M. Ali Furkan: “İslam’da Şura ve İstişare”
Gündem Yazarlar

M. Ali Furkan: “İslam’da Şura ve İstişare”

Şura-İstişarenin Anlam ve Mahiyeti:

İslam’ın iki temel kaynağı bulunmaktadır; bu kaynaklardan birisi Allah’ın kitabı Kur’an-ı Kerim, diğer ise Resulullah’ın Sünneti’dir. Bu iki kaynak da, –esasları yönünden- Müslümanlar nezdinde, kıyamete kadar zamanın değişmesiyle herhangi bir değişikliğe uğramadan geçerliliğini devam ettirecektir. Hz. Adem (as) dahil her peygambere gönderilen ve kıyamete kadar da geçerli olan dinin ortak adı İslam’dır. Nitekim ‘Allah Katında din İslam’dır’ (Al-i İmran, 3/19); ‘Bugün size dininizi kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm’ı seçip-beğendim’ (Maide, 5/3) ve “Kim İslam’dan başka bir din ararsa, o din, ondan asla kabul edilmeyecek ve ahrette de hüsrana uğrayanlardan olacaktır” (Al-i İmran, 3/84) ayetleri de bunu teyid etmektedir. Buna göre, Hz. Adem (as)’ın da, Hz. Musa (as)’ın da, Hz. İsa (as)’ın da getirdiği dinin adı, İslam’dır. İslam, beşeri aklın hikmetini bilemeyeceği ibadetle ilgili/Taabbudi konularda kesin ve detaylı hükümler koymuş, buna mukabil insanın aklıyla idrak edebileceği dünyevi konularda genel prensipler sunmakla yetinmiştir. Böylece insanlar, zaman ve zemine göre karşılaştıkları problemlerini rahatça çözsünler, maslahat ve menfaatlerini gerçekleştirecek şekilde davranabilsinler. Zaten, ‘Kitapta hiç bir şeyi eksik bırakmadık’ diyen Rabbimiz, ihtilaf esnasında nereye ve kime başvuracağımızı da (Nisa, 4/59) bize açıkça bildirmiştir.
Bu ve benzeri ayet ya da Hz. Peygamber (as)’ın hadisleri, ihtilaf ya da problemlerin çözümü için öncelikle Kur’an’a ve Sünnete bakmamızı emretmektedir. Eğer problemlerin çözümü için bu iki kaynakta hüküm varsa, hoşumuza gitmese de bu hükme tabi olunur. Şayet bu iki kaynakta, problemlerin çözümü için hüküm yoksa o zaman, bu problem Kur’an ve Sünnet’in ruhuna uygun olarak istişare yöntemiyle çözülmeye çalışılır. İslam, istişarede, tek kişinin görüşüne boyun eğmek yerine, yetkili/ehil kişilerin görüşlerini dinlemeyi ve bu görüşlerin içinde en isabetli olanını seçmeyi emretmektedir.
İstişare, hakkında nass olmayan konularda ya da nass varsa, o nassın nasıl uygulanacağı ile ilgili yapılabilir. Hakkında nass olan konularda asla istişare yapılamaz. İstişare: Herhangi bir konuda doğruya ulaşmak veya yaklaşmak için bir başkasının görüşüne başvurma demektir. Danışıp işaret ve görüş almak anlamına gelen müşavere, şivâr, meşvûre, meşvere(t), meşûre, istişare hepsi aynı kökten türemiş kelimelerdir. Toplanıp meşveret eden, istişare eden cemaate de –yukarıda da belirtildiği gibi- şura denir.
Şura kelimesi, belli bir konuda fikir teatisi, bu fikrin doğru olup olmadığının araştırılması, iyi ve kötülüğünün tesbiti için başkasının düşüncesini öğrenmek anlamına gelir. (Mahmud Babilli, Şura, Fikir Yayınları, İstanbul 1977, s.51)
Bir başka anlatımla Şura ve meşveret; idareci mevkiinde bulunan sorumlu kimselerin meseleler hakkında karar vermeden önce o hususta lehte ve aleyhte ne gibi görüşler olduğunu tesbit etmeleri, meşverete ehil olan kimselerin görüşlerini öğrenmeleri demektir. (Abidin Sönmez, Şura ve Resulullah’ın Müşaveresi, s.19)
Şuranın bir başka anlamı ise; “hakkında nass bulunmayan bir mesele hususunda bilgili, tecrübeli ve dürüst insanlarla fikir teatisinde bulunmak ve bu yolla en isabetli görüşü ortaya çıkarmak” demektir.
Merhum Şehid Abdülkadir Udeh Şura ile ilgili şöyle demektedir; ‘Şura imandan olduğuna göre, şurayı terk eden bir toplumun da imanı kemal bulmaz. Sağlıklı bir şura uygulaması olmayan bir toplumun üyeleri tam anlamıyla Müslüman olamazlar. (İslam ve Siyasi Durumumuz, Pınar Yayınları, İstanbul 1982, s.189)
Ancak şura meclisi kimlerden oluşursa oluşsun, ortaya çıkan hükümler, İslâm’ın genel prensiplerine aykırı olamayacağından, halk üzerinde keyfî bir idare, diktatörlük, zulüm ve adaletsizlik meydana getirmeyecektir. Zira İslâm âdil bir sistemi öngörmektedir.
İstişare ile içtihadın sahası aynıdır. İkisinin de konusunu Kur’an ve Sünnetin açıkça beyan etmediği konular teşkil etmektedir.
Malikiler dinî konularda İslâm devletinin yönetimi ile ilgili mevzularda idarecilerin istişarede bulunmalarının vacip olduğu görüşündedirler. İmam Şâfiî istişareyi nedb/mendub’a hamletmiş, ancak daha sonraki Şafii fukahası ayetin vücup ifade ettiği görüşünü benimsemişlerdir (Fahreddin er-Râzî, Mefâtihu’l-Gayb, Kahire 1934-62, IX, 76; Nevevî, a.g.e., IV, 76). İbn Teymiyye; “idareciler istişareden muaf olamazlar. Çünkü Allah onu peygamberine emretmiştir” demektedir.

İSTİŞARENİN GEREKLİLİĞİ

Âlimlerin çoğunluğuna göre, şûra, devlet adamlarınca yerine getirilmesi zorunlu bir vecibe olup, onu terk eden, Allah indinde günahkâr, insanlar önünde ise sorumludur. Şûra’nın zorunlu bir uygulama olduğuna “…(Yapacağın) işlerde onlara da danış, bir kere de azmettin mi, artık Allah’a dayan…”(Al-i İmran, 3/159) ve “…Onların işleri de kendi aralarında şûra iledir…”(Şûra, 42/38) ayetleri delil olarak gösterilmektedir. İlk ayette meşveret emredilirken ikinci ayette şûra, Müslümanların özellikleri (görevleri) arasında sayılmaktadır. Buna göre, Müslümanların problemleri despotlukla değil, uzlaşmayla çözmeleri, kendi geleceklerini belirlemede söz sahibi olmaları gerekir. Ayrıca İslam Peygamberi’nin teşvik ve uygulamaları da şûrayı emreden ayetler doğrultusunda olmuştur. O, Müslüman toplulukların ileri gelenleri ve sözüne itibar edilenlerle ve ilgili oldukları konularda diğer Müslümanlarla daima istişare etmiştir.
İslam’ın emrettiği sosyal bir ilke olarak şûra ve meşvereti siyasi alanda kaçınılmaz bir gerekliliğe dönüştüren nedenlerin başında insanın bilgi, tecrübe ve düşüncelerinin sınırlı oluşu gelmektedir. Çok yönlü sorunlar karşısında tek bir bakış açısı doğru bir görüşe ulaştıramaz. Kusursuz, mutlak doğru ve sınırsız bilgi, ancak Allah’a aittir. Bu konuyla ilgili “her ilim sahibinin üstünde de daha iyi bilen biri vardır” (Yusuf, 12/76. Ayrıca bk. Bakara, 2/216, 232, 255 vs.) ayeti beşerî bilginin izafî olduğunu vurgulamakta ve “tek doğru” anlayışının dışlayıcılığından kaçınmaya yöneltmektedir. Tek doğru anlayışından kaçınmanın yolu da meşveret ve şûradır.
Şûra, bilgi ve tecrübesi eksik insanların doğru bilgiye ulaşmalarını ve doğru çözümü bulmalarını sağlayan bir yöntemdir. İslam Peygamberi (s.a.v.) istişarede bulunan bir topluluğun isabetli bir görüşte birleşeceklerini söylemiştir. Çünkü çok yönlü siyasi meselelerde getirilen çözüm önerilerini iyi değerlendirmenin yolu, ehil insanların görüşlerinin mukayesesini yapmak, onların tartışmalarından yararlanmaktır. Akıllı insan aklını kullanır, ama daha akıllı olan kimse başkalarının da aklını kullanır. Şûra ilkesi, gereğince uygulandığında, bireyin başkalarının da akıl, bilgi, tecrübelerinden yararlanmasını, ilmin iradeye değil, iradenin ilme tabi olmasını sağlamaktadır.
Şûra, insanlara ve onların bilgi, düşünce ve tecrübelerine değer vermenin de bir gereğidir. İki kişiyi ilgilendiren bir meselede taraflardan birinin, diğerlerinin görüşlerini dikkate almadan tek başına karar vermesi haksızlıktır. Bu haksızlığın nedeni ya kendi çıkarlarını ortak yararın üstünde tutma ya da doğru çözüm üretme konusunda kendisini herkesten üstün görüp diğerlerine güvenmeme olabilir.
Bu nedenle, bireylerin kendi gelecekleri hakkında söz sahibi olmalarına imkân veren şûra, yönetim ile halk arasında bir köprü vazifesi görmektedir. Ve yönetim ile yönetilenler arasında boşluğun kalkmasını sağlamaktadır. Esasında şûranın bir gereklilik oluşu, her bireyin toplumda yaşanan problemlere karşı duyarsız kalmama konusunda dinî ve ahlakî açıdan bireysel sorumluluğunun da bir gereğidir.
Bu ve benzeri nedenlerle Müminlerden, şurasız bir hayat yaşamalarını beklemek yanlıştır. Hem Kur’an’da hem de Sünnette sabit olan şu ki, şura Müslümanlar için vazgeçilmez ve ertelenemez bir müessesedir. Bu müessese Müslümanlar için, içinde bulundukları her ortamda ve her aşamada aynı önemi haizdir. Müslümanlar zayıf olsunlar, güçlü olsular, cemaat safhasında ya da devlet aşamasında bulunsunlar, hiçbir ortamda ve hiçbir zaman şurasız yaşayamazlar. Kendilerini müşavereden müstağni sayamazlar. Çünkü İslam’ın ilk temeli Tevhiddir.
İslami yönetimin giderek yozlaşmasını ve sapmasını önlemek, O’nu Kitap ve Sünnet çizgisinde muhafaza etmek, ancak şura ile mümkündür. Çünkü şura bu tür sapmaları önleme müessesesidir. Liderin her zaman, her konuda yalnız başına karar vermesini önler, ona takviye olur, onu denetler. Gerek Rasulullah (sav) efendimizin, gerekse Raşid halifelerin şura müessesesini çalıştırmaları boşuna değildir. İslami öğretinin en taze olduğu dönemde bile Müslümanlar müşaveresiz yaşamamışlardır.
Allah Rasulünün ve Raşid halifelerin özenle koruduğu şura müessessi melikler, krallar, padişahlar döneminde işlemez hale gelmiş, bu da İslam’ın asli yapısından hızla uzaklaşması sonucunu doğurmuştur. Günümüzde de bu müesseseyi ciddiye almayan nice çalışmalar yapılmaktadır. Allah’ın dini herkesin keyfine göre şekil almaktadır. Bugün, Müslümanların ya hiç şurası yoktur, ya da göstermelik bir şurayla kendilerini aldatmaktadırlar. Bu tür sapmalardan korunmanın tek yolu, ciddi tutulan bir müşaveredir, şuradır.
Artık kesin olarak bilinmeli ki, Müslümanların şurasız hareket etmeleri mümkün değildir. Şura meclisi ile problemlerini çözmek, Müslümanların vazgeçilmez görevidir. İşlerini aralarında şura ile halletmeleri onların Kur’an’da zikredilen vasıflarıdır. Allah Müslümanları böyle anmıştır. Onlar da böyle olmak zorundadırlar.

İstişarenin Fazileti:

İstişare ile işlerin güzel neticelere varması, siyasi, içtimai, askerî vs. bütün alanlarda problemlerin çözülmesi mümkündür. Kişi ne kadar akıllı, zeki ve tecrübeli bulunursa bulunsun, Cenâb-ı Hakk’ın Kur’an-ı Kerîm’inde işaret ettiği ve faillerini övdüğü müşavere esasına uygun hareket etmedikçe, faydalı sonuçlara ulaşması ve problemlerini güzel bir şekilde çözümlemesi pek mümkün değildir. Zira Hz. Peygamber (a.s.) akıl ve zekâ yönüyle insanların en mükemmeli iken, Allah ona bile müşavereyi emretmiştir.
Hz. Peygamber (a.s.) vahyin indirilmediği durumlarda daima arkadaşları ile istişare yoluna gitmiştir. Ashâb-ı kiram, Rasûlullah (a.s.)’ın kendi fikriyle hareket ettiğini bildikleri konularda, kendi fikirlerini O’na açıklar, o da uygun fikir doğrultusunda hareket ederdi.
Toplumların düştükleri hatalar, genellikle bir işi kendi başına, istişare etmeden yapmaları sonucunda olmaktadır. Bu işi kendi başına yürütme ne kadar çok olursa, hataların sayısı o nisbette artar; ne kadar da az olursa hatalar da o nisbette azalır. Gerçi hatadan büsbütün kurtulmak imkânsızdır. Çünkü hatasızlık sadece Allah’a mahsustur. Meselelerin çözümünde ancak birçok fikir bir araya gelirse, mükemmel veya nisbeten doğru bir çözüm elde edilebilir. Bu surette, sorumlu kimselerin üzerindeki sorumluluk yükü de hafifler ve sorumluluk müşterek bir hale gelmiş olur.
İstişare ederken göz önünde bulundurulması gereken en önemli noktalardan biri, kime veya kimlere danışılacağı konusudur. Bu husus, yapılacak olan bir işin hayırla neticelenmesine önemli derecede katkı sağlar. Bu yüzden danışılacak olan kişinin, akıl ve tecrübe sahibi, dindar ve faziletli, samimi, sağlam fikirli, keskin görüşlü, insan psikolojisini iyi tahlil edebilme, doğruluk ve güvenilirlik gibi değerlere sahip olmasına dikkat edilmelidir. Öte yandan, aklı bir şeye ermeyen, ahlâksız, mağrur kimselere danışmanın kişiye hiçbir yarar sağlamayacağı da açıktır.
Kendilerini beğenen, başkalarının görüş ve düşüncelerine değer vermeyen kişiler, hiç kimseye danışmazlar. İşlerini kendi görüş ve düşünceleri doğrultusunda çözümlemeye çalışırlar. Bu şekilde davranma ise, çoğu zaman yanlışlıklara sebep olur. Yapılan işlerden fayda yerine zarar elde edilmesine neden olur.
Kısaca belirtmek gerekirse, istişareye yani danışmaya, Yüce Allah’ın emri, Peygamber Efendimiz’in sünneti olarak önem verilmelidir. Atalarımız da “ulu sözü dinleyen, ulu dağlar aşar”, “akıl akıldan üstündür” diyerek, istişarenin gerekliliğini kısa ve öz bir şekilde ifade etmişlerdir.

İstişare Yapılmasını Emreden Naslar:

Allah’ın Kitabı Kur’an-ı Kerim ve Resulullah’ın (as) Sünneti, istişare yapılmasını emretmektedir. Resulullah ve ondan sonra gelen sahabeler de bu emirlere hakkı ile uymuşlardır. Ancak sahabelerden sonra bu müessese ihmal edilmeye başlanmıştır.
Kur’an-ı Kerim’de İstişare:
Kur’an-ı Kerim’de “şura” kelimesi toplam 3 yerde geçer: Bakara, 2/233; Âl-i İmrân, 3/159; Şura, 42/38.
Bakara, 233’de “…Eğer (anne ve baba) aralarında rıza ile ve danışarak (çocuğu iki yıl tamamlanmadan) sütten ayırmayı isterlerse ikisi için de bir güçlük yoktur…” şeklinde geçmektedir. Ancak ıstılah anlamına uygun olarak Şura/İstişare Kur’an-ı Kerim’de iki yerde geçmektedir. Bu ayetler;
“Müslümanlar işlerini aralarında yaptıkları istişare ile yürütürler.” (Şura, 42/38)
Bu ayetin zikredildiği sureye ‘Şura Suresi’ isminin verilmesi, şuranın ne kadar önemli bir konu olduğunu göstermektedir. Bu ayet-i kerime Mekke’de nazil olmuştur. Bu da Müslümanların devletlerini kurmadan önce cemaat halinde iken de aralarında işlerini istişare ile yürütmek zorunda olduklarını göstermektedir. Müslümanlar, kendilerini bir bayrak ve bir iktidar altında toplayan devlet ve hilafet makamı yok diye şurayı ihmal edemezler. Âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber Efendimiz (sav): “Biliniz ki Allah ve Rasûlü müşavereden muhakkak mustağnîdirler. Fakat Allahû Teâlâ (cc) müşavereyi benim ümmetime bir rahmet kıldı. Mü’minlerden her kim istişare ederse doğrudan mahrum olmaz. Her kim müşavereyi terk ederse hatadan kurtulamaz” buyurmuştur.
Şura ile ilgili diğeri ayet ise;
“(O vakit) Sen Allah’tan bir esirgeme sayesindedir ki, onlara mülâyemetle (yumuşak, merhametli) davrandın. Eğer kaba ve katı yürekli olsaydın, onlar etrafından dağılıp gitmişlerdi bile!.. Artık onları bağışla (Allah’dan da) günahlarının affolmasını iste. İş hususunda onlarla istişare et!.. Bir kere de azmettin mi, artık Allah’a dayanıp güven. Çünkü Allah kendine güvenip, dayananları sever.” (Al-i İmran, 3/159)
Dikkat edilirse; Resûl-i Ekrem (s.a.s.)’e iş hususunda onlarla istişare etmesi emir sigasıyla bildirilmiştir. Tefsir-i Taberi’de: “Buradaki istişareden maksat, Resûl-i Ekrem (sav)’in sahabesinin reyine kıymet verdiğinin anlaşılması ve İslami mücadelede onlardan yardım istediğinin bilinmesidir” hükmü yer almaktadır. İbn-i Murdeveyh’in Hz. Ali (rha)’dan rivayet ettiğine göre; Peygamberimize (sav) bu ayette geçen azm’in manası sorulmuş, bunun üzerine şu şekilde izah etmiştir: Azm’den maksad; rey sahipleriyle istişare etmek ve onların görüşlerine uymaktır.” Dolayısıyla “Müşavere heyetinin vardığı sonuç, mü’minlerin emirini bağlayıcıdır” diyen fûkaha, bu hadise dayanmıştır. İmam-ı Kurtubî; istişare hususundaki nassları izah ettikten sonra; “istişareyi terk ederek zorbalığa meyleden imamın azledilmesi gerektiğini” beyan etmektedir. Müftâbih (tercih edilen ve kendisiyle fetvâ verilen) kavil budur.

Hadis-i Şeriflerde İstişare:

Bu konuyla ilgili olarak gelen rivayetler, Hz. Peygamber (s.a.s.)’in ve ashabının (r. anhum) hayatlarında istişare keyfiyetinin mühim bir düstur olarak yer etmiş bulunduğunu göstermektedir. Öyle ki, bu mevzuda gelen hadislere dayanarak Hz. Peygamber (s.a.s.)’in etrafındakilerle istişare etmeden bir karara varmadığı, bir icraatta bulunmadığı bile söylenebilir. Bir rivayette şöyle der:
“İdarecileriniz hayırlı olanlarınız, zenginleriniz hoşgörülüleriniz olduğu ve işleriniz aranızda istişare ile yürütüldüğü zaman, sizin için yerin üstü altından daha hayırlıdır. Fakat idarecileriniz şerli olanlarınız, zenginleriniz cimrileriniz olduğu ve işlerinizi kadınlarınıza bıraktığınız zaman, sizin için yerin altı üstünden daha hayırlıdır.” (Tirmizi, Kitabu’l-Fiten, Bab: 78. Hadis No:2266)
Ebu Hureyre diyor ki: “Ben Resulullah’dan daha fazla arkadaşları ile istişare eden hiçbir kimse görmedim.” (Tirmizi, Kitabu’c-Cihad, Bab:34. Hadis No:1714)
Ebu Said el-Hudri Resulullah’ın şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: “Allah’ın gönderdiği her Peygamberin ve tayin ettiği her halifenin iki çeşit yakın adamları bulunur. Bunlardan biri ona iyiliği emreder ve onu yapmaya teşvik eder. Diğeri ise, şer şeyleri yapmasını emreder ve onları işlemeye devam eder. Masum olan ancak Allah’ın masum kıldığı kimsedir.” (Buhari, Kitabu’l-Ahkam, Bab:42)
Abdullah b. Abbas’ın Resulullah’dan şöyle rivayet ettiği söylenmektedir: “Siz akıllı insanın size yol göstermesini isteyin. Doğru yolu bulursunuz. Ona karşı gelmeyin. Pişman olursunuz.” (Kenzu’l-Ummal, Müsned Haşiyesi, c.I, s.248)
“Kim bilmeden fetva verirse, yapılan işin günahı, o fetva verene gider. Kim Müslüman kardeşine bile bile yanlış yol gösterirse, ona hıyanet etmiş olur.” (Ebû Davud, İlm 8, hadis no: 3657)
“Kişiye bildiği bir şey sorulduğu zaman onu gizlerse; Allah, Kıyamet günü o kimseyi ateşten bir gemle (yularla) bağlar.” (Ebû Dâvud, İlm, Bâbu Kerâhiyyeti Me’i’-llm)
Hz. Peygamber (s.a.s.), Hz. Ebûbekir ve Hz. Ömer için: “Siz bir danışmada oy birliğine varırsanız, ben size aykırı hareket etmem.” demiştir. (Ahmed bin Hanbel, 5/227)
Hz. Peygamber (s.a.s.)’e göre: “Bir millet istişare ettiği müddetçe zillete düşmez” (Zemahşerî, Keşşâf I/332). Bu inancı takviye eden diğer bir görüşe göre, bir meselede ferdî görüşler yanılabilirse de cemaatin görüşü asla yanılmaz: “Allah, ümmetimi dalalet üzere birleştirmez. Allah’ın eli cemaat üzerinedir.” (Tirmizî, Fiten 7, hadis no: 2168).
Bir rivayette Resul (as) şöyle buyurur:
“Müslümanların fikrini almadan “emir” tayin etseydim, İbnu Ümmi Abd’i tayin ederdim” Tirmizî, Humus, hadis no: 1966, Menâkıb 380).
Aynı konu ile ilgili Hz. Ali’den gelen bir başka rivayette ise: “Resulullah şöyle buyurdu: “Eğer ben, istişare etmeden bir kimseyi tayin edecek olsaydım Abdullah bin Mes’ud’u tayin ederdim.”

Şuranın Esasları:

1- Şura, devlet ve milletin hakkıdır:
“…Ve onların işleri aralarında şura iledir” (Şura, 42/39) ayeti de bunu göstermektedir. Ayette geçen ‘işleri’nden kasıt bütün Müslümanlara ait işler kastedilmektedir. Yöneten de, yönetilen de buna eşit şekilde hak kazanır. Gereğini yerine getirmek konusunda da hakları eşit demektir. Dolayısıyla iki kesimden biri bunu tekeline alamaz.
2- Ümmeti ilgilendiren bütün işlerin şuraya sunulması, yöneticilerin sadece hakları değil, aynı zamanda görevidir de. Çünkü yüce Allah şöyle buyuruyor: “İş hususunda onlarla istişare yap.” Bu nass küçük ve büyük her meselede devleti yönetenlerin istişare etmesini emrediyor. İdareci, bahis konusu meseleyi millete sunmadığı takdirde vazifesini yapmamış demektir.
3- Şuranın sırf Allah rızası için yapılması gerekir:
Bu, şura sahibinin boynundaki bir emanettir. Resulullah’ın buyurduğu gibi: “İstişare eden emindir.” Eğer emanetine ihanet ederse, Allah’ın haram kılmış olduğu bir işi yapmış olur. Dolayısıyla Allah’a da, Resulü’ne de ihanet etmiş olur.
4- Fikir adamlarının tek görüş etrafında toplanmaları zorunlu değildir. Geçerli olan düşünce, fikrin doğrultularını etüd ve münakaşa ettikten sonra, istişare edenlerin çoğunlukla birleştiği ve Müslümanların görüşünü aksettiren sözlerdir. Bunun delili Peygamberin (as) ileride millet arasında görülecek fitneler konusunda Huzeyfe (ra) tarafından nakledilen hadisidir.
“Huzeyfe (ra):
Benim zamanımda olursa ne yapmamı emredersiniz?
Peygamber:
Müslüman topluluğa ve onların liderine uyarsın.
Huzeyfe:
Cemaatleri ve imamları yoksa?
Bütün fırkalardan uzak dur.”
Hadiste geçen cemaat Müslümanların hepsi değil, ekseriyetidir. İşte bu ekseriyetin hak üzere oluşu nazara alınmıştır.
5- İstişare esnasında görüşleri kabul edilmeyenler, karar alındıktan sonra onu uygulamada en az diğerleri kadar gayretli olmalıdırlar. Nitekim Hz. Ebu Bekir’in hilafetinin başlarında mürtedlerle savaşmak taraftarı olmayanlar, karar alındıktan sonra bunu uygulayanların başlarında gelmişlerdir.

Şuranın Sahası:

Şura, ancak Kur’an ve Hadis’te açık nass bulunmayan konularda cereyan eder. (Mustafa Babilli, Şura, s.47). Dolayısıyla şuranın sahası, hakkında nass bulunmayan her alandır. Bütün âlimlerin üzerinde ittifak ettikleri bir husus vardır ki, o da hakkında Kur’an ve Sünnet’te açık nass bulunan bir hususta gerek içtihada, gerekse şuraya asla yer olmadığıdır.
Zira Allah Teâlâ: “… eğer bir mesele hakkında ihtilafa düşerseniz onun hükmünü Allah’a ve Resulü’ne havale edin” (Nisa, 4/59) buyurmuştur. Başka bir ayette ise: “Allah ve Resulü herhangi bir hususta hüküm verdiği zaman artık mü’min bir erkeğin ve mü’min bir kadının işlerinde başka bir yolu seçme hakları yoktur” (Ahzab, 33/36) buyurmuştur.
Binaenaleyh, herhangi bir mesele hakkında nass varsa, o nass uygulanır. Sadece nassın nasıl uygulanacağı hakkında istişare yapılabilir. Peygamber Efendimizden rivayet edilen hadisi şerifler de şuranın sahasının nassların bulunmadığı yerler olduğunu göstermektedir.
Nitekim Peygamber Efendimiz, Muaz bin Cebel’i Yemen’e gönderdiği zaman aralarında şu karşılıklı konuşma geçmiştir;
Resulullah Muaz’a: “Bir mesele ile karşılaştığın zaman ne yaparsın?” diye sordu.
Muaz: “Allah’ın kitabında olanlarla hüküm veririm” dedi.
Resulullah: “Onun hükmü Allah’ın kitabında bulunmazsa?”
Muaz: “Allah’ın Rasulünün sünneti ile hüküm veririm.”
Resulullah: “Allah’ın Resulu’nün sünnetinde de bulunmazsa?”
Muaz: “Görüşümle içtihad ederim. Elimden gelen gayreti harcamadan geri durmam” dedi.
Muaz diyor ki: Bunun üzerine Resulullah elini göğsüme vurdu ve şöyle buyurdu: “Allah’ın peygamberinin elçisini Allah’ın ve Resulünün razı olacağı şeylere muvaffak kılan Allah’a hamd olsun.” (Ebu Davud, Kitabu’l-Akdiye. Bab. 2 s.3592; Tirmizi, Kitabu’l-Ahkam, Bab. 3 s.1327…)
Görüldüğü gibi Muaz, Allah’ın kitabında ve Resulünün Sünnetinde hüküm bulamadığı takdirde içtihad edeceğini söylemiştir. Resulullah da onu bu tavrından dolayı tebrik etmiştir. Elbette ki meseleyi istişare etmek de bir görüş beyanıdır.
Şura, imanın gereği olmakla beraber kayıtsız şartsız değildir. Şura, İslami teşri ve teşriin ruhuna bağlı kalmak ilkeleriyle sınırlı kalmaktadır. Hakkında nass bulunan konularda hükmü nass vemiş oluyor. Bunlar insanların müdahale alanlarının dışındadır.
İslam’ın hüküm koymuş olduğu her şey şura alanın dışında, hüküm koymadığı her şey de –İslami sınırların dışına taşmamak şartıyla- şura alanın içinde kaldığına göre bunun anlamı şu olur: Şura, her durum ve her şart altında İslam’a bağlı kalmakla sınırlıdır. Bu alan içerisinde kalır. Onun esaslarının paralelinde seyreder. (Abdülkadir Udeh, İslam ve Siyasi Durumumuz, s.191)
Halk ile müşavere, çeşitli devlet konularında ve hakkında hüküm bulunmayan hukuki içtihad konularında yapılır. Yani, devlet başkanı, fakihlerin de ifade ettiği gibi hem din hem de dünya meselelerinde istişare edecektir.
Kurtubi tefsirinde şöyle diyor: “Devlet erkânına, bilmedikleri ve içinden çıkamadıkları dini konularda din âlimlerine başvurmaları adeta farzdır. Harbe taalluk eden konularda ordu komutanlarıyla, menfaate ilişkin olanlarda halk büyükleriyle, memleket davalarında yazarlar, nazırlar, işçi ve memurların temsilcileriyle istişare etmek zorundadırlar. Müşavere ancak böylelikle amacına ulaşabilir. Kanunlara ilişkin konularda müsteşarın özelliği bilgin ve hakkıyla dindar olmaktır. Dünya işlerinde ise akıllı ve tecrübeli olmak. (A. Kerim Zeydan, İslam Hukuku’nda Fert ve Devlet, s.54-57, Kültür Basın Yayın Birliği Yayınları, No:2, İstanbul tarihsiz)
Sonuç olarak görmekteyiz ki, İstişare, ancak hakkında hüküm bulunmayan konularda söz konusudur. Şeriatın kaynağı Rabbanidir. Beşeri akıl ne derece gelişmiş olursa olsun, şeriatın kaynağı seviyesine asla ulaşamaz. Çünkü beşer, netice itibariyle bir yaratıktır. Dolayısıyla şura sistemini işletirken dikkatli olmak, İslam’ın temel kurallarına göre bu mekanizmayı çalıştırmak gerekmektedir.

Hulefa-i Raşidin Döneminde de Aynen Bu yol Takip Edilmiştir.

Meymun b. Mihran diyor ki: “Ebu Bekir’e bir davacı veya dayalı geldiği zaman, Allah’ın kitabına bakardı. Eğer onda hüküm verecek bir şey bulursa aralarında onunla hüküm verirdi. Eğer Allah’ın kitabında böyle bir hüküm bulunmaz ve Ebu Bekir de Resulullah’ın sünnetinde konu ile ilgili bir hüküm biliyorsa, onunla hüküm verirdi. Eğer bundan da aciz kalırsa çıkıp Müslümanlara sorardı: “Bana şöyle şöyle bir mesele geldi. Sizler Resulullah’ın bu mesele hakkında herhangi bir hüküm verdiğini biliyor musunuz?” diye sorardı. Çoğu zaman Ebu Bekir’in yanına insanlar toplanır ve hepsi o konu hakkında Resulullah tarafından verilen bir hüküm zikrederlerdi. Ebu Bekir de: “Aramızda peygamberimizin sünnetini muhafaza eden kişileri var eden Allah’a hamdolsun” derdi.
Şayet Ebu Bekir, mesele hakkında Resulullah’dan bir sünnet bulmaktan da aciz kalırsa, işte o zaman insanların ileri gelenlerini ve seçkinlerini bir araya toplar ve onlarla istişare ederdi. Konu hakkında bir görüşte ittifak ederlerse onunla hüküm verirdi.

NOT: Bu yazı Genç Birikim dergisinin Eylül 2013 sayısında yayımlanmıştır.