebati Ataman ve Namık 



7. Yassıada'da görevli subaylardan biri de Üsteğmen Teoman Koman'dı.Yani gün gele- 
cek Millî istihbarat Teşkilatı (MİT) müsteşarlığı ve jandarma genel komutanlığı yapacak 
olan Orgeneral Teoman Koman! Bir diğer ünlü asker ise, gün gelecek Deniz Kuvvet- 
leri komutanlığı yapacak olan Oramiral ilhami Erdil'di. 

8. Efendi adlı kitabımda bazen yazıldığı halde aileleri istemediği için basılmamış anı kitap- 
lardan da yararlandım. Bunların biri de Yassıada'da I no'lu koğuşun sorumlusu P. Kd. 
Yzb. Kâzım Çakır'ın günlükleridir. Yüzbaşı Çakır, 25 haziran 1960 tarihinde yazmaya 
başladığı defterini, bölüğün deposunda bulunan mermi sandıklarının altında saklıyordu. 



Argüç'ü aynı koğuşa koydular. 

Bu dar koğuşlarda genellikle, karşılıklı konmuş üst üste ikişer 
ranza vardı. Koğuşların kapılarında küçük gözetleme pencereleri 
açılmıştı. İki ay boyunca yemek ve tıraş dışında odalarından dışa- 
rı çıkamadılar. Pencereler hemen her gün kapalıydı ve koridorla- 
rın kapılarında silahları hücrelere çevrili askerler nöbet tutuyordu. 

Her koğuşta dinleme cihazlan vardı. (Tank Güryay, Bir İktidar 
Yargılanıyor, 1971, s. 58) 

15 haziran 1960. 

Yassıada o gün daha bir sessizliğe gömüldü. 

Tutuklulardan, Başbakanlık Yüksek Denetleme Kurulu üyesi 
Lütfı Seyhan geçirdiği kalp krizi sonucu hayatını kaybetti. 

Lütfı Seyhan, DP'li Devlet bakanı ve Başbakan Menderes'in 
özel doktoru Dr. Mükerrem Sarol'un eniştesiydi. 

Kaderin garip cilvesi; 27 Mayıs askerî müdahalesinden kısa bir 
süre önce Lütfı Seyhan, Dr. Sarol'a, başbakana iletmesi için bir 
haber göndermişti: Harp Okulu Komutanı Tuğgeneral Sıtkı Ulay 9 
güvendiği öğrencilere manevra mermisi yerine sahici mermi da- 
ğıtıyordu. Askerî öğrencileri ihtilal için hazırlıyordu! 

Dr. Sarol eniştesinin ihbannı Başbakan Menderes'e söyledi. Al- 
dığı yanıta şaşırdı. Başbakan Menderes sesini yükselterek Dr. Sa- 
rol'u azarlamıştı: "Sıtkı Ulay'ı o göreve bilerek ve isteyerek geti- 
ren benim. Hatta onu general yapan da benim. Sıtkı Ulay çok gü- 
vendiğim bir subaydır; çocukluk arkadaşım, Karşıyaka'da birlik- 
te top koşturduğumuz, beni Londra'daki uçak kazasında yanmak- 
tan kurtaran milletvekilimiz Rifat Kadızade'nin yeğenidir. Dok- 
torcuğum bize bağlı subayların adlannı mahsus bu tür dedikodu- 
lar çıkararak yıpratıyorlar..." 

Sonunda haklı çıkan Lütfı Seyhan olacaktı... Menderes, Sıtkı 
Ulay'ın, askerî ihtilalin merkezi Millî Birlik Komitesinin önde ge- 
len isimlerinden biri olduğunu Yassıada'da öğrenecekti!.. 

Başbakan Menderes askerleri hiçbir zaman anlayamamıştı. 
Tıpkı o gün 27 Mayıs askerî müdahalesinin başında olan Orgene- 
ral Cemal Gürsel'i anlamadığı gibi! İlişkileri eskiye dayanıyordu: 

1955 yılında İzmir Yurtiçi Bölge komutanı olan Cemal Gürsel, 
DP'li Medenî Berk ve Mükerrem Sarol'la Başbakan Menderes'e 
haber göndermişti; milletvekili ve bakan olmak istiyordu. (Mü- 
kerrem Sarol, Bilinmeyen Menderes, 1983, s. 948) 



9. Sıtkı Ulay Paşa'yla 1989 yılında Ankara'da tanıştım. Ölene kadar dost kaldık. Türk Si- 
lahlı Kuvvetleri'nin idealist subaylarından biriydi. MillîBirlik Komitesi üyeliği yaptı. Dev- 
let, Ulaştırma ve Bayındırlık bakanlıkları görevinde bulundu ve 1989 yılında seksen iki ya- 
şında hâlâ Ankara Bahçelievler'deki halk pazarından alışveriş yapacak kadar temiz kaldı. 



516 



Cemal Gürsel, politikacı yapılamamış, ancak İzmir'deki pasif 
görevinden alınarak önce 3. Ordu komutanlığına, ardından Kara 
Kuvvetleri komutanlığına getirilmişti. 

Yayımlanmasına izin verilmeyen kitap 

Başbakan Menderes her iki isim, Sıtkı IJlay ve Cemal Gürsel 
hakkında yanılmış mıydı? Yoksa... 

Gelin bugüne kadar hiç tartışılmayan bir sorunun yanıtını bul- 
maya çalışalım. 

Önce ailesinin söylediğine göre, "devletin istihbarat birimleri- 
nin yayımlanmasına izin vermediği" bir kitaptan bahsedeyim. 

Yazan Hamdi Ciliv. 

ittihat ve Terakki Cemiyetinin önde gelen isimlerinden, Millî 
Mücadele 'ye katılmış, TBMM'nin ilk milletvekillerinden ve 1926 İz- 
mir Suikastına adı karışıp yargılanan, ancak Atatürk tarafından 
kurtarılan Hamdi Baba'nm torunuydu. 

Hamdi Ciliv'in babası mübadeleyle gelen, Nikos Kazancakis'in 
yakın arkadaşı Efdal Ciliv'di. 

Hamdi Ciliv, 1950'li yıllarda Ankara'da DP'nin önde gelen teş- 
kilatçı isimlerinden biriydi. Ölmeden önce anılarını yazdı; "Ben 
öldükten sonra yayımlarsınız" diye ailesine bıraktı. Yazdığım gibi, 
kitaba "izin" çıkmadı... 

Hamdi Bey'in eşi Sara Ciliv kitaba göz atmama izin verdi. 

Hamdi Ciliv kitabında 27 Mayıs 1960 askerî müdahalesine ge- 
niş yer ayırmış. Yıllardır DP'lilerin kendi aralarında fısıldayarak 
konuştukları bir konuyu yazma cesareti göstermişti. 

Hamdi Ciliv, 1950'li yılların sonunda Celal Bayar ile Adnan 
Menderes'in aralarının artık iyice açıldığını belirtiyor ve her iki 
grubun da birbirlerini tasfiye etmek için çaba sarf ettiğim yazıyor. 

Ciliv'in örnek olaylar sıralayarak yazdığı bu iddiasına göre, Baş- 
bakan Menderes ile Edhem Menderes, TSK içindeki bazı subaylar- 
la işbirliği yapıp Cumhurbaşkanı Celal Bayar'ı devirmek istiyor! 

Ciliv'e göre, Başbakan Menderes, "Dokuz Subay Olayı'nm üze- 
rine, Celal Bayar'ın tüm ısrarlarına rağmen bilerek gitmemişti. 
Üstelik ihtilalcilerle görüşme yapan Millî Savunma Bakanı Semi 
Ergini bile ancak Celal Bayar'ın baskısıyla görevden almış, ama 
daha sonra bu kez Ulaştırma bakanlığına atamıştı! 



27 mayıs sabahı Semi Ergin Harp Okuhı'na getirildiğinde, kapıda 
bekleyen askerî öğrenciler, Ergine dost.uk gösterisinde bulunup onu, 



"Sen bizim babamızsın" diyerek kucaklamak istediler.- Ergin bunun 
üzerine, "Çocuklar kalbim var, bana karşı böyle hareketlerde bulun- 
mayın" dedi. (Emin Karakuş, İşte Ankara, 1977, s. 508) 

27 Mayıs sabahı ihtilalin lideri Cemal Gürsel'i arayıp ilk tebrik 
eden kişi Semi Ergin'di. 

Yapılmış olan hareketi ve vanlmış olan sonucu son derece takdir ve 
tasvip ettiğini söylüyor. Bu jesti "asilane" bulduğunu söyleyen Gürsel, 
gerçekten duygulanmış görünüyor. (Tarık Güryay, Bir iktidar Yargı- 
lanıyor, 1971, s. 39) 



Hamdi Ciliv soruyor: "Londra'daki uçak kazasında hayatmı kay- 
bedene kadar başbakanın yaverliğini yapan Muzaffer Ersü'nün ilk 
ihtilalci kadronun içinde bulunması tesadüf müydü?" 

Dokuz Subay Olayının ortaya çıkmasını sağlayan Samed Kuş- 
çu'yagöre, Muzaffer Ersü, Londra'daki uçak kazasında öldükten 
sonra, dokuz subayla ilgili olduğunu gösteren belgeler kasasında 
bulunmuş, ancak Menderes'in emriyle belgeler yok edilmişti. 
(Cüneyt Arcayürek, Darbeler ve Gizli Servisler, 1989, s. 26) 

Dokuz subayın beraat etmesinin, onları ihbar eden Binbaşı Sa- 
med Kuşçu'nunsa ceza almasının arkasında hangi güç odaklan var- 
dı? Bu karamı alınmasında hükümetin etkisi bulunuyor muydu? 

Celal Bayar'ın karşı çıkmasına rağmen Başbakan Menderes, 
çocukluk arkadaşı DP milletvekili Rifat Kadızade'nin yeğeni, 
1907 İstanbul doğumlu Tuğgeneral Sıtkı Ulay'ı Harp Okulu komu- 
tanı, 1918 Selanik doğumlu Kurmay Albay Osman Köksal'ı Cum- 
hurbaşkanlığı Muhafız Alayı komutanı yapmıştı. 

En güvendiği iki orgeneral, Fahri Özdilek ve Ragıp Gümüşpala 
neden askerî hareketi önleyememişlerdi. Bırakın önlemeyi Fahri 
Özdilek Millî Birlik Komitesinin içindeydi! Ragıp Gümüşpala ise 
27 Mayıs hareketinin ilk Genelkurmay başkanıydı!.. 

Aynca, Menderes hükümeti döneminde Genelkurmay ikinci 
başkanı Orgeneral Cevdet Sunay Kara Kuvvetleri komutanlığına 
getirilmişti. 

Hamdi Ciliv kitabında onlarca soruyu ortaya atıyor: Adnan 
Menderes, askerî harekâtın başında Cemal Gürsel olduğunu du- 
yunca neden rahatlıyor; Eskişehir'de gözaltındayken askerler 
neden kendisine selam duruyor; Ankara Harp Okulu'nda neden 
"şeref salonu'na almıyor; "Ne zaman radyo konuşması yapaca- 
ğım?" diyecek kadar kendini neden rahat hissediyor? 



Ama... 

Ciliv'e göre, İçişleri Bakanı Namık Gedik'in intihan, askerî ih- 
tilalin yönünü değiştirmişti. Namık Gedik 29 mayıs 1960'ta intihar 
etmişti. DP'nin önde gelen isimlerinden Sıtkı Yırcalı 27 mayısta 
gözaltına alınıp, 28 mayısta serbest bırakılmıştı. Ancak Bakan 
Gedik'in intiharından sonra 30 mayısta tekrar gözaltına alınacak- 
tı. Üstelik ilk gün serbest bırakılan Yırcalı, Yassıada mahkemele- 
ri sonucunda 4 yıl 2 ay hapse mahkûm olacaktı. 

Sıtkı Yırcalı'nın gözaltına alınıp serbest bırakıldıktan sonra 
ikinci kez gözaltına alınması gösteriyor ki, askerî müdahalede bu- 
lunanların ilk fikri tüm DP'lileri Yassıada'ya götürmek değildi. Pe- 
ki, sonra ne oldu da bu fikir değişti ? "Ayrıcalık gütmeden tüm 
DP'liler hakkında dava açma" kararını kim ya da kimler vermişti? 

Hamdi Ciliv'in yazdıklarına ve sorularına "komplo teorisi" de- 
yip geçebilirsiniz. Bayarlar ve Zorlularla konuştuğumda Ciliv'in 
iddialarının hep konuşulup tartışıldığını anladım. Üstelik hak ve- 
rildiğine de tanık oldum... 

Orhan Birgit'in 9 mart 1961 tarihli Kim dergisinde yazdığına 
göre, gazetecilerle iftar sofrasında bir araya gelen ihtilalin lideri 
Cemal Gürsel, ilginç açıklamalarda bulundu... 

Gürsel Paşa yemekte bulunanlara, Kara Kuvvetleri komutanlı- 
ğı döneminde Edhem Menderes'le aralarının çok iyi olduğunu, 
hemen her akşam kendisine uğradığını, uzun uzun memleket iş- 
lerini görüştüklerini anlatıyor. 

Paşa, Millî Savunma Bakanı Edhem Menderes'le o kadar sami- 
mi olmuştu ki, görevden ayrılacağı gün, 3 mayıs 1960'ta kendisi- 
ne mektup yazarak kamuoyunun taleplerini sıraldı. 

On üç maddelik istekler mektubunun ilk maddesi ilginçti: 
"Cumhurbaşkanı (Celal Bayar [SY.]) istifa etmelidir. Çünkü bütün 
fenalıkların bu zattan geldiği hakkında umumî bir kanaat vardır." 

21 mayıs 1960'ta Ankara'da hükümet aleyhine sessiz yürüyüş 
yapan Harp Okulu öğrencilerinin arasında kim vardı dersiniz: 
Millî Savunma Bakanı Edhem Menderes!.. 

Sahi Başbakan Menderes askerle işbirliği yapıp, Cumhurbaş- 
kanlığı Köşküne çıkacak, başbakanlığa da Edhem Menderes mi 
gelecekti? Ya da... Cumhurbaşkanı Celal Bayar, Başbakan Adnan 
Menderes'i "azledip" yerine Fatin Rüşdü Zorluyu mu atayacaktı ? 

Sevin Zorlu anlatıyor: 



24 mayıs günü babam Başbakan Menderes'in yanına çıkıyor. "Ed- 
hem Menderes ihanet içinde; beni hemen Millî Savunma bakanlığına, 



onu da Dışişleri bakanlığına atayınız. Bu işi yirmi dört saatte çöze- 
yim, aksi takdirde askerler müdahale edecek" diyor. Babamın bu ka- 
dar emin olmasının nedeni Avrupa'daki bir ülke istihbaratından, as- 
kerlerin müdahale edeceği bilgisini alması. Ama Başbakan Menderes 
babamı dinlemiyor bile. Sonunda tartışıyorlar. Babam da kapıyı vu- 
rup çıkıyor. Bu ikisinin son görüşmeleri oluyor. 

Tüm bunlar "komplo teorisi" olabilir. Ancak, Bayar-Menderes 
ilişkisinin son yıllarda artık birbirlerine tahammül edemez nokta- 
ya geldiğini kabul etmeyen yok. Bu durumda her ikisinin de "bir- 
birlerinin altını oyma stratejisi" uygulayıp uygulamadıkları büyük 
bir sorudur. 

Geçelim... Ve Ankara'da oğlu Aydm'la baş başa kalan Berin Men- 
deres'e dönelim. 

İlk başta yumuşak görünen askerler, kadife eldiven içindeki 
demir yumruklarını çıkarmaya başlamışlardı... 



Evliyazadeleri sarsan ölümler 

Askerî müdahaleden beş ay sonra Dr. Tevfık Rüşdü Aras'ın eşi 
Makbule (Evliyazade) 6 ekim 1960'ta Ankara'da vefat etti. 

Yaşamının son günleri hayli zor geçmişti. Gözlerinin rahatsızlı- 
ğı artmıştı. Üstelik eşi Dr. Tevfık Rüşdü Aras'la artık geçinemi- 
yorlardı. Bu nedenle eşini evden kovmuştu! 

Dr. Araş önce kuzeni -Türkiye'nin ilk Türk kadın banka müdi- 
resi- Iclal Ersin'in evinde kaldı. Sonra, Hatice Bahire'yle İstan- 
bul'da yaşamaya başladı. Suzan ve Hülya adında iki çocuğu evlat 
edindiler... 

Yamtı olmayan soru: Dr. Araş, Makbule ve "kuması" Bahire yir- 
mi beş yıl birlikte yaşadılar. Kızı Emel'in kocasından boşanması- 
na şiddetle karşı çıkan Dr. Araş, aynı tutumu kendi evliliğinde de 
yaptı. Ancak Makbule ölünce Bahire'yle evlendi! Peki neden yıl- 
lar önce Makbule'den boşanıp Bahire'yle evlenmedi? 

Boşanmak onlar için neden bu kadar zor? Üstelik hepsi Os- 
manlı dönemi insanı; yani boşanmanın iki dudağın arasında oldu- 
ğu bir kültürde yetiştiler! 

Hep belirtiyorum; Evliyazadelerin evliliklerine ve boşanmaları- 
na akıl erdirmek zor! 

Neyse... 

Emel Zorlu babası Dr. Aras'ı hiç affetmeyecekti. Annesi Mak- 
bule Hanım'ın bu acıya dayanamayıp vefat ettiğini düşünüyordu. 



Emel Hanım'a bu zorlu günlerde kuzeni Berin Menderes yar- 
dımcı oldu. 

Makbule Hanım'ın, Menderesler için yeri hep başka olmuştu. 
O, Yüksel, Mutlu ve Aydm'm cici annesiydi! Ölümü onları da çok 
etkiledi. 

Makbule Araş İstanbul Feriköy Mezarlığına defnedildi. Neden 
Ankara ve İzmir değil de İstanbul Feriköy Mezarlığı ? 

Bu soruya yanıt vereceklerin hemen hepsi vefat etmişti! 

Seksen beş yaşındaki Makbule Hanım'ın ölümüyle Evliyazade- 
lerin ikinci kuşağından yaşayan tek kişi yetmiş altı yaşındaki Na- 
ciye Evliyazade'ydi. 

Naciye Hanım evlendiğinde yanında Makbule Abla'smı da götür- 
müştü. Birlikte okuma yazma öğrenip şiirler, makaleler kaleme al- 
mışlardı. 

Birbirlerinin dert ortağıydılar. Nice acıları, mutlulukları birlik- 
te paylaşmışlardı. 

Şimdi Naciye Hanım kendini terk edilmiş hissediyordu. 

Ve ne yazık ki, canı gibi sevdiği ablasının cenazesine geleme- 
mişti. Çünkü hastaydı... 

Naciye Hanım, oğlu Viyana Büyükelçisi Samim Yemişçiba- 
şı'nın yanında Türk Büyükelçiliğinde kalıyordu. 

Ablasının ölümünden kısa bir süre sonra komaya girdi. 

Günlerce komada kaldı. Viyana'nın en iyi doktorları elçiliğe ge- 
tirildi. Naciye Hanım sanki yaşamak istemiyordu; hiçbir direnç 
göstermiyordu. 

O günlerde Cenevre Büyükelçiliğinden, Viyana Büyükelçili- 
ğine her gün telefon geliyordu. Arayan Yüksel Menderes'ti. 

Naciye Hanım ile Yüksel Menderes'in ilişkisi anne-oğul ilişki- 
sinden yakındı. Anneannesinin sağlık durumunu her gün dayısı 
Samim Yemişçibaşı'na soruyordu. 

Makbule Hanım'ın vefatının üzerinden yedi ay geçmişti. 

Viyana Büyükelçiliğinde görevli Avusturyalı hemşire, Büyü- 
kelçi Samim Yemişçibaşı'na annesinin vefat haberini verdi... 

Naciye Hanım'ın cenazesi İzmir'e getirildi ve doğduğu yerde 
toprağa verildi. Ablası Makbule'yle ilk kez ayrı düşmüşlerdi. Biri 
İstanbul'a, diğeri İzmir'e defnedilmişti. O sıkıntılı günlerde ailede 
belki de kimse bunu düşünmemişti bile... 

Berin Menderes yaşamının en zor günlerini geçiriyordu. Annesi- 
nin Viyana'dan gönderdiği mektuplarla güç buluyordu. Ve şimdi o 
sıcak mektuplar gelmeyecekti artık. Üstelik Ankara'yı bırakıp an- 
nesinin cenaze törenine gidememiş, son vazifesini yapamamıştı. 



Berin Hanım kısa sürede annesini ve teyzesini kaybetmişti. İl- 
ginçtir, bu acı olaydan sonra evinin içi yakınlarıyla dolmaya baş- 
ladı. İlk gelen ağabeyi oldu. 

Ağabeyi Samim Yemişçibaşı aynı yıl Viyana Büyükelçiliğindeki 
görev süresi bitince, merkeze alındı. Ankara'da ablasında kalıyordu. 

Oğlu Yüksel Menderes önce Cenevre'den Belgrad Büyükelçili- 
ği ikinci kâtipliğine, ardından merkeze çekildi. 10 

Yüksel Menderes'in merkeze alındığı haberi günler boyu baba 
Adnan Menderes'ten gizlendi. Üzülmesini istemiyorlardı. Ama 
Adnan Menderes'in mektuplarında sık sık oğlu Yüksel'in nerede 
ne yaptığını sorması üzerine dayanamayıp gerçeği yazdılar. 

Ve İsviçre'de okuyan Mutlu Menderes de, döviz gönderilemedi- 
ği için Türkiye'ye çağrıldı ve Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler 
Fakültesine kaydedildi. 

Küçük Aydın Menderes'in de okul sorunu vardı. 27 Mayıs aske- 
rî müdahalesi öncesi Robert Kolej'in ikinci sınıfında okuyordu. Öğ- 
renci olayları nedeniyle annesi tarafından Ankara'ya getirilmişti. 

Askerlerin müdahalesi sonucu Aydın Menderes'in okul sorunu 
uzamıştı. Hiçbir okula kaydettiremiyorlardı. 

Bu dönemde ODTÜ öğrencisi Ekrem Pakdemirli'den" evde 
ders alan Aydın Menderes ortaokul sınavını dışarıdan vererek 
Ankara Kolejine kaydoldu. 

ihtilal kabinesi DP ağırlıklı! 

Berin Menderes sorunlarını tek tek çözmeye başladığı o gün- 
lerde, askerî müdahaleyi gerçekleştiren subaylar Millî Birlik Ko- 
mitesi'ni (MBK) kurmuşlar ve ülke yönetimini tamamen ele ge- 
çirmişlerdi. 

İlginçtir: 1913'te Babıâli Baskınını gerçekleştirip hükümeti de- 
viren İttihatçı subaylar ile 1960 askerî müdahalesini yapan subay- 
ların rütbeleri neredeyse aynıydı \..' 2 

Amaçlan da benzerdi... 



10. Celal Bayar'ın oğlu Turgut Bayar da Meksika Büyükelçiliği'nde görevliydi. O da 
merkeze çekildi. Ancak o Türkiye'ye dönmedi, isviçre'ye yerleşti; hâlâ eşi Türkân, ço- 
cukları Reşide ve Celalle bu ülkede yaşamaktadır. 

1 1. izmirli Ekrem Pakdemirli ANAP milletvekilliği yaptı; Ulaştırma bakanlığı, Maliye ve 
Gümrük bakanlığı ve başbakan yardımcılığı görevlerinde bulundu. 

12. Türkiye'de askerî darbelerle ilgili tartışmalarda, makalelerde, kitaplarda hep 27 Ma- 
yıs 1 960, 12 Mart 1971 , 12 Eylül 1980'den bahsedilir. Ne Sultan Abdülaziz'in tahttan in- 
dirilmesi, ne de Babıâli Baskını gibi askerî müdahalelerden söz edilir. Türkiye'de Kara 
HarpOkulu'nun kuruluşunun (1834) 1 70. yıldönümü kutlanır, ama askerî darbe deyin- 
ce 1960 baz alınır! 



522 



Ve tüm bu olup bitenler "Osmanlı mirası'ydı!" 
Askerler, kırk yedi yıl sonra -Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet 
Kanun ve Yönetmeliğine göre- Türkiye Cumhuriyetini korumak 
ve kollamak için müdahale etmişti! TBMM ve hükümet feshedil- 
miş, her türlü siyasal hareket yasaklanmış ve DP kapatılmıştı. 

Cumhurbaşkanı, başbakan, TBMM başkanı, bakanlar, milletve- 
killeri gibi Genelkurmay Başkanı Orgeneral Rüşdü Erdelhun ve 
üst düzey subaylar da gözaltına alınanlar arasındaydı. 

Cemal Gürsel, MBK başkanlığı, başbakanlık, Millî Savunma ba- 
kanlığı ve başkomutanlık görevlerine getirildi. 

Kabine o sıcak günlerde birkaç kez değişti. Bu hükümetlerde 
görev yapan bakanlar şunlardı: 

Fahri Özdilek (Bursa), Amil Artus (Bursa), Kemal Kurdaş 
(Bursa), Şefik İnan (Selanik), Orhan Mersinli (Selanik), İhsan So- 
yak (Üsküp), Hüseyin Ataman (Yanya), Mehmet Reşit Beşerler 
(Vodina), Nasır Zeytinoğlu (İstanbul), Şahap Kocatopçu (İstan- 
bul) 13 Bedrettin Tuncel (Gelibolu), Fehmi Yavuz (İsparta), Ad- 
nan Erzi (İstanbul), Osman Tosun (Ödemiş), Daniş Koper (Diya- 
din), Cihat Baban 14 (İstanbul), Fethi Aşkın (Kandıra), Cahit İren 
(İstanbul), İlhan Aşkın (Yenişehir), Hayri Mumcuoğlu (İstanbul), 
Cahit Talaş (Trabzon), Muhtar Uluer (Konya), Zühtü Tarhan (İs- 
tanbul), Abdullah Pulat Gözübüyük 15 (Kayseri), Feridun Üstün 
(İstanbul), İhsan Kızıloğlu (Sivas), Sıtkı Ulay (İstanbul), Orhan 
Kubat (Ferecik), Mehmet Baydur (Gerze), Ekrem Alican (Adapa- 
zarı), Ragıp Üner 16 (Nevşehir), Selim Sarper (İstanbul). 
Bugüne kadar hiç yapılmamış bir tespitte bulunalım... 
İhtilal kabinesi DP ağırlıklıydı! 

1950-1957 yılları arasında DP milletvekilliği yapmış Rüştü 
Özal; 1946-1954 yıllan arasında DP milletvekilliği yapmış Cihat 
Baban; 1950-1957 yılları arasında DP milletvekilliği yapmış Ek- 
rem Alican bakan yapılmıştı... 

Sadece milletvekilleri değil DP'nin bürokratlan da "ihtilal hü- 
kûmeti"ndeydi!.. 



13. Şahap Kocatopçu, 12 Eylül 1980 askerî darbesinde de yine aynı Sanayi ve Tekno- 
loji bakanlığına getirildi. 

14. Cihat Baban 27 Mayıs hükümetinde Turizm ve Tanıtma bakanlığı yaptı. 12 Eylül 
1980 askerî darbesinde ise bu kez Kültür bakanıydı! 

15. Abdullah Pulat Gözübüyük 27 Mayıs hükümetinde Adalet bakanlığı yaptı. 12 Eylül 
1980 askerî darbesi sonrası, tasfiye edilen TBMM yerine kurulan Danışma Meclisi'nde 

üyelik yaptı ve 1982 Anayasası'mn hazırlanmasında önemli rol oynadı! Nasıl oluyor de- 
meyin, oluyor işte! 

16. RapiD Üner, Adalet Partisi hükümetinin (1969) İçişleri bakanlığım yaptı. 



DP'nin Karayolları genel müdürü Orhan Mersinli, Ulaştırma 
bakanı; DP'nin Toprak Mahsulleri Ofisi genel müdürü Feridun 
Üstün, Tarım bakanı; DP'nin Bayındırlık Bakanlığı müsteşarı Da- 
niş Koper, Bayındırlık bakanı olmuştu! 

Bazı isimlerden hiç vazgeçilemiyordu sanki... 

Selim Serper'i isteyen güç ABD'ydiL 

Dışişleri Bakanlığı için önce Fahri Korutürk'ün adı geçmişti; 
ancak sonradan ne olduysa Fatin Rüşdü Zorlunun yakın arkada- 
şı Selim Sarper "Dışişleri bakanlığı koltuğuna" oturtuluverdi. 

Selim Sarper, Sovyetler Birliğiyle ilişkilerin gerginleşmesine 
neden olan dönemin Moskova büyükelçisiydi. 

Bir diğer özelliği ise 27 Mayıs askerî müdahalesinden sonra 
Bayarlar ve Zorlularla çok yakından ilgilenmesiydi. Ailelere bu 
kadar yakın ilgi gösteren bir bürokratın, "tepkisel bir hareket" ta- 
rafından bakanlığa getirilmesi ilginç değil midir? 

Selim Sarper'i isteyen güç ABD'ydiL 

Çok geçmedi. ABD Başkam Eisenhower, Cemal Gürsel'i kutla- 
yan ve hükümete başarılar dileyen bir mesaj gönderdi. 

Tıpkı 1913 Babıâli Baskınından sonra İttihatçıların ve 1950'de 
"beyaz ihtilal" yapıp iktidara gelen Demokrat Partililerin yaptığı- 
nı, 27 Mayıs 1960'ta "Millî Birlik Komitesi" gerçekleştirdi: Türk Si- 
lahlı Kuvvetlerinden 235'i general ve amiral olmak üzere, 4 000 
subay emekli edildi. 

1913'te subayların emeklilik maaşını İttihatçılara Almanlar ver- 
mişti. 1950'de DP'lilere ve 1960'ta MBK'cilere para ABD'den geldi! 

MBK ordudan sonra üniversitelere el attı: 147 öğretim üyesinin 
işine, "tembel, yeteneksiz, reform düşmanı" diye son verildi! 

Cumhuriyet tarihinde yeni bir dönem başlamıştı. 

Yeni anayasa, yeni seçim yasası yapma gibi görevler için "Ku- 
rucu Meclis" oluşturuldu. 

Kurucu Meclis, siyasal partilerin üyeleri (CHP 45, CKMP 25 
milletvekili), barolar, basın, ticaret odaları, sendikalar, üniversi- 
teler, gençlik kuruluşları ve 67 ilin temsilcilerinden oluşuyordu. 

Meclisin 272 üyesi arasında ilginç isimler vardı: 

Başta "Millî Şef İsmet İnönü! 

Sonra CHP hükümetinin başbakanı Şemseddin Günaltay. 

Osmanlı'dan beri milletvekilliği, bakanlık yapmış tarihî bir 
isim Yusuf Kemal Tengirşenk. 

DP hükümetlerinde bakanlık, milletvekilliği yapmış, sonradan 
partiden ayrılmış, isimler de Kurucu Meclis'teydi: Fahri Belen 
(Bolu), Nihad Reşad Belger (İstanbul), Fethi Çelikbaş (Burdur), 



Fevzi Lütfı Karaosmanoğlu (Manisa), İbrahim Öktem (Bursa)... 

Devlet Başkam Cemal Gürsel'in kontejamndan Kurucu Mec- 
lis'e giren Fuad Köprülünün oğlu Orhan Köprülüyü de bu liste- 
ye eklemek gerekiyor! Bir de damatları Coşkun Kırca'yıL 

Eskişehir valiliği sırasında Köy Enstitüleri'ne "komünist yuva- 
sı" diyen Daniş Yurdakul Kurucu Meclis üyesi yapılmıştı! (Cahit 
Kayra, '38 Kuşağı, 2002, s. 112) 

Kurucu Meclis'te iki eski Genelkurmay başkanı vardı: DP'nin 
tasfiye ettiği, İsmet Paşanın sınıf arkadaşı Emekli Orgeneral Ab- 
durrahman Nafiz Gürman ve Enver Paşa'nın eniştesi Emekli Or- 
general Kâzım Orbay. 

Kazım Orbay Kurucu Meclis başkanlığına seçildi. 

Kurucu Meclis'teki diğer ünlüler şunlardı: şair Behçet Kemal 
Çağlar, gazeteci Bülent Ecevit, gazeteci Oktay Ekşi, İsmet Girit- 
li, Turan Güneş (Prof. Ayşe Ayata ve Prof. Hurşit Güneş'in baba- 
ları), gazeteci Aftan Öymen (CHP milletvekili Hıfzırrahman Ra- 
şit'in oğlu; CHP milletvekili Onur Öymen'in amcaoğlu; kendisi 
de iki dönem CHP milletvekilliği ve bir süreliğine de CHP genel 
başkanlığı yaptı), ressam Tahir Burak, asistan Mümtaz Soysal, 
gazeteci Ömer Sami Coşar (Abdi İpekçiyle birlikte 27 Mayıs'ın 
perde arkasını İhtilalin İçyüzü adlı kitapta anlattı), gazeteci Ali 
İhsan Göğüs (gazeteci Zeynep Göğüsün dedesi, Hasan Celal 
Güzel'in dayısı), öğretim üyesi Münci Kapanı (DP'li bakan Os- 
man Kapanî'nin kardeşi), yazar Yakub Kadri Karaosmanoğlu, 
Doç. Muammer Aksoy, Turgut Göle (Prof. Nilüfer Göle'nin ba- 
bası), yazar Doğan Avcıoğlu, Prof. Tarık Zafer Tunaya, Cemil 
Said Barlas (gazeteci Mehmet Barlas'ın babası), Suphi Baykam 
(ressam Bedri Baykam'ın babası), gazeteci İlhami Soysal, 
1957'de Dokuz Subay Olayında tutuklanan Emekli Kurmay Al- 
bay Cemal Yıldırım, İzmirli ünlü işadamı Dündar Soyer, Prof. 
Hıfzı Veldet Velidedeoğlu... 

27 Mayıs öncesi bozulan ekonomik durumu düzeltmek için Ha- 
zine'ye yardım amacıyla Ankara'da 1. Zırhlı Tugay'ın subay, astsu- 
bay ve erleri ile aileleri alyanslarını bağışladılar. 1. Zırhlı Tugay'ın 
başlattığı bu uygulama -İttihat ve Terakki Cemiyetinin iktidarı 
dönemindeki bağış kampanyasına benziyordu- tüm yurda yayıl- 
dı. Listenin başında işadamı Vehbi Koç vardı; 26 kilo altın ve bir 
bina bağışlamıştı... 



Bir gün kapılarının zili çalındı. 

Berin Menderes kapıyı açtı. Kimse yoktu. Tam kapıyı kapata- 



cakken kapı eşiğinde bir zarf gördü. Zarfı alıp açtı. İçinde para 
vardı. Gözleri doldu. 

Yassıada'da mahkeme süreci başlamış, Mendereslerin başta 
Çakırbeyli Çiftliği olmak üzere tüm malvarlığının gelirleri gibi 
bankalarındaki hesapları da bloke edilmişti. Sadece geçinebilme- 
leri için 2 000 lira çekmelerine izin veriliyordu. Bunun 300 lirası 
Yassıada'ya Adnan Menderes'e gidiyordu. "Geçinemiyorlar" sözü 
kulaktan kulağa yayılmış, bunu duyan bazı DP'liler gizlice para 
yardımı yapmaya başlamıştı. 

Ama sanılanın aksine Mendereslerin para sıkıntısı çekmeleri 
çok gerçekçi görünmüyor. Gerek Adnan Menderes'in gerekse Be- 
rin Hanım'ın yakın akrabaları çok zengindi. O dönemde onlardan 
maddî yardım almamaları söz konusu bile değildi. 

Neyse... 



Düşükler Yassıada 'da filmi intihar ettiriyor ! 

Ankara Göreme Sokağındaki eve, artık Yassıada'dan da mek- 
tuplar gelmeye başlamıştı. 

Mektuplar için belli kurallar vardı. Elli kelimeyle sınırlıydı. Es- 
ki yazıyla değil, Latin harfleriyle yazılacaktı. Günde sadece bir 
mektuba izin vardı. Gelen mektuplar kontrol ediliyordu. Sansüre 
uğrayan yerler karalanıyordu. 

Berin Menderes gönderdiği tüm mektuplara "Adnancığım", 
Adnan Menderes ise "Berinciğim" diye başlıyordu. 

Mektuplarda daha çok sağlık durumları sorulup, selam edildik- 
ten sonra, mahkemeye delil olarak verilecek belgeler üzerinde 
duruluyordu: "Emlak Bankası tasarruf hesabımızda kaç liramız 
var; kaç lira elektrik parası veriyorduk; havagazma ne kadar 
öderdik; evin saçaklarını tamir ettirmiştik, faturası var mı; Gelir 
Vergisi beyannamesinin hesap dökümünü gönderir misin; traktö- 
rün borcu ne kadardı; yabancı devlet adamlarının bize armağan 
ettiği hediyelerin dökümünü yapar mısın" gibi. 

Mektupların bir diğer konusu ise yakında başlayacak davalar 
için avukat bulunmasıydı. 

Adnan Menderes, Berin Hanıma yazdığı mektupta Prof. Bü- 
lent Nuri Esen'in avukatı olmasını istedi. Zaten Prof. Esen 27 Ma- 
yıs'tan önce Başbakan Menderes'in umumî vekiliydi. 

Berin Hanım oğlu Aydını yanına alıp Prof. Esen'e gitti. 

Görüşme umduğu gibi olmadı. Prof. Esen, Adnan Menderes'i 
savunmayı kabul etmedi. O günlerde kamuoyunda esen hava hu- 



kuk profesörünü de etkilemişti. 

Her sanık için en fazla üç avukat bulundurma şartı vardı, an- 
cak bir tek avukat bulmakta zorlanılıyordu. 

Kimi korkuyor, kimi ise astronomik paralar istiyordu. 

Sonunda üç genç avukat Adnan Menderes'i savunma görevini 
üstlendi: Talat Asal, Burhan Apaydın ve Ertuğrul Akça! 

Avukat Ertuğrul Akça aileye uzak biri değildi. Fatma Berin Ha- 
nım'ın teyzesi Evliyazade Gülsüm Hanım'ın kayınbiraderinin to- 
runuydu ! 

Ayrıca Ertuğrul Akça, Fahire-Cemal Tunca'nın kızı Gülerle ev- 
liydi. Yani, İzmir Belediye Başkanı Faruk Tunca'nın eniştesiydi. 

Dr. Tevfık Rüşdü Aras'ın damadı sayılırdı. 

Fatin Rüşdü Zorlu, "Üç avukata gerek yok, tek avukat yeter" 
diyordu yazdığı mektuplarında. Orhan Cemal Fersoy 17 ve Ertuğ- 
rul Akça üstlendi savunmasını. 

Davalar Yassıada'da 14 ekim 1960'ta başlayacaktı. Avukatlar 
adaya gittiklerinde öğrendikleri haberler hiç de iyi değildi. 

Adnan Menderes 16 haziranda sinir krizi geçirmiş, bir süre re- 
virde kalmıştı. Konya Valisi Cemil Keleşoğlu jiletle bileklerini ke- 
serek intihar etmişti. Kravatıyla kendini asan DP Fatih İlçe Baş- 
kanı Dr. Ömer Faruk Sargut kurtarılmıştı. 

Ve Celal Bayar 25 eylülde banyoda bel kemeriyle intihara te- 
şebbüs etmiş, ancak o da kurtarılmıştı. 

Kendine geldiğinde ilk sözü, "Bize artistler gibi film çevirttiniz" 
olmuştu. ıs 

Cumhurbaşkanı Celal Bayar'ı intihara kadar götürecek film 
14 eylül gecesi Yassıada'da çekilmişti. 

Filmin adı Düşükler Yassıada'da'ydıl 

Kamuoyunda Yassıada'da bulunan tutukluların durumlarının çok 
kötü olduğu yönünde yaygın kanı vardı. Bu nedenle askerî yönetim 



17. Fatin Rüşdü Zorlu'nun avukatı Orhan Cemal Fersoy, 1969-1973 yılları arasında AP 
milletvekilliği yaptı, 1979-1980 yılları arasında senatör olarakTBMM'de bulundu. 1979 
AP azınlık hükümetinde Millî Eğitim bakanıydı. 12 Eylül 1980 askerî darbesiyle on yıl si- 
yasî yasaklı oldu! Fersoy'un bulunduğu o AP hükümetinde Gençlik ve Spor bakanı kim- 
di dersiniz: Adnan Menderes'in avukatı Talat Asal! O da Fersoy gibi 12 Eylül 1980 aske- 
rî darbesi sonrası on yıl siyasî yasaklı oldu. Şaka gibi! 

I 8. Celal Bayar ile Eczacıbaşı Süleyman Ferid Bey'in dostluğundan bahsetmiştik. Bu sev- 
gi öylesine köklü oldu ki, Eczacıbaşı ailesi bu uğurda can bile verdi. 27 Mayıs 1960 askerî 
müdahalesinden sonra, bir gün istanbul Beyoğlu'ndaki "Gaskonyalı Toma'nın Yeri" adlı 
kulüpte, 27 Mayıs taraftarı gençler ile DP'liler arasında kavga çıktı. Aralarında Vedat Ec- 
zacıbaşı'nın da bulunduğu DP'li gençler gözaltına alındı. Vedat tutuklanıp Balmumcu Ce- 
zaevi'ne gönderildi. Kırk altı yaşındaki Vedat burada bir kutu hap içerek intihara teşebbüs 
etti. Kurtarıldı. Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi'ne yollandı. Ve ne acıdır ki 
burada, babası Ferid Bey'in ürettiği kolonyayı üzerine döküp yakarak intihar etti! 



sinemalarda gösterilmek üzere adadaki yaşamı anlatan bir film çe- 
kimi yapılmasını emretti. 

14 eylül geceyansı adadaki tüm tutuklular yataklarından kaldı- 
rıldı. Giyinip hazırlanmaları istendi. DP'liler geceyansı gelen emir- 
le şaşırdılar. Ne oluyordu? 

Sonradan tüm hazırlıkların film çekimi için olduğunu anladılar. 

Senaryo gereği Yassıada'ya gelişleri yeniden çekildi. İş bunun- 
la bitmedi. Yaşam şartlannın iyi olduğunu göstermek için berber- 
de, hastanede, koğuşta çekimler yapıldı. 

Fatin Rüşdü Zorlu'dan koğuşta "kitap okuma numarası" yap- 
masını istediler. Refik Koraltan ise alışveriş yapıyordu! 

Düşükler Yassıada'da filmi Türkiye sinemalarında gösterilme- 
ye başlandı. Alışılmadık bir seslendirmeyle, daha mahkeme baş- 
lamadan hükümler verilmiş gibiydi: 

"Vatan Cephesi başkumandanı Kemal Aygün... Barların haraç - 
çıbaşısı Faruk Oktay... Üniversite gençliğinin amansız celladı Bu- 
min Yamanoğlu..." 

"İşte Menderes... Poz vermeden edemez..." 

"Sofrasında kilosu 1 000 liraya satılan siyah havyar bulunma- 
makla beraber Celal Bayar iştahından bir şey kaybetmiş görün- 
memektedir..." 

Emir çıkmıştı: filmi izlemesi için tüm öğrenciler öğretmenleri- 
nin başkanlığında sinemaya götürülüyordu. 

Tam o günlerde, 14 ekim 1960'ta Demokratlar hakkında açılan 
davaya Yassıada'da başlandı. 

Güzide Zorlu'nun duruşma günlüğü 



592 sanık vardı. 

Hastanede bulunanlar dışında tüm tutuklular koğuşlardan çı- 
karıldı; tek sıra yürüyüş tertibinde, sağ ve sol yanlarında denizci 
ve karacı teğmenler eşliğinde, yapımı dört buçuk ayda tamamla- 
nan Yassıada'daki mahkeme salonuna getirildiler. 

Önde Celal Bayar, arkasında Adnan Menderes ve Fatin Rüşdü 
Zorlu vardı; diğer DP'iler parti ve hükümetteki statülerine göre 
sıraya sokulmuştu. 

Adnan Menderes ürkekti ve hep önüne bakıyordu. Tahta san- 
dalyeye oturdu. Boynunu büktü, ellerini önünde buluşturup bek- 
lemeye başladı. 

Evliyazadelerin diğer damadı Fatin Rüşdü Zorlu, düşünceli gö- 
"inüyordu. Zayıflamıştı ve saçları beyazlaşmışü. 



En rahatı Celal Bayar'dı; sağında oturan Adnan Menderes'e hafif 
sırtını dönerek oturması dikkatlerden kaçmadı. Salonda kimlerin 
olduğunu merak ediyordu; sürekli salona göz gezdiriyordu. 

Salon doluydu. 

Sanık ve avukatlar haricinde 600 kişilik daha kontenjan ayrıl- 
mıştı. Bunun 200'ü basın mensuplarına, 20'si üniversitelere, 50'si 
sanık yakınlarına ve 6O1 bürokrasiye ayrılmıştı. Ülkenin çeşitli 
yerlerinden gelenlerle kordiplomatikler de unutulmamıştı. Türki- 
ye'nin farklı kentlerinden gelecekler için 220, diplomatlar ve ya- 
bancı misafirler için 50 kişilik yer ayrılmıştı. 

Tutuklu yakınları mahkeme salonunda sanıkların arkasında, 
aynı sıraya oturtulmuştu. Sanıklara dikkatli bakmak, onlarla işa- 
retleşmek, el sallamak yasaktı. 

Salonda o sabah, sandalye gıcırtısı ve öksürük dışında tek ses 
yoktu... 

Saat 9.35'te Yüksek Adalet Divanı salona girdi. Başkan Salim 
Başol madenî ses tonuyla, "Türk milleti adına yargı hakkını haiz 
Yüksek Adalet Divanı Yassıada duruşmalarına başlamıştır. Açık 
olarak duruşmaya devam edilecektir. Yoklamaya başlayacağız, 
adı soyadı okunan 'evet' diye ayağa kalkarak cevap verir" diye- 
rek, 9 ay 27 gün sürecek duruşma sürecini başlattı. 

Duruşmaları sanıkların birinci derecede yakınları anne, baba, 
kardeş, eş ve reşit olmuş çocukları izleyecekti. Ama her duruş- 
maya sadece bir kişi gidebilecekti. 

Üstelik hangi sanık ailesinin izleyici olacağı kurayla belirleni- 
yordu. Çünkü sadece 50 kişilik kontenjan vardı. 

Berin Menderes duruşmalara hiç gitmedi. Ama radyodaki 'Yas- 
sıada Saati" programım hiç kaçırmadı. 

Yassıada duruşmaları mahkeme salonundaki özel bölümde dü- 
zenli olarak bantlara almıyor ve her akşam Ankara, İzmir ve İs- 
tanbul radyolarının ortak yayınında, saat 20.00-21.00 arasında 
"Yassıada Saati" adlı programda yayınlanıyordu. 

Programı, aralannda Feridun Fazıl Tülbentçi, Orhan Birgit, Be- 
dii Faik gibi gazetecilerin bulunduğu grup hazırlıyordu. Program- 
da fon müziği olarak "Plevne Marşı" kullanılıyordu. 

Berin Menderes, Adnan Menderes'in savunma yaptığı günler- 
de, ses tonuna göre, sağlığının nasıl olduğu konusunda taliminde 
bulunuyordu... 

Sanık ailelerinden sadece 310 kişi duruşmalara gitmek için 
müracaat etmişti. 

Bunlardan biri de Güzide Zorlu 'ydu. Emel Zorlu bir, Sevin Zor- 



lu ise iki kez gitti duruşmayı izlemeye. Toplam 204 duruşmanın 
en az yansında Güzide Zorlu salondaydı. 

Eşi İbrahim Rüşdü Paşanın Midilli Adasına sürgüne gönderil- 
diğinde, bebeği Fatin Rüşdü'yü kucağına alıp kocasının yanına gi- 
den yirmi dört yaşındaki Güzide Zorlu, bu kez yetmiş yaşında, oğ- 
lunu yalnız bırakmamak için neredeyse hemen her gün Yassı- 
ada'ya gidip geliyordu... 

Sabah kalkıyor; Taksim'deki evinden saat 06.00 sularında çıkıp 
500 metre kadar yürüyerek Dolmabahçe Camii'nin köşesinde bu- 
lunan Yassıada İrtibat Bürosu'na 19 kimliğini onaylatıyor; gidiş ge- 
liş 480 kuruşa bilet alıyor; sanık yakınlarına ayrılmış turnikeler- 
den geçip, vapurun sanık yakınları için ayrılmış alt kattaki bölü- 
me oturuyordu. Yassıada vapuru 08.00'de kalkıyordu... 

Yassıada'ya ulaşıldığında ziyaretçiler vapurdan isimlerinin 
okunmasıyla tek tek çıkıyordu. Kimlik tespiti gibi gerekli işlem- 
leri yaptırdıktan sonra, tellerle çevrili, beton dökülmüş 150 met- 
relik yokuşu çıktıktan sonra, üstü tenteyle örtülü antrede son kez 
kontrolden geçip mahkeme salonuna giriyorlardı... 

Güzide Zorlu bu yorucu yolculuk süresince kimseyle konuş- 
mamaya, göz göze gelmemeye çalışıyordu. Tek sohbet ettiği kişi, 
II. Abdülhamid'in büyük oğlu Şehzade Selim'in torunu, Nemika 
Sultanın kızı Satıa Türan'dı. 

Satıa Hanım, eşi tarih profesörü DP Trabzon Milletvekili Os- 
man Turan'ı görmeye gittiğinde, Güzide Hanımla yan yana otur- 
maya çalışıyordu. 

Biliyorlardı ki, insanlar zor günlerden geçiyordu ve herkesin 
sinirleri çok yıpranmıştı. Ters tepkiler verebiliyorlardı. Vapurda 
sanık yakınları arasında bir iki ufak tatsızlık yaşanmıştı. 

Benzer olayın biri de Güzide Zorlunun başına gelmişti. 

Sevin Zorlunun anlatımına göre, oğlunun mahkemeye delil 
olarak vereceği bir belgeyi Büyükelçi Melih Esenbel'den isteme- 
ye giden Güzide Zorluyu, Melih Esenbel'in eşi Emine Esenbel, 
"Yeteri kadar rahatsız olduk" diyerek evden kovmuştu! 

Hakarete uğramak Güzide Zorluyu çok incitmişti. Çünkü Melih 
Esenbel'in dedesi Mahmud Celaleddin Paşa, II. Abdülhamid döne- 
minde bir kez Maliye nazırlığı (1887) ve iki kez Nafıa nazırlığı 
(1890 ve ikinci kez 1895-1898) görevlerinde bulunmuş, tarihçi, ya- 
zar, şair bir kişiydi. 



19. Dolmabahçe'deki irtibat Bürosu'nun komutanı Kurmay Albay Namık Kemal Ersun, 
I978'de Kara Kuvvetleri komutanıyken, askerî darbeye teşebbüs edeceği iddiasıyla 
Yüksek Askeri Şûra kararı beklenmeden resen emekli edilecekti. Bakınız: Bay Pipo (So- 
ner Yalçın-Doğan Yurdakul [Doğan Kitap]). 



Ve Güzide Zorlunun babası Hüseyin Rıfkı Paşa'nın arkadaşla- 
rından biriydi. Ailece görüşüyorlardı. Keza Melih Esenbel'in ba- 
bası besteci Şemseddin Ziya da yakınlarıydı. Bu aile dostluğu ne- 
deniyle Fatin Rüşdü Zorlu, Melih Esenbel'i, Dışişlerinin iki nu- 
maralı koltuğu olan genel sekreterliğe oturtmuştu. 

Güzide Zorlu, bu olaydan sonra Esenbellere söylemediğini bı- 
rakmadı: "Ben onun dedesi Mahmud Celaleddin'in nasıl jurnalci 
olduğunu da bilirim, söyletmesinler beni!" 

Ama o günlerde alacağı bir haber Esenbellerin kaba tavrını 
unutturacaktı. 

Gelini Emel Zorlu hastaydı. 

Güzide Zorlu, onu Amerikan Hastanesine yatırdı. Gerekli tet- 
kikler yapıldı. 

Sonuç Evliyazadeler ve Zorlular için yıkım oldu: Emel Zorlu 
kanserdi. 

Fatin Rüşdü Zorluya bu acı haberi vermeme karan aldılar. 



kürsüsündeki mikrofona yaklaştı. Beklenmeyen bir ifade verdi: 
Adnan Menderes'i 1951 yılından beri büyük bir aşkla seviyordu! 
Tek isteği ondan bir çocuk yapmaktı. Hamile kalmış, ancak be- 
bek ölü doğmuştu. 20 

Diğer tanık, doğuma giren Dr. Fahri Atabey de, bebeğin boynu- 
na dolanan kordon nedeniyle ölü doğduğunu söyledi. 21 

"Bebek Davası" duruşmalarının sürdüğü günlerde Berin Men- 
deres, eşine yazdığı mektuplarını hiç aksatmadı. Tek kelimeyle 
bu ilişkiye ve duruşmaya değinmedi. Ama mektuplardaki kırıklı- 
ğı Adnan Menderes hissediyordu. 8 kasımda yazdığı mektupta bu 
durumdan bahsetti: 

(...) fakat bir iki mektubunda ifaden kırgın; hasta mısın diye de dü- 
şündüm. Bu ifadene çok üzüldüm; telgraflarının ifadesi teselli oldu... 

Berin Menderes yanıtı hemen yazdı: 



"Asmazlarsa gerisi kolay kızım!" 

Herkesin sıkıntı içinde bulunduğu o günler, Emel Hanım için 
daha zorlu geçiyordu. Annesi Makbule Aras'ı kaybedeli daha bir 
ay olmuştu. Eşi Fatin Rüşdü Zorlu beş aydır Yassıada'da bir hüc- 
rede hapisti. Babası Dr. Tevfık Rüştü Aras'ın gözleri artık hiç gör- 
müyordu. 

Kızı Sevinle ve kayınvalidesi Güzide Hanım'la arası iyi değildi. 

Tek dostu, arkadaşı, kuzeni Berin Menderes'ti... 

Berin Hanım da yaşamının en sıkıntılı günlerini yaşıyordu. An- 
nesini, teyzesini kaybetmiş, şimdi de hayatta tek dertleştiği kuze- 
ni Emel Zorlu amansız bir hastalığa yakalanmıştı. 

Üstelik... 

31 ekim 1960 tarihinde "Bebek Davası" başlamıştı. Adnan Men- 
deres'in ünlü soprano Ayhan Aydan'dan olan gayrimeşru çocuğu- 
nun doğduktan sonra Başbakan Menderes'in talimatıyla Dr. Fah- 
ri Atabey tarafından öldürüldüğü ileri sürülüyordu. 

1951 yılından beri Evliyazadelerin sır gibi sakladıkları, birbirle- 
rine fısıldayarak anlattıkları Menderes-Aydan aşkı, dava nedeniyle 
gazete manşetlerine çıkmış, radyolarda yayınlanmaya başlamıştı. 

Türkiye bu aşkı konuşuyordu... 

Davanın tanığı olarak Yassıada'daki duruşmaya soprano Ay- 
han Aydan çağrıldı. Salona girdiğinde sıcak bakan gözlerini Ad- 
nan Menderes'in yüzünde dolaştırdı. Sonra çevik adımlarla tanık 



Son mektuplarımda ifademin kırık olduğunu yazıyorsun. Bu halin- 
de, benim sana kırılmama imkân olur mu ? Fakat, nihayet ben de et 
ve kemikten bir insan olduğuma göre, ne kadar metin ve sabırlı olma- 
ya gayret etsem, üzgün bir anım oluyor elbet. Fakat sen kendini bey- 
hude üzme... 

Adnan Menderes örtülü ödenek hesabından Ayhan Aydan'a ev 
aldığı gerekçesiyle mahkûm oldu; ancak "Bebek Davası" yedi 
oturum sürdü, 22 kasımda beraatle sonuçlandı. 

Aynı gün Berin Menderes'e eşiyle görüşme izni çıktı. Haberi 
avukattan Burhan Apaydın vermişti. 

Berin Hanım oğlu Aydın'ı da yanında götürecekti. 

Bir gün sonra uçakla İstanbul'a gittiler. 

Uçağın kapısı açılıp indiklerinde etraflanni gazeteciler sardı; 
flaşlar ardı ardına patlayınca, ana oğul şaşırdılar. 

Berin Hanım sorulara yanıt vermek istemedi. Ancak gösterilen 
ilgi o denli çoktu ki, avukattan bile, "Lütfen cevap veriniz hanı- 
mefendi, yoksa bunlar bizi ezecekler" demek zorunda kaldı. İs- 
rarlara rağmen Berin Menderes'in ağzından sadece "Çok heye- 



*0. Ayhan Aydan, bu aşkını Yassıada mahkemeleri dışında hiç konuşmadı. Gazetecilerin 
tüm tekliflerini reddetti. Bugün doksan yaşına yaklaşan Ayhan Aydan'ı An kara'daki evinde 
bu nedenle rahatsız etmek istemedim. Biliyorum ki Ayhan Aydan da tıpkı Mustafa Kemal'in 
"5' Latife Uşaklıgil gibi, Nâzım Hikmet'in eşi Piraye gibi aşkını kimseyle konuşmayacaktı. 

•*'• Dr. Fahri Atabey iki yıl sonra, 1963'te Sevin (Zorlu)-Erden Yener çiftinin bebeği As- 
"n Yener'in doğumunda bulundu. 



canlıyım, çok üzgünüm" sözleri çıktı. 

O karışıklık içinde Aydın Menderes gözden kayboldu; daha 
sonra bulunup getirilmesiyle arabaya binildi. 

İstikamet Divan Oteliydi. Otele vardıklarında tıpkı havaalanın- 
da olduğu gibi onları karşılayanlar yine gazetecilerdi. Ardı ardına 
sorular soruyor ve fotoğraf çekiyorlardı. Odalarına zor çıktılar. 

Bir gün sonra ana oğul avukatlarıyla birlikte Yassıada'nm yolu- 
nu tuttu. 

Yassıada'ya vardıklarında önce ada komutanı Tarık Güryay'ın 
yanına götürüldüler. Hal hatır sorulduktan sonra iki subay arasın- 
da Adnan Menderes getirildi. 

Ana oğul, Adnan Menderes'i görünce, birbirlerine verdikleri 
sözü unuttular, gözyaşlarını tutamadılar. Adnan Menderes'in on- 
lara katılması birkaç saniye sürdü, üçü de birbirlerine sarılmış 
ağlıyorlardı. 

Zor toparlandılar. 

İlk sözleri çok resmîydi: 

Berin: "Adnan nasılsın, kilo vermişsin!" 

Adnan: "İyiyim. Siz nasılsınız Berinciğim?" 

Berin: "Biz iyiyiz, dışarıda bir sıkıntımız yok." 

Adnan: "Peki sen Aydın ?" 

Aydın: "İyiyim baba." 

Adnan: "Annene destek oluyorsun, çok memnum oluyorum." 

Berin: "Memleketi özledin mi Adnan?" 

Adnan: "Hiç bahsetme Berinim, nasıl gözümde tütüyor anlata- 
mam. İçimde büyük bir hasret var..." 

Elli dakikalık süre ne kadar çabuk geçmişti. 

Artık geri dönmeleri gerekiyordu. Sarıldılar. 

Subaylar Adnan Menderes'i götürürken, Berin Hanım eşine 
300 lira verdi. 

Berin Menderes İstanbul'a dönmeden önce, gazetecilerin ha- 
ber geçmesi için kurulan Yassıada Postanesi'nden, görüşmeyi 
sağlayan Devlet Başkanı Cemal Gürsele teşekkür telgrafı çekti. 
(Sır dergisi, 29 kasım 1960) 

Ana oğul gazetecilerden kurtulmak için Yassıada Komutanı 
Yarbay Tank Güryay'ın özel motoruyla Sirkeciye bırakıldılar. 

Divan Oteline gelen Berin Menderes hemen Ankara'ya döne- 
medi. Çünkü 25 kasımda başlayacak "Örtülü Ödenek Davası'nda 
tanıktı. 

Divan Otelinde ifadesi için çağrılmayı bekledi. Bu arada ziya- 
retine Dr. Tevfık Rüşdü Araş geldi. 



Eniştesi Dr. Aras'ın bir sözünü Berin Hanım ölene kadar unut- 
mayacaktı: "Kızım, tek korkum asmaları; eğer idam etmezlerse 
bir İKİ yıia kadar çıkar. Dün hep böyle oldu; bugün de benzeri ola- 
cağından hiç şaşmam. Hapiste çürümüş politikacı yoktur. Umut 
edelim asmasınlar, gerisi inan çok kolay!" 

Dr. Aras'ın dedikleri Yassıada duruşmaları sonunda harfi harfi- 
ne doğru çıkacaktı... 

Dr. Araş, 27 Mayıs askerî müdahalesinden kısa süre önce An- 
kara'ya gitmiş, damadı Dışişleri Bakanı Fatin Rüşdü Zorluya, 
"Gidişatı beğenmiyorum, hemen istifa et" teklifinde bulunmuş, 
damadı ise "Ben fare değilim" yanıtını vermişti! 

Berin Menderes tanıklık yaptı. Soruların çoğunu haklı olarak, 
"Bilmiyorum" diye yanıtladı. Evin hesap işleriyle hiçbir zaman il- 
gilenmemişti; ne genç kızlığında ne evlendiğinde ne de başbakan 
eşi olduğunda!.. 

Duruşmalar süresince Berin Hanım'ın yüreğini acıtan çok 
olaylar yaşandı. Gazeteler, özellikle Adnan Menderes'in aşk hikâ- 
yelerini manşetlere taşıyordu. 

Bunlardan biri de yazar Suzan Sözen'in ifadesiydi: 



Kocam Ferit Sözen, o tarihte İstanbul Polis Okulunda hocaydı. Gü- 
müşhane'ye tayin edildi. Gitmedik. Burada kalmak için çok çalıştık 
Menderes'e bu işi yaptırmanın çarelerini aradım. Bir gün Tarabya'da, 
Piliç Osman'la tanıştım. Bize başbakanı çok iyi tanıdığını ve Mende- 
res'le tanıştırabileceğini söyledi. Ertesi gün Menderes telefon ettirdi 
ve imzalı kitabımı istetti. Kocama sordum, muvafakat etti. Bu şekilde 
tanıştık, eve gelmeye başladı. O geleceği vakit, kocam hasta dahi olsa 
evden çıkardı. Pencerede parolamız vardı. Kocamanlardı, dönerdi. 22 

İddia makamı, başta sevgililerinin olmak üzere Başbakan Men- 
deres'in tüm masraflarını devletin örtülü ödeneğinden karşıladı- 
ğını ileri sürüyordu... 

"Örtülü ödenek" paraları nelere gitti? 

Neydi "Örtülü Ödenek Davası"? 

Bütçe yasası, başbakanlara devletin gizli amaçları için belli bir 
parayı harcama yetkisi verir, buna "örtülü ödenek" denir. 

Başbakan Menderes'in on yıllık hükümeti döneminde örtülü 



22. Ferit Avni Sözen, sonra eşi Suzan Sözen'den boşandı. Mirasını birinci ve üçüncü eş- 
leri arasında paylaştırdı, ikinci eşi Suzan Sözen'e hiç pay vermedi. Suzan Sözen 20O2'de 
yetmiş dokuz yaşında vefat etti. Ferit Avni Sözen ise I996'da öldü. 



ödeneği kendi kişisel ihtiyaçları ve amaçlan için kullandığı iddia 
ediliyordu. Bu nedenle örtülü ödeneğe "Adnaniye" deniyordu. 

Örtülü Ödenek Davası on üç oturum sürdü ve 2 şubat 1961'de 
sonuçlandı. 

Mahkeme on yıllık gizli örtülü ödenek cetvellerini istedi. Baş- 
bakan Menderes'in örtülü ödenek hesabından kullandığı tüm 
harcamalar tek tek kayda geçirilmişti. 

Bu hesap cetvellerinin tamamım buraya aktarmak isterdim; 
ama bu olanaksız. İlginç bulduklarımı yazacağım. Yıl içinde, kişi- 
ye birden fazla yapılan ödemelerde de sadece birini yazdım: 

1950: îdris Özvatan'a (DP'ye küfreden adama tokat atmaktan 
mahkûm) 30 lira, Hayri Özgir'in ev kirası 125 lira, DP balosu bilet 
ücreti 225 lira, Üzeyir Avunduk a seçim için 12 000 lira vb. 

1951: Mehmet Ali Sevük'e (Nâzmı Hikmetin avukatı [Samed 
Ağaoğlu'nun emriyle]) 300 lira, Necip Fazıl Kısakürek'e 5 000 li- 
ra, şair Ahmet Muhip Dıranas'a (Samed'in emriyle) iki kez 500 li- 
ra, yazar Orhan Seyfı Orhon'a (Refik Koraltan'ın emriyle) 500 li- 
ra, Mehmet'in cezaevinde harcaması için 500 lira, Enis Behiç Kor- 
yürek'in Miras isimli şiir kitabının matbaa masrafı 1 803 lira 40 
kuruş, Kâzım Namî Duruya 150 lira, Ali Naci Karacana (A. Men- 
deres'ten borç olarak) 5 000 lira, Mizah gazetesine 8 000 lira vb. 

1952: Ferit Alnar'a İsviçre seyahati için 3 000 lira, Madam Sa- 
mi'ye 1 000 lira, Osman Kapanî'ye 3 000 lira, Tank Zafer Tuna- 
ya'ya Türkiye'de Siyasal Partiler kitabı için 1 530 lira, Yahya 
Kemal'e Arap devletlerinde tetkik seyahati için 1 700 lira, Nadir 
Nadi, Ahmed Emin Yalman ve Ahmed Şükrü Esmer'e Londra se- 
yahatine refakat için 1 000 er lira, Beyaz Kitap için Hüsnü Ya- 
man'a 11 494 lira 78 kuruş, Sivas DP teşkilatına 8 055 lira, Necip 
Fazıl Kısakürek'e 50 000 lira vb. 

1953: Peyami Safa'ya 10 000 lira, Mükerrem Sarol'a döviz olarak 
3 000 lira, Emin Kalafata 10 000 lira, Burhan Belgeye altı aylık ev 
kirası 1 650 lira, Halil Lütfı Dördüncüye (gazete patronu) 5 865 li- 
ra, Ferit Alnar'a döviz olarak 2 025 lira, Ali Fuad (Cebesoy) Pa- 
şa'ya Millî Mücadele adlı kitabı için 1 500 lira, Yusuf Ziya Ortaç'a 
15 000 lira, Behzat Bügin'e 1 000 lira, Selim Ragıp Emeç'e 1 000 li- 
ra, Bedii Faik ile Şevket Rado'ya 1 200 lira, Cemal Kutay'a 400 li- 
ra, DP İzmir İl Başkanı Burhan Mater'e 10 000 lira, DP teşkilatlan 
için yedi cip bedeli 67 090 lira, masajcı Kâzım Nefes'e 50 lira vb. 

1954: İsviçre'ye gönderilmek üzere Yüksel Menderes'e 1 617 li- 
ra, Recep Bilginer'e (gazeteci) 1 000 lira, Ferit Alnar'a 1 000 lira, 
Osman Kapanî'ye 500 lira, Şoför Hayriye arsa taksiti 1 212 lira 24 




kuruş, Yugoslavya'ya giden gazeteciler için bakiye 1 000 lira, Kâ- 
zım Namî Duruya 500 lira, Demokrat izmir gazetesine 21 000 li- 
ra, Necip Fazıl Kısakürek'e 18 500 lira, Berber Fahrinin kızına ni- 
şan masrafı için 100 lira vb. 

1955: Faliha Bilgine (Mükerrem Sarol'un boşanmış eşi) 3 000 
lira, Orhan Apaydm'a 3 550 lira, Ferit Alnar'a 500 lira. Cihat Ba- 
ban'a 2 000 lira, İzmir Gazeteciler Derneği'ne 100 lira, Kâzım Na- 
mî Duruya 550 lira, Necip Fazıl Kısakürek'e 10 000 lira, Malte- 
pe'deki evin döşeme masrafı 4 254 lira vb. 

1956: Aydın ve Berin Menderes'in Avusturya seyahati için 1 500 
lira, Emin Kalafata 1 000 lira, Nihat Erim'e bir halı hediye 2 300 li- 
ra, Hayatî Kalafata 10 950 lira, Reşat Nuri Güntekin'e dolar muka- 
bili 3 000 lira, Kâzım Namî Duruya 3 000 lira, DP Genel Başkanlığı 
odasının mobilyası için 12 000 lira, Burhan Belgeye 6 750 lira vb. 

1957: Burhan Belgeye 4 800 lira, Emin Kalafat'a 5 000 lira, Ayhan 
Aydan'a 539 lira, Neslihan Kısakürek'e (Necip Fazıl' in eşi) 5 000 li- 
ra, dört adet kurban bedeli 375 lira, Park Otel'de bahşiş 340 lira, 
Başbakan Mendreres'in evi için stor 500 lira, DP Genel Kurulu he- 
sabına 35 000 lira, Necip Fazıl Kısakürek'e 5 000 lira vb. 

1958: Mutlu Menderes'e (Necdet Aslanlar vasıtasıyla iki buçuk 
ayda yapılan masraf) 1 305 lira, Emel Zorlu 'ya seyahati için 1 000 
dolar, Aydın Menderes'in birinci mektep taksiti 900 lira, Berin 
Menderes'e İsviçre'ye ayakkabı parası 131 lira, kayınvalidesinin 
(Naciye Evliyazade) tedavi masrafı için 2 732 lira, Mendereslerin 
evi için kömür 521 lira 15 kuruş, Emin Kalafat'a 2 885 lira, Cemal 
Tarlana eşiyle seyahati için 12 210 lira, Refik Koraltan'a tedavisi 
için 12 460 lira, Eyüpsultan'a iki kurban bedeli 300 lira, DP Anka- 
ra İl İdare Kuruluna 50 000 lira, Türk Ansiklopedisi için 3 000 li- 
ra, Mevlana kitabı için 300 lira, Burhan Belgeye 3 000 lira, Necip 
Fazıl Kısakürek'e (bir kısmı Tevfık İleri eliyle) 10 000 lira vb. 

1959: Bülent Nuri Esen'e avukatlık ücreti 2 000 lira, İhsan Sab- 
ri Çağlayangil'in kızının tahsili için 5 000 lira, Ferit Alnar'a döviz 
2 163 lira 35 kuruş, Hüsrev Gerede'ye 10 000 lira, Madam Sami'ye 
1 000 lira, Eyüpsultan'da kesilen kurbanlar 1 000 lira, ansiklope- 
di ve kitaplar için Akay Kitabevi'ne 2 998 lira, Bayan Menderes'e 
koyun 190 lira, Amerikan neşriyatına 2 626 lira, DP'den Zeki Aka- 
lın'ın mahkûm olduğu para karşılığı, DP Kırşehir heyetine 30 000 
lira, yazar Yusuf Ziya Ortaç'a 8 000 lira, Peyami Safa'ya 3 000 lira, 
Mutlu Menderes'e döviz olarak 1 270 lira, Yüksel Menderes'e 
(Mebusevleri'nde alınan dairenin taksiti) 2 705 lira vb. 

1960: Hürriyet Partisi'nden geçen beş kişiye 4 000 lira, Namık 



Gedik'in kızının düğün hediyesi 2 400 lira, Melahat Ersü'ye Orta- 
köy kooperatifi için 45 400 lira, Nesrin Sipahiye 500 lira, İktisat 
ve Ticaret Ansiklopedisi için 1 000 lira. Aydın Menderes'e okul 
taksiti 775 lira, Mutlu Menderes'e havale 2 270 lira 96 kuruş vb. 23 

Adnan Menderes örtülü ödenek hesabından 4 877 780 lira 19 
kuruşu zimmetine geçirmekten 1 1 yıl ağır hapse mahkûm oldu; 
aynca zimmetine geçirdiği parayı ödemesine karar verildi... 

Karar Berin Menderes ve oğullarının yaşamlarını daha da güçleş- 
tirdi. Devlet parasının peşine düşmüştü ve Mendereslerin tüm gelir- 
lerine bu kez daha ağır koşullarda el koymuştu. Berin Menderes sa- 
dece Ziraat Bankasından gelirlerine karşılık 2 000 lira alabilecekti. 

Menderesler zor günler geçiriyordu. Yüksel Menderes Belgrad 
Büyükelçiliğindeki görevinden sonra merkeze çekilince, Dışişle- 
ri Bakanlığında "Yassı Oda" adı verilen etkisiz bir görevde DP dö- 
neminin, Hasan Esad İşık, Mahmut Dikerdem, Semih Günver gi- 
bi diplomat ağabeyleriyle zaman öldürüyordu. 

Bu arada Adalet Bakanı Abdullah Pulat Gözübüyük, Dışişleri 
Bakanı Fatin Rüşdü Zorlunun ekonomik işler yardımcıları olan 
Hasan Esad İşık, Semih Günver ve Oğuz Gökmenin tutuklanma- 
larım istedi. Ne ilginçtir, Zorlu'nun ekibinden Selim Sarper Dışiş- 
leri bakanlığını yürütürken, diğerleri tutuklanıp Yassıada'ya götü- 
rülmek isteniyordu. Ancak bu istek "Dışişleri duvarını" aşamadı. 

Dışişleri bakanlığı döneminde Fatin Rüşdü Zorlu'nun özel kalem 
müdürlüğünü yapan Evliyazadelerin bir diğer damadı Ziya Tepede - 
len de ifadesi alman diplomatlardandı. Zorlu'nun dış görevlerdeki 
arkadaşları da tek tek hesap verdiler! Örneğin Bonn Büyükelçisi 
Settar İksel, Belgrad Büyükelçisi Sadi Kavur gibi isimlerin görev 
yerlerine özel ekipler gönderildi ve elçilik hesapları iyice incelendi. 

Hemen her gün soruşturma, dava, duruşma gibi sohbetler Yük- 
sel Menderes'i boğuyordu, o da annesinin yakınmalarına aldırma- 
dan, sık sık sevgilisi Yıldız Hanım'ın yanına istanbul'a gidiyordu. 

Yüksel Menderes, İstanbul'da bir gece kulübünde sahneye çı- 
kan Yıldız Hanım'a âşıktı. İlişkileri üç yıldır sürüyordu. Aile bu 
birlikteliğe karşı çıktığı için Yüksel Menderes'i yurtdışına göreve 
göndermişlerdi. Ama bu tayin bile ilişkiyi bitirememişti. 

Mendereslerin ortanca oğlu Mutlu Menderes, askerî müdaha- 



23. "Örtülü Ödenek Davası" duruşmalarında, yabancı devletlerin parasal yardımlar ya- 
parak Türk istihbarat birimlerine sızdıkları da ortaya çıktı, ingilizlerden ayda 30 000 li- 
ra, Fransızlardan 7 000-8 000 lira, italyanlardan 4 000 lira alınıyordu, italyanlar ile Fran- 
sızlar parayı merkeze veriyorlardı. Sınırsız para harcayan Amerikalılar ise doğrudan 
doğruya memurlara ödeme yapıyordu ! Dinleme servislerindeki memurların tamamı 
Amerikalıların elindeydi. Ayrıntılar için bakınız: Bay Pipo (Soner Yalçın-Doğan Yurdakul 
[Doğan Kitap]). 



lenin ilk aylarında dayısı Samim Yemişçibaşı'nın katkılarıyla İs- 
viçre'deki öğrenimini sürdürüyordu. Dayısı emekli olunca ve aile 
ekonomik yönden zayıflayınca Ankara'ya Siyasal Bilgiler Fakül- 
tesi'ne kayıt yaptırmıştı. 

Berin Hanım'ın 2 000 lirayla geçinmesi zordu. Ablası Güzin'in 
maddî ve manevî yardımlarıyla ayakta duruyordu. Eniştesi Ham- 
di Dülger, eşinin gençlik arkadaşı olmakla kalmayıp, Adnan Men- 
deres'in baba tarafı Kâtipzadelerden kalan Bostancı'daki toprak- 
ların ekim işlerini de üzerine almıştı. 

Hamdi Dülger ile Adnan Menderes kardeş gibiydiler. Başbakan 
Menderes İzmir'e gittiğinde mutlaka "enişte" dediği Hamdi Dül- 
gerlerin evinde misafir kalıyordu. Kaç kez teklif etmişti eniştesi- 
ne milletvekili olmasını, ancak Hamdi Dülger eşiyle dünyayı gez- 
meyi seviyordu. Sırf bu nedenle çocuk bile yapmamışlardı!.. 

Devlet, Mendereslerin Bostancı'daki gelirlerine de el koymuş- 
tu. Ancak Hamdi Dülger, baldızını mahcup etmemek için, "Bu pa- 
raları bankalara koymamıştım" diyerek, sürekli el altından mad- 
dî yardımda bulunuyordu. 

Hamdi Dülger ortalıkta pek gözükmediğinden, bu destekler 
basının dikkatinden kaçıyordu. 

Ancak Adnan Menderes'in dayısının torunu DP milletvekili Sa- 
dık Giz de "yaylım ateşinden" nasibini alıyordu. "Jokey Kulübü 
hikâyeleri" yazılıyordu: 

Jokey Kulübü sabık iktidarın şımarık çocuklarından Sadık Giz'e 
oyuncak kabilinden verilmiş ve yüz binlerce lirası, at neslini ıslahtan 
ziyade DP neslini ıslah için kullanılmıştır. 

Sadık Giz aynca Adnan Menderes'in yeğenlerinden Ahmed Evliya- 
zade'yle Cumaovası yolunda meydana getirdiği harada, yine hususî 
dövizlerle getirdiği atları kulübe satarak milyonlann üstünde şahsî 
kârlar temin etmiştir. (Kim dergisi, 27 eylül 1960) 



12 ocak 1961'de askerî yönetim, siyasal partilerin faaliyetlerini 
serbest bıraktı. Fakat DP, kapatıldığı için tekrar siyaset yapama- 
yacaktı. DP kadroları politika yapamayacaklardı ama bu kez ço- 
cukları, siyaset kulvarının yine önünde yer alacaklardı. 

İlk siyasal partiyi, Türkiye'nin en kısa dönem -iki ay- Genel- 
kurmay başkanlığını yapan emekli Orgeneral Ragıp Gümüşpala, 
"Adalet Partisi" adıyla kurdu. Partinin amblemi siyasal çizgisini 
belli ediyordu: Demir Kır At! 

Demokrat Parti 1946 yılında kurulduğunda, halk "Demokrat" 



sözcüğünü telaffuz edemiyor, "Demirkırat" diyordu. Adalet Partisi 
bu nedenle simge olarak "Demir Kır At" amblemini tercih etmişti! 

AP, Demokrat Partinin mirasına sahip çıkıyordu. Ancak başka 
mirasçılar da yok değildi. AP'den iki gün sonra 13 şubat 1961'de Ek- 
rem Alican'ın 24 genel başkanlığında "Yeni Türkiye Partisi" kuruldu. 

Ekrem Alican, CHP döneminin önemli maliye bürokratların- 
dan biriydi. Sonra DP milletvekili oldu. Partiden ayrıldığı için 
Yassıada'ya gitmekten kurtuldu. Üstelik ödül bile aldı: 27 Mayıs 
kabinesinin Maliye bakanı oldu! Şimdi de askerlerin güvenini ka- 
zanmış eski bir DP'li olarak parti kurmuştu. 

Başlangıçta "Sosyal Demokrat Parti", "Hür Demokrat Parti" gi- 
bi isimler konulması düşünülen partiye 1960 sonrası "demokrat" 
kelimesinin parti ismi olarak kullanılmasının yasaklanması üzeri- 
ne 'Yeni Türkiye Partisi" adını koydular. 

YTP'de, İrfan Aksu, Hasan Kangal, 27 Mayıs kabinesinin Çalış- 
ma bakanı Prof. Cahit Talaş, DP döneminin en muhalif öğretim 
üyesi Prof. Aydın Yalçın, Hikmet Belbez, DP eski milletvekili 
Mehmet Raif Aybar, Emekli General Sırrı Öktem, Dr. Esad Eğil- 
mez de kurucular arasındaydı. 

Partide ayrıca, CHP'nin İstanbul valisi, Mazhar Osman'ın asis- 
tanı Fahreddin Kerim Gökay; bir sonraki darbede -12 Mart 1971- 
sosyalist olduğu iddiasıyla cezaevine atılacak Emil Galip Sandal- 
cı; Yusuf Azizoğlu; Ali TiğreFin babası İhsan Tiğrel; Doğu Perin - 
çek'in babası Sadık Perinçek; Samed Ağaoğlu'nun kardeşi Ner- 
min Taşenberger gibi isimler vardı. 23 

Diğer yanda AP de, DP'nin İçişleri bakanı Namık Gedik'in eşi 
Melahat Gedik ile Çalışma, Ticaret ve İmar ve İskân bakanlıkla- 
rında bulunmuş Hayrettin Erkmen'in kardeşi Nizamettin Erk- 
men'i listesine almıştı. 

Ama en büyük "transferi" YTP yapacaktı... 

Berin Hanım'ın istememesine rağmen Yüksel Menderes Dışiş- 
leri'ndeki görevinden istifa ederek Yeni Türkiye Partisine katıldı. 

Döneme ilişkin kitaplarda Ekrem Alican'ın mektup yazıp Yük- 
sel Menderes'i partisine davet ettiği yazılmaktadır. 



24. I960'lı yılların siyasetine ağırlığını koyan Ekrem Alican, kökeni 1873 Selanik Şemsi 
Efendi Mektebi olan Şişli Terakki Mektebi'nden 1934 yılında mezun oldu. Oğlu Yusuf 
Alican da aynı okuldan I975'te mezun oldu. 

25. Samed Ağaoğlu'nun oğlu Tektaş Ağaoğlu Türkiye sosyalist hareketinin önemli isim- 
lerinden biriydi. Tektaş Ağaoğlu kardeşi Mustafa Kemal Ağaoğlu'yla birlikte Ağaoğlu 
Yayınevi'ni kurdu. Birçok Marksist klasiği Türkçe'ye kazandırdı. Bu yayınları nedeniyle 

1971 ve 1975 yıllarında iki kez cezaevine girdi. Yani dede Ahmed Ağaoğlu Bekirağa Bö- 
lüğü ve Malta'da, baba Samed Ağaoğlu Yassıada'da, oğul Tektaş Ağaoğlu ise Ankara ve 
istanbul'da cezaevlerini yakından tanıdı! 



O tarihlerde Yüksel Menderes'in yakınındaki isim, kuzeni Dr. 
Tanju Akmanlar'dı (DP Milletvekili Kenan Akmanlar'm oğlu): 

İkimiz sabahlara kadar sohbet ederdik, bu sohbetleri yürüyerek ya- 
pardık, Yüksel de tıpkı babası gibi yürüyüş yapmayı çok severdi. Ne- 
den babalarımızın Yassıada'da olduklarını analiz etmeye çalışır, nere- 
de hata yaptıklarını filan konuşurduk. O dönemde Yeni Türkiye Parti- 
si'nden teklif geldi, ama bu teklif "gel partiye katıl" şeklinde değildi, 
"gel başımıza geç" şeklindeydi. Yani Yüksel'i oyuna getirdiler; büyük 
dayımın idam edilmesinin ardından o da zaten partiden ayrıldı. 

Tıpkı çok partili hayata geçiş yılı olan 1946'da olduğu gibi 
1961'de de arka arkaya partiler kuruldu: Cumhuriyetçi Meslek İs- 
lah Partisi, Çalışma Partisi, Memleket Partisi, Türkiye İşçi ve Çift- 
çi Partisi, Mutedil Liberal Parti... 

O günlerde Yassıada'dan gelen acı haber bile siyasetin hızını 
kesmedi. 17 şubatta Yassıada sanıklarından DP'li Bakan Lütfı Kır- 
dar kalbinin durması sonucu vefat etti. 26 

Bir diğer DP'li İstanbul milletvekili Yahudi tüccar Yosef Salo- 
mon Yassıadada vefat edenlerden biriydi. (İ. Nuri Gün- Yalçın Çe- 
liker, Masonluk ve Masonlar, 1968, s. 192) DP İstanbul milletveki- 
li ermeni Dr. Zakar Tarver de vefat etti. Bursa milletvekili Kenan 
Yılmaz da hastalanarak ölen tutuklulardandı. 

Yassıada'da duruşmalar tüm hızıyla sürüyordu. 

Duruşmalardaki ifadeler gazete manşetlerine taşınıyordu. 
Ama bir olay, Yassıada duruşmalarını gölgede bıraktı. 

Evliyazadelerden birinin "ifşaatı" çok kişiyi sevindirdiği gibi, 
bazılarının da canını yaktı... 

"Ifşaatçı" Mehmet Özdemir Evliyazade 

Mehmet Özdemir Evliyazade adını unutmuş olabilir misiniz; 
bir kez daha anımsatayım: Berin Menderes'in dayısı Refik Evliya- 
zade'nin torunuydu. 

Babası Nejad Evliyazade ile Berin Hanım kuzendi. 



26. Kerkük doğumlu Lütfi Kırdar'ın yeğeni -kız kardeşinin oğlu- ihsan Doğramacı'dır. 
Diğer yeğeni -kardeşinin çocuğu- Nemir Kırdar NevvYork'taki ünlü Saks Fift Avenue 
mağazasının sahibidir. Boss, Tiffany gibi dünya markalarını satın alıp, şirketleri büyüttük- 
ten sonra satmasıyla tanınır. Kemal Derviş, Recep Tayyip Erdoğan gibi isimleri Ameri- 
kan iş dünyasına tanıtan kişidir. Kardeşi Nezir Kırdar, EisenhovverVakffnın başkanlığı- 
nı yapmıştır. Prof. Dr. MuvaffakAkman, Yaşantımda Hacettepe ve Sonrası-Bir Emekli Rek- 
törün Anılan adlı kitabında, hocası 1915 Erbil doğumlu ihsan Doğramacfnın anadili gibi 
ibranîce bildiğini yazmaktadır (1995, s. 193-194). 



Özdemir Bey'in annesi Mesude ise, Adnan Menderes'in dayısı- 
nın kızıydı. 

Yani Özdemir Evliyazade hem Berin Hanım'ın hem de Adnan 
Bey'in kuzeniydi. 

Özdemir Evliyazade'yi tanıdıktan sonra konuya girebiliriz. 

Mehmet Özdemir Evliyazade 27 Mayıs 1960'ı izleyen o sıcak 
günlerde bir kitap yazdı. Adı: Onları Anlatıyorum! 

Kitabın girişinde, "Bu kitapta anlattığım hadiselerin vesikaları 
devlet arşivle rindedir" diye yazılıydı. Önsözünde, "MİT eski müs- 
teşarlarından Behçet Türkmen'in baskı ve tertiplerine karşı ken- 
disini koruyan, 27 Mayıs sonrası MİT müsteşarlığına getirilen Zi- 
ya Selışık'a 27 minnet ve şükranlarını sunması ilgi çekiciydi. 

MİT 28 görevlisi olduğu bilinen Mehmet Özdemir Evliyazade 'nin 
kitabında siyasî değerlendirmelerin yanı sıra, aile fertleriyle ilgili 
açıklamaları vardı ki, Evliyazadeleri de şaşırtan buydu. 

Bunlar neler mi ? 

Fatin Rüşdü Zorlu'nun eroin ticareti yaptığının Millî Emniyet 
Hizmetlerince ortaya çıkarılması; Berin Menderes'in "para ve 
mal" hırsını fark eden Güzide Zorlu'nun kendisine sürekli hediye 
getirdiği ve bu sayede Berin Hamm'm Fatin Rüşdü Zorlu 'yu hep 
koruduğu vb. 

Mehmet Özdemir Evliyazade kuzeni Berin Hanım'dan herhal- 
de nefret ediyordu. 

Berin Menderes'in ablası Güzin Dülgerden "izmir'in küçük de- 
rebeyi olarak" bahseden Mehmet Özdemir Evliyazade, Berin'in 
eniştesi Hamdi Dülger ve kardeşi Kemal Dülger hakkında da 
açıklamalarda bulunuyordu: 

Hamdi Fuad Dülger, Olivier vapur acentesiyle ortak olarak Deniz 
Yollan'nm Pire ve İskenderiye acenteliklerini aldı. Aynı zamanda or- 
tağı olan kardeşi Kemal Dülgerle müştereken Sanayi Kalkınma Ban- 
kası'ndan kredi alarak meşhur Dülgerler fabrikasını kurdular. (Meh- 
met Özdemir Evliyazade, Onları Anlatıyorum, 1960, s. 66) 

Bu arada imal edilen makinelerin bozuk olması Dülger kardeşler 
için sorun yarattı. Bozuk makinelerin elden çıkması gerekiyordu. (...) 



27. Ziya Selışık 3 haziran 1960'ta başladığı MAH (MİT) müsteşarlığı görevini 17 ocak 
1961'e kadar sürdürdü. 29 ağustos I964'te ikinci kez göreve gelen Ziya Selışık emekli- 
ye ayrıldığı 13 temmuz I96S tarihine kadar görevini sürdürdü. 

28. "Millî İstihbarat Teşkilatının o dönemdeki adı "Millî Emniyet Hizmetleri"ydi. DP ve 
27 Mays döneminde MİT'teki ekip kavgaları için bakınız: Ray Pipo (Soner Yalçın-Doğan 
Yurdakul [Doğan Kitap]). 



Fabrikatörlerce makinelerini acele yoldan satamayan Fuad Hamdi 
Dülger, bu arada boş durmuyor, Ziraî Donatım İdare Meclisi reisi olan 
Faruk Tunca'yla (Dr. Tevfık Rüşdü Aras'ın kız kardeşinin oğlu [S. Y.]) 
anlaşıyor. Faruk Tunca, Nedim Ökmen'den (Tarım bakanı [S. Y.]) bu 
makinelerin Ziraî Donatıma alınması için emir istihsal ediyor ve bu 
makinelerden iki bin adedini tanesini yirmişer bin liradan, Ziraî Do- 
natım'a satıyorlar. Dülgerler milyonları cebe indiriyor. Ziraî Donatım 
zarar edecekmiş kime ne. (s. 67) 

Mehmet Özdemir Evliyazade aile dostları Celal Bayar'ın özel 
hayatından da bahsediyordu. "Celal Bayar çetesi"nin iş kombine- 
zonlarını karısı Reşide Bayar ve akrabalarıyla ayarladığı ve İhsan 
Doruk'un Celal Bayar'ı on dörtlük bir "dilber" e âşık ettiği iddiası 
da ona aitti. 

"Celal Bayar çetesf nin Türkiye 'yi işgal ettiğini ve önemli gö- 
revlerde akrabalarının oturduğunu söyleyen Mehmet Özdemir 
Evliyazade isimlerini bir bir açıklıyordu. 

Muammer Eriş Vita müdürü. Haki Erol (bacanağı) Türk Ticaret 
Bankası umum müdürü idi. Cabir Selek Garanti Bankasında, Zekâi 
Eriş (kayınbiraderi) Millî Reasürans'ta, Turgut Bayar Migros ve Ci- 
ba'da... Hele Üzeyir Avunduku (ki hileli iflas mütehassısıdır) İş Ban- 
kasına gelip oturttu. Muammer Erişin kayınbiraderi Veysi Emre 
Anadolu Sigorta Şirketi umum müdürüdür. Bunlar hep Bayar çetesi- 
nin mensuplarıdır, (s: 61-62) 



Kitapta fotoğraflar da vardı. Adnan Menderes'le aynı karede 
yer alan fotoğraflarının altına "Çeteyi doğru yola getirmek için 
aralanndaydım" diye yazmıştı! 

"Şanlı ordumuz memleketi kurtardı. Böyle devirleri Allah bir 
daha milletimize yaşatmasın. İbret olsun diye, bunları halkın göz- 
lerine serdim" (s. 25) diyerek neden bu kitabı kaleme aldığını da 
açıklıyordu. 

Evliyazade ailesinin "ele avuca sığmayan' çocuğu Mehmet Öz- 
demir Evliyazade tüm yazdıklarının delillerinin devletin arşivin- 
de olduğunu kaydediyordu; ancak ne Fatin Rüşdü Zorlu'nun 
"uyuşturucu kaçakçısı" olduğu, ne de diğer iddiaları, Yassıada du- 
ruşmalarında konu bile edilmedi. 

Birileri "bu yaramaz koca çocuğu" kullanmış mıydı?.. 

Türkiye, davalara bile konu olmayan olayları tartışırken Yassı- 
ada'daki duruşmaların sonuna geliniyordu. 



Başta Ankara olmak üzere siyasî çevrelerde, Yassıada'dan idam 
karan çıkıp çıkmayacağı tartışılmaya başlanmıştı. Özellikle DP 
çevrelerinin "Asamazlar, asarlarsa, dünya ayağa kalkar" laflan as- 
kerleri kışkırtıyordu. 

Bu arada 1961 Anayasası için referandum yapıldı. Muhalefetin 
"'Hayır' da hayır var" propagandasına rağmen yüzde 39,6'ya karşı, 
yüzde 60,4 "evet" oyuyla Anayasa yürürlüğe girdi. İzmir, Manisa, 
Aydın, Denizli, Sakarya, Kütahya, Bolu, Samsun, Zonguldak ve 
Çorum'da "hayır" oylan yüzde 50'nin üzerindeydi! 

Berin Hanım "rejimin yeniden kurulduğu" o dönemde kiracı- 
lıktan kurtuldu, Göreme Sokağından Kavaklıdere Tahran Cadde - 
si'nde Arman Apartmanı'ndaki kendi dairelerine taşındılar. 

Tek sevindirici haberi o günlerde aldılar. Dışandan ortaokul bi- 
tirme sınavlarına giren Aydın Menderes tüm derslerinde başarı 
göstererek mezun olmuştu. 

Aydın Menderes başanlı bir öğrenciydi. Bir gün Dr. Tevfık Rüş- 
dü Araş, Aydın Menderes'in bilgisini sınamak istedi: "Söyle baka- 
lım Aydın, dünyanın en küçük denizi hangisidir?" Aydın Mende- 
res, "Marmara Denizi" yanıtını verdi. Tevfık Rüşdü Araş, "Hayır" 
diyerek, doğru yanıtın "Azak Denizi" olduğunu söyledi. Aydın 
Menderes ısrar etti. Bahse girdiler. Kazanan Aydın Menderes ol- 
du. Dr. Tevfık Rüşdü Araş, Aydına top şeklinde bir dünya harita- 
sı hediye etti. Bu harita hâlâ Aydın Menderes'in çalışma masası- 
nın üzerindedir... 

Kavaklıdere'deki evinde Berin Hanım üç oğluyla birlikte yaşı- 
yordu. Dışişleri Bakanlığından emekli olan ağabeyi Samim İzmir'e 
dönmüştü. Ablası Güzin de İzmir'deydi. Ankara'da kimsesi yoktu. 

Üstelik iki oğluyla problem yaşıyordu. 

Ne yaptıysa oğlu Yüksel'i, İstanbullu Yıldız Hanım'dan ayıra- 
mamıştı. Yüksel Menderes, kuzenleri Dr. Tanju Akmanlar ve ga- 
zeteci Sevin Zorluyla birlikte sık sık İstanbul'a gidiyordu. Üçü de 
ailelerinin yaramaz çocuklarıydı! 

Mutlu Menderes çocukluğunda olduğu gibi yine içekapanıktı. 
Geceleri hâlâ uyuyamıyor, evin içinde volta atıyordu. Okuduğu 
üniversitenin muadili olmadığı için Siyasal Bilgiler Fakültesine 
birinci sınıftan başlamıştı. 

Okul arkadaşı Münevvere ilgi duyuyordu. 

Annesine en yakın çocuk Aydındı. Aydın Menderes tam Berin 
Hanım'ın istediği gibi bir çocuk olmuştu. 

Berin Menderes, bu kanşık günlerde aksatmadan hemen her 
gün Yassıada'ya, eşine mektup yazıyordu. 



Bu mektuplarda hep moral vardı. Sadece bir seferinde, Edhem 
Menderes hakkında olumsuz birkaç cümle, Adnan Menderes ile 
Berin Hanım'ı o günlerde bile kavga edecek duruma getirdi. Ad- 
nan Menderes hâlâ dostunu koruyordu; Edhem Menderes'in, "ha- 
tıra defteri" Yassıada duruşmalarında en büyük delil olarak kulla- 
nılmasına rağmen! 

Adnan Menderes, Edhem Menderes konusunda neden bu ka- 
dar hassastı? 

En büyük delil hatıra defterleri 

Sadece Edhem Menderes'in hatıratı değil, Refik Koraltan'ın, 
Semi Ergin'in ve Nedim Ökmen'in eşinin günlükleri ile Abdullah 
Aker'in Bakanlar Kurulu toplantılannın notlan Yassıda duruşma- 
lannın en önemli delilleri arasındaydı. (Ticaret ve Devlet bakan- 
lığı yapan Abdullah Aker'in oğlu Önder Aker, Adnan Menderes'in 
halasının torunu Gülden Akmanlar'la evliydi. 

Refik Koraltan 30 aralık 1959 tarihli günlüğüne bakın ne yaz- 
mıştı: 

Fatin Rüşdü Zorlunun zorlayarak kurmak istediği hırsızlık şebe- 
kesinin korkunç manevrası devam ediyor. Adnan (Menderes [S. Y.]) 
bilmeyerek bu hırsızlık şebekesinin kurucusu oluyor. 

Koraltan, 9 ocak 1960 tarihli günlüğünde ise iddiasına tanık gös- 
teriyordu: 

Bugün Meclis Riyaset makamına Mükerrem Sarol geldi. Umumî 
hasbıhal sırasında çok dikkate değer sözler söyledi: "Fatin Rüşdü 
Zorlu artık hiçbir devirde görülmemiş bir hırsızlık şebekesi kurdu." 

Nedim Ökmen'in eşine ait hatıra defterinin 14 aralık 1955 ta- 
rihli sayfasında yine Zorluyla ilgili iddialar vardı: 



Döviz Komisyonu başlı başına bir âlemdir. Başta Maliye vekili oldu- 
ğu halde Başvekil Yardımcısı Fatin Rüşdü Zorlu, Ticaret Vekili Yırcah 
ve hempaları öyle bir atılış atıldılar ki bütün Türkiye günlerce bu de- 
dikoduyla çalkalandı durdu. Birisi kardeşi ve bacanağını Karun yaptı. 
Diğeri bir bakkalın oğluydu, milyoner oldu. Zorlu vaktiyle Dr. Tevfık 
Rüşdü'nün kızını almıştı. Paris'te saray gibi evinde hanımı ile kızı otu- 
ruyor. Kendisi de burada Vesamet denilen metresiyle resmen kordip- 



lomatiğin davetlerine gidiyor, herkesin içinde öpüşüp sevişiyor. Karısı 
başvekilin karısıyla teyzezade olduğu için bu mertebeye çıkmıştı. 



Günlükleri yazanların DP içindeki Fatin Rüşdü Zorlunun mu- 
halifleri olduğunu unutmamak gerekiyor... 

Evet DP'lilerin Zorlu 'yu sevmedikleri Yassıada duruşmalarında 
da ortaya çıktı. Zorlunun koğuş arkadaşı Sebati Ataman eşine 
yazdığı mektupta, "Kaderimin zalim cilvesi beni, yüzlerce kişi 
arasında en sevmediğim adamla aynı odaya düşürdü. Bunun ka- 
dar da asabı yıkan, insanı deli eden hiçbir şey olamazmış meğer. 
Düşün: herif daima, gece gündüz karşımda. Her hali diken gibi 
batar. Uykuya dahi kaçamazsın..." 

Sebati Ataman daha sonra kendi isteğiyle koğuştan alındı... 
Davalar sürerken gündemi işgal eden bir konu daha vardı. 
da Fatin Rüştü Zorlunun yaptığı tüm işlerden yüzde 10 aldığıydı. 
Çok konuşulmasına karşın bu konu Yassıada davalarına yansıma- 
dı. Yalnızca söylenti olarak kaldı. 

Ve 15 ağustos 1961 günü duruşmalar bitti. 
Mahkeme heyeti kararım bir ay sonra verecekti. Bu arada aile- 
lerin sanıklarla görüşmesi için yeni bir onay çıktı. 

Berin Hanım, oğullan Yüksel, Mutlu ve Aydını yanma alarak 
Yassıada'ya gitti. 22 ağustos 1961'deki görüşme çok duygusal geçti. 
Başta Adnan Menderes olmak üzere hiçbiri gözyaşlarına hâkim 
olamadı. Adnan Menderes, oğullarına tek tek sarılıp ağlıyordu. On- 
lar ise sürekli babalarının ellerini öpüyorlardı. Ağlamaktan konuş- 
madılar. Elli dakikalık süreyi neredeyse ağlayarak tamamladılar. 

Yassıada'mn her köşesi çok dramatik görüntülere sahne olu- 
yordu... 

Güzide Zorlu, Rıfkı Zorlu, Emel Zorlu ve Sevin Zorlunun, Fatin 
Rüşdü Zorluyla görüşmesi gözyaşından çok kızgın konuşmalarla 
geçti. Görüşme sırasında, Fatin Rüşdü Zorlu özellikle loş bir köşe- 
de oturmuştu ve gözünde siyah renkli gözlükler vardı. Emel Zorlu 
kocasının gözündeki morluğu fark etmişti; ne olduğunu sorduğun- 
da, Fatin Rüşdü Zorlu, voleybol izlerken top çarptığını söyledi. 

Zorlular olanları anlamışlardı. Zaten herkese görüşme izni ça- 
buk çıkmasına rağmen onları hayli uğraştırmışlardı. Mesele anla- 
şıldı. Fatin Rüştü Zorlu dayak yemişti. 

Güzide Zorlu masa başında bulunan iki subaya bakıp sinirli bir 
şekilde beddua ederek, "Bu kötülüğü yapanların elleri kırılsın" 
dedi. Fatin Rüşdü Zorlu ise ısrarlıydı, centilmen insanların adam 
dövmeyeceğini söyleyerek üzerinde durulmaması gerektiğini 



söyledi. Tatsızlığı Sevin Zorlu bozdu, nişanlandığını söyledi. Ba- 
bası, "Evde kalmaktan kurtuldun" diye espri yaptı. "Evlenmek 
için tabiî senin çıkışını bekliyoruz" deyince, üzgün bir ifadeyle, 
"Tabiî tabiî..." diye yanıt verdi. 

Görüşme sonunda Güzide Zorlu, Cumhurbaşkanı Cemal Gür- 
sel'e protesto mektubu gönderdi... 



Kararlar açıklanıyor 

Menderesler, Zorlular ve Evliyazade ler merakla 15 eylülde açık- 
lanacak kararı bekliyorlardı. 

Bu arada Yassıada sanıkları hakkında karar verecek Yüksek 
Adalet Divanı çalışmalarını Heybeliada'da büyük bir gizlilik için- 
de sürdürüyordu. 

Ve 15 eylül 1961. 

Önce avukatlar duruşma salonuna alındı. Salonun orta yerinde 
20'ye yakın sandalye vardı. Avukatlar şaşırdı. Halbuki sanık sayı- 
sı 600'e yakındı. 

Aynı şaşkınlık dinleyici bölümünde oturanlarda da vardı. 

Sanıklar, sanık yakınları ve avukatların dışında, zabıt kâtipleri, 
raportörler kürsünün önünde yerlerini aldılar. Yanlarında bu kez 
İstanbul Radyosundan bir spiker vardı. Onun neden bulunduğu 
az sonra anlaşılacaktı. 

Herkes sanıkları beklerken, salona önce mahkeme heyeti gir- 
di. Mahkeme Başkam Salim Başol bunun nedenini hemen açıkla- 
dı: sanık sayısı fazlaydı, bu nedenle salona onar kişilik heyetler 
halinde alınacaklar, karar okunduktan sonra onlar çıkacak, diğer 
on kişilik grup gelecekti. 

Gruplar halinde kararlan okumak diye bir usul yoktu. Karann 
sanıklara gruplar halinde okunmasının nedeni sonradan anlaşıla- 
caktı: sanıklar kendi aralannda karar almışlardı; hüküm ne olur- 
sa olsun, kararlann sonunda "İstiklal Marşı'nı okuyacaklardı. 

Sanıkların mahkemedeki tavnnı öğrenen Yassıada Komutanlı- 
ğı durumu mahkeme heyetine bildirmiş, onlar da böyle bir yön- 
tem belirlemişlerdi! 

İlk grup geldi. Önde her zaman olduğu gibi Celal Bayar vardı. 
İkinci sırada Adnan Menderes'in olması gerekiyordu, ama Men- 
deres yoktu. 

Celal Bayar'ı son kabinenin Başbakan Yardımcısı Medenî Berk, 
Devlet Bakam İzzet Akçal, Adalet Bakanı Celal Yardımcı, Millî Sa- 
vunma Bakara Edhem Menderes, Dışişleri Bakanı Fatin Rüşdü 



Zorlu, Maliye Bakanı Hasan Polatkan, Millî Eğitim Bakanı Atıf 
Benderlioğlu, Bayındırlık Bakanı Hayreddin Erkmen, Gümrük ve 
Tekel Bakanı Hadi Hüsmen, Tarım Bakanı Nedim Ökmen, Ulaştır- 
ma Bakanı Semi Ergin, Basm Yayın ve Turizm Bakanı Haluk Şa- 
man, Sanayi Bakanı Sebati Ataman, Devlet Bakanı Abdullah Aker, 
TBMM Başkanı Refik Koraltan, TBMM başkan vekilleri Agâh Ero- 
zan, ibrahim Kirazoğlu ve İlhan Sipahioğlu takip ediyordu. 

Evet Adnan Menderes yoktu! Peki neredeydi? 

Yoklamalar yapıldı. 

Ardından Salim Başol kararın gerekçesinin hazırlandığını, an- 
cak şimdi yalnızca hüküm fıkrasının okunacağını söyledi ve ka- 
rarları önde bulunan spikere uzattı. 

Yasa gereği sanıklar hükümleri ayakta dinlemek zorundadır; 
mahkeme başkanı Salim Başol sanıkların kararları oturarak din- 
leyebileceklerini söyledi. 

Spiker eline verilen hükümleri okumaya başladı. 

îlk hüküm giyen isim Celal Bayar'dı. Türk Ceza Kanununun 
146/1. maddesi gereğince idama mahkûm olmuştu. Celal Bayar 
idam kararını duyunca, iyi işitmesi için verilen kulaklığı yanında 
bulunan boş sandalyeye fırlattı!.. 

Keza Adnan Menderes için de karar aynıydı: idam! 

Fatin Rüşdü Zorlu... İdam! (Ek'e bakınız.) 

Spiker kararları hızlıca okumaya devam ediyordu; salonda bu- 
lunanlar kulaklarına inanamıyordu. 

Yüksek Adalet Divanı, Bayar, Menderes, Zorlu ve Polatkan'ı 
oybirliğiyle idama mahkûm etmişti. 

Refik Koraltan, Rüşdü Erdelhun, Baha Akşit, Bahadır Dülger, 
Zekâi Erataman, Agâh Erozan, Emin Kalafat, Osman Kavrakoğlu, 
İbrahim Kirazoğlu, Nusret Kirişoğlu ve Ahmet Hamdi Sancar hak- 
kında oyçokluğuyla ölüm cezası verilmişti. 

15 idam kararı çıkmıştı. 

Tesadüf mü: 1926'da Atatürk'e yapılması planlanan suikastın 
İzmir'deki dava sonucunda da 15 idam karan çıkmıştı! Onların 
14'ü asılmış biri intihar etmişti... 

Yassıada'da 15 idam karan çıkmış; karar 14'ünün yüzüne okun- 
muş, biri ise intihar ettiği için salonda bulunamamıştı!.. 

İlk grubun kararlan okunduktan sonra, yine Celal Bayar önde 
olmak üzere DP'liler salondan çıkarıldı. 

Sanık gruplarından biri girip diğeri çıkıyordu. 

15 idamın ardından, 31 sanığa ömür boyu hapis cezası, 418 
sanığa ise 6 ay ile 20 yıl arasında değişen çeşitli hapis cezalan 



verilmişti. Diğerleri beraat etmişti. 

Bu arada mahkeme salonunun hemen dışında bulunan asker- 
ler, sanıklann aldıkları cezalara göre sınıflandırma yaptılar. 

İdam cezası alanlar elleri arkadan kelepçelenip özel bir bara- 
kaya, müebbet hapis cezası alanlar elleri önden kelepçelenip ay- 
n bir barakaya ve diğer hapis cezası alanlar kelepçelenmeden 
başka bir barakaya konuldu. Sayıları az olmakla birlikte beraat 
edenler, apar topar, avukattan ve az sayıda sanık yakınını getiren 
Fenerbahçe vapuruna gönderildi... 

İdam hükümlüleri ve müebbet cezası alan 45 kişi hücumbota 
bindirilerek İmralı Adasına götürüldü. 

Ceza alan bakanlar, milletvekilleri Kayseri Cezaevine, diğerle- 
ri ise Adana Cezaevine nakledildi... 

Adnan Menderes'in dayısının torunu DP İzmir Milletvekili Sa- 
dık Giz'in, 5 yıl hapsine, 1 yıl İzmir'de Emniyet Müdürlüğü göze- 
timinde mecburî ikametine ve 182 lira 50 kuruş maktu harç öde- 
mesine karar verilmişti. 

Adnan Menderes'in halasının oğlu DP Antalya Milletvekili Ke- 
nan Akmanlar ise, 10 yıl hapis, ömür boyu kamu hizmetlerinden 
mahrumiyet, mallannın yönetimi için 3 yıl 4 ay vasi tayinine ve 
200 lira maktu harç alınması cezasına çarptınlmıştı. 

Duruşmalara verilen öğle arasında gazeteciler Adnan Mende- 
res'in durumu hakkında bilgi aldılar: intihara teşebbüs etmişti!.. 

Gece 04.00 sulannda, kendisine uyuması için verilen uyku hap- 
larını dilinin altında tutmuş, ardından da, biriktirdiği haplan yu- 
tarak ölmek istemişti. 

Nöbetçilerin uyumasmdaki anormallikten şüphelenmeleri üze- 
rine olay ortaya çıkmıştı. Haberin öğrenilmesiyle Yassıada bir an- 
da hareketlenmişti. Herkes panik içindeydi. Doktorlar midesini 
yıkamışlar, koluna serum takmışlardı. 

Hakkında idam karan verilmiş sabık başbakan Adnan Mende- 
res'i yaşatmak için herkes var gücüyle çaba sarf ediyordu. 

Adnan Menderes kararlann açıklandığı 15 eylülü uyuyarak ge- 
çirdi. 

16 eylül günü saat 08.00 sulannda kendine gelebildi. 

Adnan Menderes komadan çıktığında, iki arkadaşı Fatin Rüş- 
dü Zorlu ve Hasan Polatkan ebedî yolculuklanna çıkmışlardı... 

îmralı Adasına getirilen 45 kişiden 14'ü ayn hücrelere kon- 
muştu. 

Ankara'dan gelecek karann beklenildiğini bilmiyorlardı. 

İdamlar konusunda son sözü Millî Birlik Komitesi söyleyecek- 



Sanık 

Adnan Menderes 
Falın Rüşdü Zorlu 



Adnan Menderes 

Adnan Menderes 
Faün Rüşdü Zorlu 



Adnan Menderes 



Adnan Menderes 



Adnan Menderes 



Adnan Menderes 



Dava adı 

6-7 Eylül 

Bebek 

Ali Ipar 



Örtülü Öde- 
nek 



Radyo 



Topkapı 
Olayları 

Çanakkale 
Olayı 



iddia 

Halkı istanbul'da yaşayan Rumlara karşı ayak- 
landırmaya azmettirmek can ve mal zararına 
sebep olmak. 



Gayri meşru çocuğunu öldürmeye azmettirmek. 

Davada adı geçen armatör Ali tpar da dahil ol- 
mak üzere döviz yasasını ihlal etmek 



Başbakanlık örtülü ödeneğini yasalara >ykın 
kullanmak. 



Devlet; radyosunu siyasî çıkarları için kullan- 
mak, muhalefete radyo kullanım hakkını ver- 
meyerek Anayasa'yı ihlal etmek. 

4 mayıs 1959'da Topkapı'da îsmet inönü'ye su- 
ikast düzenlemek amacıyla halkı kışkırtmak. 

iki muhalif milletvekilinin seyahat özgürlüğü- 
nü kısıtlamak 



Başlangıç-bitiş 
tarihi 

20 ekim- 5 ocak 



31 ekim- 22 kasım 
15 kasım- 19 ocak 

25 kasım- 2Ş şubat 

29 kasım -26 aralık 

2 aralık- 17 nisan 
27 aralık- 10 mart 



Oturum 
sayısı 

20 



13 



24 



13 



Sonuç 

Her ikisi de mahkûm oldu. Ad- 
nan Menderes'in 6 yıl hapsine ve 
375 lira ağır para cezası ödemesi- 
ne karar verildi. 

Beraat etti. 

l'er yıl hapse mahkûm oldular. 



Mahkûm oldu. Çakırbeyli Çiflli- 
ği'ne haciz kondu ve bankadan 
2 000 lira çekme haklan kaldırıldı. 

Mahkûm oldu. 



Mahkûm oldu. 



Mahkûm oldu. 



Sanık 


Dava adı 


Adnan Menderes 


Kayseri 
Olayları 


Adnan Menderes 


Demokrat. 
İzmir 


Adnan Menderes 


İstimlak Da- 
vası 


Adnan Menderes 


Vatan Cep- 
hesi 


Adnan Menderes 
Fatin Rüşdü Zorlu 


Anayasa'nın 
ihlali 



Adnan Menderes 
Faün Rüşdü Zorlu 



Üniversite 
Olayları 



îddia 



İsmet İnönü'nün seyahat özgürlüğünü kısıtla- 
mak. 

Halkı Demokrat İzmir gazetesinin matbaasını 
tahrip etmeye teşvik etmek. 

İstanbul'da birçok vatandaşın mülkünün be- 
delini tam olarak ödemeden istimlak etmek. 

Kurulan örgütü bir başka sınıf üzerinde baskı 
aracı olarak kullanmak. 

Yassıada davalarının arasındaki en önemli da- 
va. CHP'nin mallarına el konması, Kırşehir'in 
ilçe yapılması, yargı bağımsızlığının ihlali, 
1954-1957 seçim kanunlarının demokrasiye 
aykırı olarak değiştirilmesi, Tahkikat Komis- 
yonu'nun kurulup olağanüstü yetkilerle dona- 
tılması, yetkilerle Anayasa'nın kaldırılmasına 
yeltenilmesi ve gösteri-toplantı hakkını kısıt- 
layan kanunlann çıkarılması. 

istanbul ve Ankara'da kanuna aykırı olarak 
üniversite basmak, halka ateş açmak ve kanu- 
na aykın sıkıyönetim ilan etmek. 



Başlangıç-bitiş 
tarihi 

9 ocak-20 nisan 



12 ocak- 5 mayıs 



17 nisan- 21 haziran 



27 nisan- 21 haziran 



1 1 mayıs- 5 eylül 



2 şubat-27 temmuz 



Oturum 
sayısı 



16 



13 



14 



54 



54 



Sonuç 

Mahkûm oldu. 

Mahkûm oldu. 
Mahkûm oldu. 
Mahkûm oldu. 
Mahkûm oldular. 



Mahkûm oldular. 



ti. MBK üyesi askerler sanıklar hakkında tek tek oylama yaptı. 
Celal Bayar, Adnan Menderes, Fatin Rüşdü Zorlu ve Hasarı Polat- 
kan'ın idamlarını onayladılar. Ancak Celal Bayar yetmiş sekiz ya- 
şında olduğu için yaş haddinden cezası müebbet hapse çevrildi. 

Celal Bayar'ı ipten, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Cevdet 
Sunay kurtarmıştı. "Yetmiş sekiz yaşındaki bir adamı asarsak bu- 
nu dünyaya anlatamayız" demişti! 

Cevdet Sunay bu tavrının karşılığını AP'nin desteğiyle, 28 mart 
1966'da cumhurbaşkanı yapılarak alacaktı! Tutsaklığın ne oldu- 
ğunu herhalde en iyi Cevdet Sunay biliyordu, çünkü 1918'de Mı- 
sır'da İngilizlere esir düşmüştü... 

Diğer idam mahkûmu 1 1 sanığın cezası da müebbet hapse çev- 
rilmişti. 

Ancak kararlar hiç de kolay alınmamıştı. Silahlı Kuvvetlerin 
genç subayları idamların tümünün infaz edilmesini istiyordu. Bu 
nedenle İmralı Adasına 200'ün üzerinde subay gelmişti. Ortalık 
gergindi. Yassıada Komutanı Yarbay Tarık Güryay, İmralı'ya gidip 
genç subaylarla görüşme yaptı. İkna etmişti. 



ilk sehpaya çıkan Zorlu oldu 

îmrah Adasında idam sehpasına ilk çıkan isim Fatin Rüşdü 
Zorlu oldu. 

Hücrenin kapısı açıldığında soğukkanlılıkla sordu: 

"Benden mi başlıyorsunuz?" 

Cevap alamadı, iki gardiyan koluna girdi. Sessizlik içindeki ko- 
ridorun ortasında merdivene açılan kapıya yöneldiler ve dışarı 
çıktılar. Havada hiç yıldız gözükmüyordu, hava kapalıydı. Ürper- 
tici bir karanlık vardı. 

Rüzgârın ve dalgaların dışında ses yoktu... 

Adada bir de, DP'li Agâh Erozan'ın yüksek sesle okuduğu Ba- 
kara Suresi duyuluyordu... 

Başgardiyanın odasına geldiklerinde kelepçeleri açıldı. Abdest 
almak ve dinî vazifelerini yerine getirmek istedi. Başsavcı Altay 
Egesel, Yassıada Komutanı Tank Güryay ve diğer görevliler na- 
mazını kılan Zorluyu beklediler... 

Ailesine mektup yazmak istediğini söyledi. Kalem kâğıt bu- 
lundu. Ancak Zorlunun gözlüğü yoktu. Diğer eşyalarıyla birlik- 
te ailesine verilmek üzere alınmıştı. Odada bulunanların gözlük- 
leri denetildi ama hiçbiri uygun değildi. "Zararı yok" dedi ve bü- 
yük harflerle son mektubunu yazdı: 



551 



Anneciğim, Emelciğim, Sevinciğim ve Ağabeyciğim, 

Şimdi Cenabı Hakk'ın huzuruna çıkıyorum. Sakinim. Huzur içinde- 
yim. Benim için üzülmeyin. Sizlerin de sakin ve huzur içinde yaşama- 
nız beni daima müsterih edecektir. Bir ve beraber olun. Allah takdira- 
tı böyle imiş. Hizmet ettim ve şerefimi daima muhafaza ettim. 

Anne, siz sevdiklerimi muhafaza edin ve Allah'ın inayetiyle onların 
huzurunu temin edin. Hepinizi Allah'a emanet eder, tekrar üzülmeme - 
nizi ve hayatta berdevam olarak beni huzur içinde bırakmanızı rica 
ederim. 

Allah memleketi korusun. 

Fatin Rüşdü Zorlu 

Arkasına imzasını attığı zarfı kapatıp savcıya uzattı. Sıra idam 
gömleğini giymesine gelmişti. Elleri arkadan kelepçelendi. 

"Üzgün değilim arkadaşlar" dedi, kimsenin üzülmesinin gerek- 
mediğini, bu milletin tarihinde asılan ne ilk ne de son vekil olaca- 
ğını söyledi. Bir isteği vardı, kravatını takmak istiyordu. Yasa ge- 
reği (!) imkânsız olduğunu söylediler. Gülümsedi. 

Yürüdü, kimsenin yardımı olmaksızın sehpaya çıktı. Cellatlar 
harekete geçecekleri sırada, "Acele etmeyin" dedi ve infaz savcı- 
sına döndü. "Müsaade ederseniz işimi kendim halledeyim" dedi. 
Sandalyeye çıktı. Sessizce yağlı ilmeğin boynuna geçirilmesini 
bekledi. "Allahısmarladık" deyip altındaki sandalyeyi kendisi tek- 
meledi. Ölmesini de bilmişti!.. 

16 eylül, saat 02.57... 

Ve... 

On dakika sonra Hasan Polatkan idam edildi... 



Ve Evliyazadelerin bir damadı daha... 

İmralı Adasında infazlar sürerken, Yasıada'da idam mahkûmu 
Adnan Menderes'i hayata döndürme mücadelesi bütün hızıyla sü- 
rüyordu. 

Çabalar sonucu Menderes ancak 16 eylül günü saat 08.00 sula- 
rında kendine gelebilmişti. Yirmi sekiz saattir uykudaydı. 

Komadan çıkmış, ancak şoku atlatamamışü; sorulara cevap vere- 
miyordu. İlk sözü, "Bana ne oldu ?" sorusuna kimse yanıt vermedi. 

Yatağında oturmak istedi, yanındakilerin yardımıyla doğrula- 
bildi; ancak bir iki dakika sonra yine yatmak istedi, kalkışında ol- 
duğu gibi yardımla uzanabildi yatağa. Cansız gözlerle etrafına ba- 
kıyordu. 



Et suyu çorba içirildi. Sonra yatağının içinde bir şeyler arama- 
ya başladı. Ne aradığını sordular. "Yükselciğim'e yazdığım mektu- 
bu" dedi. Bulup verdiler. Katlayıp yastığının altına koydu. 

Koğuş sorumlusu Yüzbaşı Kâzım Çakır'dan sigara istedi; Dr. Ga- 
lip Bozalıoğlu izin vermedi; komadan yeni çıkmıştı ve ciğerleri tah- 
riş olabilirdi! 

Adnan Menderes, bacanağı Fatin Rüşdü Zorlu ve oğlu gibi sev- 
diği Hasan Polatkan'ın idam edildiğini hâlâ bilmiyordu... 

İmralı'daki infazlar radyodan verilmeye başlandı. 

İstanbul... 

Sevin Zorlu: 

16 eylül günü babaannem Güzide Zorlunun İstanbul Taksim'deki 
evindeyiz. Annem var, bir de Şadiye Halam var. Kararlann temyiz edi- 
leceğini, ne bileyim, müebbet hapse çevrileceğini bekliyoruz. 

Sabah kalktım, her zaman yaptığım gibi radyoyu açtım. Ve don- 
dum kaldım, babam... Babam idam edilmişti... 

Sonra... Sonrası inanın yok. 

Ankara... 

Berin Hanım sabah gazeteleri açtığında eniştesi Zorlu ile Hasan 
Polatkan'ın ölüm haberlerinin yanında, eşi Adnan Menderes'in de 
burnunda bir serum bulunan, gözleri kapalı fotoğrafım görünce 
dehşetle irkildi. Eşi intihara teşebbüs etmişti. Ne yapacağını bile- 
medi. Artık gücü kalmamıştı, sandalyeye yığılıp kaldı. Konuşmuyor, 
ellerinin titrettiği gazeteye öylesine, donuk gözlerle bakıyordu. 

Tek bir konuya kitlenmişti: kocasının idam edilmesini önleme- 
liydi ! Aklına önce CKMP Genel Başkanı Osman Bölükbaşı geldi, 
ona gitti. 

Bölükbaşı üzgündü, yapacak pek bir hareketin kalmadığını 
söyledi. 

Ve gidilecek son kişi İsmet Paşaydı. 

Pembe Köşk'e telefon etti. Mevhibe İnönü'yle konuştu. Sonra 
oğlu Aydın Menderes'i alıp alelacele Pembe Köşk'e gitti. 

Berin Hanım İsmet Paşayla görüşürken küçük Aydm da onları 
izliyordu. Berin Hanım ağlıyordu, "Kurtarın!.." diye yalvanyordu. 
Mevhibe Hanım da gözyaşlannı tutamamıştı. İsmet Paşa şaşkın gö- 
rünüyordu. Askerlere söz geçiremediğine haramları inandırmak is- 
tiyordu. 29 İsmet Paşa, MBK Başkanı Cemal Gürselle, Genelkur- 



29. Ne hazin... Selanikli Cavid Bey'in eşi Âliye Hanım kocasının idam edilmemesi için 25 
ağustos 1926'da Başbakan ismet Paşa'ya telgraf çekmişti! Cavid Bey telgraftan bir gün son- 
ra idam edilmişti, ismet inönü benzer sahneyi otuz beş yıl sonra bir kez daha yaşıyordu. 



may başkanıyla, Dışişleri bakanıyla, hepsiyle konuşmuştu. 

ABD Başkanı John F. Kennedy, İngiltere Kraliçesi II. Elizabeth, 
Fransa Devlet Başkanı de Gaulle, Pakistan Devlet Başkanı Eyüb 
Han, infazların durdurulması yönünde mesajlar yollamışlardı. 
Ama iş sanki inada binmişti. 

Berin Hanım çırpınıyordu. 

Dakikalar hızla geçiyordu... 

İmralı... 

On iki ayrı hücredeki idam sanıkları birbirlerine seslenerek ki- 
min idam edildiğini öğrenmeye çalışıyorlardı. 

Öğleye doğru Komutan Tarık Güryay, hepsini bir odada topla- 
dı, idam edilmekten kurtulduklarını, cezalarının müebbet hapse 
çevrildiğini söyledi ve odadan çıktı. 

Odada çıt çıkmıyordu. Sessizliği Celal Bayar bozdu: "Arkadaş- 
lar, aramızda kim var, kim yok?" 

Fatin Rüşdü ve Hasan Polatkan'ın olmadığım anladılar... 

Birden nasıl bir sondan kurtulduklarını anlayan bazıları hıçkı- 
ra hıçkıra ağlamaya başladı. Celal Bayar metanetlerini korumala- 
rını söyledi. Hapishanede uzun süre kalmayacaklarını belirterek, 
herkese moral vermeye çalıştı. Ama yılların komitacısı bile bu 
konuşmayı yaparken titremesine engel olamıyordu... 



Yassıada... 

Hücresinde yatmakta olan Adnan Menderes'i İmralı'dan gelen 
Komutan Tarık Güryay ve yanında getirdiği Edhem Menderes zi- 
yaret etti. 

Adnan Menderes, kurtulursa Çakırbeyli Çiftliğine gidip Çine 
Çayının kenannda bulunan söğüt ağaçlarının altına oturacağını 
ve bir daha siyasetle ilgilenmeyeceğini söyledi... 

Adnan Menderes'in son gördüğü yakını Edhem Menderes ola- 
caktı... İkisi de idamlardan haberli değildi. 

Anılardan bahsetmeye başladılar. Sıcak sohbeti Komutan Ta- 
nk Güryay bozdu. Tedavisi için Deniz Hastanesine götürülecek- 
ti, bu nedenle hemen hazırlanmalıydı. Edhem Menderes'in yardı- 
mıyla hazırlandı. 

Yassıada'dan ayrılırken Komutan Güryay'a bir ricada bulundu: 
"Berin Hanım'dan gelen mektupları hastaneye iletir misiniz ?" 

Hücumbota bindi. Yanında askerler vardı. Bu botun yaklaşık 
bir buçuk mil ardından bir diğer hücumbot geliyordu. 

Başsavcı Altay Egesel bu motorun içindeydi... 



Hücumbot Imralı'ya geldi. Adnan Menderes Deniz Hastanesi'ne 
gidilmeyeceğini anlamıştı, idam edileceği aklına gelmiş miydi?.. 

Belki. Ama yasa gereği idamların cezaevinde, sabaha karşı ya- 
pılması gerekiyordu. İhtilal gücünü yasalardan almıyordu !.. 30 

Bir gün önce Zorlu ve Polatkan'ın bulunduğu odaya alındı. Hü- 
küm yüzüne karşı okundu. 

"Bugün ayın kaçı?" diye sordu. "17 eylül pazar" dediler. Kendi- 
siyle beraber kimlerin hükümlerinin tasdik edildiğini sordu. 

Savcı Egesel önce tereddütte kaldı. Sonra, "Öğrenince ne ola- 
cak Adnan Bey?.." dedi. Menderes'in yüzünde buruk bir tebes- 
süm belirdi, "Öğrenirsem ne olur..." diye yanıt verdi. Savcı Ege- 
sel, "Zorlu ve Polatkan" dedi. 

Konuşmadı, hiçbir şey söylemedi... 

Kapının kenarında bir koltuğa oturtuldu. Elleri kelepçelendi. 
Yakasına hüviyeti de asıldı. Fotoğrafı çekildi. 

Usul gereği arzusu olup olmadığı soruldu. Sigara istedi. Yenice 
sigarası tiryakiliği vardı, bir adet Yenice sigarası verildi. 

Dinî telkin için hocalar karşıdaki odada hazır bulunuyordu. 
Hocayla tek başına kalmak istedi ama yasalar buna izin vermi- 
yordu. Bunun üzerine, hocayla heyetin huzurunda yan yana gel- 
di, ama dinî telkin istemedi. Tövbe duasına katıldı. Hocanın ağır 
ağır ve tek tek sıraladığı kelimeleri tekrar etti. 

Duanın ardından son sözleri, "Hayata veda etmek üzere oldu- 
ğum şu anda devletime ve milletime ebedî saadetler dilerim. Bu 
anda karımı ve çocuklarımı şefkatle anıyorum. Hepinize teşek- 
kür ederim. Vazifenizi yaptınız ve zahmet ettiniz" oldu. 

infazın yapılacağı bahçe 150 metre uzaklıktaydı. Kapıdan çı- 
karken savcı Egesel'e döndü, "Hiç küskün değilim" dedi. 

Dışarıda yağmur başlamıştı. 

Yamnda iki gardiyan vardı. Yolun iki yanma yirmişer adım 
arayla askerler dizilmişti. Yol arnavutkaldınmıydı. Yavaş adımlar- 
la yürüyordu. Başı yine eğikti. 

Yolun dönemecinde başını kaldırdı ve idam sehpasıyla karşı- 
laştı. Bir an durdu ve baktı... 

Saat 13.30'du. 

Doktor Nâzım ile Fatin Rüşdü Zorlu'dan sonra Evliyazadelerin 
bir damadı daha idam sehpasında can vermişti... 

Bu, Evliyazadelerin yaşayacağı ne yazık ki son acı olmayacaktı... 



30. Adnan Menderes'in bir gün sonranın sabahı beklenmeyip öğle saatlerinde idam 
edilmesinin nedeni olarak, başta ingiltere kraliçesi olmak üzere Avrupa devletlerinin 
Zorlu ve Polatkan'ın asılmalarından sonra var güçleriyle Türkiye'ye baskı yapmaları gös- 
terilmektedir. 



Yirmi üçüncü bölüm 
26 eylül 1961, Ankara 



Adnan Menderes'in idamının üzerinden kısa bir süre geçmişti. 

Kapınm zili çalındı. 

Aydın Menderes açtı. Karşısında polis memurunu görünce şa- 
şırdı. Annesine seslendi. Berin Hanım, konuşmadan kendilerini 
süzen polise, "Buyur evladım" dedi. Polis memuru kendine geldi. 
"Kusura bakmayın, yasa böyleymiş" diyerek elindeki kâğıdı gös- 
terdi: "idam cezası infaz edilen kişinin evine hükmün bir sureti 
asılırmış, bunu kapınıza asmak zorundayım." 

Berin Menderes soğukkanlılığını koruyarak, "As oğlum, Adnan 
Bey'i asan sen değilsin ki, niye çekinip üzülüyorsun" dedi. 

Polis, evlerinin kapısına idam hükmünü asıp gitti... 

Ve yine yasa gereği, infaz için harcanan ipin, idam gömleğinin, 
cellatın, imamın ve o gün yiyip içtiklerinin paralannı da ödemek 
zorundaydılar... 

Onu da ödediler! 

Berin Menderes anlamıştı: hayatı boyunca "idam sehpasıyla" 
birlikte yaşayacaktı. Nereye gitse, kiminle konuşsa yanında hep 
o "idam sehpası" olacaktı! 

Çok değil birkaç gün sonra bu kez Adnan Menderes'in eşyala- 
rını teslim etmek için bir polis geldi. Gömlekleri, havluları, pija- 
ması, tespihi; kısacası Yassıada'da kullandığı tüm eşyaları paket 
yapılıp gönderilmişti. Berin Hanım eşinin eşyalarını büyük bir 
özenle kutudan çıkardı, kokladı, tekrar katladı ve dolabına kal- 
dırdı. Berin Menderes yalnızca bir eşyayı diğerlerinden ayrı tuttu. 
O da Adnan Menderes'in alyansıydı. Berin Hanım bu yüzüğü par- 
mağına göre küçülttürerek ölene kadar taşıdı. 

Türkiye tarihinde Berin Menderes kadar acılar çekmiş kaç ka- 
dın vardır ? 



Küçük bir çocukken babası Yemişçizade izzet Efendinin akıl 
hastalığı sürecine ve ölümüne tanıklık etti. 

Eniştesi Doktor Nâzınım idamını ve teyzesi Beria'nın ruhsal 
bunalımlarını gördü. 

Başbakan eşi oldu. İltifatlara boğuldu... 

Önce küçük eniştesi Fatin Rüşdü Zorlunun, ardından eşinin 
idamım yaşadı. 

Ne yazık ki acısı bitmedi... 

15 ekim 1961'de genel seçimler yapılacaktı. Yeni Türkiye Parti- 
sinin milletvekili sıralamasında Aydın'dan liste başı olan Yüksel 
Menderes, babasının idamı üzerine 20 eylülde adaylıktan çekildi- 
ğini açıkladı. 

Ama siyasetten uzak duramayacaktı. Dört yıl sonra 10 ekim 
1965'te yapılan genel seçimlerde AP Aydın milletvekili olarak 
Meclise girdi. 

Yani, beş yıl aradan sonra, TBMM'de yine bir Menderes vardı. 

12 ekim 1969'da yapılan genel seçimlerde Yüksel Menderes yi- 
ne Aydın'dan AP milletvekili seçildi. Ama artık AP ile eski DP'lile- 
rin yolları yavaş yavaş ayrılıyordu. Öyle ki, seçimlerden önce Ce- 
lal Bayar DP'li seçmenlere hiçbir partiye oy vermemeye çağırdı. 

18 aralık 1970'te Celal Bayar'm kızı Nilüfer Gürsoy, Samed Ağa- 
oğlu'nun eşi Neriman Ağaoğlu ve Adnan Menderes'in iki oğlu Yük- 
sel ve Mutlu Menderes'in de aralarında bulunduğu kurucular, De- 
mokratik Partiyi kurduklarını açıkladılar. Aydın Menderes de DP 
Aydın il başkanı oldu. Menderes'in üç oğlu da politikaya girmişti! 

DP, 256 milletvekili bulunan AP'yi Meclis'te çoğunluğu ancak 
bir milletvekiliyle sağlayabilecek duruma düşürdü. AP milletve- 
killeri ardıardına DP'ye geçiyordu. 

Dört ay sonra 12 mart 1971'de askerî darbe oldu!.. 

Yüksel Menderes sadece siyasî hayatında değil, özel yaşamın- 
da da fırtınalar yaşıyordu. İpek Kumbaracıbaşı'nı ilk gördüğünde 
çok beğenmişti. İpek daha lisede okuyordu, buna rağmen Yük- 
sel'in Yıldız Hanım dışında bir kızı beğendiğini öğrenen Berin Ha- 
nım, İpek'i babası Şefik Kumbaracıbaşı 1 ve annesi Vuslat (Muş- 
kara) Hanım'dan istedi. Babası Şefik Bey, kızının daha on yedi ya- 
şında olduğunu söyledi ama kimseye dinletemedi. 

Yüksel ile İpek 1963'te evlendiler. 

21 kasım 1963'te ilk çocukları İşık 2 doğdu. 



1. Şefik Kumbaracıbaşı, SHP ve CHP milletvekili. Bayındırlık ve İskân eski bakanı Prof. 
Onur Kumbaracıbaşfnın amca çocuğuydu. 

2. Işık Menderes, Paris'te yaşıyor ve Radikal gazetesinde köşeyazarlığı yapıyor. 



Ancak zaman geçtikçe Yüksel ile İpek'in ilişkileri bozulmaya baş- 
ladı. Yüksel Menderes'in içkiye başlaması, ardından aşın kıskançlık 
göstermesi ve fizikî şiddet uygulaması, belki evliliklerini düzeltir 
umuduyla yapılan ikinci çocuk Lalenin, 14 kasım 1968'de zihinsel 
engelli olarak doğması evliliğin sona ermesine neden oldu. Lalenin 
doğumundan kısa süre sonra boşandılar. 3 Ancak asıl neden bu de- 
ğildi, İpek hamileliği sırasında başka birine âşık olmuştu! 

Evlilikleri beş yıl sürmüştü. Yüksel Menderes'in eşine ilgisi, 
sevgisi çok inişli çıkışlıydı. İpek'in kendini terk etmesine hem kı- 
zıyor hem seviniyordu. 

Kızı İşık Menderes annesi Berin'le oturuyordu, ama diğer ço- 
cuğunun ne olacağını bilemiyordu. 

Sonuçta, bir yanda siyasal sorunlar, diğer yanda kötü giden 
özel yaşamı Yüksel Menderes'in ruh sağlığını daha da bozmaya 
başladı. 

Ve... 

Tarih, 8 mart 1972. 

Ankara'nın Kavaklıdere semtinde, Çankaya Sineması yanında- 
ki Güney Apartmanı'nın çatı katındaki daireyi anahtarıyla açan 
Ermeni hizmetçi Anjel Karnikyan yoğun bir havagazı kokusuyla 
karşılaştı. Havagazı musluğunu açık bıraktığını düşünerek mutfa- 
ğa koştu ve karşılaştığı manzara karşısında donakaldı. Yüksel 
Menderes intihar etmişti... 

Elinde babasının fotoğrafı vardı. Annesine mektup bırakmıştı: 

Sevgili anneciğim, ölümüm yaklaştı. Biraz sonra öleceğim, şunu bil 
ki, babamdan daha kötü şartlarda gidiyorum. Çocuklarım sana ema- 
net, metin ol ve beni affet. İpek için kötü düşünme. 



Dostlarına da mektup bırakmıştı: 

Sevgili dostlara, hayatta kaderin bütün kötü cilveleri beni buldu. 
Kötü hadiseler karşısında daha fazla tahammül gösteremeyeceğim. 
Artık yaşama gücümü kaybettim. 

Sevin Zorlu ile İpek'e de mektup yazmıştı... 

Sevin Zorlu bugün bile Yüksel'in intihar ettiğine inanmıyor: 

Boşanmanın üzerinden beş yıl geçmişti. Çok flörtü oldu. Bir kızla 
tamştıracaktım. Birlikte giyeceği gömleği bile seçmiştik. Üstelik bana 

3. Lale Menderes hastalığını büyük oranda yendi, istanbul'da kişisel resim sergisi açtı. 



yazdığı mektup onun yazısı ve üslubu olamaz, Fransızcası çok iyiydi, 
halbuki mektup kötü bir Fransızca'yla yazılmıştı. Üç gün önce parma- 
ğını kırdı, ortalığı inletti, cam bu kadar yanan biri kendine kıyar mı ? 



Kırk iki yaşındaki Yüksel Menderes'in nerede toprağa verilece- 
ği aile içinde tartışma konusu oldu. Teyzesi Güzin Dülger ve da- 
yısı Samim Yemişçibaşı ile büyük dayıları Ahmed Evliyazade ve 
Sedad Evliyazade İzmir'de toprağa verilmesini istiyorlardı. 

Berin Hanım Ankara Cebeci Asri Mezarlığına defnedilmesini 
istedi. 

Tartışma bitti. 

Cenazede iki kişi sanki daha yoğun duygular içindeydi. Soğuk- 
kanlı olmalarıyla tanınan Celal Bayar ile Güzide Zorlunun hıçkı- 
rarak ağlamalarını o günlerde belki de kimse yorumlayamadı. 

Celal Bayar' in oğlu Refıi Bayar ve Güzide Zorlunun oğlu Efdal 
de intihar etmişti. 

Bu kitapta ne kadar çok trajik ölüm var... 

Bunun bir nedeni olmalı... 

Gelin bir örnekten hareket edelim: "Yüzyılın aşkı olarak" yazı- 
lıp çizilen, televizyonlarda gösterilen Yüksel Menderes-İpek (Kra- 
mer) evliliği gerçekten bir aşk evliliği miydi ? 

Berin Menderes, oğlu Yüksel Menderes'in büyük aşkı Yıldız 
Hanım'la evlenmesine neden karşı çıktı ? Ve neden Evliyazadele- 
rin bir torunu daha akraba evliliği yaptı? 

Açalım: Refik Evliyazade'nin torunu Rasin kiminle evlendi ? 

Muşkara ailesinin kızı Ayla Muşkara'yla! 

Evliyazadelerin diğer torunu Yüksel Menderes kiminle evlendi ? 

Vuslat (Muşkara) Kumbaracıbaşı'nın kızı ipekle! 

Tekrar tekrar yazıyorum: hep bir akraba evliliği var i 

Üstelik ben, bu ailelerin sadece yüz yıllık tarihlerini yazıyorum. 

Biliyorum bir sır var ve bu sır üç yüz elli yıllıktır! 

Yüksel Menderes'in ruhsal problemleri olması, kızı Lalenin sa- 
kat doğması tesadüf olamaz. Yüksel Menderes'in dedesi Yemişçi- 
zade İzzet Efendinin akıl hastanesinde vefat etmesini nasıl unu- 
tabiliriz. 

Ya Doktor Nâzım'in eşi Beria (Evliyazade) Hanım'ın psikolojik 
rahatsızlığını? Kemal Evliyazade'nin tüm ömrünü bir bodrum ka- 
tında geçirmesinin nedenini araştırmaya gerek bile yoktur! 

Başbakan Adnan Menderes'in dayısı Şükrü'nün de ruh hastası 
olduğunu biliyoruz! 

Uzatmak anlamsız. Psikolojik hastalıklar, sakat doğan çocuklar, 



intiharlar vb. sadece İzmirli Evliyazade ailesinde değildir. Ne yazık 
ki İzmir'in bazı büyük aileleri hep bu trajedileri yaşamaktadır. 

Ve ne yazık ki, bunun tek nedeni akraba evliliğidir; yani üç yüz 
elli yıldır sakladıkları o sırdır!.. 

Berin Menderes'in ikinci evlat acısı 

2 mayıs 1975. 

Berin Menderes yaşamındaki en büyük desteği olan ablası Gü- 
zin Dülgeri kaybetti. Acı haberi ağabeyi Samim Yemişçibaşı verdi. 

Bir ressam gibi güzel resim yapan Güzin Dülger İzmir'de top- 
rağa verildi. 

Evliyazadelerde bir kuşak sona eriyor, yeni bir kuşak geliyordu. 

Mutlu Menderes, Siyasal Bilgiler Fakültesinde tanıştığı Mü- 
nevverle yaşamını birleştirdi. Bir yıl sonra doğan oğluna "Adnan 
Menderes" 4 adını verdi. 

Menderesler siyasetten kopmadı. Mutlu Menderes 23 ağustos 
1975'te AP'ye katıldı. Ardından 12 ekim tarihinde yapılan arase- 
çimlerde AP Aydın milletvekili olarak TBMM'ye girdi. 

5 haziran 1977 seçimlerinden sonra ise, TBMM'de iki Mende- 
res olacaktı: AP Aydın Milletvekili Mutlu Menderes ve AP Konya 
Milletvekili Aydın Menderes! 

1 mart 1978. 

Geceyansı Ankara Ulus'ta bir trafik kazası meydana geldi. Kar- 
şıdan karşıya geçmekte olan bir kişiye taksi çarptı. Kazazede 
olay yerinde öldü. Üzeri gazete kağıdıyla kapatıldı. Olay yerine 
gelen polisler yerde yatan kişinin iç cebindeki cüzdanına bakıp 
kimliğini öğrenince şoke oldular. 

Olay yerinde ölen kişinin adı Mutlu Menderes'ti. 

Berin Hanım ilk oğlunu kırk iki yaşında, ikinci oğlunu ise kırk 
bir yaşında kaybetti... 

İki yıl sonra, 12 eylül 1980'de askerler yönetime tekrar el koydu. 
TBMM'yi feshettiler. Bazı politikacılara siyaset yasağı geldi. Bu po- 
litikacılardan biri de Konya AP Milletvekili Aydın Menderes'ti!.. 

Oğlunun siyasî yasaklı olması Berin Hannıı'ı sevindirdi bile de- 
nebilir. Çünkü o tek oğlunun politikayla ilgilenmesini istemiyor- 
du. Aydın Menderes'i de alıp Ankara'dan taşınmak arzusundaydı. 



4. Adnan Menderes, izmir 9 Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi'ni bitirdi. Halen üniversi- 
tede doçent doktor olarak görev yapmaktadır. Bekârdır. 



İzmir'e, ağabeyinin yanma gitmeyi planlıyordu. 

Samim Yemişçibaşı İzmir'de yalnız yaşıyordu. Sadece bir köpe- 
ği vardı. Tek isteği Evliyazadelerin hayatını kaleme almaktı. An- 
cak ömrü yetmedi, 1985'te vefat etti. 

Berin Hanım'ın, oğlu Aydın dışında kimsesi kalmamıştı. 

Berin Menderes yirmi dokuz yıl sonra eşinin mezarına kavuş- 
tu. İdam edildikten sonra İmralı Adasına defnedilen Adnan Men- 
deres, Fatin Rüşdü Zorlu ve Hasan Polatkan, 17 eylül 1990'da 
devlet töreniyle Topkapı'daki anıtmezara defnedildi. 

Törende askerler yoktu... 

Aydın Menderes 1 kasım 1991'de hayatını Ümran Hanımla bir- 
leştirdi. 21 mayıs 1993'te Büyük Değişim Partisi'ni kurdu. 6 şubat 
1994'te üzerindeki siyasal yasak kalktığı için yeniden kurulan De- 
mokrat Partiye katıldı. Partinin genel başkanı oldu. 

Adnan Menderes'in zorla kaldırıldığı Demokrat Parti genel 
başkanlığı koltuğunda, otuz dört yıl sonra şimdi yine bir Mende- 
res oturuyordu. 

Ve bu olaydan yaklaşık üç ay sonra, 22 nisan 1994'te Berin Ha- 
nım vefat etti... 

Doksan bir yaşındaydı. 

Evliyazadelerin diğer kadınları gibi yaşamı hayli uzun olmuştu. 

Son yıllarında yaşlılık nedeniyle hafıza kaybına uğramıştı. 

Ankara'da çocuklarının yanında toprağa verildi... 

Mendereslerin acısı bitmedi. 

15 mart 1996'da Refah Partisi İstanbul Milletvekili Aydın Men- 
deres, Afyon'un Sandıklı ilçesi yakınlarında trafik kazası geçirdi. 
Boynundan aşağı felç olan Aydın Menderes tekerlekli sandalyey- 
le yaşamını sürdürmek zorunda kaldı. 

Aydın Menderes 17 eylül 2003'te Doğru Yol Partisi'ne katıldı... 

Aydın Menderes eşi Ümran Hanımla birlikte Ankara'da yaşı- 
yor. Yazlan Çakırbeyli Çiftliğine gidiyorlar... 

"İsmet Paşa ölmeden ölmeyeceğim!" 



Berin Hanım gibi yaşamı acılar içinde geçen bir diğer kadın ise 
Güzide Zorluydu. 

Çocukluğu, genç kızlığı Osmanlı Sarayında geçti. Padişah ço- 
cuklarının arkadaşıydı. 

Eşi Rüşdü Paşayla sürgünü yaşadı. 

Oğullarının her birinin acılı sonunu gördü: yedi yaşındayken 
kuşpalazından ölen Ender; lise son sınıf öğrencisiyken menenjit- 



ten ölen İsmail Nejad; on dokuz yaşında Paris'te intihar eden Ef- 
dal ve idam edilen Fatin Rüşdü Zorlu... 

Oğlu Fatin Rüşdü idam edildiği gün yemin etti: "İsmet Paşa öl- 
meden ölmeyeceğim!" 

1962'de tek torunu Sevin Zorlunun, Erden Yener'le 3 evlenmesi- 
ni, bir yıl sonra da torununun oğlu Aslan'ın dünyaya gelişini gördü. 

Ama mutluluğu uzun sürmedi. 

Gelini Emel Zorlunun hastalığı ağırlaşıyordu. Ne yapsalar kan- 
serle başa çıkamadılar. Hastalık ilerliyordu. 

Son umut Londra'daydı. 

Emel Zorlu gitmeden önce son kez babası Dr. Tevfık Rüşdü'yü 
görmek istedi. Dargındılar. Çünkü annesi Makbule'nin ölümünün 
kırkı çıkmadan babasmm Hatice Bahire Hanımla evlenmesine çok 
kırılmıştı. 

Yine de, "BeM Londra'dan sağ dönemem" düşüncesiyle baba- 
sını ziyaret etmek istedi. Ancak tek şartı vardı: ziyarete geldiğin- 
de Hatice Bahire Hanım evde olmayacaktı. 

Dr. Araş teklifi reddetti. Baba kız bir daha hiç görüşmediler. 

İlginçtir, gözlerinden rahatsız olan Dr. Tevfık Rüşdü Araş, bu 
olaydan sonra artık hiç görmedi, yani tamamen kör oldu... 

Emel Zorlu, 5 temmuz 1965'te vefat etti. 

Elli bir yaşındaydı. 

Güzide Zorlunun yaşayan tek oğlu vardı: Brüksel Büyükelçisi 
Rıfkı Zorlu! 

Kardeşi Fatin Rüşdü Zorlunun idam edildiği gün, yani 16 eylül 
1961'de emekliliğim istedi. Emekli olduktan sonra iş tekliflerinin 
hepsini reddetti. Şişli'deki evinde yalnız yaşadı. 

1970lerin başında kansere yakalandı. 

5 ocak 1977'de vefat etti. 

Güzide Zorlunun yaşayan oğlu kalmamıştı. 

O gün, yani 5 ocak 1977 günü, oğlunun ölüm haberini alan Gü- 
zide Zorlu, kuaföre gitti! Son derece şık giyinip ölü evine geldi. 

Ve herkese, "Bugün bayram değil mi, Rıfkı benim elimi ne za- 
man öpecek?" deyince anladılar ki, Güzide Zorlu artık bu dün- 
yayla ilişkisini koparmıştı! 

Birkaç ay sonra da vefat etti; doksan iki yaşındaydı. 

Fatih Külliyesi'ndeki babası Hüseyin Rfkı Paşa'nın mezarının 
yanına defnedildi. 



5. Erden Yener, orman mühendisi Muzaffer Yener ile Adalet Hanım'ın oğluydu. Muzaf- 
fer Yener Bedirhan ailesinin akrabasıydı. Yazmıştım, Fatin Rüşdü Zorlu da babaannesi 
tarafından Bedirhan ailesine mensuptu. Adalet Hanım ise Saraybosnah'ydı ve büyük de- 
desi papazdı. 



Osmanlı Devletini de görmüş olan bir kuşak artık tarihe karı- 
şıyordu... 

Dr. Tevfık Rüşdü Araş, 27 Mayıs 1960 askerî darbesinden son- 
ra İş Bankası Yönetim Kurulu başkanlığından istifa etti. Bir ara 
Yeni Türkiye Partisine katıldı. 6 ocak 1972'de İstanbul'da vefat 
etti. Cenazesine Celal Bayar, İsmet İnönü, Süleyman Demirel, Al- 
parslan Türkeş, Orgeneral Memduh Tağmaç, Başbakan Nihat 
Erim, Mustafa Timisi gibi isimler katıldı. 

İstanbul Bebek'teki evinin yakınındaki Aşiyan Mezarlığında 
toprağa verildi. 

Dr. Aras'ın hangi dönemi kapsadığı bilinmeyen "yirmi yıllık ha- 
tıratı"mn evlatlığı Suzan Aras'ta olduğu iddia ediliyor. 

Kemalist Ülkü dergisinin ekim 1990 tarihli sayısında Sami N. 
Özerdim, "Atatürk döneminin ünlü Dışişleri bakanı Dr. Tevfık 
Rüşdü Araş, bin iki yüz elli sayfa tutan anılarını, Kaliforniya'nın 
Palo Alto kentinde bulunan Stanford Üniversitesinin Hoover 
Enstitüsü'ne bırakmış. Bizimkiler geri almak istiyormuş ama ens- 
titü vermiyormuş" diye yazdı. 

Bugün İstanbul Bebek'te babalığından miras kalan yalıda otu- 
ran Suzan Araş, konuşmaktan kaçınıyor... 

Dr. Tevfık Rüşdü Araş, mirasını ilk eşi Makbule'nin akrabaları- 
na bırakmadığı gibi torunu Sevine de mirasından hiçbir hak tanı- 
mamıştı. 

Sevin Zorlu bugün Ankara'da yaşıyor, yazlan İstanbul Büyüka- 
da'da kalıyor. Sevin Zorlu ikinci evliliğini diş doktoru Hilmi Özen'le 
yaptı. Sevin Hanım ANAP'ın milletvekilliği teklifini kabul etmedi, 
yerine eşi Hilmi Özen'in milletvekili olmasını istedi. Hilmi Özen 18. 
dönem İstanbul milletvekilliği yaptı. Hilmi Özen'den ayrılan Sevin 
Zorlu nişanlısı Gürbüz Güzcü'yle hayatı paylaşmaktadır. Aslan Zor- 
lu ilk evliliğini Musevî Teherina Niego'yla yaptı. İkinci evliliğini İz- 
mir'in önde gelen ailelerinden Sengellilerin kızı Zeynep'le gerçek- 
leştirdi. İkinci eşinden de ayrılan Aslan Zorlu İstanbul'da yaşıyor. 

Ve Evliyazadeler 

Hacı Mehmed Efendinin torunu Refik Evüyazade'nin beş ço- 
cuğu vardı. 

Çocuklardan ilk ikisi Nejad ve Doktor Nâzım'ın eşi Beria 
1950'li yılların başında vefat ettiler. 

Üçüncü çocuk, Sadullah Birselle evli Binin Hamm 1972'de öldü. 

Refik Evüyazade'nin iki oğlu hayattaydı. 




Oğullarından Sedat Evliyazade babası vefat ettikten sonra Me- 
dalet (aile içinde Alev deniyor) Hanım'la evlendi. Alev Hamm'ın 
yeğeni Serap'ı evlatlık aldılar. 

Yaşamının son gününe kadar at sporundan vazgeçmedi, bir de 
yelkenden! 

İzmir Alsancak'ta oturuyor, yazları çift direkli "Serap" adlı yel- 
kenlisiyle İstanbul Büyükada'ya, Sevin Zorlu 'ya gidiyordu. 

Hiç çocuğu olmadı. 19 haziran 1977'de yaşamım yitirdi. Eşi Me- 
dalet Özalp (Evliyazade) bugün yetmiş yedi yaşında İstanbul'da ya- 
şamım sürdürüyor. Serap Hanım 1984'te İngiliz William Frater'le 
evlendi. Oğluna Sedat adını koydu. 

Sedad Evüyazade'nin 1977'deki ölümüyle ikinci kuşak Evüya- 
zadelerden bir kişi kalmıştı: Ahmed Evliyazade. 

Çeşme'de tek başına yaşıyordu. 

1986'da hayata veda etti. 

Ahmed Evliyazade üç kez evlendi. Oğlu Ata Evliyazade ilk eşi 
Sevim'den oldu. Ata Evliyazade, Selanikü ünlü Evrenos ailesinin 
kızları Leyla Oksar'la evlendi. Kerem Evliyazade bu evlilikten 
doğdu. İzmir Alaçatı'nın bugün ünlenmesine neden olacak resto- 
rasyonunda büyük emeği olan Leyla Hanım amansız hastalık kan- 
serden genç yaşında vefat etti. 

Ata Evliyazade bugün ikinci eşi Esin Hanımla birlikte Buca'da 
yaşamaktadır. 

Beria Hamm'ın kızı Sevinç Hanım, babası Doktor Nâzım'ın ida- 
mı üzerine Robert Koleji bitiremeden dedesi Refik Evüyazade ta- 
rafından Paris'e götürüldü. Dönüşünde Cemil Atalay'la evlendi. 

Cemil Atalay aileye uzak biri değildi. Evliyazade Gülsüm'ün 
görümcesi Rabia Hamm'ın torunuydu. Sevinç-Cemil Atalay çifti- 
nin Tülin adını verdikleri bir kızları oldu. Sevinç Hanım ikinci ev- 
liliğini Dramalı yüksek mimar Fuat Bozinalla yaptı. Eşleriyle ev- 
lenmesinde hep bir şartı oldu: siyasetle ilgilenmeyeceksiniz. 

Sevinç Hanım Fuat Bozinal'dan ikinci çocuğu Sedat'ı dünyaya 
getirdi. Sevinç Bozinal, 1972 yılında babası Doktor Nâzım'ın mal- 
larına sahip çıkmak için Selanik'e gitti. Başta Selanik anacaddesi 
üzerindeki dükkânlar olmak üzere malvarlığını tümüyle elden çı- 
kardı. Meblağ hayli büyük tutmuştu. Yunan hükümeti paraları 
bloke ederek, parça parça çıkarılmasına karar verdi. 

Sevinç Bozinal 1982'de vefat etti. 

Kızı İzmir Amerikan Koleji mezunu Tüün Atalay, NATO'da ça- 
üşırken, ABD'li Çavuş George Keenan'a âşık oldu. Evlendiler. Bu 
evlilikten Maynaard James ile Lara doğdu. 



Heavy metal müzik yapan Tool Grubunun solisti olan James 
ilk evliliğini ABD'li Laura'yla yaptı, Hena isminde bir kızı oldu. 
İkinci evliliğini Olcay Hanım'la yaptı. 

Annesi gibi İzmir Amerikan Kolejini bitiren Lara Keenan, Nus- 
ret Aydmay'la hayatını birleştirdi, Ceylin isminde bir kızları oldu. 

Tülin-George Keenan bugün Çeşme'de yaşıyorlar... 

Tülin Hanım'ın üvey kardeşi Sedat Bozinal, Boğaziçi Üniver- 
sitesi ekonomi bölümü mezunudur. On yıl Brüksel'deki NATO 
karargâhında görev yaptı. Sonra İzmir NATO karargâhında ça- 
lıştı. Bugün İzmir'de birçok büyük firmanın temsilciliğini yap- 
maktadır. 

Gelelim Nejad Evliyazade'nin çocuklarına... 

Nejad-Mesude çiftinin iki çocuğu oldu: Mustafa Yılmaz ve 
Mehmet Özdemir. 

Mustafa Yılmaz Evliyazade iki evlilik yaptı. İlk evliliğini Ayşe 
Mebrure'yle gerçekleştirdi; Ayşe Mebrure, Sabetayist / Karakaşi 
ailelerden Nuri Osman ve Fatma Dilber çiftinin kızıydı. Osman 
Refik adında bir oğlu oldu. Osman Refik bir buçuk yaşına geldi- 
ğinde ayrıldılar. 

Osman Refik Evliyazade, Evliyazade ailesinde bir rekora sa- 
hiptir: dört kez evlenmiştir. 

İlk evliliğini makine mühendisliği eğitimi aldığı Almanya'da 
yaptı. Margo adlı bir Alman kızla evlendi. 

İkinci evliliğini Vahideddin'in torunu Hümeyra Sultanın kızı 
Hanzade'yle gerçekleştirdi. 

Üçüncü evliliğini MİT eski müsteşarı ve emekli büyükelçi Sön- 
mez Köksal'm eşi Ela Maro'yla yaptı. 

Dördüncü evliliğini ise Sibel Özleblebici'yle gerçekleştirdi. 

Osman Refik Evliyazade'nin ikinci eşi Hanzade'den iki kızı ol- 
du: gazeteci Neslişah ve avukat Mesude Emel. 

Osman Refik Evliyazade ailesiyle birlikte İzmir'de yaşıyor. 

Mustafa Yılmaz Evliyazade ikinci evliliğini İtalyan Levanten 
Edma May Pennetti'yle yaptı. Edma May, İtalyan makine mühen- 
disi Norberto-Ciufeppina Fellandes Pennetti çiftinin kızıydı. 

Beş kuşaktır İzmir'de yaşayan Pennettiler, Türkiye'nin ilk çivi 
fabrikasını kuran ailedir. İzmir'deki PEA Hafif Metaller Döküm 
Sanayii bu ailenindir. Pennetti Köşkü bugün İzmir'in en güzel 
köşklerinden biridir. Ailenin bir bölümü burada oturuyor. 

Mustafa Yılmaz-Edma May Evliyazade çiftinin Aylin adında bir 
kızları oldu. 

Aylin Hanım, İzmir'e ilk traktör yedek parça ithalini gerçekleş- 




tiren işadamı Saki Perkin torunu Melih Ataca'yla evlendi. Enis ve 
Dnlya adında iki çocuğu oldu. 

Ataca ailesi de İzmir'de yaşıyor. 

Mustafa Yılmaz Evliyazade'nin bir çocuğu daha var: Hicran! M. 
Yılmaz henüz genç olduğu yıllarda tütün fabrikasında çalışan Fir- 
devs Hanımla yaşadığı aşkın çocuğu Hicran. 20.1.1944'te doğdu. 
M. Yılmaz'ın annesi Mesude Hanım bu ilişkiyi ve bebeği istemedi. 
Ancak Hicran mahkeme yoluyla 11 ocak 1948'de M. Yılmaz'ın nü- 
fusuna kaydedildi. Hicran daha sonraki yıllarda Mehmed Yazıcı- 
oğlu'yla evlendi. Fatma Bahar ve Seher Ayşenur adında iki kızı ol- 
du. Hicran Hanım babası M. Yılmaz'ın mirasından pay alabilmek 
için açtığı dava hâlâ sürmektedir. 

Nejad-Mesude çiftinin ikinci çocuğu Mehmet Özdemir, Elife 
Kaçel'le evlendi. Siret adlı kızları var. Siret İstanbul Yeşilköy'deki 
Capri Gazinosunun sahibi Mardinli Kâzım Ay'la evlendi. Servet 
Mehmet adında bir oğlu oldu. Siret ve Kâzım daha sonra boşandı. 

Elife Hanım, kızı Siret ve torunu üniversite öğrencisi Servet 
Mehmet'le birlikte İstanbul'da yaşıyor. 

İki kardeş Mustafa Yılmaz 2001 yılında, Mehmet Özdemir ise 
1975 yılında vefat etti. Nejad, Mesude, Mustafa Yılmaz ve Meh- 
met Özdemir İzmir'deki Paşaköprü Mezarlığındaki aile kabrista- 
nında yatmaktadır. 

Mezarları bakımsızdır... 

Kitapta fazla yer alamayan kişi ise Hacı Mehmed Efendinin ilk 
çocuğu, genç yaşında vefat eden Gülsüm Evliyazade oldu. 

Gülsüm'ün iki çocuğu olmuştu: Kemal ve Faire. 

Kemal Evliyazade hiç evlenmedi; yaşamının sonuna kadar Refik 
Evliyazade'nin Karşıyaka'daki konağının alt katında yaşadı. Çok 
güzel resim yapardı en çok da kız kardeşi Faire'nin portrelerini! 

Faire, Berin Hanım'ın eniştesi Hamdi Dülgerin kuzeni Mihrî 
Dülgerle evlendi. Mihrî Bey mühendisti, İzmir'de demiryolları in- 
şaatları yapan bir Fransız şirketinde çalışıyordu. Faire-Mihrî Dül- 
ger çiftinin iki çocuğu oldu: Zeyyat ve Mesadet. 

Zeyyat Dülger, Merkez Bankasından emekli oldu. Kibar, şık gi- 
yimli bir beyefendiydi. 

Perihan Hanım'la evlendi, üç çocukları oldu: Nilgün, Füsun ve 
Mihrî. 

Mesadet ise olaylı bir evlilikle genç yaşında Baha Tekand'la ya- 
şamını birleştirdi. Baha Tekand aileye yabancı biri değildi. Ham- 
di Fuat Dülgerin kız kardeşini boşayıp Mesadet'le evlendi. 

Baha Tekand, Osmanlı'nın Rusya'daki son elçisi, Türkiye'nin 




ABD'deki ilk büyükelçisi Rodoslu Esad Bey'in oğluydu. 

Baha Tekand'm ağabeyi TBMM'nin ilk milletvekillerinden En- 
ver Tekand'ın kızı Ayşe, ünlü işadamı Hilal Nurullah Gezginle 
(babası Midillili, annesi Selanikli) evlendi. Bu evlilikten doğan üç 
çocuktan biri ünlü işkadmı Meral Gezgin Eriş'tir. 

Baha-Mesadet Tekand çiftinin kızları Leyla Hanım ilk evliliğini 
büyükelçi Ziya Tepedelen'le yaptı. Ziya Tepedelen, Dışişleri ba- 
kanlığı döneminde Fatin Rüşdü Zorlunun özel kalem müdürlüğü- 
nü de yaptı. 

Halen büyükelçilik görevi yapan Kenan Tepedelen, Ziya-Leyla 
çiftinin oğludur. 

Kenan Tepedelen, Ahmet Naci-Olga Syntia Cuthbert'in çocuğu 
ünlü tiyatrocu Yıldız Kenter'in kızı Leyla'yla evlidir. Kitap yayına 
hazırlandığında Somali'de büyükelçiydi. 

Leyla Hanım ikinci evliliğini Fahir Çelikbaş'la yaptı. Bu evlilik- 
ten de Esra dünyaya geldi. 

.. Evliyazadeler yaşamlarını izmir, Ankara ve İstanbul'da sürdü- 
rüyor. 

Zaman, tüm büyük ailelerde olduğu gibi, onları da birbirinden 
uzaklaştırdı. Miras bölüşümü ailede dargınlıklara yol açtı. 

Yer yer belirttiğim gibi Evliyazadelerin özel yaşamlarına fazla 
girmemeye çalıştım. Sonuçta bu kitapta, sadece özel bir ailenin 
öyküsü kaleme alınmadı. 

Türkiye'de hâlâ tabu olan "bir sırrın" üzerindeki örtüyü arala- 
yabilmek amacıyla yazıldı... 

Sonuç: Sabetayizm bizim gerçeğimizdir, onu yok sayarak tarih 
yazamayız... 



İstanbul, ocak 2004 



"Beyaz Türkler" tanımı siyasî yaşamımızda ilk kez gazeteci ya- 
zar Ufuk Güldemir tarafından kullanılmıştır.